Zekatın Sıhhatının Şartı

Nisan 30, 2007

Verilen bir zekatın sahih olabilmesi için, zekatı verirken veya onu ayırırken niyetin bulunması şarttır. Bu esastan şu meseleler doğrar:

1) Zekatı fakire verirken veya zekat için bir mal ayırırken bunun zekat olduğunu kalb ile niyet etmek gerekir. Dil ile söylenmesi gerekmez. Öyle ki, bir malı fakire zekat niyeti ile verirken bunun bir bağış veya bir borç olarak verildiğini dil ile söylemek zekata engel değildir.

2) Bir mal fakire niyetsiz olarak verilince bakılır: Eğer mal henüz fakirin elinde bulunuyorsa, zekata niyet edilmesi yeterlidir. Fakat elinden çıkmış ise, niyet edilmesi yeterli değildir. Yine, bir kimse, bir adamın malından onun adına zekatını verdiği zaman, o kimse buna rıza gösterirse bakılır: Eğer o mal fakirin yanında mevcut bulunuyorsa, bu zekat sahih olur; değilse olmaz.

3) Zekat vermede vekilin niyeti değil, müvekkilin niyeti geçerlidir. Onun için bir kimse, zekatını vermek için bir adamı vekil tayin etse, zekat olarak vereceği malı teslim etliği zaman veya o malı vekil fakire vereceği zaman zekata niyet etmesi gerekir. Vekilin niyeti yeterli olmaz. Bu vekil, müslüman olabileceği gibi, bir gayri müslim (Zimmî) de olabilir.

4) Zekat vermek niyetindc olan bir kimse, bunun için bir mal ayırmaksızın zaman zaman fakirlere bir şeyler verdiği halde, zekata niyet etmek hatırına gelmese, bu verdikleri zekata sayılmaz. Fakat fakire böyle bir mal verirken: “Bunu niçin veriyorsun?” diye sorulacak soruya, düşünmeksizin hemen “zekat olarak veriyorum” diyebilecek bir durumda ise, bu niyet yerine geçer.

5) Bir kimse fakirlere bir gün sadaka verdikten sonra: “Şu süre içinde verdiğim sadakaların zekatımdan olmasına niyet ettim.” demesi yeterli olmaz.

6) Bir kimse elinde bulunan bir malı zekata niyet etmeksizin tamamen sadaka olarak verse, bunun zekatı kendisinden düşmüş olur. İster nafile sadakaya niyet etmiş olsun, ister olmasın, hüküm aynıdır. Fakat verilen bu mal ile bir nezre veya başka bir vacibe niyet etmiş olursa, bu mal o niyete göre verilmiş olur. Verilen bu mala düşecek zekatı ayrıca ödemek gerekir.

7) Bir kimse, üzerine zekat düşen malının bir kısmını bir fakire bağışlasa, buna isabet eden zekat kendisinden düşer.

Örnek: Bir zengin, bir fakirde olan yüz bin lira alacağını o fakire bağışlasa, yalnız bir yüz bin liranın zekatını vermiş olur. Burada zekata niyet edip etmemek eşittir. Bu yüz bin lirayı diğer mallarının zekatına sayamaz. Yine, fakir olmayan bir borçluya bir mal bağışlansa, bununla ne o malın ve ne de başka mallarının zekatı verilmiş olmaz. Sahih olan görüşe göre, bu bağışlanan mala düşen zekatın da ayrıca verilmesi gerekir.


Zekatın Farz Olmasının Şartları

Nisan 15, 2007

Bir, kimseye zekatsın farz olması için onda şu şartların bulunması gerekir:


    1) Zekat verecek kimse, müslüman, hür, akla sahib ve buluğ çağına ermiş olmalıdır. Buna göre, müslüman olmayanlar, köle ve cariyeler, mecnunlar ve çocuklar zekat vermekle yükümlü değillerdir. Gayri müslimler zekat vermekle mükellef değillerdir. Öyle ki, (Allah korusun), bir müslüman bir müddet hak dinden çıkıp ondan sonra tevbe ederek Allah’dan mağfiret dilese, dinden çıkış (irtidat) zamanında zekat vermek ona farz olmayacağı gibi, irtidatınndan daha Önceki zamana ait zekat borçları da düşmüş olur. Çünkü zekatın farzıyetinde İslam şart olduğu gibi, bekasında da şarttır.
    Kölelerle cariyelere gelince, onlar aslen bir mala sahib olamayacakları için, zekat vermeye ehil değillerdir. Kendilerine ticaret için izin verilse de, yine hüküm aynıdır.
    Mecnunlara gelince, bunlarda iki durum düşünülebilir. Birincisi, doğuştan beri mecnun (deli) bulunmaktır. Bunların bu durumu devam ettikçe, onlar zekatla yükümlü olmazlar. Fakat bunlar buluğ çağına erdikten sonra iyileşip düzelseler, sağlığa kavuşmalarından itibaren zekat vermekle mükellef olurlar. İkincisi, buluğa erdikten sonra bir müddet mecnun olmaktır. Bu durumda bunların cinnetleri (delilikleri) bütün bir yıl devam ederse, bu yıl için zekat vermeleri onlara farz olmaz. Çünkü bu durumda onlardan yükümlülük düşmüş olur. Fakat bu yıl içinde bir iki gün gibi kısa bir zaman iyileşecek olsalar, zekat vermeleri onlara farz olur. Bu mesele İmam Muhammed’e göredir, İmam Ebû Yusuf’ a göre, yılın çoğunda sağlık üzere bulunmadıkça, o yılın zekatı gerekmez.
    Baygınlık hali ise, zekat verme mükellefiyetine engel değildir.
    Çocuklara gelince, bunlar akılları başlarında olarak buluğa ermedikçe, zekat vermekle yükümlü olmazlar. Onun için bunların mallarından velileri zekat veremez. Bunların zekat vermeleri buluğ çağına ermekle başlar. Bir sene sonunda yerine getirilmesi gerekir.  (İmam Safiî’ye göre çocukların ve delilerin mallarından zekat verilmesi gerekir. Bunu velileri mallarından öderler. Çünkü zekat mala gereken bir haktır. Küçüklük ve noksanlık bu hakkın varlığını gideremez. Öşürde de durum böyledir.) Bize göre sekat malî bir ibadettir. Bunlar ise ibadetle mükellef değillerdir.
    2)Zekat verecek kimse, temel ihtiyaçlarından ve borçlarından başka nisab mikdarı veya daha fazla bir mala sahib bulunmalıdır. Bu miktar malı bulunmayana zekat farz olmaz.
“Nisab”, şeriatın bir şey için koymuş olduğu belli bir ölçü ve mikdar demektir. Şöyle ki: Zekat vermek için altının nisabı yirmi miskaldır. Gümüşün nisabı iki yüz dirhemdir. Koyun ile keçinin nisabı kırk koyun veya keçidir. Sığır ile mandanın nisabı otuz ve deveninki de otuz beşdir.
    Temel ihtiyaçlar: Bundan maksad, oturacak ev ile eve gerekli olan eşya, kışlık ve yazlık elbise, gerekli silah ve aletler, kitablar, binek hayvanı, hizmetçi, köle veya cariye, bir aylık -doğru kabul edilen başka bir görüşe göre, bir yıllık- nafaka demektir. Borç karşılığı olarak elde bulunan para da böyledir.
    3) Zekatı verilmesi gereken mal, gerçekten veya hüküm bakımından artıcı bulunmalıdır. Böyle olmayan mallardan zekat gerekmez. Nisab mikdarından fazla olması hükmü değiştirmez.
    Gerçekten artıcılık, ticaret veya doğurma ve üreme yolu ile olur. Ticaret için kullanılan herhangi bir eşya ve hayvan zekata bağlı olduğu gibi, dölünü veya sütünü almak için, yılın çoğunu kırlarda otlayarak idare eden ve “Saime” adını alan hayvanlar da zekata bağlıdır, ileride anlatılacaktır.
    Hüküm itibariyle artış da, çoğalmaya ve artmaya elverişli bulunan ve sahibinin veya vekilinin elinde olan altın ve gümüşteki geçerliliktir. Altın ve gümüşün maddeleri ile ihtiyaçlar giderilemez. Bunlar ticarette kullanılmak ve malların değiştirilmesinde vasıta olmak yolu ile ihtiyaçları karşılar. Bu yönü ile bunlar, yaratılış bakımından artmaya ve ticarete mahsustur. Onun için elde bulunan altın ve gümüş paralar, külçeler ve süs eşyaları, kendileriyle ticarete niyet edilmese veya bunlar nafakaya ve ev satın alınmasına harcanmak üzere saklansa bile, nisab mikdarına ulaşınca zekata tabi olurlar.
    4) Zekatın gereği için, tam bir mülkiyet bulunmalıdır. Bir malın mülkiyetiyle beraber onun elde de bulunması gerekir. Onun için bir kadın mehrini eline geçirmedikçe, onun zekatı ile yükümlü olmaz. Çünkü o mehre (nikah bedeline) malik ise de, onu eline geçirmiş değildir.
    Yine, elindc rehin mal bulunan bir kimseye, rehinden dolayı zekat gerekmez. Çünkü rehin, bir borç karşılığıdır. Bunda mamikinin ele geçirip sahib olma hakkı yoktur. Satın alınıp da henüz de geçirilmemiş bulunan bir mal, ele geçmiş hükmünde olarak zekata bağlıdır. Bu nisaba girer, ondan zekat vermek gerekir.
    Yolculuk halinde bulunan kimse de, malının zekatını vermekle yükümlüdür. Her ne kadar o, malını elinde bulundurmuyorsa da, vekili aracılığı ile onu kullanmaya gücü vardır.
    5) Zekat gerekmesi için, bir mal üzerinden tam bir yıl geçmiş bulunmalıdır. Buna “Havl-i havelân” denir. Çünkü bu zaman içinde artış ve çoğalma gerçekleşir, döllenme ve üreme olur. Mevsimlerin değişmesiyle ihtiyaçlar ve fiyatlar değişir.
    Şöyle ki: En az nisab mikdarında olmak şartı ile artmaya elverişli bir mal üzerinden tam bir kamerî yıl geçip son bulmadıkça ona zekat gerekmez. Nisab mikdarı hem senenin başında, hem de sonunda bulunmalıdır. Bu mikdarın sene ortasında azalması, zekatın verilmesine engel olmaz. Aksine olarak sene içinde artan mal da, sene sonunda diğer mal ile beraber zekata tabi olur. Örnek: Bir kimsenin (1364) senesi başında temel ihtiyaçlanndan fazla iki yüz dirhem gümüş mikdarı artıcı bir malı olup mal, sene sonuna kadar devam etse, bundan beş dirhem zekat vermek gerekir. Bu mal, sene ortasında yüz dirheme indiği halde, sene sonunda yine iki yüz dirhem mikdarına çıkmış bulunsa, yine beş dirhem zekat gerekir.
    Sene başında en az iki yüz dirhem mikdarı iken, sene içinde ticaret, bağış ve miras gibi sebeblerle dört yüz dirhem mikdarına çıkıp sene sonuna kadar devam etse, on dirhem mikdarı zekat gerekir. Fakat böyle bir mal, sene başında yüz doksan dirhem mikdarı iken sene sonunda iki yüz veya üç yüz dirhem mikdarına çıkmış bulunsa yahut sene başında iki-üç yüz dirhem mikdarı iken, sene sonunda yüz doksan dokuz dirhem mikdarına düşse, zekat gerekmez. Ancak iki yüz dirhem olduğu günden itibaren devam edecek olan bir yıl sonunda yine aynı miktara veya daha fazlasına erişecek olursa zekat gerekir.
    İmam Züfer’e göre, nisab miktarı, senenin başından sonuna kadar bulunmalıdır. (İmam Şafiî’ye göre, saime denilen hayvanlarda da hüküm böyledir. Fakat ticaret mallarında nisabın yalnız ticaret mallarında sene sonunda tam bulunması lazımdır. Sene başında ve ortasında nisabın noksan olması, zekatın verilmesine engel olmaz.)
    Zekata bağlı bir mal üzerinden bir sene geçtikten sonra artacak olsa bu artan kısmı, arttığı günden itibaren bir sene geçmedikçe zekata tabi olmaz.


