SULTAN ALPARSLAN DEVRİNDE ANADOLUDA YAPILAN AKINLAR VE FETİHLER-3

Aralık 31, 2022

Bizans’ta durum

Esasen Anadolu’daki Selçuklu istila hareketlerinin başlamasından itibaren Bizans’ta iç karışıklıklar ve buhranlar sürüp gitmekte idi. Özellikle imparator Konstantin X. Dukas’ın bu sıralarda ölümünden (1067) sonra vasiyeti gereğince karısı Eudokia, üç oğlu adına Bizans tahtına geçmişti. Bununla birlikte Bizans sarayındaki çeşitli gurupların devlet yönetimine gelişi güzel karışmaları sonucunda, imparatorluk içindeki eyaletler ihmale uğramış, özellikle ordu, kendi kaderiyle başbaşa bırakılmıştı. Anadolu’da bakımsız ve dağınık bir halde bulunan Bizans kuvvetleri, çoğu zaman yiyecek ve giyecek bulma amacıyla, kent ve ilçeleri yağmalamakta idiler. İşte bütün bu sebeplerle imparatorluğun öteki eyaletlerinde olduğu gibi, Anadolu’da da Selçuklu istila hareketlerini önleyecek bir Bizans ordusu sanki yok gibiydi. İmparatorluk içinde gittikçe artan ve ciddi boyutlara ulaşan tehlikelerin önlenememesi sebebiyle Eudokia’nın niyabeti ancak yedi ay sürdü. Saraydaki askeri kanadın baskısı sonucunda imparatoriçe, askeri aristokrasiye mensup Kayserili bir general olan Romanos Diogenes ile evlenmek zorunda kaldı. Böylece, daha önce tahtı ele geçirmek amacıyla, başarısız bir teşebbüste de bulunmuş olan Romanos Diogenes, Ocak 1068’de Bizans imparatoru oldu, bu suretle amacına ulaşabildi. Bununla birlikte o, daha önceki imparatorlar gibi, devleti, içine düştüğü bu ciddi durumdan kurtarma yolunda pek fazla bir varlık gösteremedi. Çünkü o, bomboş bir hazine, yıllardan beri yüzüstü bırakılmış bir ülke, perişan ve darmadağın bir ordu ile karşı karşıya gelmiş idi. Bununla birlikte iktidarı bir türlü elinden bırakmak istemeyen karısı Eudokia ile arası açılan imparator, sarayı terk ile Anadolu yakasına geçerek özellikle Selçuklu istilasını durdurma planları yapmaya başladı.

Sultan Alparslan’ın İkinci Seferi

Sultan Alparslan, kuzeyden inen gayri Müslim Türk Alan, Kalmuk, Sarir ve bir kısım Hazarların, Selçuklu vasalı Şeddadoğulları ve Şirvanşahların memleketlerini istila etmeleri (1065) sebebiyle 1067 /68 yılında, Horasan’ dan hüyük bir orduyla hareket edip ikinci kez, Aras ırmağını geçerek Gürcistan ülkesine girdi; beraberinde veziri Nizamülmülk ve Kafkasya fatihi emir Savtekin bulunuyordu. Bu sıralardaki Şeddadoğulları emiri Fadlun ile Şirvanşahlar hükümdarı Feriburz sultana itaatlarını yenilediler. Alparslan’ın derhal Şeki ve yörelerine yürümesi üzerine, Aphaz ve Gürcüler buradan çekildiler. Sultan, yöredeki ormanları yaktırmak suretiyle, burada üsler kurup gizlenen Gürcü şakilerinin kalelerini fethetti. Savaşa girişmeye cesaret edemeyen Gürcü, prensi Bagrat kaçtığı gibi, Şeki hakimi Akhastan (Agasartan)da teslim olmak zorunda kaldı, hatta İslamiyeti kabul etti. Daha sonra sultan, onun yönetimindeki memleketlere yürüyerek bir buçuk ay zarfında, başta Tiflis ve Rustov olmak üzere, bir çok kent ve kaleleri fethetti. Çok geçmeden Bagrat, “yıllık vergi ödeme” şartıyla Selçuklu vasallığını yeniden kabul etti. Bu arada Selçuklu akıncıları, Trabzon’a kadar olan yörelere akınlarda bulundular. Bu sıralarda Derbendilerle Şirvanşahlar arasında çıkan anlaşmazlık ve savaşlardan istifade eden Gürcüler, Khartli’ye yürüyüp Tiflis’i yeniden elegeçirdiler, hatta emir Fazlun’u da tutsak aldılar (Temmuz 1068). Bunun üzerine sultan Alparslan’ın Nisan 1069’da emir Savtekin’in kumandasında gönderdiği bir ordu, Gürcüleri yenilgiye uğrattığı gibi, Fadlun’u da tutsaklıktan kurtardı; ayrıca sultan, Derbend yönetimine emir Yağma’yı bir menşurla atadı. Esas amacı, bütün Gürcü ve Aphaza memleketlerini fethile Selçuklu sınırları içine aldıktan sonra Anadolu’da bizzat fetihler yapmak ve dolayısıyla Bizans’a ağır darbeler vurmak olan sultan Alparslan, Karahanlı Hükümdarının ölümü üzerine, imparatorluğun doğu sınırlarında ortaya çıkan karışıklıklar sebebiyle, fetih planlarını tam anlamıyla gerçekleştiremeden geri dönmek zorunda kaldı. Bununla beraber ordusunun bir kısmını Anadolu sınırlarında bırakarak, Kutalmışoğlu Mansur ve Süleyman ile, kardeşi Azerbaycan Genel Valisi Yakuti, eniştesi Erbasgan (Erbasan) ve Anadolu’da giriştiği akınlarla ün salan emir Sunduk’u fetih hareketlerini devam ettirmekle görevlendirdi. Derhal askeri hareketlerine yeniden başlayan bu Selçuklu prens, emir ve Türkmen beyleri, Bizans’a sürekli  akınlarda bulundular.

 Bizans’ın Karşı Harekatı

Yeni Bizans imparatoru Romanos Diogenes, gittikçe artan Selçuklu akınlarını durdurmak amacıyla büyük bir çaba göstererek Anadolu’dan, özellikle memleketi olan Kayseri yörelerinden çok sayıda asker topladığı gibi, Rumeli’deki Uz (Hıristiyan Oğuzlar) ve Peçenek Türklerinden de kuvvetler sağladı. Ayrıca, Frank, Alman, lskandinav ve ltalya Normanlarından ücretli askerler tuttu. Çeşitli milletlerden çabucak oluşturulan bu Bizans ordusu gerçek bir birlikten yoksun idi.  Romanos Diogenes, Mart 1068’de Suriye yönüne hareket etti. Kayseri’ye gelmeden önce Selçuklu kuvvetlerinin Niksar’ı alarak yağma ettiklerini haber alınca yolunu değiştirip Sivas’a, oradan da Divriği yönüne yürüyüşüne devamla bu bölgelerde kendisine saldıran Selçuklu kuvvetlerini geri çekilmek zorunda bıraktı. Kazandığı bu ilk başarıdan sonra imparator, Maraş’a gelip buradan, Fırat boylarına gönderdiği birliklerle sol-ard yanını güven altına almak istediyse de bu yörelerde harekatta bulunan Selçuklu emiri Hasan İnal, bu kuvvetleri yenilgiye uğratıp, imparatorun bu harekat planını uygulamasına engel oldu. Çok geçmeden Kuzey- Suriye’ye gelen imparator, Halep ve yörelerine ağır bir şekilde yağma ve tahrip akınlarına uğrattı. Daha sonra o, Kuzey- Suriye’nin en önemli kalelerinden birine sahip olan ve Umurtekin adlı bir Selçuklu emirinin savunduğu Menbic’i elegeçirdi. Bu sıralarda Hanoğlu Harun ve Selçuklu vasalı Halep Mirdasoğulları emiri Mahmud, Türkmen ve Arap kuvvetleriyle Halep yörelerindeki Bizans askerlerine saldırıp onları yenilgiye uğrattılar. Bunun üzerine derhal Halep yörelerine gelen imparator, Türkmen ve Arap kuvvetleriyle şiddetli bir savaşa girişti; çarpışmalarda her iki taraf da ağır kayıplar verdi (Kasım 1068). Bu savaştan sonra imparator, daha önce Hanoğlu Harun tarafından fethedilen Artah ve İmm kalelerini yeniden elegeçirdi, sonra da Çukurova’ya indi. Bu sıralarda emir Afşin, Ahmet şah’la birlikte Orta – Anadolu yönünde akınlara başlayarak Sakarya ırmağı vadisine kadar ileri harekatını sürdürdü; lstanbul – Çukurova yolu üzerinde önemli bir konuma sahip olan Emirdağ yörelerindeki ünlü Amuriyye kentini ele geçirerek yerle bir etti. Bunu haber alan ve son derecede üzülen imparator, Afşin’in yolunu kesmek amacıyla, derhal harekete geçtiyse de Afşin’in bir yıldırım hızıyla sürdürdüğü harekat sebebiyle, buna muvaffak olamadı ve kış mevsiminin gelmesi sonucunda da lstanbul’a dönmek zorunda kaldı.

Selçuklu emirlerinin akınları

Romanos Diogenes’in lstanbul’a dönmesinden bir süre sonra 1069 yılında Afşin, Sunduk, Ahmetşah, Türkman, Demleçoğlu Mehmet, Duduoğlu, Serhenkoğlu ve Arslantaş komutasındaki Selçuklu kuvvetleri, doğu, güney- doğu ve güney bölgelerinden Anadolu’ya akınlara başladılar. Bu akınları önlemek üzere imparatorun gönderdiği kuvvetler, Türk atlı birlikleri tarafından tamamen bozguna uğratıldılar. Bunun üzerine imparator, Manuel Komnenos komutasında Sivas’a, Philaretos Brachamios kumandasında da Malatya’ya iki ordu sevkettikten başka, üçüncü bir orduyla da bizzat harekete geçerek Kayseri yörelerine geldi; buralarda harekatta bulunan bir Selçuklu birliğini geri püskürttü ve Fırat ırmağına kadar harekatını sürdürdü. Onun esas amacı, Anadolu’ya yapılan akınlarda, Selçuklu harekat üssü olan Ahlat’ı almak, doğu ve güney – Anadolu’daki Selçuklular tarafından fethedilen belli – başlı kaleleri yeniden elegeçirmek ve dolayısıyla Selçuklu kuvvetlerini Anadolu’dan çıkarmak idi. Bu planını gerçekleştirmek üzere imparator, Harput yörelerine geldiği zaman Selçuklu kuvvetleri de Malatya’ya saldırarak kenti savunan Philaretos’u yenilgiye uğratıp perişan ettiler; çok az bir askeri birlikle kaçmayı başaran bu Bizans generali binbir güçlükle imparatora katılabildi. Buna rağmen Romanos Diogenes, Murat suyu boyunca ilerleyerek Palu’ya geldi. Fakat öte yandan ardı arkası kesilmeyen akınlarla Anadolu içlerine akmakta olan Selçuklu kuvvetleri, başta Karaman ve Konya olmak üzere, birçok il ve ilçeleri istila ile ele geçirmeyi başarmakta idiler. Özellikle Orta- Anadolu’nun önemli kenti olan Konya’nın fethini haber alan imparator, daha ileri gitmekten vazgeçerek Selçuklu kuvvetlerinin dönüş yollarını kesmek amacıyla, Sivas üzerinden Kayseri’ye geldi. İmparatorun bu planını tespit eden Selçuklu kumandanları, onun bütün çaba ve önlemlerine rağmen Toros dağları geçitlerinden güneye inerek Kuzey Suriye’deki hareket üsleri olan Haleb’e ulaşmayı başardılar. Böylece Romanos Diogenes, giriştiği bu ikinci seferde de başarılı olamayarak İstanbul’a döndü. Bununla birlikte o, bitip tükenmeyen bu Selçuklu akınlarını durdurmak amacıyla 1070 yılında, yeniden Anadolu’ya bir sefer düzenlemek istediyse de kendisine yakın olan birtakım saray erkanı buna engel oldu. Bunun üzerine imparator, Doğu- Anadolu orduları komutanlığına atadığı Manuel Komnenos’u kalabalık bir orduyla Anadolu’ya gönderdi. Bu sıralarda, sultan Alparslan’a isyan sebebiyle arası açılan eniştesi (sultanın kızkardeşi Gevher Hatun’un kocası) Erbasgan, Navekiyye (Yabgulu) adlı kalabalık bir Türkmen kitlesinin başında olarak sultanın emriyle kendisini takip ve yakalamakla görevlendirilen Afşin ve diğer Selçuklu emirlerinin önünden batı yönüne kaçarak Kızılırmak kıyılarına kadar ulaşmış idi. Erbasgan, yolunu kesme harekatına girişen Manuel’i Sivas yörelerinde bozguna uğrattı, hatta onu, Nikephoros Melissenos ve daha bazı Bizans generalleriyle birlikte tutsak aldı. Bununla birlikte Erbasgan’ın Selçuklu emirleri tarafından izlenmekte olduğunu öğrenen tutsak Manuel, onu, Bizans’a sığınması hususunda ikna etti. Bunun üzerine Erbasgan, Manuel ve diğer Bizans generallerini serbest bıraktı ve sultanın gazabından korkup endişe etmesi sebebiyle, ailesi ve bazı yakınlarıyla birlikte lstanbul’a gitti. İmparator Romanos Diogenes, onu sanki bir müttefik devlet başkanı imiş gibi, çok parlak bir törenle karşılayıp kabul etti; böylece tarihte, ilk Selçuklu prensi Bizans’a sığınmış oluyordu.

Öte yandan  Erbasgan’ı izlemekte  olan  emir Afşin,  batı yönünde ileri harekatına devamla Kayseri – Sivas bölgesindeki kent, kale ve ilçeleri bir yıldırım hızıyla çiğneyip istila ettikten sonra Afyon – Uşak – Denizli bölgesine girip Honas ve Laodicea kentlerini yakıp yıkarak Marmara denizi kıyılarına kadar ileri harekatını sürdürdü. Çok geçmeden Kadıköy’e kadar gelen Afşin, lstanbul’a imparatora bir elçi göndererek “Selçuklu- Bizans devletleri arasında barış olduğunu ve bu sebeple, Sultana isyan halinde olan Erbasgan’ı, beraberindekilerle birlikte kendisine teslim etmesini” sultan adına bildirdi ise de kabul edilmedi. Bunun üzerine Afşin, 1070 yılı sonbaharında, gidişinde olduğu gibi, dönüşünde de Bizans kent ve kalelerini adeta yerle bir etti. O, giriştiği bütün bu harekatı sırasında ele geçirdiği sayısız ganimetlerle kışı Anadolu’ da geçirdikten sonra Ahlat’a döndü ve sultan Alparslan’a ”Erbasgan ve Bizans” hakkında bilgi verdi.

ANADOLU’NUN FETHİ

SELÇUKLULAR DÖNEMİ

(BAŞLANGIÇTAN 1086’YA KADAR)

Prof. Dr. ALİ SEVİM


Zaman Yolcusu – Türklerin geleneksel müziği; Gırtlak Şarkıları

Aralık 31, 2022

ESKİ TÜRK HAKANLIKLARININ DAYANDIĞI ESASLAR: ESKİ TÜRK HAKANLIKLARININ KURULUŞ FELSEFESİ

Aralık 31, 2022

Cihan Hakimiyeti Ülküsü

Kut

Türkçemizdeki mevcudiyetini ve yaygınlığını en eski tarihi vesikalardan itibaren görebildiğimiz bu kültür kelimemizin, eski Türk siyasi hayatında ifade ettiği mana ünlü siyaset kitabımız Kutadgu Bilig’de şu şekilde açıklanmıştır.

“Kut’un tabiatı hizmet, şiârı adalettir

Fazilet ve kısmet kut’tan doğar

Beyliğe(hükümdarlığa) yol ondan geçer

Her şey kut’un elinin altındadır, bütün istekler onun vasıtasıyla gerçekleşir Hükümdarlar iktidarı Tanrı’dan alırlar Bey bu makama sen kendi gücünle gelmedin, onu sana Tanrı verdi”

Kut kelimesinin kaynaklardaki yansımalarına birkaç örnek verecek olursak önce Orhun Yazıtlarından başlamamız gerekmektedir. Orhun Yazıtlarında kut: Qut (qut) şeklinde 5 yerde geçerken, Kor-Sarı yazıtında şöyle bir ibare mevcuttur: “men arıgatım kut: benim hakiki adım kut’tur.”Uygurlarda kut: saadet, haşmet demektir. Divan’da kut: kutluluk, devlet, saadet, baht anlamlarında kullanılmıştır.

Kut kelimesinin eski Türkçe’de ve bugünkü lehçelerde birçok manaları vardır. Ruh, ruhî, manevi, kuvvet, cesaret, uğurluluk, talihsizlik, saadet, ikbal manalarından başka siyasi hakimiyet kudreti, devlet idaresi, kudret ve selahiyeti, şevket manalarını da ifade eden çok kıymetli bir kelimedir. İslamiyetten önce Türkistan’da kurulmuş Türk hakanlıklarının çoğunda kut kelimesi hükümdarların lakap ve unvanlarında bulunmaktadır. Mesela Hun hakanı Mete’un unvanı Tanrı kut’u Mo-tun (Tengri kutu Mete) idi.

682’de şad unvanı taşıyan Türk beyi, devleti kurduktan sonra Kutlug unvanını almıştı. 744’de Uygur devletini kurmuş olan Baila da devletin başına geçtikten sonra aynı unvanı taşımaya başlamıştı. Türgeş Türklerinin Hankanlarının da bu unvanı taşıdıkları malumdur. Güney Uygur Hakanları da kut (mukaddes) unvanını taşırlardı.

Oğuz Kağan destanında da kut:

“Bizim saadetimiz senin saadetindir bizim uruğumuz senin… uruğundur.” şeklinde geçmektedir.

Töre – Kanun

Kafeoğlu’nun tarifine göre töre, bozkırlarda fiilen yaşanan hayatın zamanla hukukî ve sosyal değer kazanmış davranışlarını ihtiva eden ve umumiyetle “kanun” manasına gelerek, Türk sosyal hayatını düzenleyen mecburi kaideler bütünüdür.

Eski Türk Yazıtlarında “töre” terimi “kanun, nizam” anlamını ifade eder. Bu terim “il” kelimesiyle birlikte (il-törüsü) “devlet nizamı, kanunu” anlamını bildirmektedir.

Orhun Yazıtlarında töre kelimesi 11 yerde (bazen il kelimesiyle beraber) geçmektedir. “…Babam hakan bu kadar ülke ve töreyi kazandıktan sonra uçuvermiş…”; “…Türe mucibince amcam hakan tahta oturdu…”; vs.

Çin kaynakları “Hunlarda sosyal hayatı düzenleyen kanunlar hep sözlüdür. Bu sözlü kanunlara “törü-töre” diyorlardı” demektedirler.

Uygurlarda togu-törü şekillerinde görülen töre; örf, adet, gelenek, nizam, düzen, kanun anlamlarına gelmekte idi.

Divan’da Kaşgarlı Mahmud, törü’nün gelenek, görenek ve adet olduğunu belirterek şu atasözünü vermektedir:

el kalır törü kalmaz

“Vilayet (il, devlet) bırakılır, görenek (kanun) bırakılmaz”.

Uygurlara ait bir eserde töre’nin mahiyeti şöyle açıklanmaktadır:

Yükselen alçalan suların

güzel sesli kuşların

onların cıvıltısında töre sesi

öyle duyulur diyerek

ince derin tatlı,

sabahları dinlemeğe elverişli

vaaz eden mübarek töre sesi.

Törenin siyasi, sosyal ve hukuki hükümleri çevreye, zaman ve imkanlara göre değişebilirdi. Bu yüzden de kendince önemli olan şartlar içinde etkinliğini koruyabiliyordu. Bundan dolayı da Türk hükümdarları ehemmiyetine, yerine ve zamanın icaplarına göre ve “meclisin tasvibini” alarak, töreye yeni hükümler getirebiliyorlardı.

Bununla beraber törenin değişmez bir takım kuralları vardı ki, Kutadgu Bilig’deki kayıtlardan tespit edilebildiği kadarı ile bunlar şunlardı:

Könilik (adalet)

Uz’luk (iyilik)

Tüz’lük (eşitlik)

Kişilik (insanlık).

Töre bir yoldur ve aile ile devletin töresi vardır. Tanrı’nın izniyle ve Tanrı tarafından tahta çıkarılmış olan Türk hakanları devleti Türk töresi üzerine idare ederlerdi.

Türk töresi, herkesin ne yapacağını göstermiştir. Töre aynı zamanda örfi hukuk idi. Nitekim Töre kelimesi Uygur çağından itibaren artık doğrudan doğruya “kanun” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Türk devlet anlayışında adalet, kanun en yüce yeri tutuyordu. Kutadgu Bilig’de İslami deyiminin yanında Türkçesini de vererek manayı hem derinleştiriyor, hem pekiştiriyor, hem de aydınlatıyordu:

“Zulüm yanar bir ateştir, yaklaşanı yakar

kanun sudur, akarsa nimet yetişir”

“Usul (töre) bilen kimse çok güzel söylemiş

insan usul (töre) bilirse baş köşeye geçer”.

Cihan Hakimiyeti

Türklerin Cihan Hakimiyeti mefkuresi ilk defa büyük Türk hakanlığı kuran Hunlar ve onların hükümdarı Mete ile başlar. Bu kudretli hakan mektuplarının başında: “Tanrı’nın tahta çıkardığı Hun milletinin büyük Tan-hu’su” ibaresini kullanırdı.

Hun hakanlığının parçalanmasından sonra 304 yılında bir Hun kumandanı, hakanlığını tekrar kurmak ve milletini kurtarmak maksadı ile ileri gelenleri toplamış ve: “Tan-hu’muzun sadece bir unvanı kalmış, beyler Çinlilere esir olmuştur. Bu halde bile 20.000 kişilik kuvvetimiz vardır. Neden esarete katlanalım ve Çin’deki karışıklıklardan faydalanmayalım mı?” Diyerek devamında: “İl-yu-sü cesur ve hükümdar olmağa layık bütün meziyetlere haizdir. Eğer Tanrı Hun hakanlığını diriltmek istemeseydi onu dünyaya yollar mıydı?” Şeklindeki söylemle düşüncelerini bildirmiştir. Bu nutkun tesiri ile devletin ileri gelenleri Çin’de oturan Tan-hu’yu davet ederek orada (Çin) çıkan ve hüküm süren kargaşalıktan faydalanarak onu getirip tahta çıkarmışlardır. Bütün Hun kumandanlarının Tanrı’nın devletlerini korumak için kendilerine yardım ettiğine dair olan inançlarına en güzel delil de Çin’de hüküm süren bir karışıklığın Tanrı tarafından çıkarıldığına olan inançlarıdır.

Avrupa Hunları da bu mefkurelerini göç ve zaferleri ile birlikte bu kıtaya götürmüşlerdir. Bizans elçisi (ve tarihçisi) Priskos (V. asır) Hunların, Attila’nın ilahi bir menşe’den geldiğine inandıklarını, buna itiraz edenlere çok hiddetlendiklerini, dünyanın kendilerine ait olduğu âkidesi ile zapt ve savaşlar yaptıklarını, sarayında bu inancın hüküm sürdüğünü belirtmektedir.

Yine Avrupa Hun hakanlığında döneminde, Bizans tahtında Theodosius II (408-450) bulunurken, o zamanlar Hunların başı veya Hun hakanlığının batı cenahını yöneten Uldız bulunuyordu. Uldız Bizans üzerine ilk tesirli Hun baskısını yapmış ve 410 yılına doğru Trakya’ya kadar inmiş idi ki, onun barış teklif eden Trakya magister militumu’na “Güneş şualarının uzandığı yere kadar her tarafı zapt etmeğe muktedirim” dediği malumdur.

İlk Kök-Türk Kağanı Tuman (Bumin), bağımsızlık hareketine giriştiği ve henüz yabgu unvanını taşıdığı bir zamanda, 545 yılında bile kendilerine Çin elçisi gelince bütün Türkler bununla hakanlıklarının yükseldiğine inanmışlar ve birbirlerini tebrik etmişlerdir. Daha sonra gelen Bizans elçisi ile olan konuşma Türklerin cihan hakimiyeti düşüncesine bağlı bulunduklarını ortaya koymaktadır. Filhakika Batı Kök-Türklerinin hükümdarı İstemi Han, Bizans imparatoru II. Justinos’a Maniakh başkanlığında 567’de bir elçilik heyeti göndermiştir. İmparator da Zemerkos adlı kendi elçisini 569’da hakana yollamıştır. Kara-şar şehri kuzeyinde yazlık ordugâhı Ak-dağ civarında elçiyi kabul eden Türk hükümdarının görüşme sırasında gözlerinden yaşlar akınca, elçi Zemerkos sebebini sormuş: “Atalarımızdan işittik ki bizim için, Garp İmparatorluğu (Roma-Bizans)’nun elçileri geldiği zaman bu bizim için artık yeryüzünde hakimiyetimizi genişleteceğimize delalet eder” cevabı ile bu sevinç gözyaşlarının sebebini açıklamışlardır.