Zekatın Mahiyeti Ve Hikmeti

Nisan 10, 2007

Zekatın Mahiyeti

Zekat lügat deyiminde temizlik, bereket, çoğalma, güzel övgü manalarını taşır. Din deyiminde ise; “Bir malın belli bir mikdarını, belli bir zaman sonra hak sahibi olan bir kısım müslümanlara Yüce Allah’ın nzası için tamamen temlik etmek (mülkiyetine geçirmek) tir.” Zekat, kulların kulluk görevindeki sadakatlerine delalet eder. Bu yöndendir ki, zekata “sadaka”da denmiştir. Bununla beraber “sadaka” sözü, zekattan daha kapsamlı mana taşır. Vacibleri de, nafileleri de içine alır.
Zekat vermeye, “Tezkiye”, zekat verene de “Müzekkî” denilir. Şahidler hakkında yapılan övgüye de “Tezkiye” dendiği bilinmektedir.

Zekat vermek farzdır. Peygamberimizin hicretlerinin ikinci yılında, oruçtan önce farz kılınmıştır, İslâmın şartlarından birini teşkil etmektedir. Belli miktarda bulunan nakid paraların ve ticaret mallarının üzerindcn bir yıl geçince, zekatlarını geciktirmeden hemen vermek gerekir. Çünkü bu zekat mallanna yoksulların hakkı geçmiş oluyor. Artık bu hakkı özürsüz olarak geciktirmek caiz olmaz.

Diğer bir görüşe göre, zekatın verilmesi geciktirmeli olarak farzdır. Sene sonunda hemen verilmesi gerekmez. Zekat borcu olan kimse, bunu hayatta bulunduğu sürece ödeyebilir. Ödeyemeden ölürse, o zaman günahkar olur. Fakat doğru olan birinci görüştür.
Zekatın aşikare verilmesi daha faziletlidir. Çünkü bu şekilde verilmesi, başkalarına bir ömek olur ve teşvik yerine geçer. Kendisi hakkında, zekat vermiyor diye, kötü bir zannı da kaldırmış olur. Zekat bir farz olduğu için, bunun yerine getirilmesinde gösteriş olmaz. Nafile olarak verilen sadakalarda ise, durum böyle değildir. Bunların gizli verilmesi ve gösteriş yapılmasına engel olunması daha faziletlidir.

Zekatın Teşriî Hikmeti

Zekatın meşru olmasındaki hikmet pek önemlidir, herkese göre açık ve meydandadır da denilebilir. Bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur: “Mallarınızı zekatla koruyunuz, hastalarınızı sadaka ile tedavi ediniz, bela dalgalarını da dua ve yalvarışla karşılayınız”

İşte zekat sayesinde mallar korunmuş oluyor. Sadakalar da, maddî ve manevî hastalıklar için birer ilaç yerine geçiyor.

Doğrusu zekat ve sadaka verenlerin mallannda ve canlarında bir feyiz ve bereket, bir sağlık ve afiyet yüz gösterir. Bunun çok üstünde olarak da, kendileri Yüce Allah’ın rızasını kazanıp nice manevî mükafatlara kavuşurlar, nice manevî tehlikelerden kurtulurlar.

Zekatın her yönden birçok yararları vardır. Bilindiği gibi, kalblerde pek ziyade yer tutan mal ve mülk sevgisi, insanı yüksek duygulardan yoksun bırakır, insanı bazan fena işlere sürükler. Zekat sayesinde ise kalbin bu zararlı duygusuna ve meyline direnilmiş olur, nefis’de cimrilikten kurtulmuş olur. Mal, başkasının hakkından arındırılarak insanda şefkat ve hayırseverlik duyguları gelişir. Başkalarını gözetme ve koruma gibi yüksek duygular meydana gelir.

Sonra zekat, sosyal hayatın huzur ve mutluluğuna, beraberliğine ve refahına sebebdir. Yoksulları ve acizleri, kendi varlığından faydalandıran bir zengin, cemiyetin en değerli ve sevimli uzvu (organı) sayılır. Fakirlerin ve muhtaçların acılarını azalttığından, onların övgülerini, sevgi ve dualarını kazanır. Mal varlığı da hain ve hırslı gözlerin saldırısından güven içinde bulunur. Artık böyle birbiri için hayır düşünen, yardımsever olup duacı bulunan bir cemiyet içinde güzel bir yaşantı meydana gelmiş olmaz mı?

Bir de zekat vermek, güzel bir inancın eseridir. Böyle bir inanca sahib olan kimse, bağlı bulunduğu cemiyet için zararlı olmaktan uzak, çok yararlı bir insan olur. Çünkü kendi malından bir kısmını sadece Allah nzası için ayırıp fakir din kardeşlerine veren ve bundan dolayı onlardan hiç bir karşılık gözetmeyen bir insan, artık çevresine yararlı olmaz mı? Böyle bir kimse hiç kendisine ait olmayan şeylere göz dikip de başkalarının zararına çalışır mı? Başkalarının ellerindeki mallara saldırır mı?

Bununla beraber zekat Allah’ın nimetlerine karşı bir şükran görevidir. Zekat veren müslüman şöyle düşünür. Elde ettiğim bu varlık, bana Yüce Allah’ın ihsanıdır. Nice insanlar vardır ki, daha güçlü ve daha bilgili oldukları halde bu mal varlığından yoksun bulunuyorlar. Bunun için ikram ve ihsanı sonsuz olan Yüce Allah’ın nimetlerine karşı şükretmek gerekir, işte bu şükür, farz olan zekatın ödenmesiyle yerine getirilmiş olur.

Şu da düşünülmelidir ki, insanın elde ettiği nimet üzerinde, onun bulunduğu çevrenin çok yönlü etkisi vardır. Eğer o zengin böyle bir çevrede yaşamamış olsaydı, bu mal varlığını kazanabilecek miydi? İşte bu da bir nimettir. Bu nimete karşı da şükür, o çevredeki yoksul ve perişan insanlara karşı yardımda bulunmakla olur. Zekat ve sadakanın verilmesi de, böyle bir yardımı gerçekleştirir.


Fitre Sadakası

Mart 30, 2007

Fitre sadakası, Ramazan ayının sonuna yetişen ve temel ihtiyaçlarından başka en az nisab mikdarı bir mala sahip bulunan her müslüman için verilmesi vacib olan bir sadakadır. Buna yalnız “Fitre”de denir. Fıtrat sadakası, sevab için verilen yaratılış ikramı demektir.

Fitre sadakasının vacib olması, zekatın farz kılınmasından öncedir. Orucun farz kılındığı yıla raslar. Bu bir yardımlaşmadır, orucun kabulüne ve can çekişme ile kabir azabından kurtuluşa bir yoldur. Yoksulların ihtiyaçlarını gidermeye, bayram gününün sevincine katılmalarına bir yardımdır. Bu yönü ile fitre sadakası, insanlık için bir hayır ve bir görevdir.

Fitre sadakası, Ramazan Bayramının birinci günü fecrin doğuşundan itibaren vacib olunsa da, bundan önce ve bundan daha sonra da verilebilir. Önceden verilmesiyle fakirler bayramlık ihtiyaçlarını gidermiş olurlar. (Üç İmama göre, fitre sadakası Ramazanın son akşamında güneşin batmasından itibaren vacib olur. Bayramdan sonraya bırakılması ile bu sadaka düşmez, kaza edilmesi gerekir.)

Fitre sadakası, nisab mikdarı bir mala sahib olan her hür müslüman için vacibdir, ister çocuk olsun, ister mecnun olsun…

Bunların velileri, bunların mallarından bu sadakayı vermezlerse, kendileri baliğ olduktan veya iyileştikten sonra bu sadakayı ödemekle yükümlü bulunurlar. Bu mesele, İmamı Azam ile İmam Ebû Yusuf’a göredir, İmam Muhammed ile İmam Züfer’e göre, bunlara fitre sadakası vacib olmaz. Bu gibilerin babaları veya vasileri bu sadakayı onların mallarından verirlerse, onu ödemek zorunda olurlar. Bu sadakayı onlar adına vermek, babalar üzerine vacib olur. Fitrelerini babalar kendi mallarından verirler.

Bu nisabdan maksad, iki yüz dirhem gümüş veya yirmi miskal altın veya bunlann kıymetine denk bir maldır. Bu mal, temel ihtiyaçlardan (borçtan, oturulan evden, ev eşyasından, bineceği at ve kuşanacağı silahdan, ailesinin bir aylık veya bir yıllık geçiminden) fazla bulunmalıdır. Bu fazla malların para veya ticaret malı olması şart değildir. Bu fazla olan mal üzerinden bir yıl geçmesi de aranmaz.

İşte bu mikdar bir mala sahib olan her müslüman için zekat almak veya vacib olan sadakaları kabul etmek haramdır. Üzerlerine kurban kesmek de vacibdir. (Üç îmama’a göre, Bayram günü ile bayram gecesine mahsus olmak üzere, kendisi ile aile halkının yiyeceklerinden ve temel ihtiyaçlarından fazla fitre mikdarı bir mala sahib olan bir müslüman için fitre sadakası vacib olur.)

Ramazan Bayramının ilk günü fecrin doğuşundan önce vefat eden veya fakir düşen veya fecrin doğuşundan sonra dünyaya gelen veya (İslama giren) bir müslümana fitre sadakası vacib olmaz. Fakat fecirden sonra ölen bir müslümana vacib olur. Eğer vasiyet etmişse, terekesinin üçte birinden ödenir. Varislerin kendi mallarından vermeleri de caizdir.

Nisab mikdarı mal, fitre sadakasının vücubundan sonra telef olsa fitre düşmez, çünkü verilmesi için önceden bir imkan hasıl olmuştu. Zekat ise böyle değildir, onda kolaylığı gerektiren bir imkan gereklidir.

Ramazanda bir özür sebebiyle oruç tutamayan kimseye de fitre sadakasını vermek vacibdir. Hasta, yolcu ve takatsiz kalmış ihtiyar gibi…

Nisaba malik olan bir mü’min hem kendisi, hem bunak ve mecnun olan evladı, hem küçük yaşta olan çocukları ve hem de hizmetinde bulunan köle ve cariyeleri için fitre sadakasını vermekle yükümlüdür. Köle ve cariyeleri müslüman olmasalar da, bunlar için fitre vermesi yine vacibdir. Fakat ticaret için olan köle ve cariyelerden ötürü fitre vermek gerekmez. Çünkü bunlar zekata bağlıdırlar. Bir maldan hem zekat, hem de fitre vermek olmaz. Bunlar birleşmez.

Yukarıda açıklandığı gibi, İmam Muhammed’e göre, zengin olan çocuklar için de fitre sadakası vermek babalarının malına düşen bir borçtur.