Yine Türkistan’da Kök-Türk tigini Türk-şad (576), Bizans elçisi Valentinos’a “Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar dünya önümüzde diz çökecektir” demiştir.

İstemi Han’ın oğlu ve halefi Tardu Han (581) Ak Hunları kendi hakimiyetine alan büyük zaferi üzerine 598’de Bizans İmparatoruna gönderdiği mektuba: “Yedi iklimin ve yedi ırkın hükümdarından Roma İmparatoruna…” ibaresi ile başlamıştır.

Cihan hakimiyetine çıkan Türk orduları da kaynaklarda methedilmektedir. Roma İmparatoru elçisi Romulus Hunlar hakkında: “Hun ordusunda yiğitlik ve disiplin bir anane hükmündedir. Ben o görüşteyim ki Hun ordusu dünyada mevcut bulunan bütün ordulara galebe çalacak kuvvettedir”demektedir.

Eski Türklerin veya Oğuzların tarihlerini destansı bir şekilde anlatan oğuz-nameye (Oğuz

Kağan Destanı) göre ilk cihan hakimiyeti anlayışı Oğuz Kağan tarafından ortaya konmuştur:

Oğuz Kağan toy’u topladıktan sonra dört tarafa emirler yolladı ve tebliğler yazdı. Bu tebliğleri elçilere verip gönderdi. Bu tebliğlerde şöyle yazılmıştı: “Ben Uygur Kağanıyım ve yeryüzünün dört köşesine kağan olmam gerektir. Sizden itaat dilerim. Kim benim emirlerime baş eğerse, hediyelerini kabul ederek onu dost edinirim. Kim baş eğmezse gazaba gelirim, düşman sayarak ona karşı asker çıkarır ve derhal baskın yapıp onu astırır ve yok ederim.”

Bu cihana hakim olma hareketinde Türk destan ve efsanelerinde önemli yeri olan ve yaradılış efsanelerine giren “Bozkurt” (börü) Oğuz Han’ın da rehberi idi. “Gök’ten ışık demeti gibi inen, gök tüylü ve gök yeleli: “Ey Oğuz, sen Urum (Roma) üzerine yürümek istiyorsan ey Oğuz, ben senin önünde yürümek istiyorum” diyen bozkurdu, Oğuz takiple yola, sefere çıkar ve bütün dünyayı hakimiyeti altına almayı başarır.

Oğuz Kağan’ın yanında aksakallı, kır saçlı, uzun tecrübeli bir ihtiyar vardı. O anlayışlı ve asil bir insandı. Oğuz Kağan’ın nazırı idi. Adı Ulug Türük idi. Günlerden bir gün uykusunda bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Bu altın yay gün doğusundan ta gün batısına kadar ulaşırken, üç gümüş ok’ta şimale doğru gidiyordu. Uykudan uyanınca düşte gördüğünü Oğuz Kağan’a anlattı ve “Ey Kağanım, senin ömrün hoş olsun, Gök Tanrı düşümde verdiğini hakikate çıkarsın, Tanrı bütün dünyayı senin uruğuna bağışlasın”dedi.

Ayrıca Oğuz Kağan’ın 6 oğlunun isimleri de Türk cihan hakimiyeti anlayışı ve düşüncesini belirtmektedir: Gün, Ay, Yıldız, Gök, Dağ, Deniz. Her biri “Han” unvanını taşıyan bu oğullar, kendi adlarının belirttiği sahanın sorumluları olduklarından, bütün kainat Türk idaresi ve töresi altında birleştirilmiş oluyordu.

Uygur hükümdarı Bögü Kağanla ilgili rivayetler de çok dikkat çekicidir: “Bögü Han, Uygur kavmini akıllıca idare ederken, bir gece düşünde, bir gök ruhunun (peri kızı) kendisini kut-tağ dağına götürdüğünü gördü. Bu düş yedi yıl altı ay ve yirmi iki gün tekrarlandı. Son gece gök ruhu veda edip ayrılırken ona bütün dünyaya sahip olacağını bildirdi. Kağan uykusundan uyanınca ordularını topladı ve dört kardeşinin komutası altında Moğollar, Kırgızlar, Tangutlar ve Khataylar üzerine yolladı. Kardeşleri her yerde zafere ulaştılar.

Bögü Kağan çok geçmeden başka bir düş gördü. Karşısına beyazlar giymiş bir adam çıktı. Elinde çam ağacına benzer bir “yü taşı” tutuyordu. Bu adam ona şunları söyledi: “Bu taşı yanından ayırmazsan, dünyanın dört bucağındaki milletleri hükmün altına alabilirsin”. Aynı gece baş vezir de aynı düşü görmüştü. Bögü Kağan yine ordularını topladı ve bu sefer batıya doğru yeniden yola çıktı. Kısa sürede bütün dünyanın hȃkimi oldu.

Türk cihan hakimiyeti anlayışı “güneşin doğduğu yerden battığı yere kara her tarafı (dünya) Türk hakimiyeti altına almak ve Türk töresini buralarda hȃkim kılmaktır”. Bu yüzdendir ki İ. Kafesoğlu’nun dediği gibi “Türk cihan hakimiyeti düşüncesi, Türk fütûhat felsefesinin ana kaynağı ve dayanak noktası olarak daima gerçekleştirilmesine çalışılan bir ülkü niteliğini bütün tarihimiz boyunca muhafaza etmiştir”.

Kut Anlayışı ve Cihan Hakimiyeti Ülküsünün Ortaya Çıkış Sebepleri

Türklerde devlet fikri çok erken çağlarda doğmuş ve gelişmiştir. Özellikle, büyük sürülerin sevk ve idaresinin verdiği alışkanlıklar ve tecrübeler, onların teşkilatlanmalarında büyük kolaylık sağlıyordu. Zaten sürülerin bir arada tutulması ve bakımı, otlakların tayini ve korunması gibi konar-göçer hayat tarzı için lüzumlu işler, Türkistan Türk’ünü iradeli olmaya, emretmeye ve hâkimiyet fikrine hazırlıyordu. Öte yandan sık sık görülen otlak ve yaylak kavgaları da boylar arasındaki hak ve hukuku gözetecek, düzeni sağlayacak devamlı bir otoriteyi lüzumlu kılıyordu. Böylece, büyük devletler kurarak tarih sahnesine çıkan Türkler, Türkistan’a hâkim olmakla kalmamışlar, çeşitli istikametlerde yayılmışlar ve gittikleri yerlerde yeni yeni siyasi oluşumlar hazırlamışlardır. Çünkü dünya hâkimiyeti düşüncesi büyük Türk hakanlarını devamlı büyülemekte ve onların siyasetlerine etki etmekte idi. Başka bir ifade ile onların siyasi amaçları bütün dünyayı içine alacak şekilde genişti.

Eski Türklerde devletin kuruluşu aileden başlamaktadır. Devlet kurmaya teşebbüs eden ailenin reisi, aynı zamanda tanınmış bir boyun beyidir ve teşkilatçılık bakımından da son derece yeteneklidir. Devlet kurmak için harekete geçen boy beyinin, önce kendi soyundan olan boyları ya iskân etmesi, ya da kuvvet kullanmak suretiyle otoritesine boyun eğdirmesi, yani boy anlayışını kırması gerekiyordu. Eğer beyin bağımsızlığını engelleyen bir devlet varsa, gücü yeterli seviyeye ulaşır ulaşmaz bu devlete savaş açması ve onun hâkimiyetinden çıkma zorunluluğu vardır. Meselâ Hakan Mete Moğol Tunghu kavmine, Bumin Kağan Avarlara savaş açmış ve bu devletleri yenerek bağımsızlıklarına kavuşmuşlardı. Bundan sonra beyin belirli bir yerde, belirli bir törenle tahta çıkıp, kendisini başında bulunduğu topluluğun hükümdarı ilân etmesi gerekiyordu. Bu aynı zamanda idare edilecekler tarafından yeni kağanın iktidarının meşruluğunun kabul edilmesi ve onaylanması anlamına geliyordu. Böylece devlet kurma aşaması tamamlanıyor, hızla teşkilatlandırma aşamasına geçiliyordu.

Türklerin yaptıkları göçlerde de önde olan amaç hâkimiyet ülküsüdür. Gerek yayılma gerekse sızma vasfında olsun Türklerin genişlemeleri dünyanın üç büyük kıtasında görülmüştür. Buna kolaylık sağlayan bir etken Türk maneviyatının sağlamlığıdır. Zorunlu olarak ta olsa sonu bilinmeyen yerlere gitmek her an karşılaşabileceği tehlikeleri göğüslemeye hazır bulunmak ve aralıksız bir ölüm kalım savaşı içinde yaşamak her milletin yapabileceği ve her millet için doğal sayılacak bir durum değildir. Başarılı oldukça da hâkimiyet duyguları kamçılanmıştır. Bu durum Türklerde zamanla dünyayı huzur ve barışa kavuşturmayı amaç edinmiş bir hayat felsefesi ve nerede nasıl olursa olsun adil Türk töresini yürürlüğe koymak üzere bir cihan hâkimiyeti ülküsünü doğurmuştur.

Türklerin bütün dünyaya yayılma anlayışlarının altında çeşitli sebepler vardır. Oğuz Kağan destanında boylar ana vatanlarına bağlı olmakla beraber cihan hâkimiyeti ülküsünü yaşatmışlar ve bunun esas olması gerektiğine inanmışlardır. Ancak cihan hâkimiyeti ülküsünü gerçekleştirmeye çalışırken de “yurd” adını verdikleri vatanlarına sıkı sıkıya bağlı kalmışlardır ki bununla ilgili olarak Emevi döneminde Türkistan’a yaptığı seferler ve savaşlar ile ünlenen komutan Kuteybe bin

Müslim’in şu sözleri akla gelmektedir: “Türkler vatanlarına çok bağlı olup onun için çırpınırlar. Basra’dan Umman Denizi sahiline götürülen ve iple bağlı olan bir deve nasıl fırsat bulunca kendi vatanına gitmek için inlerse Türkler de uzak memleketlere gittikleri zaman vatanı için bir devenin üzüldüğünden daha çok üzülür, onu özleyerek inler… Zira Türkleri diğer milletlere üstün kılan amiller, onun vatanının hususiyetleridir ve o bunu müdriktir.”

Türkler yüzyıllarca kendilerinin hâkim bir millet olarak yaratıldıklarına inanmışlardır. Bu konu ile ilgili Kaşgarlı Mahmud ve diğer pek çok müellif Türklerin Allah’ın has ordusu olduğu ve Allah’ın cezalandırmak istediği kavimlere Türk ordusunu musallat ettiği şeklinde açıklamalar yapmışlardır. Türkler kendilerine kurt (çok nadir olsa da arslan)’un yardım edip yol gösterdiğine inanmışlardır. Zaten gerek milattan önceki gerekse milattan sonraki Türk sanat eserlerine baktığımız zaman yırtıcı bir hayvan ve onun kurbanı olan bir başka hayvana rastlarız. Buradan bazı müellifler Türklerin güçlü olan yırtıcı hayvanı totem olarak kabul ettiklerini düşünmüşlerdir. Fakat bu asla doğru değildir, Türkler hiçbir hayvanı veya maddi unsuru totem olarak görmemiş veya kabul etmemiştir. Bahsedilen hayvanlara sadece bir kutsallık izafe etmişlerdir.

Türkler tüm cihangirlik anlayışlarına rağmen kendi yurtlarını dünyanın merkezi olarak görmüşlerdir. Türklerin merkez olarak gördükleri ve yurt edindikleri bu yerler Tanrı Dağları ile Orhun Havzasındaki Mukaddes Ötüken şehridir. Buralardaki yüksek yaylaların sağladığı kolaylıktan dolayı Türkler cihan hâkimiyeti ülküsünü geliştirme yolunda hızla ilerlemişlerdir. Kaşgarlı Mahmud’un söylediği “Türkler Allah’ın has askerleridir, Allah onları istediği ülkelere musallat eder, Allah dünyanın en güzel yerlerini Türkler için vatan yapmıştır” diyerek Tanrı Dağlarının önemini belirtmiştir.

Türk hakimiyet anlayışının diğer bir önemli özelliği de bu cihan hâkimiyeti anlayışının Tanrı tarafından verildiğine inanılan kut anlayışı ile adalet’e yani “Töre” denilen teşkilata dayandırılmasıdır. Bu da Türkler’deki nizam ve adalet anlayışının gelişmişliğini göstermektedir. Bu sistemlilik Türklerin yayıldıkları yerlerdeki toplulukların hepsine kolaylıkla tatbik edilmiştir. Çünkü inandıkları Gök-Tanrı dininde de rahatlıkla görüldüğü gibi Gök-Tanrı ve onun bahşettiği kut Türklerin cihan hâkimiyeti ülküsünün temel noktasını teşkil etmiştir. Bu anlayış ile Türkler askeri hareketlerinde son derece seri olma alışkanlığını da kazanmışlardır. Özellikle bu çevikliği taktiklerle geliştirebilen Mete, Attila ve Tüng Yabgu’nun savaşları dikkate değerdir. Ayrıca hakimiyet anlayışı sadece eski ve milli geleneklerden yola çıkılarak değil günün şartlarına uygun olarak yapılmıştır. Mesela Timur’un savaşlarında harita kullanması buna güzel bir örnek teşkil etmektedir. Ayrıca Türk askerleri kullandıkları planlı savaş taktikleri ve değişik kuşatma şekilleri ile zenginleşebilmişlerdir.

Sonuç olarak hâkimiyet anlayışı Türklerin kendi varlıklarını korumak için son derece sistemli ve güçlü bir hâkimiyet anlayışı olarak ortaya çıkmış ve bu anlayış günümüze kadar Türk milletinde var olmuştur.

Adalet Anlayışı

Eski Türk toplumunda fertler hür idiler. Hür olan kimse adalet ister, adalet ise herkesin hakkını vermektir. Kaynaklarımız eski Türk toplumunda adaletin en hassas bir şekilde uygulanması için herkesin elinden geleni yaptığına, özellikle de idareci kesimin bu noktada kendisini çok dikkatli davranmak zorunda hissettiğini kaydetmiştir. Nitekim bir toplumda adalet duygusu zedelenirse o toplumun geleceği tehdit altına girer. Eski Türklerin adaleti tesis ettikleri, adil oldukları ve liyakat esasına göre hareket ettiklerine dair oldukça fazla örneklere sahibiz. Bunlarda bir kaçını burada zikredelim: Tabgaç Türk hükümdarı Tai-wu (424-452) devrinde bir Çin kaynağının naklettiğine göre, bu hükümdar: “Ben devletimin içinde küçüklerin haydutluk etmesine ve halkımın ezilmesine göz yummam” demekle adaletin tatbikinde gösterdiği titizliği anlatırken; 753 yılında Çin İmparatoru, Yoen-pi-kia adındaki Karluk yabgusuna kendilerine ettikleri yardımlardan dolayı gönderdiği fermanında: “Otorite ve hüsni niyetle halkınızı yönetiyor, akıl ve maharetinizle onları kendinize hayran bırakıyorsunuz. Görevinizi ifada yüce adalete dayanıyorsunuz” demektedir.

Yukarıda bahsettiğimiz kut ve töre adalet ile uygulama sahasına geçiyordu. Adalet konusunda en iyi anlayışı Kutadgu Bilig’de bulabiliyoruz:

“Beylik çok iyi bir şeydir, fakat ondan daha iyi olan kanundur ve onu doğru tatbik etmek lazımdır”; “Kanun karşısında benim için hepsi birdir; bey veya kul olarak ayırmam”;”İster oğlum, ister yakınım ve hasmım olsun, ister yolcu, geçici, ister misafir olsun”; “Kanun karşısında benim için bunların hepsi birdir; hüküm verirken hiçbiri beni farklı bulmaz”.

VII. yüzyılda Uygur devleti kurulmadan önce, henüz boylar topluluğu halinde bulunurlarken bu kavmin reisi Pu-sa savaşlarla meşgul olduğu için, anası Uluğ Hatun itilaflara ve davalara bakıyor, kanunlara tecavüz edenleri şiddetle fakat adaletle cezalandırıyordu.

Vatan Sevgisi

Eski Türklerin vatan topraklarına karşı gösterdikleri muhabbet onları diğer milletlerden ayıran en belirgin özellikleridir. Bu özelliği belirten birkaç tarihi vesikamızı burada vermeye çalışacağız.

Bu konudaki ilk vesikamız eski Türk’ün toprağına ne kadar önem verdiğini en muhteşem şekliyle vermektedir: Asya Hun Hükümdarı Mete’un tahta çıktığı zamanda (M.Ö. 209) Hunların doğusunda yaşayan Tung-hu’lar (Yüe-çi) güçlerinin doruğunda bulunuyorlardı. Mete’un tahta çıktığını öğrendiklerinde hemen bir elçi gönderirler. Elçi Mete’un babası Tuman Han’ın yorulmadan 1000 mil koşabilen atının kendilerine verilmesini ister. Mete devletin ileri gelenlerini çağırıp “kurultay-toy”u toplar. Kurultay’da bulunanlar böyle bir atın Hunlar için önemli olduğunu ve verilemeyeceğini söylerler. Fakat Mete: “Nasıl olurda bir atı komşu bir devletten daha değerli tutabilirsiniz?” Diyerek 1000 mil yapabilen atı alıp elçiye verir.

Tung-hu’lar atı verince Mete’un korktuğunu sanırlar ve bir elçi daha gönderirler. Bu kez Mete’un hanımını isterler. Mete yine kurultay toplar ve sorar. Herkes kızar ve bağırmaya başlar: “Bunlar ahlak diye bir şey tanımıyorlar, bu defa da hanımı istiyorlar. Onlara hücum edip ortadan kaldıralım” derler, Mete, “Bir kadını, komşu bir devletten nasıl değerli görebilirim?” diyerek karısını elçiye verir.

Cesareti artan Tung-hu’lar bu sefer de boş ve çöllük, kimsenin oturmadığı 1000 mil genişliğinde olan çorak bir arazi parçasını isterler. Mete hemen kurultayı toplar. Devletin ileri gelenlerine sorar. Bazıları şöyle der: “Mete atı ve hanımı verdiğine göre, böyle terk edilmiş arazi parçasını verebiliriz önemli değildir.” Bunun üzerine Mete kızar ve kükreyerek “Toprak devletin temelidir, devletin toprağını başkasına nasıl verebiliriz? At ve hanım benimdi verdim ama toprak milletindir nasıl verebiliriz?” diyerek, toprağı verelim diyenlerin başlarını kestirip, Tung-hu’lara karşı sefere çıkar. İşte Mete’un bu sözleri Türklerdeki vatanperverlik duygularının ne kadar eski olduğunu göstermesi açısından müstesna bir ehemmiyet arz eder.

Orhun Yazıtlarında Bilge Kağan, Ötüken’in mübarek (iduk) bir yer olduğunu, dünyayı idare için de burasının en müsait bir duruma sahip olduğunu belirtirken vatan sevgisinin temelini ve derinliğini vermektedir.

“… Ötüken ormanında (yabancı) hükümdar yokmuş, binaenaleyh memleket idare edilecek yer

Ötüken ormanı imiş…”.

Ötüken’den ayrılma, halkın ölümü gibi yorumlanmaktadır:

“Mukaddes Ötüken ormanının halkı… siz vardınız ile (doğuya) varanlarınız vardı. Geri (batıya) varanlarınız vardı. Fakat vardığınız yerde hayrınız bu oldu. Kanın su gibi aktı, kemiklerin dağ gibi (yığıldı) yattı. Beylik erkek evladın kul oldu. Pakize (hanımlık) kız evladın cariye oldu”.

Eski Türklere göre devletin toprağını meydana getiren yer’ler ile su’lar mukaddes idiler: “Yukarıdaki Tanrı, mukaddes yer-su’lar…”; “Tanrı, Umay ve mübarek yer-su’lar (bizim için onlara) düşmanlara gaflet verdi”. Yani Türk Tanrısı ve Türk’ün mukaddes yer’i ve su’yu Türk milleti ve toprağı yok olmasın diye birleşiyorlardı.

Toprak ve insan vatan sevgisinin kökünü oluşturmaktadır. Eski Türklere göre topraksız devlet düşünülemezdi. Halk toprağı toprak da halkı tamamlayarak bir devlet meydana getirirlerdi.

Arap müellifi El-Câhiz’in Türklerin vatan sevgisi hakkındaki düşünceleri ve bilgileri tam manasıyla muhteşemdir: “Türkler Araplardan başka milletler içinde vatan sevgisine en fazla sahip millettir. Çünkü onların vücutlarının terkibinde, tabiatlarının karışımında başka milletlerin sahip olmadıkları derecede memleketlerine, topraklarına dair hususiyetler, vatanlarının suyuna çekme hassası ve diğer kardeşlerine benzerlik vardır. Görmüyor musun? Bir Basralı’yı görünce onun Basralı mı yoksa Küfeli mi olduğunu bilemezsin. Mekkeli’yi görünce onun Mekkeli mi Medineli mi olduğunu tanımazsın. Cebeleli’yi (Horasan Dağıstanı) görünce onun Cebel’den mi yoksa Horasan’dan mı olduğunu bilmezsin. Cezireli’yi görürsün onun Cezireli mi yoksa Şam’lı mı olduğunu fark edemezsin. Fakat bu konuda Türklerde yanılmazsın. Onların nereli olduklarını anlamak için kıyafet ilmine (izlerden ve şekillerden netice çıkarma ilmi), ferasete baktığında başkalarına sormaya ihtiyaç duymazsın. Vatan sevgisi, bütün insanları ve bütün memleketleri kapsayan bir hususiyet olmakla beraber aralarında benzerlik, uygunluk, vücud benzerliği ve vücudlarındaki terkibin aynı olması dolayısıyla Türkler’de diğer milletlerden daha fazla ve daha köklüdür. Görmüyor musun?”. Yine El-Cahiz Emevilerin Horasan valisi ve Türkistan fatihi Kuteybe b. Müslim’in Türklerden şu şekilde bahsettiğini nakletmektedir: “Vallahi onlar vatanlarına yabanda bağlı develerden daha fazla iştiyak duyarlar. Zira develer Oman’da iken Basra’daki vatanlarını ve yerlerini özlerler”. Kuteybe’nin burada deveyi misal vermesini El-Cahiz “Her şeye basarak ve her vadiyi çiğneyerek ancak ömründe bir defa geçtiği yollardan geçerek tekrar (özlediği ve sevdiği) memleketine gelir” şeklinde açıklamaktadır.

Türk şeceresini sayan Ebulgazi, Oğuz boylarından Dodurga’nın manasının yurt almayı ve onu tutmayı bilici demek olduğunu söylemektedir.

Atasözleri tarihin, geçmişin, zengin sosyal durumun, inanışların, hukuki ve örfi adetlerin ȃdeta bir aynası gibidirler. Türkmenlerde ve Azerbaycan Türklerinde vatan sevgisi ve hasretine dair oldukça fazla atasözleri mevcuttur:

Azerbaycan Türkleri: “Herkese öz vatanı şirindir; özünden devletli (davletli) ile ortak olmak” derlerken, Türkmenler de: “Yerinden ayrılan yedi yıl, yurdundan ayrılan ölünceye değin (dek) ağlar; Devletli devlet arar, devletsiz vatan arar” demekte idiler.

Bağımsızlığa (Oksızlık) Düşkünlük

Bozkırlı Türk için bağımsızlık ve istiklâl her şeyden önce geliyordu. Bozkır hayat tarzına sahip olması da bu duyguyu besliyor ve yönlendiriyordu. İşte bu yüzden Türk tarihi tâbiliği kabul etmeyen çeşitli Türk gruplarının kurdukları devletleri devam ettirmek için verdikleri bağımsızlık mücadeleleri ile doludur. Eski Türk’ün istiklâline vermiş olduğu önemi bazı tarihi kayıtlarla tespit edebilmekteyiz. Asya Hunlarında M.Ö. 55’de cereyan eden hadise dolayısı ile Çin yıllıkları Hun devlet meclisindeki (toy) şu konuşmayı nakletmektedirler: Ağabeyi Ho-Han-Yeh’in Çin esaretini kabul etmek istemesine karşılık kardeşi Çi-çi şöyle diyordu: “Cesarete karşı hayranlık duymak ve tâbiyeti yüz kızartıcı saymak bizim geleneğimizdir. Atalarımızdan toprakları ile birlikte devraldığımız devletimizi (istiklâlimizi) feda edemeyiz. Mücadele ederek devletimizi korumalıyız. Mücadele için binlerce atlarımız, korunacak toprağımız ve yürütülecek devletimiz, kavimler üzerinde şerefimiz var. Henüz savaşarak ölmesini bilen yiğitlerimiz var.”