Fakir bir çocuğun babası ölmüş olursa veya fakir düşerse, dedesi (babasının babası) nisaba malik ise, çocuğun babası yerine geçer ve fitre sadakasını verir. Bununla beraber sahih görülen bir görüşe göre, bu çocuk için fitre vermek dedesi üzerine vacib olmaz.

Bir kimse, kendi zevcesinin ve akıl sağlığı yerinde büyük evladının fitre sadakasını vermekle yükümlü olmaz. Çünkü bunlardan her biri kendi başına tasarruf hakkına sahib mükellef kimselerdir. Onun için bunlardan her biri nisaba malik ise, zekatını kendi malından vereceği gibi, fitre sadakasını da kendi malından vermekle yükümlüdür. Aynı zamanda sadakalarda bir ibadet manası vardır. Koca, zevcesine ait bir ibadet görevini yüklenmek için evlenmemiştir.

Bir kimse, zevcesinin veya büyük yaştaki evladının fitrelerini onların izinleri ile kendi malından verecek olsa yeterli olur. Bunlar kendi idaresinde ve geçimi altında bulundukları takdirde izinleri olmaksızın vermesi de yeterlidir. Çünkü bu durumda adet bakımından izin var sayılır. Aile arasında bulunan diğer şahıslar hakkında da hüküm böyledir. Gerçek yönden veya adet bakımından izin gereklidir. Çünkü fitre sadakasında niyet bulunmalıdır, niyetsiz verilemez. Böyle bir izin ise, niyet yerine geçer. (İmam Şafiî’ye göre, zevcenin fitre sadakası, kendisi zengin olsa bile, kocasına aittir. Kendilerine ücret tayin edilmeyen hizmetçiler hakkında da hüküm böyledir.)

Bir kimse, kendi geçimi altında bulunsalar bile, babasının ve annesinin fitre sadakasını vermekle yükümlü değildir. Baba fakir olduğu halde mecnun ise, fitresini vermek zorundadır.

Fitre sadakası dört cins maldan belli bir mikdarda verilir. Şöyle ki:

Buğdaydan yarım sa’(Irakî) ki, beş yüz yirmi dirhem verilir. Buğday unu ile kavutu da, buğday hükmündedir. Arpadan, kuru üzümden ve kuru hurmadan da bir sa’(bin kırk dirhem) verilir. Bunların yerlerine kıymetlerinin verilmesi de caiz hatta daha faziletlidir. Fakat fakirlerin ihtiyacı bunların kendilerine daha çok ise, o zaman kendilerini vermek daha iyi olur.(*)

Burada dirhemden maksad, zekat nisabında olduğu gibi, Şer’i dirhemdir. Bununla beraber her beldenin Örfde kullandığı dirhem ölçüsünü esas kabul etmek gerektiğini söyleyenler de vardır. Örfi dirhem daha fazla olduğu için, fitre sadakasını bundan vermek ihtiyata uygundur ve ziyade sevabı vardır. (Üç İmama göre, fitre sadakası buğdaydan da bir sa’dır. Fakat bu sa’dan maksad, Irak sa’yi değil, Hicaz sa’yi olan 693 1/3 dirhem mikdarıdır.)

Fitre sadakası için buğday, arpa, üzüm ve hurma birer değişmez ölçüdür. Çünkü bunlardan maksad, fakirin bir günlük ihtiyacını gidermektir. O da bunlarla karşılanır. Eğer belli bir para ölçü olarak gösterilmiş olsaydı, ,bu gaye elde edilemezdi. Çünkü yiyeceklerin fiyatı zaman zaman değişmekte olduğundan, belli para bazı yıllar bu maksadı karşılar ve bazan da karşılayamazdı.

Fitre sadakası, zekat gibi niyet edilerek fakirlere temlik şekli ile verilir. Yemek ikramı şeklinde verilemez. Bu niyet, malı ayırırken yapılabileceği gibi, fakire verirken de yapılabilir. Ancak fakire bunu verirken fitre olduğunu söylemek gerekmez.

Fitre sadakasını, aralarında zevciyet veya doğum bakımından ilgi bulunanların birbirlerine vermesi sahih değildir. Bir kimse fıtresini, fakir olan karısına, babasına ve oğluna veremez.

Fitre sadakası, İmam Ebû Yusuf ile İmam Şafiî’ye göre, fakir olan zîmmîlere de verilemez. Fetva da bu şekildedir. Çünkü bunun verilmesindeki maksad, bayram gününde fakir müslümanların ihtiyaçlarını gidererek onların da bayrama sevinçle katılmalarını sağlamaktır. Bu maksad, fitrenin zimmîlere verilmesi ile elde edilmez. Bununla beraber, fitrenin zimmîlere verilebileceğini söyleyen alimler diyorlar ki: Bu sadakadan asıl maksad, mutlak olarak fakirlerin ihtiyacını bir ibadet niyeti ile karşılamaktır. Bu maksad, fakir zimmîlere verilmekle de kazanılır. Çünkü onlara verilecek sadaka da bir ibadettir.

Bir kimse fıtresini bir fakire verebileceği gibi, birkaç fakire de dağıtabilir. Birçok kimseler de, fitrelerini birkaç fakire verebilecekleri gibi, bir fakire de verebilirler. Fakat bir görüşe göre, bir fitre birkaç kimseye verilemez.

Birkaç fitre, gerek aynen ve gerek kıymet olarak sahiblerinin izni ile karıştırılmış bir halde fakirlere verilebilir. Her fitreyi diğerinden ayırmaya gerek yoktur. Bununla beraber fitrelerin ayrı ayrı verilmesi ihtiyata daha uygundur.

Fitre sadakası, yükümlünün bulunduğu yerdeki fakirlere verilmelidir. Başka yerlere gönderilmesi mekruhtur.

* Bir sa’ (Irakî), 1040 Şer’i dirhemdir. 910 örfi dirheme eşittir. O halde 520 şer’i dirhem de 455 örfi dirheme eşittir. Küsurlara bakılmazsa, 1040 şer’i dirhem 2917 kg.dır. 1040 örfi dirhem de (3.333 kg.) eder. O halde, 520 şer’i dirhem 1.458 kg.dır. 520 örfi dirhem de 1.667 kg.dır. Bir kg 357 şer’i dirheme ve 312 örfi dirheme eşittir. Bir kilo mikdarındaki bir şeyin, bir buğdayın fiyatı elli lira kabul edilecek olsa, 1.667 kg. buğdayın tutarı, 1.667×50=83 lira 35 kuruş olur.


Abdestin Sıhhatine Engel Olmayan Şeyler

Mart 30, 2007

– Dudaklar adet üzere yumulduğu zaman, görülmeyen kısımlarını yıkamak abdest için gerekli değildir. Bunların kuru kalması abdeste zarar vermez; çünkü bunlar ağız kısmındandır.

– İyileşip de henüz kabuğundan ayrılmamış olan bir çıbanın içini yıkamak gerekmez.

– Şehir ve köy halkının tırnaklarında olan kirler ve vücudlarındaki kirler, pire ve sinek tersleri, abdestin sıhhatine engel olmaz.

– Boyacıların tırnaklarında kalan boyalar, zarurete mebni abdestlerine zarar vermez. Fakat bir zarurete müstenit olmayıp tırnakların üzerinde birer ince tabaka teşkil eden ve altlarına suyun gitmesine mani olan boyalar, abdestin sıhhatine manidir. Nitekim abdest uzuvlarına yapışan hamur, mum, çapak, balık pulu gibi şeyler de böyledir.

– Abdest organlarından birinin bir zarurete dayanarak yıkanamaması veya meshedilememesi, abdestin sıhhatine engel olmaz. Örnek: Bir yarayı veya ayakta bulunan bir yanık yerini yıkamak eğer sahibine zarar verirse bunlar meshedilebilir, mesh de zarar verirse terk edilir. Yine, bir yaranın üzerinde bulunan ilaç, yara yerini taşmış olursa, bu taşan kısım yıkanır; fakat yıkanması zarar verirse, mesh ilc yetinilir.

– Abdest alırken veya abdestten sonra, bir abdest organının yıkanıp yıkanmamış olmasında şübheye düşülürse bakılır: Eğer şübheye düşen kimse, her zaman şübhelenmiyorsa, o organını (uzvunu) yıkar. Fakat vesveseli bir kimse ise yıkamaz, onun şübhesine bakılmaz.

– Bir kimse abdest aldığını sağlam olarak bildiği halde, abdestini bozup bozmadığı üzerinde şübheye düşse, o kimse abdestli sayılır. Kesin olarak bilinen bir şey şübhe ile ortadan kalkmaz. Aksine abdestini bozmuş bulunduğunu kesinlikle bildiği halde, sonradan abdest alıp almadığından şübhe eden kimse de abdestsiz sayılır.

– Abdest organlarından birini veya birkaçını yitirmiş olan kimse, mevcut bulunan organlarını yıkar. Ayakları kesilmiş olan kimseden bunları yıkamak farziyeti düşer ve bu durum abdestin sıhhatine engel olmaz.


Gusül ve Guslü Gerektiren Haller

Mart 29, 2007

Gasl, yıkamak demektir. Gusül ve iğtisal da, yıkanma anlamını taşır. Din deyiminde gusül: Bütün bedenin yıkanmasıdır, boy abdesti alınmasıdır. Buna taharet-i kübra (büyük temizlik) denir. Böyle bir temizliği gerektiren hal cünüblüktür. Ayrıca kadınların hayız ve nifas kanlarının sona ermesidir. Cünüblük hali ise, aşağıda açıklanacağı üzere, şehvetle meninin atılmasından ve cinsel ilişkiden meydana gelir.

Şehvetle yerinden ayrılan ve şehvetle dışanya atılan bir meniden dolayı gusletmek gerekir. Şehvetle yerinden aynlıp, şehvet kesildikten sonra dışarıya atılan meniden dolayı da, İmamı Azam ile İmam Muhammed’e göre, gusletmek gerekir. Fakat İmam Ebu Yusuf’a göre gusül gerekmez. Rüyada şehvetle ayrılan bir meninin, şehvet kesildikten sonra dışanya akıtılmasını sağlamak için tenasül organını tutmak ve sonra dışanya akıtmakta, misafir ve soğukta bulunanlar için İmam Ebu Yusuf görüşünü seçmekte kolaylık vardır. Bu yönden bu görüşün tercih edilmesini uygun görenler vardır.

Bakmak ve dokunmak suretiyle şehvetle gelen meniden dolayı da gusletmek gerekir.

Cinsel ilişki halinde sünnet yerinin veya o kadar bir kısmın duhulü ile, buluğ çağına ermiş erkek ve kadının gusletmeleri gerekir. Meninin gelip gelmemesine bakılmaz. Bunlardan yalnız biri buluğ çağına ermiş ise sadece ona gusül gerekir, diğerine gerekmez. Ancak buluğ çağına yaklaşmış bir devrede ise, yıkanmadan namaz kılmasına izin verilmez. Namaza devam için taharette tedbirli olmak lazımdır. Bu ve buna benzer hangi haller olursa olsun ihtiyat olan yol gusletmek suretiyle şüpheli hallerden sakınmaktır.

Uykudan uyanan kimse, yatağında, çamaşırında veya bedeninde bir yaşlık görünce bakılır: Eğer rüyada cinsel ilişkide bulunduğunu hatırlıyorsa, gusletmesi gerekir. Yaşlığın meni olup olmamasında şüpheye düşmesi bir önem taşımaz. Ancak ihtilam olduğunu hatırlamadığı takdirde, yaşlığın mahiyetinin ne olduğu üzerindc durulmaz ve gusül gerekmez. Çünkü akıntının şehvetle geldiği bilinmemektedir. Bu mesele İmam Ebu Yusuf’a göredir, İmamı Azam ile İmam Muhammed’e göre, gelen akıntının mezi olduğunu anlıyorsa, gusl etmesi gerekmez. Fakat meni olduğunu biliyor veya şübheye kapılıyorsa, gusletmesi gerekir. İhtiyata uygun olan da budur. Onun için fetva buna göredir.