I. Kök-Türk Hakanlığı döneminde Çin’in tabiiyetine düşen ve gittikçe zayıflayan Türk hükümdarı İşbara Han (582-587) zamanında Çin, Türkleri büsbütün yozlaştırmak maksadı ile halkını Çince konuşturmaya, Çinliler gibi giyinmeye, Çin adetlerini kabule teşvik ve mecbur etmesi için İşbara üzerindeki zorlu baskısını arttırdı. Hakan, İmparatora gönderdiği 582 tarihli mektubunda bu talepleri şöyle cevaplandırmakta idi: “Size bağlı kalacak, haraç verecek, kıymetli atlar hediye edeceğim. Fakat dilimizi değiştirmem. Dalgalanan saçlarımızı sizinkine benzetmem, halkıma Çinli elbisesi giydirtmem. Çin adetlerini alamam. İmkânı yoktur. Çünkü bu bakımlardan milletim fevkalade hassastır, ȃdeta çarpan tek bir kalp gibidir” demek suretiyle her türlü fedakârlığa katlanan hatta tâbiyeti ve haracı kabul eden hükümdarın milleti manevi değerleri, milli şahsiyeti ve nizamı üzerinde hiçbir fedakârlığa katlanamayacağına dair sözleri çok güzel fakat o derece de acı bir misal teşkil eder.

Kök-Türk tarihinde fetret devri, Türk milletinin “ölümü” olarak değerlendirilmekte, istiklâlinden mahrum herhangi bir topluluğu da “ölmüş” olarak kabul etmektedir.

Orhun Yazıtları Türklerdeki istiklâl duygusunun en derin izlerini taşımaktadır.

“Bilge Tonyukuk, ben kendim Çin ülkesinde vücud buldum, (o zamanlar) Türk milleti Çin’e tâbi idi. Türk milleti hakansız olmasın (diye) Çin’den ayrıldı. Hakan sahibi oldu. (Fakat) sonra Hakanını koyup tekrar Çin’e teslim oldu. O zaman Tanrı şöyle demiş (sana) Hakan verdim. Hakanını koyup hüküm altına girdin. Hüküm altına girdiğin için Tanrı ölüm vermiş. Türk milleti öldü, mahvoldu, yok oldu”.

Bilge Kağan’da milletinin “(Çin) tatlı sözüne, mülayim hediyesine kapılarak çok Türk kavmi öldü” diyerek, tâbiliği ölümle bir tutmaktadır.

Yine Bilge Kağan, II. Kök-Türk hakanlığının kuruluş sebeplerini ve esaret dönemini şöyle açıklamaktadır: “Çin kavmi de hilekâr, kurnaz olduğu için, küçük kardeş, büyük kardeşin aleyhine kıyam ettiği için beylerle kavim arasında nifak olduğu için, Türk milletinin (eskiden beri) ülkeli olan ülkesi inkırazı yüz tutmuş, Hakanlık olarak hakanın sükûta uğramış. Çin milletine beylik eden erkek evladı kul eyledi. Pakize kız evladı cariye oldu, evladını cariye edindi.”.

Bilge Kağan, Türk milletinin istiklalinin ebediliğine olan inancını anlatırken yukarıda işaret edildiği üzere, esaret devrinde bir kısım beylerin ve yüksek memurların “hıyanet ve alçaklığı” üzerinde ısrarla durmakta ve: “Ey Oğuz Beyleri, kavmi işitin: yukarıda Tanrı (gök) basmasa, aşağıda yer delinmese Türk milleti ülkeni, töreni kim bozar? Ey Türk milleti (titre) ve kendine dön” demektedir.

Arap müellifi El-Câhiz Türklerin özelliklerini sayarken “Türkler sanat, ticaret, meyvacılık, binalar yapmak, mal toplamak vs. işlerler meşgul olmadılar. Sadece gaza yapmak, avcılık etmek, kahramanlarla çarpışmak, ganimet elde etmek, çeşitli memleketleri tanımakla meşgul olduklarından ve yaradılışları bu işler için müsait olduğundan bunları iyice sağlamlaştırdılar, bu konuda en yüksek dereceye çıktılar” derken, istiklâl duygusunun da temelini vermektedir.

PROF. DR. MUALLÂ UYDU YÜCEL’in TÜRK TARİHİNE GİRİŞ Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.


Müslümanların Bizans İle Dini İçerikli Diyalogları-3

Aralık 31, 2022

Ioannes Damaskenos ve İslamiyet

Ortodoks kilisesinin en önde gelen teolog, yazar, şair ve azizlerinden Ioannes Damaskenos (Yuhannil/Yahya ed-Dımaşki), İslam topraklarında Melkl (Melkit/Melkani/Melkaye) kilisesine mensup olup lslam’a karşı reddiye yazan ilk hıristiyan alimi olarak bilinir. Bilginin kaynaklarına dair meşhur eserinin (Pigi Gnoseos) bir bölümünü teşkil eden De Haeresibus adlı kısımda lslam’dan ve Müslümanlardan bahsedilmektedir. Bu bölümde Ioannes Damaskenos, Kurandan ve hadislerden verdiği örneklerle İslam’a ve müslümanlara karşı tenkitlerini sıralamaktadır.

Bedenen İslam toplumu arasında yaşadığı halde Meyendorff’un ifadesiyle kalben ve zihnen Bizans’ta yaşadığı anlaşılan Ioannes, yazdığı ilahilerinde Hz. İsa’nın mirasının muhafızı olarak vasıflandırdığı “haçlı” imparatorun, Theotokos’un (Hz. Meryem) da inayetiyle “barbar milletleri” ayakları altına alacağı günü beklemekte ve düşmanlarına karşı muzaffer olması için dua etmektedir. Ayrıca o, Müslümanları kastederek bu düşmanların “bize karşı savaşan İsmailoğulları” olduğunu ifade etmektedir.

İslamiyet’i Hıristiyanlığın sapık bir kolu ve Hz. lsa aleyhtarı olanların öncüsü (prodromosto antikhristo) olarak gören Ioannes, Hz. Muhammed’i de yalancı peygamber olarak vasıflandırmakta ve insanların güvenini kazandıktan sonra içerisine gülünç şeyler yazmış olduğu kitabının gökten indirildiğini “iddia etmekle” suçlamaktadır. Hz. lbrahim’in oğlu Hz. lsmail’in soyundan gelen Arapların, zamanla putperestliğe sapıp sabah yıldızı ve “Ekber” (büyük) dedikleri tanrıça Afrodit’e taptıklarını, Herakleios dönemine kadar böyle devam ettikten sonra bu dönemde ortaya çıkan Muhammed adlı “yalancı” peygamberin Ariusçu bir rahiple de dostluk kurarak Eski ve Yeni Ahid’e dayanmak suretiyle kendi mezhebini oluşturduğunu ifade etmektedir. Kuran-ı Kerim’de yer alan Hz. lsa ve Hz. Meryem’le ilgili ayetlere atıfta bulunarak müslümanların hıristiyanları yanlış anladıkları ve onlara söylemedikleri şeyleri izafe ettiklerini belirtmektedir. Ioannes’e göre Hz. Muhammed, Logos’un ve Kutsal Ruh’un ilahlliğini inkâr ettiği için bir Ariusçu hıristiyandır. Ioannes daha da ileri giderek Hz. Muhammed için “yalancı peygamber”, “iki yüzlü” ve “şehvet­ perest” gibi küçültücü ifadeler kullanmaktadır.

Kuran-ı Keriın’den Allah’ın birliği, her şeyin yaratıcısı olduğu, doğmadığı, doğurmadığı, Hz. lsa’nın Allah’ın kelimesi ve Ruh’u olduğu Allah tarafından yaratıldığı, O’nun bir kulu olduğu, Hz. Musa ve Harun’un kızkardeşi Hz. Meryem’den babasız olarak dünyaya geldiği Allah’ın Hz. Meryem’e ilka ettiği Kelime’si ve Ruh’undan oluştuğu, O’nun kulu ve peygamberi olduğu, Yahudilerin Tevrat’a aykırı olarak onu öldürmek istediklerini ve onu yakaladıklarında onun benzerini çarmıha gerdiklerini, kendisinin ise asılıp öldürülmeksizin Allah katına kaldırıldığını, çünkü Allah tarafından sevildiğini, Allah’ın Hz. lsa’ya “Sen Allah’ın oğlu ve tanrı olduğunu söyledin mi?” diye soracağı ve onun da “Haşa! Seni tenzih ederim. Ben böyle bir şey söylemediğim gibi, senin kulun olduğumu belirtmekten başka bir şey de söyleyemem. Fakat insanlar hata yaparak yanlışlıkla benim hakkımda böyle şeyler söylediler ve aldatıldılar” diyeceğini, bunun üzerine Allah’ın da “Bunları senin söylemediğini ben de biliyorum” diye cevap vereceğini belirten ayetlere atıfta bulunarak alıntılar yapmaktadır.

loannes’e göre Hz. Muhammed’e Allah tarafından kitap indirildiğine dair Müslümanların şahitleri yoktur ve böyle bir peygamberin geleceğini de hiçbir peygamber önceden bildirmemiştir. Halbuki Hz. lsa’nın Tanrı’nın oğlu, Tanrı olarak beşer suretinde geleceği, çarmıha gerilip öldükten sonra diriltileceği ve insanları hesaba çekeceği Hz. Musa’ya Sina dağında Allah tarafından bildirilmiş ve ondan sonraki bütün peygamberler de Hz. İsa’nın geleceğini müjdelemişlerdir.

Ioannes’e göre, Kuran-ı Kerim’de herhangi bir haberi araştırmaksızın, delil ve şahitsiz kabul etmemeleri emredilen ve evliliklerde, ticari işlemlerde şahitsiz yapılan muameleleri gayri meşru sayan Müslümanlar, iman gibi temel bir konuda şahit istemeksizin Hz. Muhammed’e kutsal kitabın indirildiğini kabul etmekle çelişkili bir tavır sergilemektedirler. Kendilerine bu husus hatırlatıldığında da verecek cevap bulamamakta ve yüzleri kızarmaktadır.

Kutsal kitaba dayanarak Hz. lsa’yı Tanrı’nın oğlu ve Tanrı olarak kabul ettikleri için Müslümanlar tarafından Allah’a ortak koşmakla (Hetairiastaı) itham edildiklerini belirten Ioannes, bunun doğru olmadığını söylemektedir. Ona göre Hz. lsa’yı Allah’ın Ruh’u ve Kelime’si olarak gören Müslümanlar da onun Tanrı ile bütünleştiğini kabul etmiş olmaktadırlar. Eğer Tanrı’ya ortak koşma korkusuyla O’nun Ruh’u ve Kelime’sinin ayrı olduğunu söyleyecek olurlarsa, bu sefer de Tanrı’dan bu iki şeyi soyutlamış ve O’nu cansız bir varlık durumuna düşürmüş olmaktadırlar ki, bu çok daha tehlikeli bir durumdur.

Kutsal haçın önünde eğildikleri için onu hakir gören Müslümanlar tarafından putperest olarak nitelendiklerini belirten loannes, Müslümanların Haceru’l-Esved’e sarılıp öpmek suretiyle saygı gösterdiklerini hatırlatarak onları tenkit etmektedir. Ayrıca Kitab-ı Mukaddes’te Hz. lbrahim’in oğlunu kurban ettiği yerin ormanlık olarak vasıflandığını, halbuki Mekke’nin çöl ve çorak bir arazi olduğunu, dolayısıyla Hz. lbrahim’in bu topraklara gelmediğini belirten Ioannes, bu hususlar kendilerine söylendiğinde Müslümanların utanç duyduklarını, ancak yine de bu taşın Hz. lbrahim’e ait olduğunu söylemekten geri durmadıklarını ifade etmektedir. Ioannes şeytanların gücünü ve tuzağını boşa çıkarmış olan haça hıristiyanların gösterdikleri tazimin tenkit edilmesine de şaşmaktadır.

Hz. Muhammed’in bir erkeğe dört kadınla evlenebilme, ayrıca imkanı varsa birçok cariye edinebilme ve hanımlarından istediğini boşama hakkı tanıdığını, kendisinin de Zeyd’in güzel hanımında gözü olduğu için “Allah’ın emridir” diyerek önce boşattığını, sonra da aynı gerekçeyle onunla evlendiğini, bu sefer de “boşanmış bir kadının bir başkasıyla evlenmedikçe eski kocasına dönemiyeceği” hükmünü getirdiğini belirten Ioannes, Kuran’da kadınların Allah tarafından erkeklere verildiği ve onlara diledikleri gibi yaklaşabilecekleri gibi “ağıza alınmayacak” hususların varlığını tenkit etmektedir.

Kuran’da Hz. Salih peygamberin bir mucizesi olarak Allah tarafından gönderilen deve ile ilgili ayetlere atıfla konuya genişçe yer ayıran Ioannes, deve ile ilgili bilinmesi gereken birçok hususun zikredilmediğini belirterek kendi bakış açısıyla bazı tenkitlerde bulunmaktadır.

Ioannes, Hz. lsa’nın Allah’tan bir sofra istediği ve bunun üzerine duası kabul edilerek gökten bir sofra indirildiğini belirten Kur’an ayetini diğer ayetlerde olduğu gibi yine Hz. Muhammed’in sözü olarak vasıflayıp alıntılamakta, ancak herhangi bir yorum yapmamaktadır.

Buzağı ile ilgili bölümde (el-Bakara süresi) Hz. Muhammed’in yine zikredilemiyecek miktarda “saçma ve gülünç” şeyler söylediği iddiasında bulunan Ioannes, Hz. Muhammed’in sünnet olmayı emredip Cumartesi ve Pazar’ın kutsiyetini kaldırdığını, vaftizi yasakladığını, şeriatın yasakladığı bazı şeyleri aynen koruyup bazılarını ise helal kıldığını, içki içmeyi ise tamamen yasakladığını ifade etmektedir.

Ioannes Damaskenos bir hıristiyanla bir Müslüman arasında geçen hayali tartışmayı konu alan bir metin (Disputatio Saraceni et Christiani) yazmış ve burada Müslümanlar tarafından Hz. lsa’nın şahsiyeti etrafında sorulan sorulara ne tür cevaplar vermeleri gerektiğine dair dindaşlarına yol göstermiştir.

Hz. lsa’nın kim olduğu sorusuna “Tanrı’nın kelimesi” şeklinde cevap verilmesini isteyen Ioannes, Müslüman tarafından sorulması muhtemel Tanrı kelamının mahluk olup olmadığına dair soruya Tanrı kelamının mahluk olmadığı gibi gayri mahluk da olmadığı şeklinde cevap vermenin daha uygun olacağını belirtmektedir. Ioannes, Tanrının bir kadının rahmine nasıl girmiş olabileceğine dair soruyu cevaplarken de Kuran-ı Kerim’in ilgili ayetlerine atıfta bulunarak bu konuda İncil’in ifadeleriyle Kuran arasında farklılık bulunmadığını ifade etmektedir.

İsa’nın tanrılığı kabul edildiği takdirde onun yiyip içmesi, uyuması ve öldürülmesi gibi beşeri özelliklerin nasıl izah edileceğine dair soruya da İsa’nın tabiatında ilahi ve beşeri olmak üzere iki özellik bulunduğu, diğer hususların yanında çarmıha gerilmesinin de bu beşeri yönüyle ilgili olduğu şeklinde cevap verilebileceğini belirtmektedir.

Muhtemel bir soruya karşılık Hz. İsa’nın ölmediğini belirten Ioannes, iyi ve kötünün (hayır ve şer) Tanrı ve insanla ilgisi hususunda (husun-kubuh meselesi) her iyinin (hayır) Tanrı’dan, kötünün (şer) ise hür iradeye sahip olan insanın kendisinden ve şeytanın aldatmasından kaynaklandığını, iyilik yapan insanın Tanrı tarafından ödüllendirilirken kötülük işleyenin de karşılığını göreceğini ifade etmektedir.

Hayali tartışmada Müslümanla hıristiyanın bazı konularda hemfikir oldukları da görülür. Mesela, insanın hür iradesiyle işlemeye niyetlendiği hırsızlık ve öldürme gibi fiillere Allah müsaade edebilir. Ancak kulunun bu tür fiiller işlemesini istemez. Allah’ın bazı kötülüklerin işlenmesine müsaade etmesi ve hemen cezalandırmaması O’nun son derece sabırlı ve zaman tanıyıcı olmasından kaynaklanmaktadır. Diyaloga göre bu gibi konularda Müslümanın da kendisiyle aynı düşündüğünü gören hıristiyan, sevinmekte ve Allah’a şükretmektedir.

Müslümanlarla ortodoks hıristiyanlar arasında geçen dini tartışmalardan bir diğeri, aşağıda bahsedilecek olan Theodoros Ebu Kurra tarafından Ioannes Damaskenos’un ifadeleriyle aktarılmaktadır. Bir Müslümanla Ebu Kurra arasında geçen bu diyalogda Müslümanın soruları üzerine muhatabı, Hz. Musa’nın peygamberliğini ilan etmesinden sonra putperestlerin değil ona uyan Yahudilerin, Hz. İsa’dan sonra da ona karşı çıkan Yahudilerin değil hıristiyanların, Hz. Muhammed döneminde ise ona inananların değil hıristiyanlıklarından vazgeçmeyenlerin daha doğru bir davranış sergilediğini belirtmektedir. Muhatabının bu çelişkili ifadeleri karşısında hayrete düşen Müslümana Ebu Kurra, Hz. Musa’nın ve Hz. İsa’nın mucizelerinden örnekler vererek onların, peşinden gidilmeye daha layık olduklarını ispatlamaya çalışmaktadır.

Casim Avcı’nın İslam Bizans İlişkileri Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.


Abbasiler (Abbas Oğulları Devleti) (H. 132-656/M. 749-1258)

Aralık 30, 2022

Abbasilerin hilafet davasında bulunmaları:

Hz. Ebubekir’in hilafeti döneminden söz ederken, genel olarak Müslümanların hem Peygamberlik hem de halifeliğin Haşim Oğulları’nın üzerinde bir arada bulunmasını arzu etmediklerini, halifeliği Haşim Oğulları’ndan olmayan bir diğer Kureyş kabilesi üzerinde kalmasını arzu ettiklerini söylemiştik. Oysa Haşimiler, halifeliğin kendilerinden başkasına geçmesini haksızlık ve ona en layık olanların kendileri olduğunu kabul ettiklerinden bu haklarını elde etmeye çalışmışlardır. Bunlar da kendi arasında birkaç gruba ayrılıyordu. Bir kısmı Ali b. Ebu Talib’in çocuklarından oluşan Şiilerdi ki bunlardan biri Hz. Fatımatü’z-Zehra nesline, diğeri Hz. Ali’nin başka bir hanımından oğlu olan Muhammet b. Hanefiye adına hilafet talebinde bulunan iki gruptu. Bir kısmı da Peygamber’in amcası Hz. Abbas’ın sülalesi olan Abbasiler adına hilafet davasında bulunuyordu. Sözü edilen gruplara mensup kişilerden her biri halifeliği kendisi için uygun buluyor ve istiyordu. Halk kendilerine gizliden gizliye biat eder, açıkça görünmezdi. Ne zaman ki Emevilerin zayıflayıp gerilemesi açıkça gözükmeye başladı, halk da onların aleyhinde tavır koyarak, gösteriler yaparak ayaklanma fırsatı buldu. Böylece olaylar kontrol dışına çıkmaya başladı. Aslında halk, halifeliğin Haşim Oğulları’nın hakkı olduğuna inanıyordu. Emevilere itaatleri ve yandaş olmaları yalnızca para ve ihsan karşılığında oluyordu. Onlara boyun eğmelerinin bir başka nedeni de onların intikam ve zararlarından güvende olma endişesiydi.

Abbasiler bu sırada Horasan halkından Ebu Müslim Horasani adında İranlı bir adamı kendilerine yandaş yapma konusunda başarılı olmuşlar, kendi adlarına biat talebinde bulunmak üzere Ebu Müslim’i Emevi Devleti’nin hilafet merkezinden uzak bulunması nedeniyle Horasan’a göndermişlerdi. Ebu Müslim bu görevinde hayret edilecek derecede başarı kazanmıştı. Savaşarak, her türlü fedakarlığa katlanarak, sonunda İslam halifeliğini Abbasiler adına Emevilerin elinden alıp, H.132’de (750) Abbasilerin ilk halifesi olan Saffah’a (Ö. H. 136/754) teslim etti. Abbasi devletinin kurulmasında Ebu Müslim’in hizmeti Muaviye’nin hilafeti için Amr b. el-As’ın hizmetinden daha büyüktü. Çünkü Amr b. el-As, Muaviye’ye yalnız doğru ve yerinde görüşleriyle bir çeşit danışman olarak hizmet etmişti. Ebu Müslim ise, Abbasilere kılıcı ve halkının gücüyle destek ve hizmette bulunmuştur.

Emeviler hakkında her ne denirse densin, bu devlet gerçek bir Arap devleti olması özelliğiyle Abbasilerden ayrılır. Bir kısım katib, tabip ve benzeri memurlar dışında Emevi Devleti’nin valileri, bütün yöneticileri ve diğer devlet adamlarının tamamı Arap asıllıydı. Abbasiler devrinde ise devlet işleri çoğunlukla Fars asıllı devlet adamlarının elinde ve kontrolündeydi. Çünkü Abbasilerin halifeliği ele geçirmelerinde birinci derecede yardım edenler, biraz önce de belirtildiği üzere İranlılardı. Bu nedenle, Abbasi halifeleri vezirlerini İranlı devlet adamları arasından seçiyorlardı. İslam dünyasında vezirlik makamını ilk kez kuran Abbasiler, söz konusu bu kurumu İranlılardan almışlardı.

Abbasilerin birinci halifesi Saffah’tı (H. 132-136/749-754).

Kendisinin birkaç kardeşi ve amcaları vardı. Bu yakın çevresini, kendisine destek olmaları ve egemenliğini güçlendirmeleri için görevlendirmişti. Saffah, Bağdat’ın batısında ve Fırat kenarında bulunan Anbar şehrinde oturuyordu. Vefatına kadar da burada yaşadı. Halifelik müddeti birkaç yıldan ibarettir. Vefatından sonra onun yerine kardeşi Ebu Cafer Mansur geçti (H. 136-158/754-775). Bu halife deha ve zekada, idare ve siyasette, kahramanlık ve yiğitlikte İslam büyükleri arasında yer alır. Kufe’ye yakın bir yerde kurdurduğu “Haşimiyye” adındaki kentte, Horasan vilayeti halkından “Ravendiyye” adı verilen bir cemaatin hücum ve saldırısına uğramıştı. Gerek bu yüzden gerekse Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’in şehit edildiği Küfe şehrine yakın olmasından dolayı Haşimiyye’de yaşamak istemiyordu. Ayrıca Kufe halkına güvenmiyor ve onlardan çekiniyordu. Bu yüzden ilerde Müslümanların en ünlü başkenti olacak Bağdat şehrini kurdurdu (H. 145/762). Daha sonra Ebu Müslim’in, halifeliği Abbasiler adına Emevilerden aldığı gibi kendilerinin elinden de almasından kaygı duyduğundan, ihtilalin elebaşısı olan Ebu Müslim’i hileyle öldürttü (H. 137/755). Böylece tahtını ve tacını olası bir tehlikeden kurtarmış oldu. Mansur’un bu konuda ileri sürdüğü iddiaya göre, Ebu Müslim, güçlü ve tehlikeli bir adamdı ve ortadan kaldırılması gerekiyordu.

Mansurun halifelik dönemi, sürekli olarak savaş ve fetihlerle geçmiştir. Kendisinden sonra oğlu Muhammed el-Mehdi (H. 158/775), daha sonra Musa el-Hadi (H. 169/785), sonra Harunürreşid (H. 170/786), Harun’dan sonra oğulları Emin (H. 193/809) ve Me’mun (H. 198/813) halife oldular. Harunürreşid ve Me’mu’nun hilafet devirleri Abbasilerin en parlak, en şanlı ve güçlü devriydi. Bu devirde bilimsel ve kültürel faaliyetler son derece artmış ve halk arasında revaç bulmuştu. Birçok dilden çok sayıda kitap Arapça‘ya tercüme edildi. Ülke servet ve mutluluğa gark oldu.

Halife Mansur, hilafeti kendi elinden alabilir düşüncesiyle, İranlı Ebu Müslim’i öldürttüğü halde, idaresi altında birçok İranlıyı istihdam etmekten çekinmemişti. Mansur’dan sonra hilafet makamına geçen Abbasi halifeleri de bu yolu takip ederek İranlıları o vakit devletin en büyük makamı olan vezirliğe varıncaya kadar yüksek memuriyetlerde görevlendirmişlerdir. İranlıların bu şekilde elde ettikleri nüfuz, Harunürreşid’in zamanında büyük bir bela olmuştu. Iran asıllı olup, devletin en yüce mansıblarını (devlet hizmeti, memuriyet) işgal eden “Bermekiler” Harunürreşid’in zamanında bütün hükümet işlerini kendi ellerine alıp arzu ve keyiflerine göre hareket etmeye başlayınca Harunürreşid, bilindiği üzere Bermekiler ailesini ortadan kaldırmıştır.

Me’mun’dan sonra (H. 218/833) hilafete geçen Mu’tasımbillah, Abbasi Devleti’nin kuruluşundan beri, Türkistan vilayetlerinden hediye olarak halifelerin saraylarına gönderilen Türk köleleri hükumet işlerinde daha sık görevlendirmeye başladı. Halifeler, bu köleler arasından yüz olarak en güzellerini ve vücutça en sağlamlarını seçerek, kendi saraylarında hizmet ettiriyorlardı. Bunlara “memalik” (Kölemen, bendegan, kullar) adını verirlerdi. Daha sonra halifeler çok sayıda kölemen istihdam etmeye ve bunların çokluğuyla övünmeye başladılar. Öyle ki Mu’tasım devrinde bu şekilde hizmete alınan Memluklerin sayısı 20.000’e ulaşmıştı. Bunların hepsi Müslüman olmuş eğitim ve terbiye görmüş, iktidar ve dirayet göstermiş olduklarından halifeler devlet memurluklarının birçoklarını bu Memluklerin ellerine bıraktılar. Memlukler zamanla devlet memurluklarında yükselerek sonunda yöneticilik ve askerlikte en yüksek makamlara ulaşmışlardır. Bunun üzerine devlet işleri biri Türk, diğeri İranlı olan birbirine denk iki kuvvetin etki ve kontrolü altına girmişti.

Mu’tasım, emrinde bulunan Arap askerinden başka Mısır halkından da birtakım özel birlikler kurdurmuş ve bunlara “magaribe” (batılılar) adını vermişti. Böylece, kendisine destekçi olmak üzere, Semerkant, Üşrusana ve Fergana halkından da özel birlikler oluşturarak bunlara da “Feragine” adını vermişti. Mu’tasım’dan sonra gelen halifeler, işi daha da ileri götürerek, bu kabileler arasından, özel maiyetleri ve askerlikte görevlendirmek amacıyla çok sayıda adam getirtmişlerdir. Bunun üzerine hükumet işlerinde devlet aleyhine olarak, yabancı unsurların etkinliği artmış ve bu durum halifelerin iktidarlarının zayıflaması ve zamanla yok olmasına kadar giden sonuçlar doğurmuştur. Uzak bölgelerde görev yapan valiler, zamanla hilafet merkezinin emirlerini dinlemeyerek, yavaş yavaş bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Halifelerin yönetimlerini sürdürebildikleri ve sözlerini geçirebildikleri yerler, bir valinin idaresi olmaksızın, kendilerine doğrudan bağlı olan Fırat ile Dicle arasındaki bölgeyle sınırlı kalmıştı. Hicret’in 4. yüzyılı başlarında halifelerin otoritesi Bağdat duvarlarının ötesine bile geçmez hale gelmişti. Üstelik Bağdat’ta bile tam anlamıyla hükümlerini yürütemiyorlardı. Söz konusu yüzyılın ilk çeyreğinde halife Razibillah (H. 322-329/934-940) zamanında İslam Ülkesi’nin genel durumu şu şekildeydi:

Vilayetler ve valileri (tavüif-i mülük);

Basra vilayeti: İbn Raif’in elinde,

Huzistan vilayeti: Beridi’nin elinde,

İran vilayeti: İmadüddin b. Büveyhin elinde

Kirman vilayeti: Ebü Ali Muhammed b. İlyas’ın,

Rey vilayeti, İsfehan, Cebel bölgeleri: Rüknü’d-devle b. Buveyh vs.’nin,

Musul vilayeti, Diyarbekir, Muzar, Rebia: Hamdan Oğulları’nın,

Mısır ve Şam bölgesi: İhşidliler’in,

Horasan ve Maveraünnehir vilayetleri: Samaniler’in,

Taberistan ve Cürcan vilayetleri: Deylemliler’in,

Bahreyn ve Yemame vilayetleri: Karmatiler’in elindeydi. Varolan bu kötü durumu daha da güçleştiren ve tehlikeli biçime döndüren işlerden biri de, saray hizmetlileri ile askerin halife saraylarında mutlak güce sahip olarak, devlet işlerinde istedikleri gibi hareket ve halifeler hakkında her çeşit hakaret, eziyet ve işkence yapmaya cüret etmeleridir. Nitekim Magribliler ve Memlükluların 255 yılında (869) kendilerine arzu ettikleri miktarda maaş vermediğinden dolayı tahttan indirdikleri 14. Abbasi halifesi Ebü Abdullah Muhammed el-Mu’tezz’e yaptıkları vahşi muamele gibi. Söz konusu olayda, Megaribe ve Memlüklular halifenin odasına girerek, ayağından tutup kapıya sürüklemişlerdi. Topuzlarla döverek, gömleğini yırtıp, bin bir hakaretten sonra, kendisini kızgın güneşin altında tutmuşlardı. Öyle ki, talihsiz halife güneşin hararetinden ayakta duramadığından bir ayağını kaldırıp diğerini indiriyordu. Bu durumdayken bile, saldırganlardan bazıları ona vurmaya devam ediyorlardı. Zavallı halife bu sillelere karşı ellerini siper yapmaya çalışıyordu. Daha sonra kendisini bir odaya koyup, Kadı İbn Ebü’ş-Şurab’ı bir toplulukla beraber bu odaya getirerek, tahttan indirilmesini hukuksal olarak da kaydettirdikten sonra, zavallı halifeyi kendisine daha da fazla işkence edecek kişilerin eline teslim ettiler. Üç gün üç gece boyunca, talihsiz halife Mu’tezz’e su ve yemek vermediler. Bu işkenceler bitince de yeraltında bir bodruma hapsedip girişi kireçle sağlam bir şekilde kapattılar. Burası, halifenin hem diri hem ölüyken mezarı oldu.

Bununla birlikte, halifelerin içine düştükleri bunca düşkünlük ve aşağılanmaya rağmen halifeliği Abbasilerin elinden almayı ne İranlılar ne Türkler ne Magribliler ne Ferganalılar ne de Kureyş Araplarından olmayan diğer kabileler akıllarına getirmişlerdi. Abbasilerin Bağdat’ta hilafetleri, Moğolların Çin çöllerinden halifelik merkezini ele geçirmelerine kadar devam etti. Söz konusu Tatarlar, Bağdat’a ulaşınca şehri ele geçirerek, yakıp yıktılar, halifeyi de öldürdüler ve Bağdat’taki Abbasi halifeliğine son verdiler (H. 656/10 Şubat 1258). Halifenin akraba ve yakınlarından sağ kalanlar Mısır’a kaçarak Mısır hükümdarları olan Memluklere sığınmışlardır. Memlukler bunları saygıyla kabul ettiler. Osmanlı Sultanı Yavuz Selim 923 (1517) yılında Mısır’ı fethedince, halifelik sıfatını kendi üzerine almıştır. Abbasilerden toplam 50 halife gelip geçmiştir. Bunlardan ilk 37’si, birincileri Saffah ve sonuncuları Musta’sım olmak üzere, lrak’ta halifelik yapmışlardır. Diğerlerinin halifeliği ise Mısır’da olmuştur.

Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.


ÇİN MEDENİYETİ

Aralık 30, 2022

MODERN AVRUPA’NIN ÜÇ HABERCİSİ: MATBAA, BARUT ve PUSULA

Kadim Çin medeniyeti, aralıksız olarak en uzun süre ayakta kalmayı başaran, günümüzde de yüz milyonlarca kişiyi şekillendiren bir medeniyettir. Bugün yeryüzünde yaşayan insan nüfusunun yaklaşık beşte birinin yaşadığı Çin, Yontma Taş Devri’nden itibaren dıştan gelen Türk, Moğol, Tunguz ve Tibet kültürleriyle karşılıklı tesirler neticesinde zengin bir medeniyet meydana getirmiştir. Çinliler, M.Ö. 4000’lerden itibaren Sarı Nehir ve Yeşil Nehir vadisi ile Çin Denizi kıyı şeridinde tarımla uğraşan bir halktı. Onlar, çok iyi inşa edilmiş evlerde yaşıyor, ipekli elbiseler giyiyor, iskemlelerde oturuyor, tabakla yemek yiyor, o döneme has arabalarla dolaşıyor ve şemsiye taşıyorlardı. Ayrıca güneş saatleriyle zamanı da ölçebiliyorlardı.

Bu medeniyetin insanlığın hizmetine sunduğu matbaa, barut ve pusula; şüphesiz, edebiyatın, savaşma tarzının ve denizciliğin tümüyle değişmesine yol açmış ve modern batı dünyasının şekillenmesinde başrol oynamıştır. İslam dünyası eliyle Avrupa’ya geçmeden önce Çin matbaası, tahtadan imal edilmiş basım kalıplarından oluşuyordu. Araplar 1. Yüzyılda  kağıt imal etmek için yeni bir yöntem geliştiren Çinlilerden, Talas Savaşı sonrasında kağıt imalatını öğrenmiş, kağıdın parşömene olan bariz üstünlüğünü görerek kullanımını benimsemişlerdi. Kağıt yapım sanatı, Ortadoğudan Kuzey Afrika’ya oradan da İspanyaya geçerek batıya doğru durmaksızın ilerlemiş, Semerkant, Bağdat ve Kurtuba yoluyla Avrupa’ya ulaşmıştı.

Barut, Çinliler tarafından önceleri havai fişek imalinde kullanılırken X. yüzyılda T’ang hanedanlığı zamanında, duman ve ateş üreten fırlatıcıların içine yerleştirilmeye başlandı. Böylece barut; oklarla yönlendirilen, boş bir bambunun içinde patlamayı fitilleyen roket özelliğine kavuşmuş oldu.

Çinliler, manyetik pusulayı erken dönemlerden itibaren bilmelerine rağmen, denizcilik alanında ilk kez XI. yüzyılda kullanmaya başlamışlardı. Ayrıca gemi halatları, metal örgülü zırh, pergel, tatar yayı bu medeniyete mahsus olduğu gibi, çini ve seramik yapımı da Çin sanat ve estetiğinin günümüzde de etkili olan ürünleriydi.

ÇİN SİYASI TARİHİNİN GELİŞİMİ

Çin siyasi tarihi birbirini takip eden hanedanlıkların tarihidir. M.Ô. 1450-1050 yılları arasında yönetimde olan Ş’hang hanedanlığı Çin milli kültürel karakterini taşıyan ilk büyük hanedandır. M.Ô. 770 yılında Çhou sülalesi merkezi kontrolü kaybedip Loyang’a taşınınca Çin, 250 yıl süren iç karışıklıklar içinde kaldı. 100 kadar küçük feodal devlet birbirleriyle çarpışırken bu buhranlı dönemde Lao Çe ve Konfüçyüs Çin’in milli geleneklerine dayalı düşünce okullarının temellerini attılar.

Çinde, Han, Sui, T’ang hanedanlarının ardından yaşanan beş sülale devrinin sonlarına doğru Çin’in, siyasi birliğinin büsbütün parçalanması, 1220 yılında Moğolların Çin’i işgal etmesini kolaylaştırdı. Çin’in bütün bölgelerine hakimiyetini yaymayı başaran Moğollar; başta Türkler olmak üzere Çinli Müslümanlara ve azınlıklara yönetimde çok etkili görevler verdiler. Bu dönemde aşağılanan yerli halkta Çin milli şuuru gelişti. Yerli halkın bu şuurunu iyi organize etmeyi başaran Ming hanedanı Moğol hakimiyetine son vererek yeni bir dönem başlattı.

1644 yılından sonra Mançu hanedanı döneminde Çin’ in Orta Asya’ya ilgisinin artması Rusya ile gerilim ve rekabetin yaşanmasına yol açtı. Bu dönemde başta Müslümanlar olmak üzere azınlıklara dayanılmaz baskılar yapıldı. 1821- 1850 yılları batılıların Çin’i sömürgeleştirme çabalarının yoğunlaştığı bir dönem oldu. Misyonerlik faaliyetleriyle Çinde tutunmayı başaran İngilizler, Afyon Savaşı’nı kazanarak üstün donanmalarıyla konumlarını güçlendirmişlerdi. Mançu hanedanının devrilmesinden sonra, 1912 yılında cumhuriyete geçildi. İç karışıklıklarla geçen yılların ardından Çin, 1949 yılından itibaren Mao Ze Tung’un «Uzun Yürüyüşü» sonrasında komünist bir yönetim tarzını benimsedi.

DOĞU TÜRKİSTAN CUMHURİYETİ’Nİ KURMA ÇABALARI

1850 yıllarından sonra çeşitli eyaletlerde muhtelif isyanlar meydana gelmişti. Yunnan eyaletindeki Müslümanların merkezi yönetime karşı başlattığı isyan başarıya ulaşınca bu bölgede yaklaşık yirmi yıllık Müslüman hakimiyetine dayalı bir yönetim oluştu. Çin merkezi yönetiminin yoğun baskı ve kıyımlarının yaşandığı Türkistan’da ise Müslüman-Türk hakimiyetini kuran Yakup Han, kurduğu bu devletin Osmanlı Devleti’ne bağlı olduğunu ilan ederek Sultan Abdülaziz adına camilerde hutbe okuttu. Bu bağlılığı kabul eden Osmanlı Devleti bölgeye askeri uzmanlar ve çeşitli heyetler göndererek Türkistan’a destek verdi.

Ancak bölgede güçlü bir Müslüman-Türk Devleti istemeyen Çin ve Rusya anlaşarak bu devletin varlığına son verdi. Osmanlı Devleti’nin Doğu Türkistan’a ilgisi bununla da sınırlı kalmadı. Nitekim II. Abdülhamid, bölgeye ilim heyetleri göndererek Çin Müslümanları ile temaslar kurmuş, işbirliği yolları aramış ve bazı bölgelerde adına hutbe okutmayı başarmıştı.

ÇİN’DE İSLAMİYET’İN YAYILIŞI

Tanınmış Çinli alim Liu Chih «Peygamber Hayatı» adlı eserinde Müslüman Arapların Çin’le ilk temaslarının 628 yılında olduğunu ifade etse de, Müslümanlarla Çin arasındaki münasebetlerin Hz. Osman döneminde Çin sarayına gönderilen bir elçiyle başladığı kabul edilmektedir.

İslamiyet’in Çinde yayılmaya başlaması ise, Arap ve İranlı tüccarların deniz yoluyla Çin’in kıyı bölgelerine yerleşmeleriyle mümkün olmuştur. İslam dünyasıyla Çin arasındaki gelişen ticarete paralel olarak, Çine gelen İran ve Arap tüccarların sayısı giderek artmıştı. Çin pazarlarında; değerli taşlar, fildişi, baharat, cam, inci gibi mallar satılıyorken, Bağdat’ta; ipekli kumaş, porselen, çay ve ham ipek gibi Çin mallarının satışı için pazarlar kurulmuştu.

Türkler’in ve Orta ve Doğu Asya’nın kaderini derinden etkileyen Talas Savaşı (751) sadece İslamiyet’in Türkler arasında yayılmasına yol açmakla kalmadı. İslamiyet’in bölgede ve Çinde ağırlığının da artmasına yol açtı. Ancak İslamiyet’in Çin’in bütün bölgelerine yayılması, Moğolların Çin’i ele geçirmesinin (1220) ardından gerçekleşmişti. Moğolların yönetiminde vazife ve sorumluluklar üstlenen Müslümanlar, elde ettikleri ticari imtiyazlarla güçlü bir mevkie yükselmişlerdi. Nitekim 1342 yılında Çin’i ziyaret eden İbn-i Batuta gözlemlerinde şu ifadelere yer vermektedir:

“Müslüman kesimlerdeki pazarlar Müslüman ülkelerdeki gibiydi. Şehirlerde camiler, ezan okuyan müezzinler vardı:·

Ayrıca ibn-i Batuta, Müslüman tüccarların deniz ticaretinde önemli mevkilerde bulunup zengin bir konumda olduklarını da seyahatnamesinde anlatmaktadır.

Ming hanedanı döneminde de zaman zaman bazı kısıtlamalara uğrasalar da Müslüman Çinliler, güçlü bir azınlık olarak varlıklarını korumuşlardı. Ancak 1644 yılından itibaren cumhuriyete kadar iş başında kalan Mançu hanedanı dönemi yer yer Müslüman kıyımlarının yaşandığı baskı ve asimilasyonların arttığı bir dönem olmuştu.

Nitekim 1900’lerde Çin’i ziyaret eden Türk seyyah Abdurreşid İbrahim Çindeki Müslümanların bu durumunu şöyle anlatıyordu:

“Bugün nüfus sayısı itibarıyla Çin ülkesinde seksen milyon Müslüman olduğu halde, bunların Mecusi Çinlilerden adet, ahlak ve hayat tarzı itibarıyla ilk bakışta ayırt edilebilecek olanlar, ancak Doğu Türkistanda bulunan Türklerdir. Bunların da miktarı on iki milyon civarındadır. Geri kalanı tamamen asimile olmuştur. Türklerde bile Çin ve Mecusi adetleri galebe çalmıştır. Mançurya’daki Müslümanlar da Çinliden ayırt edilemiyor.

Yine Türk seyyahı, gezdiği medreselerde hocaların son derece cahil olduklarını ve dini bakımdan oldukça yetersiz bir durumda bulunduklarını ifade etmektedir.

Günümüzde, Çinde 52 etnik gruptan 10 tanesi Müslüman olup, yaklaşık 70 ila 100 milyon arası Müslümanın yaşadığı, bunların içerisinde Doğu Türkistanlıların nüfusunun 1 5-20 milyon civarında olduğu kabul edilmektedir.

ESKİ ÇİN DİNLERİ

Eski Çin’de dini anlayışta en belirgin vasıflardan biri, atalara tapma ve onlara gösterilen aşırı hürmetti. Çinliler cedlerinin ruhlarının ölümsüzlüğüne inanır, ruhlarına kurbanlar takdim ederdi.

Çinlilerin bir diğer inanç esası da, tabiat kuvvetlerine tapma idi. Gök ve yeryüzünde meydana gelen her hadisenin, Yang ismini taşıyan yüksek aydın, erkek prensip ile Ying, yani derin, karanlık, dişi prensip arasındaki karşılıklı etkileşimden meydana geldiği kabul edilirdi. Bu inanışa göre Yang’ın doğurgan, güneşe bağlı kuvveti ilkbahar ve yazda artardı. Ying ise aya bağlı olup, sonbahar ve kışta kuvvet almaktaydı. Aynı zamanda devler onun hükmü altındaydı.

Çin dininin en önemli tasavvurlarından birini de Tao inancı oluşturur. Bu kelime yol, doğruluk, tabii dünya nizamı, dünyanın değiştirilemez kanunlara göre gidişi demektir. Tao, tabiatın düzeni ve yaratılışı ile toplumun bütünlüğünü, her tür hadisenin denetimini sağlayan ilkedir. Bu ilkeye göre gerçeği değiştirecek her türlü davranıştan kaçınmak ve sadece seyretmekle yetinmek gerekmektedir. Çinlilerin en eski milli dini olan Tao inancını, yazılarıyla Lao­ Çe yorumlamıştır.

Konfüçyüs: (M.Ö. 551 -479) Çin tarihinin en önemli, muteber ve mukaddes kişileri arasında yer alır. Hayatı yoksulluklar içerisinde geçmiş, 15 yaşından itibaren kendini ilme vermiş, 20 yaşındayken açtığı okulda öğrenci yetiştirmeye başlamıştı. Onun hedefi yeni görüşler ortaya koymak değil, eskilerin hikmetli sözlerini aktarmaktı. M.Ö. 136’da Konfüçyüs’ün fikirleri resmi inanç olarak benimsendi. Adına mabedler inşa edilerek görüşleri dini metinlere dönüştürüldü. Kendisi de ilahlaştırılarak 2000 yıl boyunca Çin’in resmi ve milli dini haline getirildi. Oysa o, Çin geleneklerine ve aile yapısına sıkı sıkıya bağlı, başta yöneticiler olmak üzere büyüklere mutlak saygı ve itaati önceleyen ahlak reformcusuydu.

Bazı hümanistler onun ahlak anlayışını seküler temele bağlamış, kendisini inançsız bir kişi olarak göstermeye çalışmıştır. Oysa Konfüçyüs’ün geleneksel Çin dini inancının bir parçası olan Gök Tanrı inancına bağlı olduğu, birçok dini merasimi kabul ettiği, kurban ve diğer milli törenleri onayladığı bilinmektedir.

Çin medeniyetinin diğer illetli mistik Asya medeniyetlerinden farklı bir konumu yoktur. Körü körüne atalarına tapma, kuşatıcı bir Allah inancını benimseyememiş olma, dua ve yakarıştan mahrumiyet, kuru bir dini anlayışının olması, ister istemez kalplerin zarafetini açığa çıkaramamış, bu durum merhametten uzak bir toplum yapısının oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bu sebeple geçmişten günümüze Çin kanunları katı, sert ve acımasız bir özellik taşımıştır.

Annesinin ölümü üzerine mezarı başında 27 ay kalacak kadar dengeden uzak bir mistik anlayışı taşıyan Konfüçyüs, karşılıklı sevgi ve saygıya, işbirliğine, yardımlaşmaya sadece eğitimle ulaşılamayacağı gerçeğini göz ardı etmiştir. Nitekim izleyicisi Hsün-Çu, insanın tabii olarak, bencil ve güç sahibi olma tutkusu ile dolu olduğunu, bu durumun yumuşatılma ve giderilmesinin yalnızca bu doğrultuda düzenlenmiş bir eğitimle mümkün olmadığını, bunun yanı sıra, insanlara kuvvet, disiplin ve bir düzen duygusunun yerleştirilmesiyle ahlak ve din sınırlarının iyice kabul edilmesi gerektiğini ileri sürmüştür.

Budizm: Hindistan’da doğarak daha çok Çin ve Güneydoğu Asya’da yayılan Buda inancı, Çin’de Çin milli dini Taoizm ve Konfüçyüs’ün fikirleriyle iç içe geçerek yeni sentezlerin oluşumuna yol açmıştır. Çoğunluğu Tibet bölgesinde yaşayan orijinal Budistler, Çin toplumunda sayıca azalmıştır.

Hıristiyanlık: XIX. yüzyılda İngilizler ve sömürgeci Avrupalılar Çin’de misyonerlik faaliyetleri sonrasında hatırı sayılır bir Hristiyan toplumunun oluşmasına zemin hazırladılar. Günümüzde Çin nüfusunun yaklaşık % 3’ünün Hristiyan olduğu tahmin edilmektedir.

Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.


İTİKADÎ FIRKALAR

Aralık 30, 2022

İslâm tevhid dinidir. Tevhid, Allah’ı zâtında, sıfatlarında, fiillerinde bir kabul etmek, onu yegâne tapınılan varlık olarak tanımak demektir. Bu anlayış ırk, dil, bölge gibi farklılıklara rağmen bütün müslümanları birlik ve beraberlik içinde tutan bir çatı işlevi de görmektedir. Dinimizde müslümanların birlik ve bütünlüğünü bozan her türlü sosyal parçalanmalar ve bu sonuca götüren fikir ayrılıkları yasaklanmıştır. Şu âyetler bu hususu vurgulamaktadır: “Hepiniz Allah’ın ipine (dinine, kitabına) sımsıkı sarılın, parçalanıp ayrılmayın” (Âl-i İmrân 3/103), “Allah’a ve Resulü’ne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin, aksi takdirde zaafa düşer, kuvvet ve devletinizi elden kaçırırsınız” (el-Enfâl 8/46). Fikir ayrılıkları her ne kadar tabii ve kaçınılmaz ise de, bu serbesti, müslümanların bölünmesine yol açmama şartı ile sınırlıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur: “Siz kendilerine apaçık âyetler ve deliller geldikten sonra parçalanıp dağılanlar gibi olmayın” (Âl-i İmrân, 3/105). Âyete göre sosyal anlamdaki parçalanmanın yanı sıra, hakkında apaçık âyet ve deliller bulunan iman esaslarının, İslâm’ın şartlarının ve farz veya haram oluşu kesin delille sabit olmuş diğer dinî hükümlerin müslümanlar arasında çekişme konusu yapılması câiz değildir. Ancak yoruma müsait olan hususların anlaşılması çerçevesinde farklı ilmî görüşler ortaya koymak serbesttir. İşte İslâmî mezhepler bu noktada kullandıkları metot ve anlayış farklılıklarından doğmuştur. Nitekim fıkhî konularda farklı sonuçlara ulaşmak genellikle müsamaha ile karşılanmış, rahmet olarak telakki edilmiş ve hatta Hz. Peygamber tarafından teşvik edilmiştir (bk. Ebû Dâvûd, “Akzıye”, 11; Müsned, V, 230, 236).