Yatağından uyanıp kalkan kimse, ihtilam olduğunu hatırladığı halde, tenasül organında bir yaşlık görse gusletmesi gerekir. Ayakta veya oturduğu yerde uyuyan kimse, uyanıp da bu organında bir yaşlık görse, bakılır: Eğer bu yaşlığın meni olduğuna kanaati varsa veya uyumadan önce bu organı hareketsiz bir halde idi ise, gusletmesi gerekir. Fakat böyle bir kanaati yoksa ve tenasül organı da önceden uyanık durumda idi ise, gusletmesi gerekmez. Bulunan yaşlığın mezi olduğuna hükmedilir. Çünkü organın uyanık olması, mezinin çıkmasına sebeb olur.

Sarhoş veya bayılmış olan bir kimse uykusundan uyanıp da, kendisinde meni bulacak olsa, gusletmesi gerekir. Mezi bulacak olsa yıkanması gerekmez.

İdrarını yaparken, tenasül organı uyanık olduğu halde meni gelse, yıkanması gerekir. Organ uyanık olmayınca; gusletmek gerekmez, çünkü uyanıklık şehvetin bulunmasına delildir.

Bir erkek veya bir kadın rüyada ihtilam olsa da, meni dışanya çıkmış olmasa, yıkanmak gerekmez. İmam Muhammed’e göre, böyle bir kadının ihtiyat olarak yıkanması gerekir. Çünkü kadından çıkacak bir sıvının yine ona dönmesi ihtimali vardır.

İhtilam olan veya cinsel ilişkide bulunan bir kimse, idrarını yapmadan veya çokça yürümeden veya yatıp uyumadan yıkansa da, sonra kendisinden meninin arta kalan kısmı çıkacak olsa, ikinci kez yıkanması gerekir. Fakat idrarını yaptıktan veya epeyce yürüdükten veya uyuduktan sonra şehvetsiz olarak gelecek meni guslü gerektirmez. Çünkü bu durumda o meni, yerinden, şehvet olmaksızın ayrılmış bulunur. Yine bir kadından, yıkandıktan sonra, kocasının menisi çıkacak olsa, tekrar gusletmesi gerekmez.

Bir yatakta yatıp uyuyan iki kimse, uyandıkları zaman ihtilam olduklarını hatırlamayarak yatakta meni gibi bir yaşlık görseler veya kurumuş meni görüp de o yatakta kendilerinden önce başka bir kimse yatmış olsa bu durumda meninin kime ait olduğu bilinmese, her ikisinin de ihtiyaten yıkanması gerekir.

Şehvet olmayıp da döğülmeden, ağır bir yük kaldırmadan ve yüksek bir yerden düşmeden dolayı meni gelmesiyle gusül gerekmez. (İmam Şafî’ye göre bu hallerde de gusül gerekir.)

Yerinden şehvetle ayrılan bir meni, bedenin dışına veya dış hükmünde olan yere çıkmadıkça gusül gerekmez.

Bakire bir kızın bekaretini yok etmemek sureti ile yapılan bir ilişkide meni gelmeyince gusül gerekmez; çünkü bekaret, sünnet yerine kadar duhule engel olmuş demektir.

Cünüblük, hayız veya nefselik (loğusalık) halinde iken, gayrimüslim bir kadın veya gayrimüslim bir erkek ihtida etse, gusletmesi farz olur. Hayız veya nefseliği son bulmuş olsa da, yıkanmamış bulunsa, yine gusül gerekir. Fakat yıkanmış bulunan veya henüz cünüplük, hayız ve nefselik haline düşmemiş olan erkek veya kadın gayrimüslim ihtida etse, yıkanması mendub olur.


Guslün Farzları

Mart 29, 2007

Guslün farzları, ağzı, burnu ve bütün vücudu birer kez yıkamak üzere üçtür. Bu farzlar, aşağıda bildirileceği şekilde yapılır.

Ağıza ve buruna bolca su alınmalı. Bu işe abdestle yapılan ağız ve buruna su vermelerden daha çok özen gösterilmelidir.

Vücut yıkanırken iğne ucu kadar bir yerin kuru kalmamasına dikkat edilecek, kulaklar ve göbek oyuğu yıkanacak. Su saçların, sakalların, kaşlann ve bıyıkların, aralarına ve altlarındaki deriye kadar geçecektir. Bunlar sık olsa bile, suyun ulaşması sağlanacaktır. Bunların araları ve dipleri kuru kalırsa, gusül tamamlanmış olmaz. Ancak kadınların başlarından aşağıya sarkmış olan saçlarının yıkanması şart değildir. Önemli olan bunların diplerine suyun geçmesidir. Erkeklerde bir zorunluk bulunmadığı için, böyle sarkmış olan saçlarının her tarafını yıkamak gerekir.

Kapanmış olan küpe deliklerinin içini de yıkamalıdır. Öyle ki, bu deliklerin ıslanmış olduğuna kanaat getirmelidir. Böyle bir kanaat yoksa, onları el ile ovarak ıslamalıdır. İçlerine zorla su geçebilecek bir halde olan küpe deliklerini de, içlerine su geçecek bir şekilde el ile ıslatıp yıkamalıdır.

Tırnaklar arasında kalan kurumuş çamurların ve göz çapakları gibi şeylerin altlarını da yıkamalıdır; bunu yapmak gereklidir. Fakat tırnaklar üzerindeki kirler, topraklar, kınalar gusüle engel olmazlar. Çünkü bunlar suyun geçmesine engel değildirler. Bu konuda köylü ile şehirli eşittir. Sahih olan görüş budur.

Bir özür sebebiyle sünnet olamamış kimsenin, organında toplanmış olan derinin içini de yıkaması lazımdır. Ancak açılmasında bir zorluk olursa, o zaman içi yıkanmaz. Çünkü bu deri bedenin dışından sayılır. Buraya kadar gelen bir sidik ile abdest bozulur.

Suyun geçmesini engelleyecek şekilde dişlerin arasında nohut büyüklüğündc sert yemek parçası bulunmamalıdır. Vücudun hiç bir yerinde suyun geçmesini engelleyecek balık pulu veya çiğnenip kurumuş ekmek parçası gibi bir şey de bulunmamalıdır. Çünkü bunların altlarına su geçmeyince, gusül sahih olmaz.

Birbirine bitişik olup da aralarında su geçirmeyecek bir halde bulunan parmakları yıkarken, su ile aralarını ovmalıdır, içi boş olan göbeğin içini de yıkamalıdır. Üzerlerinde pislik bulunmasa da, avret yerlerini su ile yıkayıp temizlemelidir. Bunların da kuru kalması gusülün sıhhatine engel olur.

Ayaklarda bulunan çatlaklar üzerine merhem koyulunca, eğer altlarını yıkamak zarar vermeyecekse, altlarını yıkamak gerekir. Zarar verecekse üstleri yıkanır. Bu da zarar veriyorsa, üzerlerini meshetmekle yetinilir. Mesih de zararlı ise, meshedilmez.

Bir kimse guslettikten sonra ağzını veya burnunu yıkamadığını veya bedeninden bir yerin kuru kaldığını anlarsa, yeniden gusletmesi gerekmez; yalnız o yerleri yıkaması yeter. Bu arada farz bir namaz kılmışsa onu tekrar kılması gerekir.

Gözlerin içini soğuk veya sıcak su ilc yıkamak güç ve zararlı olduğu için, ne abdest alırken, ne de guslederken gözlerin içini yıkamak gerekmez. Körler için de böyledir. Temiz olmayan bir sürme ile gözler sürmelenmiş olsa bile, bunu yıkamak gerekmez. Gözlerin hafifçe kapatılması hem abdest için hem de gusül için bir engel teşkil etmez. Yeter ki su, kirpiklere ve pınarlara ulaştırılmış olsun.

(Malikîlere göre. gözlerin ve ağız ile burnun içleri, bir de meydanda olmayan kulak deliği bedenin dışından sayılmaz. Bu bakımdan bunları abdestte ve gusülde yıkamak farz değildir; sünnettir. Hanbelîlere göre, ağız ile burnun içleri yüzden sayılır. Onun için hem abdestte, hem de gusülde yıkanmaları farzdır.)

Takma olan gözleri çıkarıp abdest ve gusülde altlarını yıkamaya gerek yoktur. Bu yıkama zararlı olunca, zaten çıkarılmaları caiz olmaz.


Guslün Sünnetleri

Mart 29, 2007

Guslün başlıca sünnetleri şunlardır:

1) Gusle niyet ederek, besmele çekerek ve misvak kullanarak başlamak. Bu niyet guslün sıhhati için şart değildir. Sevabı vardır. Temizliğin bir ibadet sayılması için bir sebebdir.

(Maliki ve Şafiî’lere göre, gusülde niyet farzdır. Hanbelîlere göre de, bu niyet guslün sıhhatinin şartıdır. Durum böyle olunca, ihtilafdan kurtulmak için guslederken abdestsizliği gidermeyi ve namaz gibi bir ibadetin yerine getirilmesini hatırlamalıdır.)

2) Gusülde önce elleri, sonra oyluk yerlerini yıkamak. Eğer bedende meni gibi bir pislik varsa onu gidermek.

3) Gusülden önce, sünnet üzere abdest almak. Bir kap içinde veya toprak üzerinde yıkanıldığı zaman ayakları yıkamayı sona bırakmalıdır.

4) Abdest aldıktan sonra önce üç kez başa, sonra üç kez sağ omuza, sonra üç kez sol omuza su dökmek. Her su döktükçe, beden iyice ıslansın diye, bedeni iyice oğuşturmak. Bir kap içinde veya toprak üzerinde yıkanılıyorsa, çıkarken önce sağ ayağını, sonra sol ayağını yıkamak.

(İmam Malik ve İmam Ebu Yusuf’dan bir rivayete göre, gusül yaparken bedeni ovalamak farzdır.)

5) Gusül yaparken fazla su harcamamak ve çok kısıntı da yapmamak.

6) Kimsenin görmeyeceği bir yerde yıkanmak. Eğer erkekler erkekler arasında, kadınlar da kadınlar arasında bulunurlar da yıkanmak için tenha bir yer bulamazlarsa, bir köşeye çekilip avret mahallerini bir peştemal ile örterek yıkanırlar. Avret yerlerini açmaları caiz olmaz. Erkeklerin veya kadınlarla erkeklerin arasında bulunan kadınların da bunlar arasında yıkanmaları caiz değildir. Bu durumda teyemmüm ederek namazlarını kılmaları uygundur. Çünkü hükmen su bulunmamış demektir. Yine, gerek erkekler ve gerekse kadınlar kendi cinsleri arasında yıkanmak için bir peştemal veya benzeri bir örtü bulamazlarsa ve böylece avret yerlerini açmak mecburiyetinde kalırlarsa teyemmüm ile kılarlar. Sonra tenha bir yer veya bir peştemal bulunca gusledip teyemmüm ile kılmış oldukları namazları iade ederler. Hamamlarda bu örtünme işine çok dikkat etmelidir.

7) Tenha bir yerde yıkanıldığı zaman, yine avret yerini açık bulundurmamak. Açık bulundurulursa kıble yönüne dönmemek.