Bilindiği gibi Hz. Peygamber’in vefatından sonra Müslümanlar arasında ortaya çıkan ihtilafların bir kısmı siyasî bir kısmı da fikrî sebeplere dayanıyordu. Ancak siyasî nitelikli ihtilâflar da zamanla fikrî ve dinî şekillere bürünmüş ve akaid sahasını ilgilendiren meseleler arasına girmiştir. Böylece daha ilk dönemlerde Hâricîlik ve Şia gibi siyasî-itikadî mezhepler ile Mu’tezile ve Mürcie gibi çeşitli itikadî mezhepler ortaya çıkmıştır. İtikadî alanda ortaya çıkan mezhepler daha çok tevhid, kader, iman-amel ilişkisi gibi temel konular çerçevesinde Allah’ın sıfatları, müteşâbih ayetlerin anlaşılması, ru’yetullah, Allah’ın irâdesi, amelin imandan bir cüz olup-olmaması gibi konularda farklı görüşler ileri sürmüştür.

Hz. Peygamber bir hadislerinde yahudilerin yetmiş bir, hıristiyanların yetmiş iki fırkaya ayrıldığını, kendi ümmetinin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını, bunlardan birinin kurtuluşta, diğerlerinin ateşte olacağını belirtmiş, kurtuluşa erenlerin kimler olacağı sorusuna “Benim ve ashabımın yolunu izleyenler” (Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 1; İbn Mâce, “Fiten”, 17) cevabını vermiştir. Hadiste bir isimlendirmeden ve belirlemeden ziyade müslümanların ayrılık ve çekişmeye düşmesi halinde bundan herkesin zarar göreceğine işaret vardır. Ancak hadiste geçen “kurtuluşa erenler” ve “ateşte olanlar” ayırımı göz önünde bulundurularak bütün mezhepler kendilerinin ‘kurtuluşa eren grup’ yani ‘fırka-i nâciye’ olduğunu iddia etmiştir. Kur’an’da “Her fırka kendi görüşünden memnuniyet duymaktadır” (Mü’minun, 23/53; Rûm, 30/35) şeklinde de anlamlandırılan ayetlerin işaret ettiği olgu çerçevesinde her grup kendini doğru yolda görerek ‘hak ehli’ olarak nitelendirmiş, muhaliflerinin ise sonradan ortaya çıkan bid’at grupları olduğunu savunmuştur. Bu çerçevede Ehl-i sünnet alimleri de mezhepleri Ehl-i sünnet ve Ehl-i bid‘at olmak üzere ikiye ayırarak incelemiştir.

Ehl-i sünnet dinî literatürde, dini anlama ve yaşamada Allah’ın kitabını ve Hz. Muhammed’in sünnetini rehber edinen ve sahâbenin yolunu izleyen ümmet çoğunluğu anlamında kullanılan bir terim olmuştur. Bu grup mensupları sünnete bağlı oldukları ve cemaat ruhundan ayrılmadıkları düşüncesiyle kendilerini “Ehl-i sünnet ve’l-cemâat” adıyla da anmış, “ehl-i hak” terimini de çoğunlukla Ehl-i sünnet anlamına kullanmıştır. Erken dönem hadis kaynaklarında Ehl-i sünnet tabiri görülmemekle birlikte sünnet ve cemaat kelimelerine rastlanmaktadır. Ehl-i sünnet de, hadiste geçen “kurtuluşa erenler” ifadesinden hareketle kendisini “fırka-i nâciye” olarak nitelendirmiştir.

Ehl-i sünnet, Allah’ın zâtı, sıfatları, âlemin yaratılışı, kader, peygamberlik, mûcize ve keramet, şefaat, haşir ve âhiret gibi İslâm akaidinin temel konularında fikir birliği içinde olmakla beraber, bu konuların detaylarında, izah ve yorumlanmasında farklı görüşlere de sahip olmuş, bu sebeple kendi arasında, Selefiyye, Mâtürîdiyye ve Eş‘ariyye olmak üzere üçe ayrılmıştır. Selefiyye’ye “Ehl-i sünnet-i hâssa”, Mâtürîdiyye ve Eş‘ariyye’ye “Ehl-i sünnet-i âmme” denildiği de olur. Ehl-i sünnet’in üç mezhebi arasındaki görüş ayrılıkları Ehl-i sünnet’in temel prensiplerini oluşturan çerçeveyi ihlâl etmeyen sınırlar içinde kalmıştır. Bugün dünya müslümanlarının % 90’dan fazlası Ehl-i sünnet anlayışına bağlıdır.

Ehl-i bid‘at kelimesi, sözlükte “dinle ilgili yeni görüş ve davranışları benimseyenler” anlamına gelirken, Ehl-i sünnet alimlerince dinî literatürde, akaid sahasında Hz. Peygamber’in ve ashabının sünnetini terkederek, onların izledikleri yoldan ayrılan, İslâm ümmetinin çoğunluğunu yani ana gövdesini oluşturan Ehl-i sünnet’e muhalefet eden mezhep ve gruplar anlamında kullanılmıştır. Ehl-i sünnet alimleri Galiyye, Bâtıniyye gibi mezheplerin bir kısmını, görüşleri itibariyle İslâm ve iman çerçevesinin dışında gördükleri için; Hâriciye, Mu‘tezile ve Şîa gibi diğer bir kısmını da İslâm dairesi içinde ve İslâm ümmetine mensup yani ehl-i kıbleden görmekle birlikte sünnete ve çoğunluğun genel kabul ve çizgisine aykırı bir yol izlemeleri sebebiyle eleştirmişlerdir.

Bir kısım itikadî görüş ve mezheplerin tarihte kalması ve zamanla mezhep kimliğinin zayıflaması sebebiyle günümüzde İslâm dünyası Ehl-i sünnet (Sünnî) ve Şîa (Şiî) şeklinde iki ana grupta algılanmakta ise de tarihte ortaya çıkan başlıca mezhepler şu şekilde sıralanabilir:

a) Selefiyye

Sözlükte selef “önceki nesil”, selefiyye de “bu nesle mensup olanlar” anlamı taşır. İslâmî literatürde Selef ilk dönemlere mensup bilginler ve geçmiş İslâm büyükleri anlamında, Selefiyye terimi ise iman esaslarıyla ilgili konularda ilk dönem bilginlerini izleyerek âyet ve hadislerdeki ifadelerin zâhiri ile yetinip bunları aynen kabul eden, teşbih ve tecsîme düşmeyen (Allah’ı yaratıklara benzetmeye ve cisim gibi düşünmeye yeltenmeyen), bunları başka bir anlama çekme (te’vil) yoluna gitmeyen Ehl-i sünnet topluluğunu belirtmek için kullanılır. Allah’ın zâtî, fiilî ve haberî sıfatlarının hepsini te’vilsiz, nasılsa öyle kabul ettiği için Selefiyye’ye “Sıfâtiyye” de denilmiştir. “Ehl-i sünnet-i hâssa” ismi ile kastedilen zümre olan Selefiyye Hz. Peygamber ve sahâbîlerin inançta takip ettikleri yolu doğrudan doğruya izleyen gruptur. Tâbiûn, mezhep imamları, büyük müctehidler ve hadisçiler Selefiyye’dendirler. Eş`arîlik ve Mâtürîdîlik ortaya çıkıncaya kadar, Sünnî müslüman çevrede hâkim olan inanç, Selef inancıdır. İmam Şâfiî, Mâlik, Ahmed b. Hanbel -bir kısım görüşleri itibariyle Ebû Hanîfe- Evzaî, Sevrî gibi müctehid imamlar, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Dârimî, İbn Mende, İbn Kuteybe ve Beyhaký gibi hadisçiler, Taberî, Hatîb el-Bağdâdî, Tahâvî, İbnü’l-Cevzî ve İbn Kudâme gibi bilginler Selef düşüncesinin önde gelen isimleri arasında sayılabilir. İlk dönem (mütekaddimûn) Selefiyye anlayışının en belirgin özelliği akaid sahasında akla rol vermemek, âyet ve hadisle yetinmek, mânası apaçık olmayan, bu sebeple de başka mânalara gelme ihtimali bulunan âyet ve hadisleri yorumlamadan, bunları bilmeyi Allah’a havale etmektir. Selefiyye’nin müteşâbihler konusundaki görüşüne şunlar örnek gösterilebilir: “Allah’ın eli onların ellerinin üstündedir” (el-Feth 48/10) âyetini Selefiyye şöyle değerlendirir: “Yüce Allah âyette elinin(yed) varlığını bildirmektedir. Allah’ın elinin olduğuna inanırız, fakat bu elden kastedilen mânayı Allah’a havale ederiz, bunu ancak Allah bilir, der, mahiyeti üzerinde düşünmeyiz. Başka bir mânaya yorumlamadığımız gibi, onu yaratıkların eline de benzetmez, Allah’ın kendine has bir sıfatı olarak kabul ederiz. Bu konuda soru sormaktan da kaçınırız”. İmam Mâlik’e (ö. 179/795) “Allah Teâlâ Kur’an’da rahmân arşa istivâ etti (Tâhâ 20/5) buyuruyor. Nasıl istivâ etti'” diye sorulmuş o da şu cevabı vermiştir: “İstivâ bilinen bir şeydir (âyetle sabittir). Nasıllığı akılla kavranamaz. Allah’ın arşa istivâ ettiğine inanmak farzdır. Mahiyeti hakkında soru sormak da bid`attır”. Selefiyye, müteşâbih âyet ve hadisleri aklın ışığında yorumlayan kelâmcılarla filozofları da, keşf ve ilhamın ışığında yorumlayan sûfîleri de ağır biçimde eleştirmiş, onları bid`atçı ve sapık olmakla suçlamıştır. Hicrî VIII. asırdan önce yaşamış olan Selef bilginleri akıl karşısında kesin tavır takınıp, nakli tek hâkim kabul ederken, sonraki Selef bilginleri akıl karşısındaki tutumlarını gözden geçirmişler, inanç konularında az da olsa akla yer vermişlerdir. Bu dönemin en önemli ismi sayılan İbn Teymiyye (ö. 728/1328) sağlam olduğu bilinen nakil ile aklıselimin asla çelişmeyeceğini, dolayısıyla te’vile de gerek kalmayacağını ısrarla savunmuştur. Ona göre akılla nakil çelişirse ya nakil sahih değildir veya akıl sağlıklı bir muhakeme yapamamaktadır. Selef’in akılcılığı hiçbir zaman kelâm ve felsefedeki akılcılık gibi olmamış, nasların müsaadesi ile sınırlı bir çerçevede kalmıştır.

Sonraki dönemin en meşhur Selef âlimleri (müteahhirîn-i Selefiyye) arasında İbn Teymiyye, İbn Kayyim el-Cevziyye (ö. 751/1350), İbnü’l-Vezîr (ö. 840/1436), Şevkânî (ö. 1250/1834) ve Mahmûd Şükrî el-Âlûsî (ö. 1342/1924) sayılabilir. Selefiyye günümüze kadar az çok taraftar bulmuştur. Genellikle fıkıhta Hanbelî olanlar akaidde Selefî’dirler. Hadisle ilgilenen bilginler de çoğunlukla Selef inancını benimsemişlerdir. Günümüzde dünya müslümanlarının % 12’si Selefî’dirler. En yoğun oldukları ülkeler Suudi Arabistan, Kuveyt ve Körfez ülkeleridir.

b) Eş`ariyye

Akaid konusunda Ebü’l-Hasan Ali b. İsmâil el-Eş`arî’nin görüşlerini benimseyen Ehl-i sünnet mezhebine verilen isimdir. Mezhebin kurucusu olan İmam Eş`arî, hicrî 260 (873) yılında Basra’da doğmuş, kırk yaşına kadar Mu`tezile mezhebine bağlı kalmış, sonra “üç kardeş meselesi” diye bilinen meselenin tartışmasında hocası Ebû Ali el-Cübbâî’ye (ö. 303/916) üstün gelmiş, hocasının görüşlerini doyurucu bulmadığı için Mu`tezile’den ayrılmış ve Eş`arîliği kurmuştur. İmam Eş`arî 324 (936) yılında Bağdat’ta ölmüştür. İmam Eş`arî’nin fıkıhta Şâfiî mezhebine bağlı olması ihtimali kuvvetlidir. İmam Eş`arî, Allah Teâlâ’nın ezelî sıfatları bulunduğunu kabul etmiş, inanç konularında akla da değer vererek, âyet ve hadislerin yanında aklî deliller de kullanmıştır. Eş`arî’nin inanç metodu kendisinden sonra gelen kelâmcılar tarafından da devam ettirilmiştir. En meşhur Eş`arî kelâm bilginleri arasında, Bâkıllânî (ö. 403/1013), İbn Fûrek (ö. 406/1015), Cüveynî (ö. 478/1085), Gazzâlî (ö. 505/1111), Şehristânî (ö. 548/1153), Âmidî (ö. 631/ 1233), Fahreddin er-Râzî (ö. 606/1210), Kadî Beyzâvî (ö. 685/1286), Teftâzânî (ö. 793/1390) ve Cürcânî (ö. 816/1413) sayılabilir. Eş`arîlik, daha çok Mu`tezile’ye bir karşı tez olarak doğmuştur. Bu sebeple Eş`arîlik, Selef inancına Mâtürîdîlik’ten daha uzak olarak gösterilebilir. Eş`arî bilginler zamanla te’vile çok fazla yer vermişlerdir. Zaman zaman da kelâmda yenilikler ve değişiklikler yapmışlar, bu ilmi felsefe ile rekabet edebilecek bir güce kavuşturmuşlardır. Eş`ariyye mezhebi Ehl-i sünnet’in temel prensiplerini kabullenmekle beraber, bazı noktalarda kendine has görüşleri bulunmaktadır. Sünnî müslümanların % 13’ünü oluşturan Mâlikîler’in hemen hemen tamamı ile % 33’ünü teşkil eden Şâfiîler’in dörtte üçü, Hanefîler’le Hanbelîler’in çok az bir kısmı inançta Eş`ariyye mezhebini benimsemişlerdir. Eş`arîlik daha çok Endülüs, Hicaz, Kuzey Afrika, Mısır, Irak, Suriye ve Endonezya’da yayılmıştır.

c) Mâtürîdiyye

Akaid konusunda Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd el-Mâtürîdî’nin görüşlerini benimseyenlerin oluşturduğu Ehl-i sünnet mezhebinin adıdır. İmam Mâtürîdî yaklaşık 238 (852) yılında Türkistan’da Semerkant şehrinin bir köyü olan Mâtürîd’de doğmuştur. Türk olması kuvvetle muhtemeldir. Hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan İmam Mâtürîdî’nin eserleri incelendiğinde, onun kelâm, mezhepler tarihi, fıkıh usulü ve tefsir alanlarında otorite olduğu görülür. Eserlerinde Ehl-i sünnet’in temel prensiplerini hem âyet ve hadislerle hem de aklî delillerle savunmuş, özellikle Mu`tezile ve Şîa’nın görüşlerini tenkit etmiştir. 333 yılında Semerkant’ta vefat etmiştir. İslâm dünyasında hicrî II. asırdan itibaren ortaya çıkan bid`atçı mezheplere, özellikle akılcı bir tavır takınan Mu`tezile’ye, Selef’in metoduyla karşı çıkmak, Ehl-i sünnet inancını savunmada yetersiz kalıyordu. Bu sebeple inanç konularında, âyet ve hadislerin yanında akla da yer verecek, aklî açıklamalar yaparak konunun daha iyi anlaşılmasını ve kabul edilmesini sağlayacak yeni doktrinlere ihtiyaç duyulmuştur. Bu ihtiyacın bir sonucu olarak Ehl-i sünnet kelâmının iki önemli mezhebi Mâtürîdiye ve Eş`ariyye ortaya çıkmıştır. Mâtürîdîlik, akaid sahasında âyet ve hadisle birlikte, aklı da dinin anlaşılması için gerekli bir temel kabul etmiş, İmam Mâtürîdî’den itibaren kelâm metodunu gittikçe geliştirmiştir. Mâtürîdiyye, bazı konularda Selef’e Eş`ariyye’den daha yakındır. Bazı konularda ise, daha akılcı davrandığından Eş`ariyye ile Mu`tezile arasında yer almıştır. Bir kısım araştırmacılar Mâtürîdîliği Hanefîliğin devamı sayarlar. Onları bu düşünceye iten sebep, İmam Mâtürîdî’nin, İmam Ebû Hanîfe’nin akaid konusunda koyduğu prensipleri açıklayıp geliştirmiş olmasıdır. Ebû Hanîfe’nin ve Hanefîliğin bu anlamdaki etkisi bir gerçek olmakla beraber, İmam Mâtürîdî ve öğrencilerinin eserleri incelendiğinde, Mâtürîdîliğin inanç konularında tutarlı ve köklü çözümler getiren, meselelere çok iyi nüfuz ederek önemli bir sistem kuran müstakil bir kelâm mezhebi olduğu açıkça görülür. Ne var ki Mâtürîdîlik, Mâverâünnehir gibi kapalı bir havzada ortaya çıkması, Bağdat ve Basra gibi dönemin ilim ve siyaset merkezlerinden uzak bir bölgede yayılması sebebiyle Eş`arîlik kadar şöhret bulamamıştır. Hakîm es-Semerkandî (ö. 342/953), Ebû Seleme es-Semerkandî (ö. IV/X. asır), Ebü’l-Yüsr Muhammed el-Pezdevî (ö. 493/ 1100), Ebü’l-Maîn (Muîn) en-Nesefî (ö. 508/1115), Ömer en-Nesefî (ö. 537/1142), Ebü’l-Berekât Hâfızüddin en-Nesefî (ö. 710/1310), Burhâneddin en-Nesefî (ö. 687/1289), İbnü’l-Hümâm (ö. 861/1457), Kadı Celâleddinzâde Hızır Bey (ö. 863/1458) ve Beyâzîzâde Ahmed Efendi (ö. 1098/1687) en meşhur Mâtürîdî kelâmcılarıdır. Mâtürîdiyye Ehl-i sünnet’in temel prensiplerinde Eş`arîler ile aynı görüşte olmakla beraber, şu görüşleriyle onlardan ayrılırlar:

Dinî tebliğ olmasa da kişi akılla Allah’ı bulabilir.

İyi ve kötü, güzel ve çirkin akılla bilinebilir. Allah Teâlâ bir şeyi güzel ve iyi olduğu için emretmiş, kötü ve çirkin olduğu için yasaklamıştır.

Kulda başlı başına bir cüz’î irade vardır. Kul iradesiyle seçimini yapar, Allah da kulun seçimine göre fiili yaratır.

Yüce Allah’ın diğer sıfatları gibi tekvîn sıfatı da ezelîdir.

Allah kulun gücünün yetmeyeceği şeyleri kula yüklemez.

Allah’ın fiillerinin muhakkak bir sebep ve hikmeti vardır. Fakat kul her zaman bu sebep ve hikmetleri bilemeyebilir.

Peygamberlerde aranan niteliklerden biri de erkek olmaktır. Bu sebeple kadın peygamber gönderilmemiştir.

Allah’ın nefsî kelâmı işitilemez. İşitilen nefsî kelâmın varlığını gösteren lafzî kelâm yani Kur’an’ın harf ve sesleridir.

Bugün dünyadaki Sünnî müslümanların en azından yarısını oluşturan Hanefîler’in büyük bir çoğunluğu inançta Mâtürîdî mezhebine bağlıdırlar. Mâtürîdiyye, Türkiye, Balkanlar, Orta Asya, Çin, Hindistan, Pakistan ve Eritre’de yayılmıştır. Genellikle Türkler fıkıhta Hanefî, inançta Mâtürîdî’dirler.

d) Mu`tezile

Mu`tezile, kelime olarak “ayrılanlar, uzaklaşanlar, bir tarafa çekilenler” anlamına gelir. Büyük günah işleyen kimsenin iman ile küfür arası bir mertebede olduğunu söyleyerek Ehl-i sünnet bilginlerinden Hasan-ı Basrî’nin (ö. 110/728) dersini terkeden Vâsıl b. Atâ (ö. 131/148) ile ona uyanların oluşturduğu mezhep bu isimle anılır. Mu`tezile ise kendini “ehlü’l-adl ve’t-tevhîd” diye adlandırır. Akılcı bir mezhep olan Mu`tezile, mantık kurallarıyla çelişir gördüğü âyet ve hadisleri Ehl-i sünnet’ten farklı biçimde yorumlamış ve bu yorumlarında akla öncelik vermiştir. Ehl-i sünnet tarafından kurulan kelâm ilmi hicrî IV. asırdan itibaren ortaya çıkmış olmakla birlikte, bu ilmi ortaya çıkaran etkenler arasında Mu`tezile’nin ayrı bir yeri vardır. Hatta kelâm ilminin Mu`tezile’nin öncülüğünde doğmuş olduğu söylenebilir. Bu mezhep, aynı zamanda iyi bir edebiyatçı ve tefsirci olan Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf (ö. 235/850), Nazzâm (ö. 231/845), Câhiz (ö. 255/869), Bişr b. Mutemir (ö. 210/825), Cübbâî (ö. 303/916), Kadî Abdülcebbâr (ö. 415/1025) ve Zemahşerî (ö. 538/1143) gibi büyük kelâmcılar yetiştirmiştir. Abbâsîler döneminde en parlak günlerini yaşamış olan Mu`tezile daha sonra etkinliğini hatta bir mezhep olma hüviyetini yitirmiştir. Günümüzde Mu`tezile başlı başına bir mezhep olarak mevcut olmamakla birlikte görüşleri Şîa’nın Ca`feriyye ve Zeydiyye kolları ile Hâricîliğin İbâzıyye kolunda yaşamaktadır. Mu`tezile’nin görüşleri beş prensip halinde sistemleştirilmiştir.

Bunlar da;

Allah’ın zât ve sıfatları yönüyle bir kabul edilmesi (tevhid),

Kulların ihtiyarî fiillerini hür iradeleriyle yaptığı ve kul için en uygun olanı yaratmanın Allah’a gerekli olduğu (adl),

İyilik yapanın mükâfat, kötülük yapanın da ceza görmesinin zorunluluğu (vaad ve vaîd),

Büyük günah işleyenin iman ile küfür arasında fısk mertebesinde olduğu (el-menzile beyne’l-menzileteyn),

İyiliği yaptırmaya ve kötülüğü önlemeye çalışmanın bütün müslümanlara farz olduğu (emir bi’l-ma`rûf nehiy ani’l-münker) prensipleridir.

e) Cebriyye

İrade hürriyeti konusunda Mu`tezile’ye taban tabana zıt görüşlere sahip olan Cebriyye mezhebi, her şeyin Allah’ın ilmi ve iradesi dahilinde cereyan ettiğini, insanın çizilmiş bir kaderinin bulunduğunu bildiren âyetlerden (el-A`râf 7/178, et-Tevbe 9/51, er-Ra`d 13/8, ez-Zümer 39/62, el-Kamer 54/49, el-İnsân 76/30) hareketle insanın irade hürriyeti, seçme imkânı ve fiil gücü bulunmadığını, insan fiillerinin gerçek fâilinin Allah olduğunu, kulun Allah tarafından önceden takdir edilmiş bulunan işleri yapmaya mecbur olduğunu savunur. Günümüzde irade, kazâ-kader konusunu iyi anlamamış birçok kimse de bilerek-bilmeyerek bu görüşe meyletmişlerdir. Ancak bu görüşler, irade hürriyeti ve işlediği fiillerden dolayı insanın sorumlu tutulması, sevap veya azabı hak etmesi prensibiyle çeliştiği için Ehl-i sünnet bilginlerince reddedilmiştir.

f) Hâricîlik

Hâricîlik ekolü (Havâric), Hz. Ali ile Muâviye arasında geçen Sıffîn Savaşı’ndan (h. 37/m. 657) sonra halife tayin işi hakeme bırakılınca ortaya çıkmıştır. Bu durumda bir grup Hz. Ali’ye isyan edip büyük günah işleyenlerin dinden çıkacağı ve günah işleyen devlet başkanına itaat edilmeyeceği iddiasıyla onunla mücadeleye başlamış ve onu şehid etmişlerdir. Hâricîler’in ilk planda dinî hükümleri korumada titizlik şeklinde algılanabilecek fakat sübjektif değerlendirmelere açık bu görüşleri İslâm toplumunda anarşinin de ilk tohumlarını oluşturmuştur. Hâricîlik başlangıçta cahil halk tabakasının ve şehrin disiplinli hayatına uyum sağlayamamış bedevîlerin bağlandığı ve desteklediği bir cereyan olarak ortaya çıkmış, her dönemde az veya çok müntesibi bulunmuş, bu mezhebin İbâzıyye kolu günümüze kadar yaşama imkânı bulmuştur. Günümüzde İbâzîler’e daha çok Kuzey Afrika, Madagaskar, Zengibar ve Uman sultanlığında rastlanır. Kur’an’ın sadece zâhirine dayanmaları sebebiyle Ehl-i sünnet’e göre bazı farklı fıkhî görüşleri de vardır.

g) Şîa

Şîa, Ehl-i sünnet grubunun dışında yer alan, günümüze kadar varlığını koruyan ve hâl-i hazır İslâm dünyasında da önemli sayıda taraftarı bulunan en önemli itikadî, fıkhî ve siyasî mezheptir. Sözlükte “taraftar, yardımcı” anlamına gelen Şîa, literatürde Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ali’yi halifeliğe en lâyık kişi olarak gören ve onu ilk meşrû halife kabul eden, vefatından sonra da hilâfete Ali evlâdının getirilmesi gerektiğine inanan toplulukların ortak adı olmuştur. Hz. Osman’ın şehid edilmesini takip eden yıllarda bu misyon ve iddia ile ortaya çıkanların oluşturduğu bir siyasî gruplaşma hareketi olarak doğmuş, hicrî II. yüzyılın ikinci yarısından itibaren de çeşitli fırkalara ayrılan itikadî bir mezhep haline gelmeye başlamıştır. Ancak, İslâm dünyasında Şîa hareketinin ortaya çıkışını sadece Hz. Ali’yi destekleme teşebbüsünün giderek mezhep halini alması ve kurumlaşması şeklinde açıklamak yerine bunda dış tesirlerin ve Araplar karşısında yenilgiyi hazmedemeyen Irak ve İran halkının tepkisinin ve kimlik arayışının etkisinin bulunduğunu da söylemek doğru olur.

Şîa’nın günümüze ulaşan üç büyük fırkası Zeydiyye, İsmâiliyye ve İmâmiyye-İsnâ aşeriyye’den ibarettir.

Zeydiyye Hz. Ali’nin torunu Zeyd b. Ali Zeynelâbidîn’e nisbet edildiği için bu ismi alır. Günümüzde Yemen bölgesinde taraftarları bulunan Zeydiyye itikadî konularda Mu`tezile mezhebine, fıkıh sahasında ise Hanefî mezhebine yakın görüşlere sahiptir. Şîa içindeki en mûtedil fırka olan Zeydîler, hilâfetin Hz. Ali’nin ve soyundan gelenlerin hakkı olduğuna inanmakla birlikte, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in hilâfetini de meşrû görürler.

Hilâfetin Hüseyinoğulları’na ait olduğu ve devlet başkanının mâsum olduğu fikrini de kabul etmezler. Ca`fer es-Sâdık’ın ölümünden sonra devlet başkanlığına oğlu İsmâil’in ve soyunun hak sahibi olduğu iddiası, Şîa içinde aşırı görüşleriyle tanınan İsmâiliyye fırkasının oluşmasının başlangıcını teşkil etti.

İsmâilîler’in hicrî IV. yüzyılın başında Fâtımî Devleti’ni kurmasıyla mezhep güçlendi, daha sonra doğu ve batı İsmâilîler’i (Nizâriyye-Müsta`liyye) şeklinde iki ana kola ayrıldı. Eski Yunan ve Doğu felsefelerinden, Ortadoğu dinlerinden etkilenmesi ve bâtınî te’villere dayanması sebebiyle birçok uç görüşe sahip bulunan mezhep mensuplarına günümüzde, sayıları fazla olmamakla birlikte Pakistan, İran ve Orta Asya’da rastlanmaktadır.

İmâmiyye, çağımızda dünya müslümanlarının yaklaşık yüzde onunu teşkil eden Şîa’nın büyük çoğunluğunu bünyesinde toplayan ana koldur. Mezhebin siyaset ve imâmet görüşü on iki imam düşüncesi etrafında şekillendiğinden İsnâaşeriyye, akaid ve fıkıhta Ca`fer es-Sâdık’ın görüşlerini esas aldıklarından Ca`feriyye adlarıyla da anılırlar. Hz. Ali ve Hüseyin soyundan gelen on iki imama inanma, hem iman esaslarından birini hem de mezhebin ana doktrinini teşkil eder.

Akaid konularında yer yer Mu`tezile mezhebiyle paralellik arzeden görüşlere sahiptir. Sadece Ehl-i beyt’e mensup râvilerin hadis rivayetini kabul eder, ilk üç halifenin hilâfetini meşrû görmez ve devlet başkanlığına Hz. Ali ve soyunun nas ile tayin edildiğini yani imamlığın (halifeliğin) bunlara ait olduğunu Hz. Peygamber’in açıkça belirttiğini ve bunların vahiy alma hariç peygamberlere benzer vasıflara sahip olup günah işlemekten ve hata yapmaktan korunmuş (mâsum) olduklarını iddia ederler. Küçük yaşta gaip olan on ikinci imamın kurtarıcı (mehdî) olarak tekrar geri geleceğine inanma, açık ve gizli bir tehlikenin bulunduğu durumlarda inancı gizleme ve farklı görünme (takıyye), Hz. Ali’ye biat etmeyen sahâbîlere karşı tavır alma ve onlara ta`n etme de yine mezhebin temel ön kabullerindendir.

İmâmiyye halen İran’ın resmî mezhebi olup Irak’ta ve Azerbaycan’da yaşayan müslümanların yüzde altmışı da bu mezhebe mensuptur. Hz. Ali döneminde başlayan, Emevî ve Abbâsî dönemlerinde de devam eden iktidar mücadeleleri, başarısızlıklar ve mağduriyetler sebebiyle içine kapanan ve ümmet çoğunluğundan kendini tecrit ederek geçmişte kalan siyasî mücadeleler ve imâmet fikri etrafında kendine özgü teoriler geliştiren ve bunları itikadî esaslar haline de getirerek ve kendi fıkıh doktrinini de kendi içinde geliştirerek siyasî, itikadî ve fıkhî açılımları bulunan bir mezhep haline getiren Şîa, daha çok ümmet içinde yol açtığı ihtilâflar, izlediği uzlaşmaz tutum ve sahip olduğu itikadî görüşler sebebiyle Ehl-i sünnet âlimlerince eleştirilmiştir. Fakat Allah’a, âhirete, Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman, namaz, oruç, zekât, hac, içki, kumar, zina, hadler gibi İslâmî ahkâm konusunda müslümanların çoğunluğu ile ittifak halinde bulunan mûtedil Şîa, hiçbir zaman tekfir de edilmemiştir.

Günümüzde, mezhebin itikadî ve fıkhî görüşleri güncelleştirilerek ve geçmişte kalan husumetler canlı tutularak siyasal ve sosyal hatta ekonomik örgütlenmede, kimlik ve kültürel tavır belirlemede önemli bir unsur olarak değerlendirilmektedir.

Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.


Zaman Yolcusu – Doğu Türkistan’daki yakın akrabalarımız; Uygurlar

Aralık 30, 2022

DİNLERİN SINIFLANDIRILMASI

Aralık 30, 2022

Mukayeseli dinler tarihi çalışmaları, batıda eski bir bilim dalı değildir. Değil dinler tarihi, genel tarih çalışmaları bile, objektif olarak, kısa bir zaman öncesine kadar maalesef yazılamadı.

Aslında İslâm tarihçileri bu bakımdan batıda yetişmiş tarihçiler karşısında önemli bir üstünlüğe sahiptir.

Yahudi ve Hıristiyanlar kendi dinlerinin üstünlüğü inancıyla diğer dinleri çarpıtarak göstermek isterlerken, Müslüman tarihçiler diğer kavimler hakkında objektif eserler vücuda getiriyorlardı. İslam Alimleri diğer inançlara taraflı bir gözle bakan eserler yazmaktan kaçınıyorlardı. Çünkü böyle yaptıklarında töhmet altında kalmaktan çekiniyorlardı. Bu durum genel anlayışın ne derece ileri bir durumda olduğunu göstermeye yeter.

Örneğin bu hususta ilk imamlardan sayılan Ebu’l-Hasen El-Eş’arî (Ö.: H.:324/M.: 935), “ Dinler ve mezheplere dair eser yazan kimselerden anlattığını yanlış anlatan, kendisinden başka şekilde düşünen kimsenin sözünü naklederken mugalâta yapan, karşı düşüncede olanları kötülemek için bilerek yalan şeyler anlatan, düşünce ayrılığına düşenlerin durumlarını anlatırken dürüst davranmayarak sözlerine onların delillerini çürütecek şeyler katan kişileri eleştirmektedir.

Bu konuda İslam dinler tarihçileri, “hak dinler” için “Afife”, “Batıl dinler” için de “Nihal’ adını alan çalışmalar yapmışlardır.

Bu tür kitapların ilk örnekleri İslamiyet dışındaki dinler (nihai) hakkında, “el-Orak”, “el-makalât” ya da “ed- diyanât’ terimlerini kullanıyorlardı. Sonraları “el-Milel ve’n Nihal gibi isimler almaya başladılar. Bunun en güzel örneği de Şehristanî’nin “el-Milel ve’n Nihal adlı eseridir.

Dinleri tasnifte çok çeşitli yöntemler uygulanabilir. Bunların başlıcalarını sıralayalım.

Vahye Dayanan Dinler ve Vahye Dayanmayan Dinler

Vahye dayanan dinler denildiğinde, aslî özelliği bozulmuş olsun ya da olmasın kökeni vahiy olan dinleri ifade için kullanılır. Bu dinler, varoluşları itibarıyla Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’dır. Allah inancı vardır. Peygamberlik, kutsal kitaplar bu dinlerin temel özelliklerindendir.

Vahye dayanmayan dinler de Allah’tan vahiy yoluyla geldiği iddia edilmeyen dinlerdir. Bu dinlerde Tanrı kavramı, Peygamberlik, kutsal kitaplar, ahiret anlayışı gibi unsurların biri veya bir kısmı olmayabilir. İlkel dinlerden sayılan totemizm, eski Çin dinleri, Şamanizm, Japon, eski Amerika, eski Mısır, Ortadoğu, Ön-Asya, ve İran dilleri bu grupta sayılabilir.

Vahyi dinler konusunda burada verilen bilgiler, onların evrensel olma özellikleri dikkate alınırsa çok az görünür.

Tek Tanrıcı Olan ve Olmayan Dinler

Bu, dinlerin diğer bir sınıflamasıdır. Din sosyolojisi ve tarihi üzerinde çalışanlar genellikle dinlerin, çok tanrıcılıktan (politeizm), tek tanrıcılığa (moneteizm) doğru bir seyir takip ettiğini kabul ederler. 

  Evrensel veya Ulusal Dinler

Vahyi dinlerden bahsederken, dinlerin evrensel olmak iddiasında olduğunu söylemiştik. Aslında Yahudilikten bunu bulmak zordur. Tevrat’ın birçok bölümlerinde Yahudilerin seçilmiş kavim olduğu ve Tanrı’nın onlara özel bir biçimde yardım ettiği veya edeceği yazılıdır.

Hıristiyanlık ve İslâm ise evrensel olmak durumundadır. İlk çağdan günümüze pek çok dinin ulusal bir nitelik taşıdığını görürüz. Örneğin site dinlerinde her bir sitenin tanrısı-tanrıları (putları) söz konusudur. Yine totemizmde her bir kabilenin bir putu bulunmakta ve bunlar her kabilede değişmektedir.

Evrensel dinlerin kimi acımasız da olabilir. Bu olgu kendi inancından olmayanların şeytanlar tarafından yönetildiğini iddia eden Hıristiyanlıkta Haçlı savaşları, Engizisyon Mahkemeleri şeklinde tecelli ettiği gibi, başka ulusların yabanî hayvanlar olduğu, onların ezilmeleri, öldürülmeleri, köleleştirilmeleri gerektiğini ileri süren Yahudilikteki şekliyle de tecelli edebilir. Fakat İslâm’da böyle bir şey vaki değildir. Kişi bu dine göre onu seçip seçmemek hakkına sahiptir. Ve bu kural: “dinde zorlama yoktur” şekliyle sistemleştirilmiştir.

Kurucusu Olan Dinler ve Geleneksel Dinler

Bu sınıflama da soy sop itibarıyla tarih içinde oluşan dinler ile kurucusu olan dinleri ayırt etmede kullanılan ölçüttür. Kurucusu olan dinlere Konfûçyanizm, Budizm ve genel tasnifte hatalı olarak kullanılan örneğin Yahudilikte, Hz. Musa ve Musevilik vb. girdiği gibi kurucusu olmayan dinlere de site dinleri, eski Mısır, Roma vb. dinleri girer.

Dinlerin Coğrafya Bakımından Sınıflandırılması

Yukarıda verilen tasnifler yanında, modern bir yöntem olarak dinler, coğrafi bölgelere göre tasnif edilmektedir. Bu tasnifte dinler Mezopotamya dinleri, Arabistan dinleri, Ön-Asya dinleri, Mısır, Roma, Cermen, Amerika dinleri… şeklinde tasnif edilmekte ve anlatılmaktadır. Bu tasnif belki anlatım kolaylığı sağlayabilir, fakat örneğin göç olgusuyla değişen dinleri izahta zayıf kalır. Yine evrensel dinlerin doğuşunda veya tek tanrıcılığa (monoteizm) yönelişte söz konusu olan etkenleri izahta zayıf kalır.

Bunun yanında misyoner olan ve olmayan dinler şeklinde sınıflandıran veya onları ırklara göre (Sami dinler, Moğol dinleri, Alî dinler gibi) tasnif edenler de vardır. 

 Hak Dinler Batıl Dinler

Bu son tasnif aslında her din tarafından yapılabilir. O dinin mensupları kendi dinlerini hak din olarak kabul edip diğer dinleri batıl olmakla niteleyebilirler. Bu bir inanç işidir. Yani İslâm’ı tetkik etmiş onun hak din olduğunu kabul ederek, Allah’ın nizamına teslim olmuş kişi Allah indindeki dinin İslâm olduğunu bilir. Bir Hıristiyan buna inanmayabilir. Bu noktada kişi seçim özgürlüğüne sahiptir. Ancak insan, Allah’ın indinde kabul edebilecek dini, seçip seçmediğinden sorulacaktır. Biz hak din olan İslam’a inanıyoruz ve Allah katında onun kabul edilecek yegâne din olduğunu kabul ediyoruz. Bu noktada Kur’an ışığında biraz bilgi verelim. Bu hususta Kur’an-ı Kerim’den şu ayetleri gösterebilir:

“Allah katında din, şüphesiz İslamiyet’tir.”

“Allah in dininden başka din mi arzu ediyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa, ister istemez O’na teslim olmuştur. O’na döneceklerdir

“Kim İslamiyet’ten başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir. O Âhirette de kaybedenlerdendir. ’

“Allah kimi doğru yola koymak isterse onun kalbini İslamiyet’e açar, kimi de saptırmak isterse, göğe yükseliyormuş gibi, kalbine dar ve sıkıntılı kılar.’

“Rabbinin dosdoğruydu işte budur”

“Bu, dosdoğru olan yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara uymayın. Allah size bunları sakınasınız diye buyurmaktadır.”

“Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Kâfirler istemese de Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır.”

“Puta tapanlar hoşlanmasa da, dinini bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini doğru yol ve hak dinle gönderen Allah’tır”

“Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini, doğruluk rehberi Kur’an ve Hak din ile gönderen O ’dur. Şâhid olarak Allah yeter.”

Ayetlerden anlaşılıyor ki Allah indinde din İslâm’dır. Ve İslam’dan başka bir din kişiden kabul olunmayacaktır.

İslâm insan fıtratı ile uyum halinde olan tek dindir. Varlığa hükmeden evrensel yasalarla insan hayatına hükmeden yasalar uyum sağlamazsa insan, varlığa ters düşer. Dünya hayatını dengeleyemez. Ve ruhsal buhranlara düşer. Bu bakımdan İslâm mütekâmil olan yegane dindir.

“Ey Muhammed, Hakka yönelerek kendini Allah’ın insanlara yaradılışta verdiği dine ver. Zira Allah’ın yaradılışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler.”

Aslında İslâm, ilk insan Hz. Adem’e indirilen dindir. Peygamberler silsilesiyle bu din Hz. Muhammed’e kadar gelmiş ve onda mütekamil şeklini bulmuş, tamamlanmış, kıyamete kadar da insanlara din olarak seçilmiştir.

“Şüphesiz Rabbim beni doğru yola, gerçek dine doğruya yönelen ve puta tapanlardan olmayan İbrahim ’in dinine iletmiştir de.”

“Bugün size dininizi bütünledim, üzerinizde olan nim etim i tamamladım, din olarak sizin için İslamiyet’i seçtim.”

DİNLERİN KÖKENİ 

(DİNLER TARİHİNE GİRİŞ)

Dr. Faruk YILMAZ


ATASÖZLERİ

Aralık 30, 2022

– Lafla peynir gemisi yürümez. 

– Lafla pilav pişerse deniz kadar yağı benden. 

– Laf torbaya girmez. 

– Latife latif gerek. 

– Lokma çiğnenmeden yutulmaz. 

– Mahkeme kadıya mülk değildir (olmaz). 

– Mal adama hem dost hem düşmandır. 

– Maşa varken elini ateşe sokma. 

– Merdiven ayak ayak (basamak basamak) çıkılır. 

– Mermer iyi taştan, iyilik iki baştan. 

– Mezar taşı ile övünülmez. 

– Misafir kısmeti ile gelir. 

– Misafir umduğunu değil bulduğunu yer. 

– Misk yerini belli eder. 

– Mürüvvette endaze (ölçü) olmaz. 

– Ne ekersen onu biçersin. 

– Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli. 

– Nerde birlik, orda dirlik. 

– Nerde hareket, orda bereket. 

– Ne verirsen elinle o gider seninle. 

– Nikahta keramet vardır. 

– Olacakla öleceğe çare bulunmaz. 

– Otuz iki dişten çıkan otuz iki mahalleye yayılır. 

Ö 

– Öfkeyle kalkan zararla oturur. 

– Ölüm ile öç alınmaz. 

– Pekmezi küpten, kadını kökten al. 

– Rahat ararsan, mezarda. 

– Sabreden derviş, muradına ermiş. 

– Sabreyle işine, hayır gelsin başına. 

– Sabrın sonu selamettir. 

– Sadık dost akrabadan yeğdir. 

– Sağ elinin verdiğini sol elin görmesin. 

– Sağlam baş yastık istemez. 

– Sağlık varlıktan yeğdir. 

– Sakla samanı gelir zamanı. 

– Sanat, altın bileziktir. 

– Sanatı ustadan görmeyen öğrenmez. 

– Sarmısağı gelin etmişler, kırk gün kokusu çıkmamış. 

– Sebepsiz ölüm olmaz. 

– Sen ağa ben ağa, bu ineği kim sağa? 

– Sırça evde (köşkte) oturan, komşusuna taş atmamalı. 

– Sinek küçüktür ama mide bulandırır. 

– Soğanın acısını yiyen bilmez, doğrayan bilir. 

– Soran yanılmamış. 

– Sora sora Mekke (Kabe) bulunur. 

– Söz yaş deriye benzer, nereye çekersen oraya gider. 

– Su uyur, düşman uyumaz. 

– Sükut ikrardan gelir (sayılır). 

– Sürüden ayrılanı kurt kapar. 

– Sütten ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek yer. 

Ş 

– Şeriatın kestiği parmak acımaz. 

– Şeytanın dostluğu darağacına kadardır. 

– Taş düştüğü yerde ağırdır (taş yerinde ağırdır). 

– Taşıma su ile değirmen dönmez. 

– Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır. 

– Tatsız aşa tuz neylesin, akılsız başa söz neylesin. 

– Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış. 

– Tek kanatlı kuş uçmaz. 

– Tekkeyi bekleyen çorbayı içer. 

– Tembele dediler “kapını ört”; dedi, “yel eser örter.” 

– Tembele iş buyur, sana akıl öğretsin. 

– Teyze, ana yarısıdır. 

– Tilkinin dönüp geleceği yer kürkçü dükkanıdır. 

– Tok acın halinden bilmez (ne bilir). 

– Topalla gezen aksamak öğrenir. 

– Ucuzdur vardır illeti; pahalıdır vardır hikmeti. 

– Ummadığın taş baş yarar. 

Ü 

– Üzüm üzüme baka baka kararır. 

– Vasiyet ölüm getirmez. 

– Vermeyince Mabud, neylesin Sultan Mahmud. 

– Yalancının evi yanmış kimse inanmamış. 

– Yalancının mumu yatsıya kadar yanar. 

– Yalnız kalanı kurt yer. 

– Yalnız taş, duvar olmaz. 

– Yanlış hesap Bağdat’tan döner. 

– Yarım hekim candan, yarım hoca dinden eder. 

– Yatan ölmez, eceli yeten ölür. 

– Yaya gözü ile at, bekar gözü ile avrat alınmaz. 

– Yer damar damar, insan soy soy. 

– Yere düşmekle cevher sakıt olmaz kadru kıymetten. 

– Yılanın başı küçükken ezilir. 

– Yiğit meydanda belli olur. 

– Yolcu yolunda gerek. 

– Yol yürümekle, borç ödemekle tükenir. 

– Yularsız ata binilmez. 

– Zararın neresinden dönülürse kardır. 

– Zorla güzellik olmaz.


Karmati Hareketinin Arka Planı “Felsefi Arka Plan”

Aralık 30, 2022

 Gnostizm

Gnostizm, İslam hakimiyeti öncesinde Ortadoğu’nun birçok bölgesinde hakim olan bir gelenek idi. Gnostizmin tam anlamıyla bir tarifini yapabilmek zordur. Genellikle Gnostikler; gnostizm ile ilgili tanrı, alem, insan, kurtuluş ve bilgi gibi temel konularda kendine has açıklamalar getirmişlerdir. Kavramın vahiy veya sır bağlantısı ile sezilmesi olarak algılandığı kabul edilir. Bu anlayış; bir din çerçevesi içinde, inanç yerine, bilgiyi geçiren öğretidir. İnanç yerine geçen bilgi, araştırmaya dayalı bir bilgelik yerine, hakikate dayalı bir bilgeliktir. Tanrı’nın kişiye Tanrı’yla birleşme ve Tanrı’nın doğasına, özünü kavrama olanağı veren gizemli bir aydınlanmanın ortaya çıkışı olarak kabul edilir. Köken olarak Gnose Yunanca bir kelime olup “bilgi” anlamına gelmektedir. Fakat bu bilgi, daha çok “Marifet”olup, ilmi bilgiden ayrılır. Buna “Arifane” bilgi, “Dini sırların yüce bilgisi” veya “Gizli ve vahy ile ilham edilmiş” bilgi denebilecek karakterdedir. Çünkü bu şahsi ve mistik bir bilgi olup seçkin ve mistik tabiatlı insanlara mahsustur, yahut tabiat-üstüdür. Gnostik de “Arif’ kimse demektir. Bu anlamıyla entelektüel seviye bakımından gelişmiş inanç sahiplerinin sahip olduğu yüksek dini ve felsefi gerçeklerin bilgisi anlamında kullanılmıştır. Gnosis dini sırların bilgi ve şuurunun etkin olduğu bir antikite akımını ifade etmek için de kullanılmıştır.

Tarihi geçmişi m.ö. V. ve IV. yy’lardan itibaren çeşitli Ortadoğu toplumlarınca yaygın bir şekilde temsil edilen dini-felsefi bir akımdır. İnanç veya mezhep tarzından ziyade mehdi inanışı gibi birçok dini gelenek içerisinde doğal bir gelişim ya da kültürel etkileşim sonucu oluşan bir temayül olarak düşünülmüştür. “İrf’aniye” mezhebi denen bu yarı felsefi cereyan, II. asırlarda Yunan felsefesinin, bilhassa Eflatun ve Yeni Eflatuncu felsefelerin Hıristiyanlığa uygun ve yardımcı bir anlayış haline getirilmesinden meydana gelmiştir. Bu şekliyle Gnostizm, ya tamamıyla gnostik karakter taşıyan dinler ya da çeşitli dini gelenekler içerisinde yer alan inanç, düşünce ve ritüeller şeklinde milattan önceki dönemlerden itibaren Ortadoğu’da oldukça yaygınlaşan akım, Suriye, Mezopotamya, Mısır, Filistin, Ürdün ve Anadolu’da İslam hakimiyeti öncesi dönemde yaşayan yerli halkın inanç ve düşünce yapısı incelendiğinde bütün bu yörelerde çeşitli gnostik akımların, hakim unsur olduğu anlaşılır. II. yy’ dan itibaren Güney Mezopotamya’da varlığını sürdüren ve öneminden dolayı Kur’an’da üç yerde ismi anılan Sabiilik baştan sona gnostizmi temsil eden bir akım olarak kabul edilir. III. yüzyılın sonlarından itibaren güney İran, Mezopotamya, Suriye, Anadolu ve Kuzey Afrika’da oldukça yaygınlaştı. IV. yüzyıldan itibaren birçok yerde Hıristiyanlığın en güçlü rakibi haline geldi. İslam Hakimiyeti öncesi Ortadoğu’da Hıristiyanlık ve Yahudiliğin heretik mezhepleri olarak bilinen Elkesailer, Valentianlar, Setianlar, Mağariler, Quqiler, Esseniler, Simoncular, Bardaysanlar, Edessa (Urfa) okulu ve İskenderiye’deki Grek okulları, Nisibis ve Cundişapur okulu gibi birçok gnostik inanç ve öğretilere ağır bir şekilde yer veren akımlar mevcuttu. Bunlardan başka Hermetikler, çeşitli sır dinleri mensupları, Yahudilik ve Hıristiyanlık içerinde yer alan çeşitli mistik hareketler de gnostik inanç, öğreti ve hayat tarzını yansıtmakta idiler. Bu gruplar bir bakıma Ortadoğu’da yaşayan toplumların ortak paydası haline gelmiştir. Gnostizm yalnızca Ortadoğu’da yer edinmemiş aynı zamanda VIII. yüzyılda Uygurların resmi dini haline gelen Mani inancının yayıldığı bölgelerde de etkisini göstermiştir. Maniheizm inancının gnostik inanç ve öğretileri temsil eden bir geleneği oluşu, bunda etkli olmuştur. Gnostizm öğretisinin arka planında teslis, tecessüm ve insanlığın kurtuluşu gibi meseleler vardır. Bu yapısıyla Hıristiyanlarca sapıklık sayılmıştır. Çünkü gnostikler, sahip oldukları tabiat-üstü bilgiden dolayı, dini nassların gnostik bir tefsiri yapıldıktan sonra inanılmasını ileri sürmüşlerdir. Böylelikle onlar, Hıristiyan kilisesinin aksine, şahsi ve mistik bilgiyi nassdan üstün tutmuşlardır. Saf iman konusu olan nassların, felsefe ile münasebetinden, iman-bilgi ilişkisinden doğan bu cereyan, aslında düalist bir anlayışa sahiptir. Zira ilahi alemle fena kabul ettikleri bu alemi zıt kabul ederler. Gökten düşmüş olan ruhun bedende mahpus kaldığına, ölümün onun kurtuluşu olduğuna ve böylece semavi vatanına döneceğine, yedi kat gök kapısının mevcudiyetine, semavi vatana dönüşün bu kapılardan geçilerek olacağına, ilahi kurtarıcının da insanları kurtarmak için aynı kapılardan geçerek gökten ineceğine inanmışlar.