8) Guslederken konuşmamak.

9) Gusülden sonra elbeseyi giyerken çabukça örtünüvermek.

10) Gusülden sonra bedeni bir havlu veya bir mendil ile silmek.

11) Bir kimse bir akar suya veya bir havuza dalsa veya yağmur altında durup bütün vücudu ıslansa, ağzına ve burnuna su vermek halinde, gusül farziyetini yerine getirmiş olur. Bu durumda organlarını kımıldatır veya su içinde biraz beklerse, sünneti yerine getirmiş sayılır.

12) Yukarıda sıralanan sünnetlere uygun bulunmayan bir gusül, guslün edeblerine uygun düşmemiş ve kerahetten de kurtulmamış olur.

Abdestte sayılan edebler, gusülde de aynen uyulması gereken edeblerdir. Ancak guslederken kıbleye doğru durulmaz. Avret yerleri peştemal ile örtülü ise kıbleye dönülebilir.

Abdestte mekruh olan şeyler, gusülde de mekruhtur. Bir de gusülde dua okumak mekruhtur. Yine gusülde bir organdan su damlarken onu alıp diğer organı yere düşmeyen bu su ile yıkamak caizdir; çünkü gusülde bütün beden bir organ sayılır. Abdestte bunu yapmak caiz değildir.


Guslün Vasıfları

Mart 29, 2007

Cünüblükten, hayız ve nifas kanlarından kesilişinden dolayı gusletmek farzdır. Bu farzın dışında bazı hallerde gusletmek sünnet veya müstahabdır. Bunların başlıcaları şunlardır:

1) Cuma ve iki bayram namazları için gusletmek.

2) Hac ve umrede ihrama girerken ve Arefe günü vakfe yapmak için yıkanmak (gusletmek).

3) Medine-i Münevvere ile Mekke-i Mükerreme’ye girmek için yıkanmak.

4) Müzdelife ve Mina’da bulunmak için yıkanmak.

5) Günahdan tevbe için yıkanmak.

6) Güneş ve ay tutulması halleri ile yağmur duasında bulunmak için yıkanmak.

7) Kan aldırmak ve ölü yıkamak için gusletmek müstahab olduğu gibi, baygınlıktan sonra ayılan kimsenin yıkanması da müstahabdır.

8) Yolculuktan dönenin ve yeni elbise giyecek kimsenin yıkanması.

9) Berat ve Kadir gecelerine kavuşmaktan dolayı yıkanmak.

10) İnsanların toplanacağı bir yerde bulunmak için yıkanmak.

11) İstihaze (illet kanından) kurtulan kadının yıkanması.

12) Cünüblüğünün hemen arkasından hayız (adet) görmeye başlayan bir kadın, isterse, cünüblüğü için yıkanır, isterse yıkanmasını adetin sona ermesine bırakır.

13) Her cinsel ilişki için yıkanmak. Zevcesi ilc cinsel ilişkide bulunan kimse, henüz yıkanmadan tekrar ilişkide bulunabilir. Fakat bu arada yıkanması veya abdest alması mendubdur.

14) Henüz namaz vakti gelmeden yıkanmak. Çünkü namaz vaktine kadar cünüb bir kimsenin yıkanmayı geciktirmesi günah sayılmaz; fakat daha önce yıkanmanın fazileti vardır.

Sünnet ve müstahab olan gusüller, sadece hürmet ve temizlik için yapılır. Bu kısım müstahab ve sünnet olan yıkanmalarda ağıza ve buruna su çekmek mecburiyeti yoktur.


Gusletmesi Farz Olanlara Haram – Mekruhlar

Mart 29, 2007

Üzerlerine gusül farz olanlara, gusletmeden önce haram olan şeyler şunlardır:

1) Namaz kılmak. Bir ayet olsa bile, Kur’an niyeti ile Kur’an okumak. Hamd ve dua ile ilgili ayetleri, dua ve zikir niyeti ile okumak caizdir. Cünüb veya adet halinde olan bir kadının dua niyeti ile Fatiha Suresini okuması caizdir.

Yine bu durumda olan kimsenin çocuklara Kur’an ayetlerini kelime kelime ögretmesi de caizdir. Şehadet kelimesini söylemek, tesbih ve tekbir getirmek yine caizdir.

2) Kur’an-ı Kerime, bir veya yarım ayet olsa bile, el sürmek ve Mushaf-ı Şerif’i tutmak haramdır. Ancak Kur’an’a yapıştırılmamış olan bir kılıf, bir mahfaza ve sandık içinde onu taşımak ve onu dış taraftan tutmak caizdir.

3) Kabe’yi tavaf etmek ve bir zorunluk olmadığı halde bir mescide girmek veya içindcn geçmek. Fakat zaruret hali olursa, geçilebilir. Bir kimsenin evinin kapısı, mescidin içine doğru açılsa ve evine girip yıkanmak için mescit içinden geçmek zorunda kalsa, o kimse mescit içinden geçerek evine girer ve yıkanır. Bu bir mecburiyet halidir. Mescit içinde uyurken ihtilam olan kimse, dışarıya çıkmak için teyemmüm eder; fakat bu teyemmüm ile Kur’an okuyamaz, namaz da kılamaz.

4) Üzerinde ayeti kerime yazılı bulunan bir levhayı veya bir parayı el ile tutmak.

Üzerlerine gusül gerekli olanların yıkanmadan önce yapmaları Mekruh olan şeyler şunlardır:

1) Din kitablarından herhangi birini el ile tutup okumak.

2) El ve ağzı yıkamadan yiyip içmek.

El ile tutmayıp yer üzerinde bulunan bir sayfaya veya bir levhaya Kur’an’dan yazı yazmak. Bu da İmam Muhammed’e göre mekruhtur.

Cünüb ile hayız ve nifas halinde bulunanların Kur’an-ı Kerim’e bakmaları mekruh değildir. Bu, el ile tutmak hükmünde değildir. (İmam Malik’e göre, Cünüb olan kimse, Kur’an okuyamazsa da hayız halinde olan kadın okuyabilir; çünkü cünüb olan kimse hemen yıkanabilir. Fakat adetli ise, adet müddeti dolmadan yıkanamadığı için özürlü sayılır.)


Teyemmüm

Mart 27, 2007

Kast etmek, yönelmek manasına gelen teyemmüm, şeriat dilinde su bulunmadığı veya bulunsa da kullanma gücü olmadığı zaman, temiz toprak cinsinden bir şeyle hadesi (abdest almak veya gusl gerektiren hal) gidermek amacıyla yapılan hareketleri dile getirir.

Teyemmüm kitap ve sünnet ile sabittir. Kur’an-ı Kerîm’de “Su bulamazsanız temiz yere teyemmüm ediniz” (el-Maide, 5/6) ayeti su bulunmadığı durumlarda teyemmümü öngörür. “Yer bana mescid ve temizleyici kılındı. Binaenaleyh kime namaz vakti gelirse, namazını kılsın.” (Ahmed b. Hanbel) hadisi de yer cinsinden bir şeyle teyemmümün caiz olduğuna delalet eder. (Ahmed Davudoğlu. Selamet Yolları, l, 154).

Teyemmüm, Hicretin beşinci yılında meşru kılındı. O sene Şaban ayının ilk günlerinde, Huzaa kabilesinin bir oymağı olan Benî Mustalık gazasında Hz. Peygamber ile bin kadar İslam askeri, susuz bir yerde gecelediler. Sabah namazını kılmak için abdest alacak su bulamadılar. Sabaha yakın Mâide suresinin “Temiz yere teyemmüm ediniz” mealindeki altıncı ayeti nazil oldu. Bu suretle, teyemmümle namaz kılmalarına izin verildi, teyemmüm ederek sabah namazını kıldılar.

Teyemmümü Gerektiren Haller

1- Su, temizlenecek kimsenin bulunduğu yerden en az dört bin adım, yani üç kilometre uzakta bulunursa,

2- Suyun kullanılması durumunda hastalanma, hastalığın artması veya uzaması gibi tehlike mevcutsa,

3- Yakında bulunan suyu elde etme hususunda nefse, mala, ırz ve namusa tehlike gelme hali varsa,

4- Elde bulunan su, abdest veya gusle yetmeyecekse,

5- Suyun kullanılması halinde kendisinin, arkadaşının veya hayvanının susuzluktan helak olacağına kanaat getirilirse,

6- Kuyudan su çekmek için ip veya kova bulunmazsa,

7- Bulunan su ile abdest alındığı veya gusul edildiği takdirde bayram veya cenaze namazlarını tamamen geçirme ihtimali varsa.

Teyemmüm nasıl yapılır?

1 -Besmele çekilip, temizlenmek için niyet edilir.

2- İki el, parmakları açık durumda, bir toprağa veya toprak cinsinden bir yere vurulup ileri geri çekilir.

3- Eğer eller fazla tozlanmışsa, yan yana getirilerek hafifçe birbirine vurulur, tozlar silkildikten sonra, bunlarla yüz mesh edilir.

4- Eller tekrar temiz bir yere vurulur, toz tutarlarsa yine silkilir, daha sonra sol elin baş parmağı ayrılır diğer parmakların iç tarafıyla sağ elin dış tarafı parmak uçlarından başlanarak dirseğe kadar meshedilir; sonra sağ elin baş parmağı ayrılır, diğer parmakların iç tarafıyla sol elin dış taraf parmak uçlarından başlanarak dirseğe kadar mesh edilir.

Teyemmümün farzları

Niyet ve elleri toprağa vurup yüzü ve kolları mesh etmek farzdır.

Teyemmümün sahih olmasının şartları

1 – Niyet. Eli toprağa vururken temizlenmeye ya da namaz tilavet secdesi ve cenaze namazı gibi bir ibadete niyet etmek.

2- Teyemmümü gerektiren bir özürün bulunması.

3- Teyemmüm edilen maddenin temiz bir toprak ya da taş, kum, kerpiç gibi toprak cinsinden bir şey olması.

4- Yüzü ve kolları kaplarcasına meshetmek.

5- Meshi elin hepsi veya çoğuyla yapmak.

6- Eli toprağa ya da toprak cinsinden bir şeye iki kere vurmak.

7- Teyemmüm edecek kimse kadın ise, abdest almaya ve gusul yapmaya engel olan hayız ve nifas gibi bir hali bulunmaması.

8- Meshedilecek uzuvlarda meshe engel bir şey varsa, evvela onları gidermek.

Teyemmümün sünnetleri

1- Önce besmele çekmek.

2- Uzuvları sırayla meshetmek.

3- Mesih işlemini ara vermeden yapmak.

4- Elleri yere vurduktan sonra önce ileri, sonra geri hareket ettirmek.

5- Parmakları açık bulundurmak.

6- Eller yerden kaldırıldığında avuç içlerinde toz kalmışsa birbirine vurarak silkelemek.

Teyemmümü bozan şeyler

1 – Abdesti bozan veya guslü gerektiren haller teyemmümü de bozar, hükümsüz bırakır. Teyemmümü mubah kılan özrün ortadan kalkmasıyla da teyemmüm bozulur. Mesela su bulunmadığından veya hastalıktan dolayı yapılmış olan bir teyemmüm, su bulunduğu veya hastalık geçtiği anda bozulur.

2- Teyemmüm etmiş kimse, namaz içindeyken su bulursa, namazı bozulur. Abdest alıp namazı yeniden kılması gerekir.

3- Bir özürden dolayı teyemmüm eden kimse, diğer bir özre tutulsa, birinci özrü son bulmasıyla teyemmümü de son bulur. Diğer özrü için tekrar teyemmüm etmesi gerekir.