Gnostikler cismani haşri kabul etmezler. Maddi hayatın, kötülüklerinin devam edip gideceğinden evlenmeyi ve çocuk sahibi olmayı tavsiye etmezler. Sudur nazariyesine inanırlar. İlahi hayatın esrarına, bir süluk ile erişebileceğini, Allah’ın insanlar tarafından görüleceğini kabul ederler. İnsanın kurtuluşunu bir mit olarak görürler. Bu nedenle Zühd hayatını tavsiye ederler. Gnostiklerin öğretileri genel bir çerçeve içersinde ele alacak olursak madde-mana, aydınlık-karanlık, ruh-beden ve dünya-öte dünya gibi değerler arasında var olduğuna inanılan katı bir düalizm vardır. Gnostikler makro planda alemi ikiye ayırmaktadırlar: Işık ve karanlık alemi. Işık veya nur diye isimlendirilen alem; iyiliği, hakikat ve gerçeği temsil ederken karanlık ve zulmet alemi; kötülüğü, yalanı ve gerçek olmayanı temsil ettiğine inanılmakla idi. Işık ve karanlık alemi arasında bitmek tükenmek bilmeyen bir mücadele ve çekişme vardır. Madde ve maddi olan her şey, kötülük alemine ait olandır ve kötüdür. Ruh ve ruhsal olan varlıklar ise ışık alemine aittir ve yapısı itibariyle iyidir. Işık ve zulmet alemi arasındaki mücadeleyi kazanacak olan ışık alemidir. Çünkü iyiliğin üstün gelmesi doğasında vardır. Mikro hayatı temsil eden insan açısından değerlendirirsek, iyilik alemine ait olan ruhsal varlığına değer vermek ve kötülüğe ait olan bedenin istek ve arzuları demek olan maddi unsurlara boyun eğmemektir. Varlık itibariyle kötü olan bu dünya ve dünyevi’ şeyleri terk etmek, ışık ve iyiliğin timsali olan ruha ve ruhsal aydınlanmaya kulak vermenin gerekliliğine inanılmıştır.

Geniş bir alanda etkisi olan gnostizm’in Ortadoğu’da ortaya çıkmış birçok hareketi, fikri açıdan etkilemiş hatta bazı fikirleriyle bu hareketlerin doktrinlerinin temelini oluşturmuş olduğu düşünülebilir. Gnostizm’in etkili oldugu bölgelerin, İslam hakimiyetine girmesiyle yöredeki insanların büyük bölümü İslam’ı benimsemişlerdir. İslam’ı benimseyen bu kitleler İslam öncesi kültürleriyle yeni inançları arasında zaman zaman bağlantılar kurmaya çalıştılar. Bu inançları, ritüelleri uzlaştırma çabaları bilinçli veya bilinçsiz bir gayretin sonucu olarak ortaya çıktı. Bizi ilgilendiren bölümü, bu yeni İslam’ı algılama tarzı, toplumun tümünde aynı yankıyı uyandırmamış olmasıdır. Oluşan farklılıklar toplumu meydana getiren sosyal grupları birbirinden uzaklaştırmıştır. Merkezi otoriteye, resmi ideolojiye karşı alternatif hareketlerin oluşmasını sağladı. Oluşan bu hareketler içinde ihtilal karakterine sahip mezhepler de olmuştur.

Ortaçağ İslam dünyasındaki fikir hareketleri Ortadoğu’nun bu alt kültüründen başta astroloji, simya ve tılsım-gizem konulardan etkilenmişlerdir. İslam dünyasını özellikle Abbasi Devletini, Tolunoğullarını, Gaznelileri, Sacoğullarını, Selçukluları başta olmak üzere birçok devleti ve hanedanı uğraştırmış ve saldırılarıyla halkı bezdirmişlerdir.

Yeni Eflatunculuk

Antikçağ sonlarında felsefeye dayanarak dini bir dünya görüşü geliştirme denemelerinden ilki olan Yeni-Platonculuk, kendisinden sonraki gelişmelere de büyük önem veren gruplar da bu kültürel yapıdan etkilendiler. Sudur nazariyesi ve gizemli inançlar mecazi boyutlarda yorumlanarak İslam dünyasındaki hareketleri etkiledi. Özellikle Karmati-İsma’ili hareketi bütün unsurlarıyla bu tür hareketlerden etkilemiştir.

Hermetizim

Eski Mısır’ın dinsel-gizemsel öğretisidir. Eski Mısır’ın üç büyük tanrısından biri olan Toth’un yapıtlarına kadar uzanan dinsel-gizemsel öğretilerinin bütününe Hermesçilik ya da Hermetik felsefe adı verilir. Felsefe, dini inançların entelektüel yorumu olarak görüldü ve doğunun büyük dinleri, sahip olduklan manevi dünya ve aynı derecede görünmez aleme dair güçlü duygu ve tutkularıyla birlikte, kısa zamanda felsefi düşüncelere damgasını vurmuştur. “Hermetik yazılar” olarak bilinen dini felsefi tartışmalar, felsefe ve pagan dinlerinin uzlaştınlmasına dair çabaların bir örneği olarak kabul edilebilir. O halde, düşünce sistemleri ve inançları birbirine karıştırma sanatı, Araplardan önce de bilinmekte idi. Fakat uzlaştırma hareketleri geç dönem Helenistik sürecin egemen özelliği olduğu kesindir. Grek felsefesi Arapça’ya tercüme edildiğinde bu sürece ait eserlerin büyük bölümü, bu eserler arasında bulunmaktaydı. Aristoteles’in Teolojisi (Esulücya Aristoteles), el-İzahfi ‘El-hayri ‘l-mahz ve Hermetik Yazılar isimli eserler bunların tipik örnekleridir.

İslam felsefesi ve tasavvufu, insanlık düşüncesinin son derece eklektik karakterli bir tarz olarak kabul edilir. Felsefe, kelam ve bunlardan daha az olmamak üzere İbnü’l-Arabi ve Halepli Sühreverdi gibilerin temsil ettiği teosofik sufi literatürdeki bütün İslam düşüncesi, bu eklektiszmi izhar eder. Henüz İslam düşüncesinin ana akımının, neden ve nasıl bu girişik yapıda oluştuğunun açık cevabı verilmiş değildir. Bu yapıda, Eflatun’un, Aristoteles’in, Stoacıların, Yahudi Philon’un, Hıristiyan kilisesinin Katolik düşünürlerinin, Gnostiklerin ve Yeni Eflatuncuların fikirleri bir tek potada toplanmış ve olağandışı bir durumda birbirine katıştırılmıştır. İlk zamanlardan itibaren İslam dünyasında bilinmekte olan bu gibi metinlerden İslam düşüncesinin eklektik karakteri hakkında bir açıklama getirebilir. İslam felsefecileri kendilerini İslam inançlarla Grek felsefesi adı altında kendisine ulaşan rasyonel spekülasyonları uzlaştırma görevi ile mes’ul tutmuştur. Bunlar ister sahih anlamda Grek düşünceleri olsun, ister İran veya Mısır kaynaklı Grek düşünceleri veya bunların hepsinin ve başka unsurların bir karışımı olsun aynıdır. Fakat hiçbir kaynak, Müslüman düşünürün kalbine, Hermetik Yazılar diye bilinen felsefi dini düşüncelerin karışımından daha fazla tesir etmemiştir. Hermetik kültür İslam dünyasına Harraniler ve Sabiiler aracılığıylada girmiştir. Bu açıdan Harraniler’ ve Sabiiler ortaçağ İslam düşünce tarihinde apayrı bir öneme haizdir.

Harraniler ve Sabiiler

Sabiilik ve Harran’ın gizemli inançları Ortaçağ İslam düşünce hayatında önemli bir öneme sahiptir. Sabiilik oldukça karmaşık bir yapıya sahiptir. Sabii geleneği birbirine zıt gibi görünen pek çok kültürel unsuru bir arada bulundurur. Sabiiliği bu manada bir tasnife tabi tutmak gerekirse 1 -Mandeenler yahut Subbalar 2-Harran Sabiileri. Birincisi Mezopotamya’da Mecusilik ve Hıristiyanlıkla tanışmış bir inanıştır. İkincisi, daha çok eski Babil dininden etkilenmiş olan ay ve yıldızları kutsayan putperestliğe yakın bir inanıştır. Çevre bölgelerdeki felsefi kültürlerden de etkilenmiştir. Başta Hermes Trismegistus’a izafe edilen yazılar gelmektedir. Hermes Trismegistus’a izafe edilen yazılar, bu yazıların ilk olarak yazılmış olduğu İskenderiye’nin dışında skolastik asırlarda olgunlaşmaya devam etmiştir. Bu eserler, altıncı asırdan sonra Helenistik dünyadaki önemlerini yitirince, Harran şehrinin entelektüel hayatının canlı bir kesimini oluşturmaya devam etmişlerdi. Bu şehrin pagan dini, h. II. asra kadar hayatiyetini sürdürmüştür. Grekler Harran’ı “Ellenopolis” diye isimlendirmişlerdi ve Edward Browne, Abbasi halifeliğinin egemenliği altında yaşayan hiçbir millet, Harran paganları kadar Müslümanlara Greklerin bütün bilgi ve hikmetlerini öğretmemiş olduğunu belirtmektedir. Bunların çoğu, fizikçi, astronomi bilgini, matematikçi, geometrici ve filozof olarak önemli mevkiler ve statüler elde ettiklerini belirtir.

Me’mun’un halifeliği süresince Harranlıların gizemli dini hakkında çok az şey bilinmektedir. Bu din, aynı zamanda muasırları tarafından “Sabiilik” olarak isimlendirilmişti. Vasıt ve Basra sınırlarında yaşamış olan Sabiilerle -ki bunlar Mandeanlar- Harranlı Sabiilerle ayrı kabul edilmiştir. Harranlı Sabiiler, Mezopotamya bölgesinin Kadim Suriyeli paganlarının bir kısmından ibaretti. Bu insanların Me’mun ile karşılaşması tarihi, müslüman dünyada Hermetik felsefenin etkilerine bir ölçüde ışık tutar. Aynı zamanda bu tarih, felsefesinin nasıl dine dönüşüp, Arapça konuşan Harranlı ve Bağdatlı bilginler aracılığıyla da bunun İslam düşüncesine sirayet ettiğini gösterir. Ebu Yusuf İşa el-Katii isimli bir Hıristiyan, el-Keşf en mezahibi’l-Harraniyyinel-ma’rufıne fı asrina bi’s-sabaiyye diye isimlendirdiği eserinde, Bizans bölgelerine karşı yapılan askeri bir operasyonda kendisine dostluk mesajı getiren bir grup insanı kabul ettiğini aktarmaktadır. Bu insanların arasında, sıkı ve güvenli elbiseler giymiş, saçlarını uzatmış Harranlılar da bulunmaktaydı. Halife Me’mun, onların bu garip görünümlerini yadırgamış ve kendilerine Hıristiyan, Yahudi veya büyücü olup olmadıklarını sormuş, onlar ise, kendilerinin “Harranlı” olduklarını belirtmişlerdir. Bunun ardından, bir Peygamberleri ve okudukları kutsal kitapları olup olmadığını sormuştur. Olumsuz cevap üzerine: Halife Me’mun şöyle demiştir: “O halde siz, sapık ve putperest kimseler olmalısınız; sizin kanınız helaldir. Sizler, İslam’ ı veya Allah’ın kitabında bahsettiği herhangi bir dini seçmelisiniz aksi halde öldürülürsünüz” demiş. Bunun üzerine bazı Harranlılar, Müslüman veya Hıristiyan olmuşlar, bir kısım ise atalarından kalan kadim dinlerini terk etmeyi reddedip, kendilerini Kutsal kitaba bağlamak için Kur’an’da zikredilen herhangi bir din adı ve takipçileri olduklarını iddia ettikleri bir peygamber bulmaya çalışmışlardır. Bu insanlar, bir Müslüman fakihin önerisiyle kendilerini “Sabiiler” diye isimlendirmişlerdi. Bu isim, o zamana kadar Harran’da duyulmamış bir isimdi.

Halife Me’mun, sefer esnasında vefat ettiği için geri dönemedi. Fakat Harran müşrikleri, kendilerini “Sabiiler” olarak isimlendirerek, bütün zamanlarda Müslümanlardan güven içinde olmuşlardır. Uzun yıllar süresinde gizlilik içinde kalan dinlerini, artık açıkça ilan etmişlerdi. Harranlılar, bu gizliliğe son vermek istemedikleri fakat kutsal bir kitap ve peygamber ismi bulmanın güçlüğünü düşündükleri görülmektedir. Onlar, dini öğretilerinin Hermetik yazılarda bulunduğunu ve peygamberlerinin de bu eserlerde zikredilen Hermes Trismegistus ve Agathodaimon olduğunu beyan etmişlerdi. Bundan böyle Harran’daki gruplar, Müslüman yazarlar tarafından Hermetikler olarak isimlendirilmeyip, “Sabiiler” olarak isimlendirilmişlerdir. Bununla beraber, bu sapık Sabiiler hakkında Arapça metinlerde bulduğumuz bilgilerin çoğu, bu insanları Hermes ve Hermetik literatür ile ilişkilendirmiştir. Hicri III. asırda Harran dini, bazı Helenist ve Fars kaynaklı unsurlarla karıştı. Bu din, teorik bir doktrinden çok bir kült haline geldi. Hermetik yazıların bu dinin kutsal metinlerinin bir kısmını oluşturup oluşturmadığını tam olarak bilmemekle birlikte bu tarihte Harran’ın “Sabiileri” diye adlandırılan kimseler, Hermetik literatüre oldukça aşina idiler. Gerek Grek asıllarında gerekse de Arapça’ya tercüme edildikleri Süryani çevirileri halindeki bu yazılar, o zaman yazılmış ve İslam dünyasının bu bölümünde büyük ölçüde yayılmışlardı.

Harranlıların etkinliği, dindaşları tarafından dışlanan Sabit b. Kurra (öl.288) öncülüğünde Bağdat’a gidip, Mutasım’ın izniyle orada yeni bir okul kurdurmasıyla en ileri bir noktaya ulaştı. Grek okullarında bütün ilgilerini yitiren Hermetik eserler, bu dönemden hicri 5. asrın sonuna kadar Bağdat’ta yaşamaya devam etmiştir. Sabit b. Kurra ve oğlu Sinan eğitimli bilim adamı ve düşünürleri, Hermetik yazıların Arapça’ya tercüme edilişinde ve bu eserlerdeki temel düşüncelerin yayılmasında görev üstlendiler. Sabit’in eserleri hakkındaki bütün bilgimiz, Geometri üzerindeki kısa denemelerden ibaret çalışmalardır.

Hermetik literatür, Bağdat ve Harran gibi bu iki bilim merkezinden hicri II. asır gibi ilk dönemlerden itibaren İslam dünyasına yayılmıştı. İbn Sina, İbn Tufeyl, Sühreverdi ve İbnü ‘l-Arabi gibi düşünürler ortaya çıkınca, Hermetik düşünceler unsurlarını aldıkları kaynaklardan İslam düşüncesi içinde asimile edildiler. İbn Teymiyye, İbn Arabi ve onun önemli bir takipçisi olan Afifeddin et-Tilemsani’yi Karmatiler’e benzediklerini belirtir. Özellikle Onların İttahadiyye (Allah’ın insanla birleşmiş olduğuna inananlar)’den oldukları söylenir. Dolayısıyla onun nazarında her ikisi de Zındıktır. Bu cümleden Hermetikler ile Karmatiler arasındaki bağlantının ilk dönemlerden itibaren var olduğunu anlamaktayız. Hatta ilim adamları ve cemaatler arası çatışmalarda zaman zaman bu tür eleştirilerin de rahatlıkla yapıldığını görmekteyiz.

ORTADOĞU’DA MARJİNAL BİR HAREKET: KARMATİLER

(Ortadoğu’da İlk Sosyalist Yapılanma)

Yrd. Doç. Dr. Abdullah EKİNCİ


Gündelik Hayatımızda Süslenme-1

Aralık 30, 2022

Eski Mısır’da kadınlar gözlerini yeşil, dudaklarını koyu mavi ve yanaklarını kırmızı boyuyor, el ve ayak parmaklarını kınalıyor, ‘üstsüzdük yaygın olduğunda, göğüslerini mavi, meme uçlarını altın renginde büyüyorlardı. Erkeklerin boyanması da yaygındı. Eski Yunanlılarda kozmetik IO 5. yüzyıldan itibaren Mısır yoluyla zenginleşip gelişti. Roma’da alın ve kollar tebeşir veya üstübeçle beyazlatılıyor, yanak ve dudaklar şarap tortusu ve aşı boyası ile kırmızıya boyanıyor, gözkapağı ve kaşlara kömür ve toz antimon sürülüyordu. Roma kadınlarının bu tarzı ve kullandıkları malzemenin, fazlaca değişmeden Osmanlı dünyasında Cumhuriyet’e kadar devam ettiği anlaşılmaktadır.

Süslenme, güzel ve değerli görünmek için yapıldığından değer yargıları ile ilgilidir. Erginlenme ritinden geçen bir kabile delikanlısı, törende aldığı yaraları yaşamı boyunca gururla taşır. Afrika, Çin ve Hindistan’da kemik çarpıtmaları yaygındır. Çinli kadınlar demir ayakkabıyla küçük kalmış ayakları, Amazonlular içine tabak sığacak büyüklüğe getirilmiş dudakları, Çinhindi kadınları halkalarla uzatılmış boyunları, Avrupalı kadınlar korsa nedeniyle gelişmemiş kaburgalarıyla ‘kadın’ kabul ediliyorlardı. 

218 yılında Roma imparatoru olan Heliogabalos şehre ilk girdiğinde, Suriye tarzı ‘makyaj’ı, ipekli elbiseleri ve süslü şapkası, mücevher kaplı elleri ve sandaletleri, kocaman küpeleri, çevresi daireler halinde mavi ve altın rengi boyalı gözleri, mavi dudakları ve kınalı ayaklarıyla Romalıları hayli şaşırtmıştı. Hıristiyanlığın kurucu babalarının, inancın öteki gereklilikleri yanında, “yüzünü yaratıcının tanıyamayacağı biçimde boyayan” birinin cenneti nasıl umabileceğini sormasında, Roma’da yaşanan bu ortamın da belki etkisi olmuştu.

Müslüman din adamları, kadın erkek kokularını caiz görmüş, kadınların süslenmesine ise, ‘helali’ için olduğu sürece cevaz vermiştir.

Dünyanın bilinen ilk güzellik salonu Güney İspanya’da ‘Karatavuk’ adıyla bilinen ve Bağdat’tan gelen ünlü bir şarkıcı ve müzisyen tarafından 840 yılında açılmıştır.

‘Süslenmede mevcut duruma bir örnek olarak, Trabzon’un Türkiye’nin en fazla burun estetik ameliyatı yapılan yerleri arasına girdiğini yazalım. Doğu Karadenizlilerin Nataşa salgınından etkilenerek başladığı söylenen burun düzeltmeleri, doktorların teşviki ve komşusundan cesaret alma ve taklit yoluyla toplumsal olay haline gelmiştir.

Makyaj

1770’de İngiltere’de kabul edilen bir yasa, koku, boya, takma diş ve saçla baştan çıkartmayla kurulan evliliğin batıl sayılacağı ve büyücülüğe karşı yasalarla cezalandırılacağını bildirir. Avrupa’da 19. yüzyıl sonlarına doğru sahneye çıkanlar dışında makyaj yapan kalmaz. Makyaj tekrar 1880’lerden itibaren, bu kez kimyadaki ilerlemelerle birlikte gelişmiş, bugün sanayi haline gelmiştir. Bu alanda öncülüğü elinde tutan Fransa’da cosmetujue sözcüğünün süslenme anlamını kazanması 1670’lerde, bugünkü anlamını kazanması 1876’dadır, maquillage sözcüğü de aynı evrimi 1860 yılında tamamlar.

Peçenin kaldırılması ve kadının toplumsallaşması ile batılılaşma sürecinin kazandığı resmi sivil ivme, Türkiye’de kadınların Batı tarzı makyajı benimsemesini hızlandırmış, kozmetik ürünlerine, reklamlara ve reklamlarda kadın ve kadın güzelliğinin kullanılmasına rağbet, 1920’li yılların sonunda, birden artmıştı.

Batılı tarzda makyaj ile Yüz Yazmacılığı denen klasik tarzın, malzeme, aletler ve isimler farklılaşsa da, temelde aynı olduğu görülmektedir:

Allık: Yanak, dudak boyalarının genel adıdır. Attarlardan satın alınan boyalar gaz denilen tülbendin boyaya batırılarak sürülmesiyle kullanılır, bu nedenle gaz boyaması adıyla da anılırdı.

Rastık: Kaş boyası, Arapçası vesme. Antimon tozu kına ile karıştırılarak kestane rengi elde edilir.

Sürme: Kirpik ve göz kenarı boyası. Arapça kuhl, Farsça tutiya. Kulıl antimondur; Tutiya adı sürmenin üretilip satıldığı İran’da İsfahan’ın bir köyü olan Tutiya’dan gelir. Abdülaziz Bey Osmanlı Adet, Merasim ve Tabirleri kitabında (1912) badem, servi kozalağı, ceviz, fındık, hatmi, kantaron, fare, yasemin, yayınbalığı yağı. kullanıldığını yazar. Miss Pardoe davetli olduğu konakta nasıl sürme çekildiğine tanık olur: “Bütün akşam yaşlı kadın tandırın yanında oturdu. Bir yandan konuştu, bir yandan da bu fındıkların birini yanan mumun alevine tutarak, büyük bir özen ve sabırla siyah ve yağlı duruma getirmekle zaman geçirdi. Sonra, eline küçük, yuvarlak ve simle işli, kadife çerçeveli bir ayna aldı. Bu ayna, minderlerin arasına gizlenmişti. Bu isli fındıkla, kaşlarına, burnunun üstüne yaklaştırarak uzun yıllardan bu yana geliştirdiği ustalıkla biçim verdi ve onları boyadı.” Sürme sünnet sayılmıştır.

Düzgün: Aklık da denir, adını teni düzgün gösterme, çil, leke, benek gibi cilt kusurlarını kapatma amacından alır. Düzgün malzemelerinden biri, kadın adı da olan gülgûn’dur; kırmızı renk verir bir ot cinsidir ve gül renkli, düzgün gül yanaklı anlamına gelir.

Kına: Başka hiç süs kullanmayan kadınların da kullandığı kına bitkisinin kuru yapraklarından elde edilir. Kuzeydoğu Afrika kökenli bitki Kuzey Afrika, Hindistan ve Sri Lanka’da yetiştirilmektedir. Evlilik törenlerinin önemli adımlarından biri kına gecesidir. Kadınların saç ve ellerine kına yakıldığı gibi, yaşlı kadınlar ağaran saçlarını, erkekler sakallarını kınalarlar. Yetişkin erkek ve çocukların sağ elleri de nazara karşı kınalanır. Bugün Pakistan ve Hindistan’dan ithal edilen kına yaprak olarak satılmamakta, genellikle ceviz, sumak, incir vb. bitki yaprakları ve külle karıştırılarak toz halinde satılmaktadır. Eskiden halk el ve ayak parmakları için yalnız kına kullanırken, üst sınıf kadınlar için altın sarısı, zümrüt yeşili, ebrulu parmak boyaları da geliştirilmişti.