Teyemmümle ilgili bazı meseleler

1- Bir kimsenin, suyu bulamadığından dolayı teyemmüm yapabilmesi için yerleşim bölgesi dışında olması ve yerleşim yeri ile araşında en az 4000 adım (takriben 3 km)’lik bir mesafe bulunması gerekir.

2- Hastalıktan dolayı teyemmüm edecek kişi, suyun hastalığına zarar vereceğini ya da tecrübesi ile ya da doktor tavsiyesi ile bilmelidir.

3- Bulunduğu yere üç kilometreden daha fazla yakında su bulunduğunu tahmin eden kişi o istikamette üç dört yüz adım yürümeli ve suyu aramalıdır.

4 Bölgeyi bilen bir kimse varken, ona suyu sormadan teyemmüm edilemez. Eğer edilip namaz kılınır, bilahare üç kilometreden daha kısa mesafede su bulunursa, namaz iade edilir.

5- Kendisine su verileceği vaadedilen kişi hemen teyemmüm etmez, bekler.

6- Gusül yerine teyemmüm eden kişi, suyu bulamadan abdesti bozulursa sadece abdest yerine teyemmümünü yeniler.

7- Abdest alamayacak derecede hasta veya güçsüz olan kişi, mali gücü müsaitse kendisine abdest aldıracak birini tutar. Teyemmüm edemez.

8- Bir yere hapsedilip de abdest için su veya teyemmüm edecek bir madde bulamayan kimse namazı terkeder, abdest veya teyemmüm imkanı bulunca kılar.

9- Abdest organlarının yarısı veya yarıdan fazlası yaralı olan kişi su olsa bile abdest almaz, teyemmüm eder. Yara daha az yerinde ise sağlam yerleri yıkar yaralı yerlere mesheder.

10- Namaz vakti girmeden teyemmüm edilebilir. Ancak, namazın kılınması müstehap vakit çıkmadan su bulacağını ümid eden kişinin teyemmümü geciktirmesi iyidir.

11 – Bir teyemmüm ile birden fazla namaz kılınabilir.


Mesh, Şartları, Süresi ve Bozulması

Mart 26, 2007

MESH

Silme, eli bir şey üzerine sürme; belirli süre içinde özel bir mest’in üzerine ıslak eli sürmek anlamında bir fıkıh terimi. Topuklarla birlikte ayakları örten, giyilen ayakkabıya “mest (huff)” denir. Abdestte mest üzerine meshetmek, ayakları yıkama yerine geçer. Deriden yapılan ve topukları örten özel yapılı mest; potin, çizme, aba, terlik ve kalın çorabı da kapsamına alır. Yani bunlarda mest hükmündedirler.

Mest üzerine meshin cevazı sünnetle sabittir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Mukîm, mestleri üzerine bir gün bir gece; yolcu ise üç gün üç gece mesheder” (Nesaî, Tahare, 98; İbn Mace, Tahare, 86; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 213). Bu, meşhur bir hadis olup, içlerinde Hz. Ömer, Afi, Huzeyme b. Sabit, Ebu Saîd el-Hudrî, Saftan b. Assâl, Avf b. Malik, İbn Abbas ve Hz. Aişe gibi ünlü sahabelerin bulunduğu kalabalık bir sahabe topluluğu tarafından nakledilmiştir. Hatta İmam Ebu Yusuf, mestlerin üzerine mesih haberinin, benzeriyle Kur’an ayetini neshetmenin mümkün olacağı kuvvette bir hadis olduğunu belirtmiştir. Ashab-ı Kiram söz ve fiil olarak meshin caiz olduğunda ittifak etmiştir. İmam Malik meshi yalnız yolcu için caiz görmüştür. Hasan el-Basrî şöyle demiştir: “Bedir gazvesine katılmış yetmiş sahabeye yetiştim, hepsi de mest üzerine meshi caiz görüyordu” (el-Kasanî, Bedayiu’s-Sanayi, Beyrut 1402/1982, l, 7; İbn Abidin, Reddü’l-Muhtar, İstanbul 1984, l, 260, 261).

Ayaklara meshin farz miktarı, her ayağın ön tarafına rastlayan mestin üzerindeki, elin küçük parmağı ile üç parmaklık yerdir. Bu kadar bir yere meshetmekle, farz yerine gelmiş olur. Şafiîlere göre, mestlerin üzerine bir parmak bile olsa mesh yeterlidir. Hanbelîler mestlerin üstünün yarıdan fazlasına, Malikîler ise, mestlerin üstünün tamamına meshi gerekli görürler.

Mestlerin altına mesh edilmez. Yapılan mesihte parmakların açıkça bulunması, meshin ayak parmaklarının ucundan yukarıya doğru yapılması sünnete uygun bir meshdir. Ancak sünnete uygun düşmemekle birlikte, mestin üzerine su dökmek, mesti sünger gibi bir şeyle ıslatmak, mestin üzerine enine olarak mesh etmek veya meshe mestin koncundan başlamak da yeterli olur.

Meshin cevazındaki şartlar şunlardır:

1) Mestler, ayağa abdest için ayaklar yıkandıktan sonra giyilmiş olmalıdır. Bir özürden dolayı çıplak ayak veya sargı üzerine meshedilmiş bulunması yıkama hükmünde olup, bundan sonra giyilmiş mestler üzerine de meshedilebilir.

2) Mestler, ayakları topuklarıyla birlikte her taraftan örtmüş bir halde bulunmalıdır. Topuklardan kısa mestler, potin, terlik ve benzerleri üzerine mesih yapılmaz.

3) Ayağa giyilmiş mestler ile, en az üç mil kadar (5 km. kadar) bir yol yürümek mümkün olmalıdır.

4) Mestlerin topuktan aşağı kısmında, ayağın küçük parmakları ile üç parmak miktarı kadar yırtık veya sökük bulunmamalıdır. Yırtık veya sökük konuşunda her iki mest ayrı kabul edilir.

5) Mestler, bağsız olarak ayakta durabilecek derecede kalın olmalıdır.

6) Mestler dışarıdan aldığı suyu hemen içine çekerek ayağa ulaştıracak bir halden uzak bulunmalıdır.

7) Her ayağın ön tarafından en az küçük el parmağı kadar kısım mevcut olmalıdır. Bu yüzden bir veya iki ayağının ön tarafı bulunmayan kimse, mestlerine mesh edemez. Ancak bir ayağı tamamen bulunmayan kimse, diğer ayağına giydiği mestine mesh edebilir (el-Kasanî, a.g.e., l, 7 vd.; İbn Abidin, a.g.e., l, 261 vd.; el-Fetava’l-Hindiyye, l, 32-34; Mehmed Zihni, Nimet-i islam, İstan-bul, t.y.; s. 76; Ö. Nasuhi Bilmen, Büyük İslam llmihali, istanbul 1985, s. 82 vd.).

Meshin Süresi

Bir meshin süresi, mukim olan kimse için bir gün bir gece, yani yirmi dört saat; en az on sekiz saatlik yola giden yolcu için üç gün üç gecedir. Bu da yetmiş iki saat eder. Bu süreler hadislerde belirlenmiştir (Nesai, Tahare, 98; İbn Mace, Tahare, 86). Bir meshin süresi, mestin ayağa giyildiği andan itibaren değil, abdestinin bozulduğu andan itibaren başlar. Mesela; sabah abdest alıp mestlerini giyen kimsenin, abdesti, öğle vakti saat on ikide bozulsa, mesh süresi saat on ikide başlamış olur.

Mukim iken yolcu olan kimse, yolculuk süresine tabi olur ve bu süreyi doldurur. Bunun aksine yolcu olan kimse bir gün bir gece meshettikten sonra mukim olsa, süresi bitmiş olur. Artık abdest alırken ayaklarını yıkaması gerekir. Yolculuğun helal veya haram bir amaç için yapılmış olup olmaması meshi etkilemez. İmam Şafiî ve Ahmed b. Hanbel’e göre, mubah olmayan bir amaç için yapılan yolculukta mesh süresi yirmi dört saattir.

Meshi bozan şeyler:

1) Mesh süresinin dolması. Mukim için bir gün bir gece, yolcu için üç gün, üç gece geçtiği zaman kişi abdestsiz ise, abdest alır ve namazını kılar. Eğer süre dolduğu zaman, abdestli durumda ise, yalnız iki ayağını yıkaması yeterlidir.

2) Ayağından mestleri çıkarmak. Bu sırada, abdestli ise ayaklarını yıkaması yeterlidir. Mesih süresi başlamadan abdestli iken çıkarılan mesh ise abdesti etkilemez. Ayakkabıyı çıkarıp giymek gibi olur. Eğer mesh süresi içinde, abdestsiz bulunduğu sırada mestlerini çıkarırsa, tam abdest alması gerekir. Tek mestin veya ayağın çoğunun çıkması da abdesti bozar (el- Kasanî, a.g.e., l, 12; el-Fetava’l-Hindiyye, II, 34 vd.).

3) Mestlerdeki yırtık veya sökük, ayak parmaklarından en küçük üç parmak sığacak büyüklükte ise, mesh bozulur. Bu konuda iki mest ayrı ayrı değerlendirilir.

4) Gusül abdesti gerektiren durumlarda da mesh bozulur. Boy abdesti alındıktan sonra, mestler giyilir ve abdest bozulduğu andan itibaren yeni mesh süresi başlar. Malikîlere göre, mesh için bir süre yoktur. Guslü gerektiren bir şey bulunmadıkça mest üzerine devamlı olarak mesh etmek mümkündür. Ancak cuma namazı kılacak kimseler için, her cuma günü mestlerini çıkarıp ayaklarını yıkaması menduptur (el-Kasanî, a.g.e., l, 8,9).

Sonuç olarak, mest üzerine mesh, İslam’ın müslümanlara getirdiği bir kolaylıktır, bir ruhsattır. Meshin caiz olduğunu kabul etmekle birlikte, abdestle ayaklarını yıkamayı tercih etmek azimet niteliğindedir ve daha fazla sevaba vesile olur. Mest özelliği bulanan çorap üzerine mesh de başka bir kolaylıktır. Özellikle soğuk iklimlerde yaşayan müslümanların giyecekleri kalın, keçeleşmiş, altını göstermeyen ve altına suyu da geçirmeyen çoraplar mest yerine kullanılabilir.


Namaz

Mart 24, 2007

Dua, hayırla dua; müslümanların yaptıkları, bazı hareketleri de kapsayan bir ibadet türü. Arapçası “salat” olup, çoğulu “salavat’tır. Namaz, tekbir ile başlayıp selam ile son bulan, belli fiil ve sözleri içine alan bir ibadettir. Allah’a karşı tesbih, ta’zîm ve şükrün ifadesidir.

Namaz, Kur’an’da doksandan fazla ayette zikredilir. Önceki şeriatlerde beş vakit namaz yoktu. Ancak vakitleri belirsiz genel anlamda namaz vardı. Namaz, hicretten bir buçuk yıl kadar önce Mi’rac (İsra) gecesinde farz kılınmıştır. Enes b. Malik’ten rivayete göre özet olarak şöyle demiştir:

“Hz. Peygamber (s.a.s)’e İsrâ gecesi, namaz elli vakit olarak farz kılındı. Sonra azaltıldı ve beş vakte düşürüldü. Sonra şöyle seslenildi: Ey Muhammed, şüphesiz bizim nezdimizdeki söz bir değişikliğe uğramaz. Senin için bu beş vakit namaz, elli vakit namazın karşılığıdır” (Buhari, Salat, 76, Enbiya, 5; Müslim, İman, 263; Ahmed b. Hanbel, V.122,143). Her güzel amele on katı ecir verileceği şu ayetle sabittir: “Kim bir iyilik yaparsa, ona bunun on katı ecir vardır” (el-Enam, 6/160; ayrıca bk. en-Neml, 27/89; el-Kasas, 28/84). Beş vakit namaz farz kılınmadan önce, Hz. Peygamber’in ibadet tarzı Cenab-ı Hakk’ın yaratıklarını düşünmek, Allah’ın yüceliğini tefekkür etmek şeklinde idi. Sabah ve akşam ikişer rekat halinde namaz kıldığı da nakledilir. Daha önceki ümmetlerin de namaz ibadeti vardır. Kur’an-ı Kerim’de Lokman aleyhisselamın oğluna namazı emretmesi (Lokman, 31/17), Hz. İbrahim’in Hicaz’ın güvenliği için dua ederken namazdan söz etmesi (İbrahim, 14/37), Yüce Allah’ın, Tur dağında ilk vahiy sırasında Hz. Musa’dan namaz kılmasını istemesi (Taha, 20/14) örnek verilebilir.

İslamda namazın meşruluğu Kitap, Sünnet ve icma’ya dayanır.

Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde; namazı kılınız ve zekatı veriniz” buyurulur. “Bütün namazları ve orta namazı muhafaza edin” (el-Bakara, 2/238). “Şüphesiz namaz, müminlere, vakitle belirlenmiş olarak farz kılınmıştır” (en-Nisa,4/103).

“Oysa onlar, tevhid inancına yönelerek, dini yalnız Allah’a tahsis ederek O’na kulluk etmek, namazı kılmak ve zekatı vermekle emr olunmuşlardır, işte doğru din budur” (el-Beyyine, 98/5). “Namazı kılın, zekatı verin ve Allah’a samimiyetle bağlanın. O, sizin mevlanızdır. O, ne güzel mevla ve ne güzel yardımcıdır” (el-Hacc, 22/78). Sünnetten delil; Bu konuda rivayet edilmiş çok sayıda hadis vardır. Bu hadislerden bazıları şunlardır: “İbn Ömer (r,a)’den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “İslam beş temel üzerine kurulmuştur: Allah’tan başka bir ilah bulunmadığına, Hz. Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekat vermek, haccetmek ve Ramazan orucunu tutmaktır” (Buharî, İman,1, 2; Müslim, İman, 19-22). Hz. Peygamber (s.a.s), Muaz b. Cebel (r.a)’i Yemen’e gönderirken ona şöyle buyurmuştur: “Sen ehli kitap olan bir topluma gidiyorsun. Onları ilk önce Allah’a kulluk etmeğe çağır. Allah’ı tanırlarsa, Allah’ın onlara gecede ve gündüzde beş vakit namazı farz kıldığını söyle. Namazı kılanlarsa; Allahın onlara, zenginlerinden alınıp yoksullara verilmek üzere zekatı farz kıldığını söyle. İtaat ederlerse, bunu onlardan al, insanların mallarının en iyisini alma, mazlumun bedduasından sakın. Çünkü onun duasıyla Allah arasında perde yoktur” (Buharî, Zekat, 41, 63, Meğazî, 60, Tevhîd, 1; Nesaî, Zekat, 1; Darimî, Zekat, l).

Diğer yandan İslam ümmeti, bir gün ve gecede beş vakit namazın farz olduğu konusunda görüş birliği içindedir.

Namaz ergenlik çağına gelmiş, akıllı her müslümanın üzerine farzdır. Fakat yedi yaşına gelmiş olan çocuklar da namaz kılmakla emredilir. On yaşına geldikleri halde namaz kılmazlarsa el ile hafifçe dövülebilirler. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Çocuklarınıza yedi yaşında namaz kılmalarını emredin, on yaşına girince bundan dolayı dövün ve o yaşta yataklarını ayırın” (Ebü Davud Salat, 26; Ahmed b. Hanbel, II, 180, 187). Bir günle gece içinde farz olan namazların sayısı beştir. Yalnızcada, vitir veya bayram namazları vacib hükmündedir. Bir bedevi ile ilgili olarak rivayet edilen şu hadis beş vakit farz namaza delildir: “Bir gün bir gecede farz olan namazlar beştir ” Bedevî; “Benim üzerimde bundan başka bir borç var mıdır?” diye sorunca, Allah’ın Resulü şöyle cevap vermiştir: “Hayır kendiliğinden nafile olarak kılarsan bu müstesnadır”. Bunun üzerine bedevî: “Seni hak olarak gönderen Allah’a yemin olsun ki, bundan ne fazla ne de eksik yaparım” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurdu: “Eğer doğru söylüyorsa bu adam kurtulmuştur” (Buharî, İman, 34, Şehadat, 26; Müslim, İman, E.10,15,17,18; Ebû Davûd, Salat, 1).


Namazı Terketmenin Hükmü

Mart 24, 2007

Namazın akıllı, buluğ çağına girmiş, hayız ve nifastan temizlenmiş her müslümana farz olduğu konusunda görüş birliği vardır. Namaz ve oruç gibi bedenî ibadetlerde vekalet ve niyabet geçerli değildir. Namazın farz olduğunu inkar eden dinden çıkar. Çünkü namaz kesin ayet, hadis ve icma delilleriyle sabittir. Tembellik veya umursamazlık sebebiyle namazı terkeden asî ve fasık olur.

Namazı kılmamak dünya ve ahirette azaba sebep olur. Ahiretteki azapla ilgili olarak Allah Teala şöyle buyurur:

“Onlar suçlulara sorarlar: Sizi Sakar cehennemine sürükleyen nedir? Suçlular şöyle cevap verirler: “Biz namaz kılanlardan değildik” (el-Müddessir, 74/40-43). “Onlardan sonra öyle bir nesil geldi ki, namazı terkettiler, heva ve heveslerine uydular. Onlar bu taşkınlıklarının cezasını yakında göreceklerdir. Fakat tövbe edip, iman eden ve salih amel işleyen bunun dışındadır” (Meryem, 19/59, 60). “Vay o namaz kılanların haline ki, onlar kıldıkları namazdan habersizdirler” (el-Maûn, 107/4-5). Hz. Peygamber (s.a.s)’de şöyle buyurmuştur: “Bilerek namazı terkeden kimseden Allah ve Resulunün zimmeti kalkar” (Ahmed b. Hanbel, IV, 238, VI, 461). Kim ikindi namazını terkederse ameli boşa gitmiş olur” (Buharî, Mevakît,13, 34; Nesaî, Salat, 15). Kim, önemsemeyerek üç cuma namazını terkederse, Allah Teala onun kalbine mühür vurur” (Nesaî, Cuma, 2; Tirmizî, Cuma 7; İbn Mace, İkame, 93).

Hanefilere göre, tembellik yüzünden namazını terkeden kimse, namazı inkar etmediği sürece dinden çıkmaz, ancak günahkar, fasık olur. Kendisi bu konuda uyarılarak tevbeye , kötü örnek olmaması için toplumdan tecrid edilir ve te’dib amacıyla dövülür. Ramazan orucunu terkeden kimse de bunun gibidir (İbn Abidîn, Reddül-Muhtar, Mısır, t.y, l, 326; eş-Şürünbülalî, Merakıl-Felah, Mısır 1315, s. 60; ez-Zühaylî, el-Fıkhul-İslamî ve Edilletuh, Dimaşk 1985, l, 503).

Hanefiler dışındaki mezhep imamlarına göre ise, namazını özürsüz olarak terkeden kimse, mürted’de olduğu gibi İslam toplumuna karşı gelmiş sayılır ve tövbe etmezse en ağır şekilde cezalandırılır (İbn Rüşd, Bidayetül-Müctehid, Mısır t.y, l, 87; eş-Şirazî, el-Muhezzeb, el-Nalebîtab’ı, l, 51; İbn Kudame, el-Muğnî, 3. baskı, Ka-hiret.y, II, 442-447; ez-Zühaytî, a.g.e., 1.503, 504; Krş. et-Tevbe, 9/5; Buharî, Diyat, 6; Müslim, Kasame, 25, 26).

Namazını unutarak, uyanamayarak veya tembellik yüzünden zamanında kılamayan bunu kaza eder. Hadis-i şerifte; “Kim uyuyarak veya unutmak suretiyle namazını kılmamış otursa, hatırladığında hemen kılsın ” (Ebû Davûd, Salat, 11; İbn Mace, Salat,10; Nesaî, Mevakît, 53) buyurulur. Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre; uyumak veya unutmak gibi bir özür sebebiyle namazını vaktinde kılamayanın kaza etmesi gerekince, özürsüz olarak, tembellik yüzünden kılmayana öncelikle kaza gerekir. Namazı vaktinde kılamadığından dolayı da Allah’a ayrıca tevbe ve istiğfar etmesi gereklidir. Cenab-ı Hak, kendisine ortak koşmanın dışında kalan günahları affedebilir. Namazı da içine alabilen bu affın kapsamıyla ilgili çeşitli nasslar vardır.

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını affetmez. Bunun dışında dilediği kimseyi affeder” (en-Nisa, 4/48).

Ubade b. es-Samit’in naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur: “Kullarına farz kıldığı beş vakit namazı, küçümsemeden hakkını vererek, eksiksiz olarak kılan kimseyi, Allah Teala cennetine sokmaya söz vermiştir. Fakat bu namazları yerine getirmeyenler için böyle bir sözü yoktur. Dilerse azap eder, dilerse bağışlar” (Ebû Davûd, Vitr, 2; Nesaî, Salat, 6; Darimî, Salat, 208; Malik, Muvatta’, Salatül-Leyl, 14). Ebû Hureyre (r.a)’ın naklettiği bir hadiste de şöyle buyurulur: “Kıyamet gününde kulun ilk hesaba çekileceği şey farz namazdır. Eğer bu namazı tam olarak yerine getirmişse ne güzel. Aksi halde şöyle denilir: “Bakın bakalım, bunun nafile namazı var mıdır?” Eğer nafile namazları varsa, farzların eksiği bu nafilelerle tamamlanır. Sonra diğer farzlar için de aynı şeyler yapılır” (Tirmizî, Salat, 188; Ebû Davûd, Salat, 145; Nesaî, Salat, 9, Tahrîm, 2; İbn Mace, İkame, 202).

Bu duruma göre, farz namazların eksisini sünnet ve diğer nafile namazlar tamamlamaktadır. Farz, vacib veya sünnet ayırımı yapılmaksızın ibadetlerin yerine getirilmesi müminin gayesi olmalıdır. Çünkü bu, dünyevî huzur ve manevî mutluluk kaynağı olması yanında, ahiret için de en büyük hazırlıktır.


Namaz Vakitleri

Mart 23, 2007

Farz namazlar ile bunların sünnetleri, vitr, teravih ve bayram namazları için vakit şarttır. Farz namazlar; sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarından ibarettir. Cuma namazı da öğle namazı yerine geçer. Namazın yükümlüye gerekli olması ve kılındığında da geçerli sayılması kendisine bağlı olan “namaz vakitleri”ni bilmeyi gerektirir. Bu vakitler Kitap ve Sünnetle belirlenmiştir:

1) Sabah Namazının Vakti:

İkinci fecrin doğmasından güneşin doğmasına kadar olan süre, sabah namazının vaktidir. İkinci fecir; sabaha karşı doğu ufkunda yayılmaya başlayan bir aydınlıktan ibarettir. Bununla sabah vakti girmiş, yatsı namazının vakti çıkmış ve oruç tutacaklar için bu ibadet başlamış olur. Bu yüzden buna “fecr-i sadık” denir. Bunun karşıtı, birinci fecirdir. Bu, doğu ufkunun ortasında yükseklere doğru, iki tarafı karanlık ve uzunlamasına bir hat şeklinde yayılan bir beyazlıktır. Bu beyazlık kısa bir süre sonra kaybolur ve kendisini bir karanlık izler. Bundan sonra ikinci fecir doğar. Bu birinci fecre, sabahın gerçekten girdiğini göstermemesi ve yalancı bir aydınlık olması yüzünden “fecr-i kazib” adı verilmiştir. Bu fecir gece hükmündedir. Bununla ne yatsı namazı çıkmış ve ne de sabah namazı vakti girmiş olmaz. Oruç tutacakların bu süre içinde yiyip içmeleri de caizdir.

Zira Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Fecir (şafak) iki tanedir. Birincisi yemeyi içmeyi haram kılan ve kendisinde namaz kılmayı helal kılan fecirdir. İkincisi ise, sabah namazını kılmak caiz olmayan, fakat yemek içmek helal olan fecr-i kazibtir” (es-San’anî, Sübülüs-Selam, 2. baskı, t.y., 1,115). “Sabah namazının vakti ikinci fecrin doğmasından, güneşin doğuşuna kadardır” (Buharî, Mevakît, 27; Ebü Davûd Salat, 2; İbn Mace, Salat, 2; Nesaî, Mevakît,15; Ahmed İbn Hanbel, II, 210, 213, 223).

2) Öğle Namazının Vakti:

Öğle vakti, güneşin gökyüzünde çıktığı en yüksek noktadan batıya doğru meyletmesiyle başlar ve her şeyin gölgesinin bir misli uzamasına kadar devam eder. Cisimlerin, güneş tam tepe noktada iken yere düşen gölgesi (fey-i zeval), bunun dışındadır. Öğlenin bu vaktine “asr-ı evvel” denir. Bu, Ebû Yusuf, İmam Muhammed, Şafiî, Malik ve Ahmed b. Hanbel’in görüşüdür. Ebû Hanîfe’ye göre ise, öğlenin vakti, fey-i zeval dışında, cisimlerin gölgesi, iki misli uzayıncaya kadar devam eder. Bununla öğle namazı vakti çıkmış, ikindi vakti girmiş olur. Buna “asr-ı sanî” denir.

Hac farizasını yerine getirmek için dünyanın her tarafından Mekke’ye gelen müslümanlar, namazlarını Harem-i Şerifte kılmaya özen gösterirler.

Cisimlerin gölgesinin mislini hesaplamada, zeval vaktinde bu cisimlerin sahip oldukları gölge, uzunluğu itibar etmede uzayan gölgeye ilave edilir.

Çoğunluk fakihlerin delili şu hadistir: Cebrail aleyhisselam, Hz. Peygamber’e namaz vakitlerini öğretirken, ikinci gün her şeyin gölgesi bir misli olduğu zaman öğle namazını kıldırmıştır (Ebû Davûd, Salat, 2; Tirmizî, Mevakît,1; Nesaî, Mevakît, 6, 10,15; İbn Hanbel, l, 383, III, 330; Malik, Muvatta’, Salat, 9).

Ebû Hanîfe’nin delili ise, Hz. Peygamber’in şu hadisidir: “Öğle namazını hava serinlediği zaman kılınız. Çünkü öğle vaktindeki sıcaklığın şiddeti, cehennemin sıcaklığını andırır” (Buharî, Mevakît, 9, 10, Ezan, 18). Arabistan yöresinde sıcağın en şiddetli olduğu zaman, her şeyin gölgesinin bir misli olduğu zamandır. Bu yüzden öğleyi yazın serine bırakmak (ibrad) müstehap sayılmıştır (el-Mevsilî, el-ihtiyar, l, 38, 39; Zühaylî, a.g.e., l, 508).

Cuma namazının vakti de, tam öğle namazının vakti gibidir.

3) İkindi Namazının Vakti:

İkindi vakti, öğle vaktinin çıktığı andan itibaren başlar ve güneşin batması ile son bulur. İkindi vakti; çoğunluk müctehidlere göre, her şeyin gölgesinin bir misli, Ebû Hanîfe’ye göre ise, iki misli olduğu andan itibaren başlar ve ittifakla güneşin battığı zamana kadar devam eder. Zira Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Güneş batmadan önce, ikindi namazından bir rekata yetişen kimse, ikindi namazına yetişmiştir” (Malik, Muvatta’, Vükût, 5; Ebû Davûd Salat, 5; İbn Mace, Salat, 2; İbn Hanbel, II, 236, 254).

Çoğunluk müctehidlere göre, ikindi namazını güneşin sararma vaktine kadar geciktirmek mekruhtur. Çünkü Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Bu vakitte kılınan namaz münafıkların namazıdır. Münafık oturup güneşi bekler. Güneş şeytanın iki boynuzu arasına girdiği (batmaya yüz tuttuğu) zaman, çabuk olarak ikindiyi dört rekat kılar, Allah’ı çok az anar” (Malik, Muvatta’, Kuran, 46).

İslam alimlerinin büyük çoğunluğuna göre Kur’an-ı Kerim’de sözü edilen “orta namaz”, ikindi namazıdır. Delil, Hz. Aişe (r.anha)’nin naklettiği şu hadistir: “Hz. Peygamber (s.a.s); “Namazlara devam edin, orta namaza da devam edin” (el-Bakara, 2/238) ayetini okudu. “orta namaz ise ikindi namazıdır” buyurdu (Ebü Davûd Salat, 5; İbn Hanbel, V, 8; İbn Kesîr, Muhtasaru Tefsirî İbn Kesîr. thk. M. Ali es-Sabunî, Beyrut 1981, l, 218). İkindi namazına “orta namaz” denmesi iki adet geceye ait, iki adet de gündüze ait namazın arasında bulunması yüzündendir.

4) Akşam Namazının Vakti:

Akşam namazının vakti, güneş yuvarlağının tam olarak batmasıyla başlar ve şafağın kaybolması ile sona erer. Ebü Hanîfe’ye göre, şafak, akşamleyin batı ufkundaki kızartıdan sonra meydana gelen beyazlıktır. Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve Hanefiler dışındaki diğer üç mezhep ile Ebû Hanîfe’den başka bir rivayete göre ise şafak, ufukta meydana gelen kızıllıktan ibarettir. Bu kızıllık gidince, akşam namazının vakti çıkmış olur. Delil, İbn Ömer’in; “Şafak, ufuktaki kırmızılıktır” (es-San’anî, Sûbûtüs-Selam, l, 106) sözüdür. Hanefilerde fetvaya esas olan görüş Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’in görüşüdür.

5) Yatsı Namazının Vakti:

Yatsının vakti, kırmızı şafağın kaybolduğu andan itibaren başlar ve ikinci fecrin doğmasına kadar devam eder. İkinci fecir doğunca yatsının vakti çıkmış olur. Delil, İbn Ömer (r.a)’den rivayet edilen şu hadistir: “Şafak kırmızıdır, Şafak kaybolunca namaz kılmak farz olur” (es-Sananî, a.g.e.; 1,114). Başka bir delil, Ebü Katade hadisidir: “Uyku halinde kusur yoktur. Kusur ancak, diğer namazın vakti gelinceye kadar namazı kılmayandadır” (Müslim, Mesacid, 311).

Yatsı namazını gecenin üçte birine kadar geciktirmek müstehaptır. Gecenin yarısına kadar geciktirmek mübah, bir özür bulunmadıkça ikinci fecre kadar geciktirmek ise mekruhtur. Çünkü bu durumda namazı kaçırmaktan korkulur.

Vitir namazının vaktinin başlangıcı, yatsı namazından sonradır. Vitrin sonu ise, ikinci fecrin doğmasından biraz önceye kadardır.

Vitir namazını, uyanacağından emin olmayan kimse için uyumadan önce kılmak, uyanacağından emin olan kimse için ise, gecenin sonuna kadar geciktirmek daha faziletlidir.

Teravih namazının vakti, tercih edilen görüşe göre, yatsı namazından sonradır, sabah namazının vaktine kadar devam eder. Teravih, vitir namazından önce de, sonra da kılınabilir. Ancak yatsı namazı kılınmadan önce teravih namazı kılınsa, iadesi gerekir. Bayram namazlarının vakti, güneş doğup, kerahet vakti çıktıktan sonra başlar, güneşin gökyüzünde en yüksek noktaya çıkışına (istiva) kadar devam eder. Ramazan bayramı namazı, bir özür sebebiyle birinci gün istiva zamanından önce kılınamazsa, ikinci gün istiva zamanına kadar kılınır, artık özür bulunmasa da üçüncü gün kılınamaz. Kurban bayramı namazı ise, bir özür sebebiyle, birinci gün kılınamazsa ikinci gün kılınır, ikinci gün de bir özür sebebiyle kılınamazsa üçüncü gün istiva zamanına kadar kılınır. Bu namazları bir özür bulunmaksızın böyle ikinci veya üçüncü güne bırakmak ise çirkin bir ameldir. Bu bayram namazları, istiva zamanından veya zeval vaktinden sonra ise hiç bir halde kılınamaz. Kazaları da caiz değildir (namaz vakitleri için bk. İbnül-Hümam, Fethul-Kadîr, l, 151-160; İbn Abidîn, Reddül-Muhtar, l, 321-342; el-Meydanî, el-Lübab, l, 59-62; eş-Şîrazî, el-Mühezzeb, l, 51-54; İbn Kudame, el-Muğnî, l, 370-395; ez-Zühaylî, a.g.e., l, 506 vd.).

6) Kutuplarda Namaz Vakitleri:

Bu konuda iki görüş vardır.

a. Vakit, namazın bir şartı olduğu gibi, farz olmasının da sebebidir. Bu yüzden bir yerde, namaz vakitlerinden bir veya ikisi gerçekleşmezse, o vakitlere ait namazlar, o yer halkına farz olmamış olur. Mesela, bazı yerlerde, yılın bir mevsiminde daha akşam namazının vakti çıkmadan sabahın ikinci fecri doğarak sabah namazının vakti girmektedir. Artık bu gibi yerlerde yatsı namazı düşmüş olur. Bu konuda, abdest organlarından bir veya ikisini kaybeden kimsenin bu organları yıkama yükümlülüğünün düşmesine kıyas yapılarak namazın da düşeceğine fetva verilmiştir.

b. Araştırmacı bazı fakihlere göre, bu gibi yerlerdeki müslümanlar da beş vakit namazla yükümlüdürler. Bulundukları yerde bu namazlardan herhangi birinin vakti gerçekleşmezse, o namazı kaza olarak kılarlar veya o beldeye en yakın olup, beş vakit namazların vakitleri tam olarak gerçekleşen beldenin vakitlerine göre, takdir ederek namazları edaya çalışırlar. Her ne kadar vakit, namazın bir şartı ve bir sebebi ise de, namazın asıl sebebi Allah’ın emri oluşudur. Bu yüzden bütün müslümanlar, bu beş vakit namazı kılmakla yükümlüdürler.

İmam Şafiî’nin görüşü de bu şekilde olup, ihtiyata uygun olan da budur.

Güneşin uzun süre doğmadığı veya batmadığı kutup bölgeleri ve yakınlarında da yukarıdaki esaslara göre amel edilir. Bu gibi yerlerde yaşayan müslümanların, oruç ve zekatları konusunda da bu şekilde bir takdir uygun düşer.