Ben: Girit Adası’nda yetişen lâden zamkı ile yapılır, bu otun adıyla da bilinir. Tanzimat’a kadar daha yaygındı: Çiçek hastalığı nedeniyle, Avrupa’da da, Osmanlı üst sınıfları arasında da ihtiyaç olarak görülüyor, yüzdeki düzgün görünmeyen yerleri kapamak için kullanılıyor, bazen çiçek, yıldız şekli veriliyordu.

Makyajda Batı usûlü benimsendikten sonra kullanılan temel malzemeler şunlardır: 

Pudra: Fransızca poudre’dan. Yüzü beyazlatmak için Eski Yunanlı ve Romalılar sarı zırnık çiğnerlerdi. 18. yüzyıla kadar Avrupa’da ve Osmanlılarda arsenik kullanımı ve makyajda zehirle haşır neşir olma devam etti; tebeşir, çinko, talk, titan oksit kullanıldı.

Ruj: Fransızca rouge yani kırmızı rengin adından. Ruj da cıvalı zincifre, süleğen gibi zehirli maddelerden yapılıyordu. Bir dönem kullanılan balina yağının yerini bugün sentetik kimyasallar almıştır.

Oje: Fransa’da üretilen bir marka adıdır. Fransızcası tırnak cilası. Uzun tırnaklar çalışma ihtiyacı içinde olunmadığının, yani zenginliğin işaretidir. Özellikle Çin’de erkekler de tırnak uzatırdı. Artık nitroselüloz ve asetil selülozdan üretilmektedir.

Rimel: Fransa’da üretilen bir marka adıdır. Fransızca ve İngilizce mascara, Türkçeye maskara biçiminde girmiş olan göz makyajı adını, maske sözcüğünden gelen İtalyanca maschera’dan alır; kökünde karnaval maskeleri, karnaval için boyanmak ve kılık değiştirmek vardır.

Far: Gözkapağı boyası, Fransızca fard. Farder fiili Fransızca makyaj yapmak demektir.

Fondöten: Fransızca font de teint’den. Düzgünün Fransızcası.

Krem

Yakındoğu’da IO 3000 yılından beri kullanılan deriyi yumuşatıcı otlar, sıvılar pek de değişmeden bugüne gelmiştir. Bal, yumurta, papatya, çay suyu, salatalık kabuğu, süt kullanımı devam etmektedir. Kremin icadı eski çağların ünlü hekimi Galenos’a atfedilmektedir. İS 157 yılında Bergama’dan Roma’ya çağrılan hekim, burada gladyatörlerin yaraları kadar imparator ailesi ve patricilerin güzelliğine de katkıda bulunuyordu. Galenos’un koyun yağı, gülsuyu karışımından hazırladığı krem, yüzyıllarca kullanılan zehirsiz ve basit bir ürün olarak kaldı.

191l’de Alman eczacı Hamburglu H. Beiersdorf deriyi besleyen ve nemlendiren Nivea adlı kremini piyasaya verdi. Bütün dünyada büyük başarı elde eden krem halen aynı formülü ile fazla değişikliğe uğramadan başarısını sürdürüyor.

Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


Uzakdoğu ve Pasifik Adaları Söylenceleri-4 “Hindistan”

Aralık 30, 2022

Râmâyana: Sunuş

Tarihsel Arka plan

Rûmayana MÖ 1200-1000 yılları arasında Kuzey Hindistan’da yaşamış Rama ve Sila ailelerince temsil edilen, siyasal olarak güçlü iki aile geleneğini yansıtır. Onlar Hindistan’da o dönemde yaşamış olan pek çok kültürlü insanlar içinde en kültürlü olanlarıdır. Kralları ise, askeri yetenekleri kadar bilgileriyle de ünlüdür. Dini önderleri, öyle yüksek akademik düzeyde üniversiteler kurmuşlardır ki, başka ülkelerden bu üniversitelere öğrenciler gelmişlerdir.

Araştırmacılar Ramayananın MÖ 200 ve MS 200 arasında yazıldığına ve son bölümünün muhtemelen MS 400 yılına değin sarktığına inanmaktadırlar. Bu epik şiiri yazdığına inanılan ozan Valmîki, Homeros kadar karanlıkta kalmış bir kişiliktir. Muhtemelen bir Brahman olarak doğmuştur ve muhtemelen Ayodya krallarıyla yakın ilişkileri vardır. Râma hakkındaki masalları, şarkıları ve söylenceleri toplamış ve bunları kendi bulduğu ölçü ve biçimle düzenleyip şiirsel bir anlatı haline sokmuştur. Destanda Valmiki’nin, Râma’nın bir çağdaşı olduğu söylencesi ve Valmiki’nin Ramayana’yı nasıl yarattığı anlatılır.

Valmîki, uzak geçmişe açılan bir penceredir. Oradan eski Hindu kültürünü görürüz. Onların dini, toplumsal ve siyasal yaşamları hakkında bir şeyler öğrenir, değerleriyle tanışırız. Valmıki, şiirin kapsadığı dönemi Hindistan’ın altın çağı olarak görmektedir. Da-Sa-Ratha ideal kentin ideal kralıdır. Râma ideal prenstir ve Sîtâ ideal eştir.

Ahlaki bir destan olan Râmâyana ile eski Hindu yaşamı ve değerleri arasında doğrudan bir ilişki vardır. Nasıl Râma on dört yılını bir ormanda keşiş olarak geçirdiyse, benzer biçimde, eski zamanlarda dindar bir aileden gelen her Hindu erkek çocuğu da, çok gençken öğretmeniyle beraber yaşamak için ailesini terk eder. On iki, yirmi altı, hatta otuz yıl boyunca genç adam zorlu ve basit bir yaşam sürer. Kaba kumaştan yapılma bir elbise giyer, yiyecek dilenerek kapı kapı dolaşır ve hocasına hizmet eder. Göreve bağlılık, dürüst ve başarılı bir hayatın temeli olduğu için, geleneksel öğreti kadar dayanıklılık ve acı da eğitimin çok önemli bir parçasıdır.

Ramayana’nın şaşırtıcı yanlarından biri, hayvanlarla insanlar arasında yakın bir ilişki kurmasıdır. Maymun Hanuman büyük bir kahramandır ve onun yardımı olmadan Râma başarılı olamamıştır. Bu ortaklık, Rama masal ve söylencelerini oluşturanların, öteki yaşayan varlıklara duydukları çekiciliği ve değeri saygıyı yansıtır.

Çekiciliği ve Değeri

İlyada gibi Râmâyana da, kaçırılan bir kraliçenin kurtarılmasını; Odysseia gibi, bir kahramanın uzun bir gezi boyunca yaşadığı maceraları anlatır. Odysseus’un Troya’dan İthaka’ya yolculuğu sırasında bir ülkeden diğerine savrulduğu gibi, Râma da kuzeyden güneye Hindistan’da seyahat eder ve sonunda Seylan’a gider.

Kuşkusuz Hint olmayan kültürlerde bile Râmâyana’ya duyulan kalıcı ilginin bir nedeni, onun muhteşem bir serüven öyküsü olmasıdır. Odağında iyilik güçleriyle kötülük güçlerinin savaşı vardır. Kahramanlar alçakları alt eder, büyü öyküyü ilginç kılar, insancıl ve akıllı hayvanlar öyküye çok özel bir tat katar.

Ramayana’nın da kendi kültürü üzerinde görüngüsel bir etkisi olmuştur. Her iki destan da kuşaklar boyunca insanlara, kahraman insan davranışının farklı modellerini sunarak toplumlarının değerlerini biçimlendirmiştir. Râmâyana yüzyıllardır bir serüven öyküsü yoluyla ahlaki eğitim sağladığı için her Hint çocuğunun eğitiminin gerekli bir parçası olmuştur.

Yüzyıllar boyunca Râmayana’daki kişilikler Hindulara uygun davranış modelleri sunmuştur. Edimlerini, Râma’nın ya da Sîtâ’nın aynı durumda ne yapacağına dayandıran kişi, doğruyu yaptığından emin olmuştur.

Râmâyana hâlâ yaşayan bir gelenektir ve birçoklan için yaşayan dinsel inancın bir parçasıdır. Hintli çocuklar, birçok Batılı çocuğun masallarla büyütülmesine benzer bir biçimde, destandan alınmış öykülerle büyütülür. Râmâyana’nın tamamı ya da bir parçası, dinsel festivallerde törenlerin bir parçası olarak dramatize edilir, kitapların ve filmlerin konusu olmuştur.

Rama, Sıtâ, Lakşmana ve Bharata ideal kişilikler olmalarına karşın, insan olarak da hâlâ çok çekicidirler. Kâma ve Sîtâ’nın büyük bir erdemlilikle katlandığı fedakârlıklar, sıradan Hindu erkek ve kadının yüz yüze geldiği sıkıntıların abartılı kopyalarıdır. Her biri kendi cinsine model rolünü oynar ve doyumun, kişinin görevine ve doğru davranışa bağlılıklarında aranması gerektiğini Öğretir.

Çağdaş okuyucu (Hindu olmayanlar bile) Sıtâ, Rama ve Râma’nın kardeşleriyle kendilerini özdeşleştirebilir. Hepimiz, insanların çok zor koşullar altında en iyi biçimde davrandıklarını görmekten hoşlanırız. Çünkü dürüst davranış, insanları ve insan ırkını yüceltir. Eski Hindular gibi sevgiyi, arkadaşlığı, sadakati, adanmayı ve azmi severiz. Aynı zamanda kıskançlık, çekememezlik ve açgözlülük hissetmeyi de bilir, üzülür ve acı çekeriz. Uygun olmayan davranışlara zorlandığımız durumlarda en iyi biçimde davranmamız gerekir.

Bununla beraber, çağdaş Batılı davranış biçimleri, yer yer Râmâyanada betimlenenden farklıdır. Râma’nın Sîtâ’yı, Râvana tarafından kaçırılmasından dolayı reddetmesini ve aynı nedenle uzun yıllar sonra onu sürgüne göndermesini anlaşılmaz ve itici bulabiliriz. Yine de, hem Râma hem Sîtâ’nın davranışları anlaşılabilir, çünkü hâlâ toplumlarında örnek davranışlardır. 

Rânıâyana, ana baba ilişkilerinin ve toplumun değerlerinin karmaşıklaştırıcı etken olarak işlediği bir karı koca sevgisi üzerinde odaklanır. Her olayın kökeninde iki insan arasında, koca ve karı, ana baba ve çocuk, iki kardeş, iki arkadaş ya da daha geniş bir ölçekte kral ve uyruğa yönelik sevgi ve sorumluluk vardır.

Râmâyana, insanların görevleri ve sınavlarıyla yüz yüze geldiklerinde hissettiklerine dair çok kişisel bir öykü olduğu için evrensel bir ilgi uyandırır. Soylu ya da köylü, eski Hintli ya da modern Amerikalı, hepimizin aynı temel gereksinimleri ve duygusal tepkileri vardır. İnsanlık evrenseldir, aynı temel değerler bütün zamanların ve mekânların halkları için geçerlidir.

Hindu Kahraman

Eski Hindu geleneğine göre her kişi dharma’ya, yani adil davranışa sadık olmalıdır. Yaşamdaki her rol için (kral, kraliçe, baba, anne, oğul, kız, erkek kardeş, kız kardeş, arkadaş) belirlenmiş bir davranış ölçüsü vardır. Bu nedenle herkes olup biten her durumda ne yapması gerektiğini bilir. Her zaman olduğu gibi sadakatlar arasındaki çatışmalar sorun çıkarır. Yine de, acı ve üzüntü dürüst yaşamın parçasıdır ve herkes yaşam ne getirirse buna katlanmak zorundadır.

Eski Hindu toplumunda bir kadının yükümlülüğü, yaşamını kocasına adamaktır. Sevgisi saf ve bağlılığı tam olmalıdır. Tüm sınavlar ve ayartmalara karşın ideal standartlara uyabilirlik, onun kendi değerini ve toplumun ona verdiği değeri belirler. Meydan okuma ne kadar büyükse, başarı da o kadar büyüktür. Eğer olumsuz duruma karşın toplumun standartlarını koruyorsa, o büyük bir kadın kahramandır.

Eski Hindulara göre, bir kadın kendisini ya da işlevini bağımsız bir insan olarak düşünmemelidir. Dolayısıyla kendi geleneği açısından bakıldığında Sîtâ, Hint yazınındaki en büyük kadınlardan biridir. Kadın sevgisinin, bağlılığının ve sadakatinin en yüksek idealini temsil eder ve Hindu toplumu onu tüm çağlar boyunca sevmiştir.

Erkeğin yükümlülüğü daha karmaşıktır. O, işlevini erkek egemen bir toplumda yerine getirir ve bu nedenle hem evde hem toplumda yerine getirmesi gereken pek çok sorumluluğu vardır. Sınavda ve yokluk içinde görevine bağlılığını sürdürmesi beklenir. Lakşmana büyük bir kahramandır. Çünkü sadık bir kardeş ve arkadaş, az bulunur bir savaşçıdır. Rama ile sürgüne gittiğinde karısını yanında götürmez. Bharata babasından, annesinden ya da kendisinden çok erkek kardeşi Râma’ya karşı büyük bir yükümlülük hisseder.

Kral olarak Râma’nın topluma karşı özel bir yükümlülüğü vardır. Krallık, uyruğuna olan sorumluluklarını kendi kişisel yaşamının Önüne koymayı gerektirir. Halk arasında doğru davranış modeli olduğu için, Râma’nın kişisel davranışı eleştirinin dışında tutulmalıdır. Bu nedenle tüm sıkıntısına ve kederine rağmen halkının davranışlarına saygı göstermeli ve onların arzularına haksız olsalar bile uymalıdır.

Rakşaşa’lar düşmandır, fakat kendi toplumları içinde kötü değildirler. Yabancılara şiddet uygulamakta ve onları aldatmakta kendilerini özgür hissederlerken, kendi aralarında Râma’nın halkıyla aynı değerlere sahiptirler. Sevgi ve sadakat gösterirler, savaşta cesur ve beceriklidirler. Râvana, iyi bir kral değildir, çünkü kendi kişisel isteklerini halkının gereksinimlerinden daha çok düşünür. Bununla birlikte büyük bir kahramandır. Erkek kardeşi Vibhişana iyi bir kral olacaktır.

Tanrıların Rolü

Ramayana’daki tanrılar da ölümsüz ve güçlüdürler, fakat her şeye kadir değildirler. Yeterince becerikli mücadele edilirse, Hindu tanrılarıyla baş edilebilir. Böylece Râvana büyük bir güce sahip olabilir.

Yunan ve Sümer tanrıları gibi Hindu tanrıları da dünyaya iner ve kahramanlarla ilişki kurarlar, fakat onların davranışlarını belirlemezler. Odysseia’da Zeus, insanların başlarına gelen felaketin sorumlusunun kendileri olduğunu söyler. Ramayana’da da Sîtâ’nın kaçırılmasını olanaklı kılan kendi tutumudur.

Râmayana’nın kahramanlan da uygun ve uygun olmayan davranış arasında, iyi ve kötü arasında seçim yapmakta özgürdür. İnsani doğaları, onları çoğunlukla serinkanlı olmak yerine duygularının yön verdiği tutkularla tepki vermeye sürükler ve bu, her zaman gereksiz acılar getirir. Rakşasalardan korkulmalıdır, çünkü kötü ve şeytanidirler ve kendilerini az bulunur güzellikte yaratıklara dönüştürebilirler. Böylelikle kandırma ve kışkırtma yoluyla iyi insanları ele geçirirler. Kötülük, çoğunlukla iyilik kılıfıyla gelir ve çekiciliğine, gerisinde Rakşasa olsun olmasın direnmek zordur.

Ramâyana, bir insanın bir yaşamdaki davranışının onun daha sonraki yaşamını belirleyeceği biçimindeki Hindu düşüncesini ifade eder. Böylece Sitâ bu yaşamda acı ve üzüntüsünün nedeni olarak daha Önceki yaşamında ne kötülük işlediğini düşünür. Râma ve erkek kardeşlerinin dünyadaki yaşamı reddedip gökyüzüne yükselmeleri, adil insanların ölümü hakkmdaki Hindu düşüncesini yansıtır.

Başlıca Karakterler

Dasa-Ratha: Kosala kralı, Râma, Bharata, Lakşmana ve Satrughna’nın babası.

Râma: Vişnu’nun dünyevi biçimlerinden biri; Kral  Dasa-Ratha’nın  en  büyük  ve  gözde  oğlu;  Bharata, Lakşmana  ve Satrughna’mn erkek kardeşi; Sîtâ’nın kocası.

Bharata: Vişnu’nun ikinci dünyevi biçimi; Kral Dasa-Ratha’ nın ikinci oğlu; Râma, Lakşmana ve Satrughna’nın kardeşi.

Lakşmana: Vişnu’nun üçüncü dünyevi biçimi; Kral Dasa-Ratha’nın üçüncü oğlu; Râma’nm  erkek kardeşi ve arkadaşı; Bharata ve Satrughna’mn erkek kardeşi.

Satrughna: Vişnu’nun dördüncü dünyevi biçimi; Kral Dasa-Ratha’nın en küçük oğlu; Bharata, Râma ve Lakşmana’nm erkek kardeşi.

Canaka: Videha kralı; Toprak Ana’nın kocası; Sîtâ’nın babası.

Sîtâ: Lakşmi’nin dünyevi biçimi; Vişnu’nun karısı; Toprak Ana ve Kral Canaka’nın kızı; Rama’nın karısı.

Ravana: Lanka ve Rakşasaların şeytan kralı; hem tanrıların hem ölümlülerin düşmanı.

Martça: Ravana’nın danışmanı, bir Rakşasa şeytanı.

Kumbha-Karna: Ravana’nın dev erkek kardeşi; en büyük Rakşasa savaşçısı.

Vibhişana: Râvana’nın en genç ve iyi erkek kardeşi; Râvana’nın ölümünden sonra Lanka ve Rakşasaların kralı.

Sugriva: Rama’nın Râvana ile kavgasına yardım eden maymun kral.

Hanuman: Rüzgârın oğlu; Râma’ya yardım eden büyük maymun kahraman.

Narada: Rama’nın yaşam öyküsünü Valmîki’ye anlatan büyük bilge adam.

Valmîki: Münzevi; Ramayana ‘yı derleyen ozan; Rama’nın ikiz oğullarının öğretmeni.

Başlıca Tanrılar

İndra: Tanrıların kralı; yağmur tanrısı.

Vişnu: Yeryüzündeki yaşamın koruyucusu.

Brahma: Yeryüzündeki yaşamın yaratıcısı biçimindeki Vişnu.

Şiva: Yeryüzündeki yaşamın yok edicisi biçimindeki Vişnu.

Lakşmi: Güzellik ve şans tanrıçası; Koruyucu Vişnu’nun karısı.

Toprak Ana: Sîtâ’nın annesi.

Yama: Ölüler’in efendisi.

Agni: Ateş tanrsı.

Donna Rosenberg’in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.


OĞUZLAR

Aralık 29, 2022

Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarını kuranlar Oğuzlardır. Anadolu Türklerinin aslı Oğuzlara dayanmaktadır. O halde Türk alemi içinde Oğuzlar kimlerdi? Oğuz kelimesi nereden geliyordu. Bütün Anadolu halkı kendilerini Oğuz Han’a mensup (Türkmenler) olduklarını söylemektedirler.

Oğuz kelimesi bir çok milletlerin tarihinde muhtelif şekillerde kayıtlıdır. Araplar Oğuzlara (Guz); Bizanslılar ise (Uzguze) Orta Çağ latinleri de (Uzi) diye yadetmişlerdir. Bizanslıların Ceyhun nehrine (Okus) demeleri, Oğuza nisbeten verilmiştir. Oğuz kelimesi (Ok) ile (Uz) kelimelerinden meydana gelmiştir. (Ok. Boy) kabile demektir. (Uzler) çoğul edatı manasına geldiğinden (Uğuz Kabileler) demektir. Oğuz kelimesinin (Mübarek, Kutlu) manasına geldiğini de söyleyenler vardır. Türkmenler ise (Oğuz) kelimesini (Maya, öz, cevher, asil) anlamında kullanmaktadırlar. Oğuzların aslına ait en eski eser (Oğuzname) dir. Oğuzlar arasında Oğuznamenin büyük değeri vardır. Bu eser Oğuz Han adlı bir hakanın hayatından, fetihlerinden ve öğütlerinden bahsetmektedir. Oğuz Han hakkında şu menkibe vardır.

«Oğuz, doğduğu zaman bir dünya güzeli idi. Annesinin memesinden ilk sütü emdi sonra bir daha emmedi. Yiyecek istedi. Lakırdı etmeye başladı. Kırk günde büyüdü. Dolaşıp oynadı. At sürüsü güder. Beygire binerek izinsiz avlanırdı. Böylece büyüdü. Delikanlı oldu. Memlekette büyük bir orman vardı. Ormanda müthiş bir canavar vardı. Oğuz onu öldürdü.

Bir gün tanrıya ibadet ederken birdenbire ortalık karardı. Gökten bir mavi ışık düştü. Güneşten ve aydan parlaktı. Bunun ortasında tek başına bir kız oturuyordu. Başında kutup yıldızı gibi yanan parlak bir işaret vardı. Oğuz bu kızı sevip aldı. Bu kızdan (Gün, Ay, Yıldız) adlı üç oğlu oldu.

Oğuz bir gün yine ava gitmişti. Uzaktan bir gölün ortasında bir ağaç ve üzerinde bir tek kız gördü. Onu da sevip aldı. Ondan da (Gök, Dağ, Deniz) adlı üç oğlu daha oldu. Bunun üzerine günün birinde kavmine büyük bir ziyafet (Şölen) verdi. Ziyafetten sonra halka:

Ben artık sizin hakanınızım, bana hizmet edeceksiniz! dedi. Dört bucağa emirler göndererek itaat istedi. Bir sabah Oğuzun çadırına gün ışığına benzer bir ışık girdi. İçinde boz yeleli bir kurt göründü. Kurt Oğuza ve ordusuna yol gösterdi. Oğuz yıllarca birçok kavimlerle cenk etti. Büyük bir Oğuz İmparatorluğu kurdu. Komutanlarından bazılarına (Kıpçak, Karluk, Kalaç, Kanıklı) adlarını vererek onları han yaptı.

Oğuz Hanın (Uluğ Türk) adlı ihtiyar bir Şamanı vardı. Bu adam bir gece rüyasında altın bir yay ve gümüş üç ok gördü. Yay doğudan batıya kadar uzanıyor, üç ok da güney yönüne uçuyordu. Uyanınca bu rüyasını Oğuza anlattı, öğütte bulundu. Oğuz bu öğüdü tutarak oğullarını yanına çağırdı. Gün, Ay, Yıldız doğu tarafına; Gök, Dağ, Deniz’i batı tarafına gönderdi. Birinciler avlandıkları birçok avlarla beraber altın bir yay bulup getirdiler. Oğuz bunu üç parçaya ayırdı ve oğullarına verdi. Diğer üç. oğlu beraber gümüş bir ok bulup getirdiler. Oğuz onu lara verdi. Bundan sonra (Oğuz Han) büyük bir da birçok avlarla da üçe ayırıp on­ kurultay topladı.

Sağ tarafta üç aklar, sol tarafta boz oklar oturuyordu. Oğullarına şunları söyledi:

Ey oğullarım! Çok yaşadım. Mızrakla çok cenk ettim. Çok ok attım, çok aygırlara bindim. Düşmanları ağlattım. Dostları güldürdüm. Gök tanrıya ben her şeyi feda ettim. Sizlere yurdumu veriyorum! Dedikten sonra yurdunu oğullarına böldü.»

Oğuz menkıbesinin Müslüman Oğuzlar arasındaki şekli de şöyledir:

«Oğuz doğunca üç gece anasının memesini emmedi. Dile gelip anasına, (Eğer Müslüman olmazsan kendimi öldürürüm.) dedi. Anası Müslüman oldu. Oğuz bir yaşına gelince, babası (Karahan) adet mucibince bir ziyafet vererek beylere: (Buna ne ad koyarsınız) diye sorunca, çocuk:

-Benim adım, Oğuz!

dedi. Çünkü bu adı ona Tanrı vermişti.

Oğuz Hanın altı oğulundan dörder olmak üzere yirmi dört torunu dünyaya geldi. Bunlar (Bozok) ve (Üçok) diye onikişere ayrıldılar. Yirmi dört boyun adları:

OĞUZ HAN

                         Bozoklar

                          1       2    3               4

(Günhan)        Kayı – Bayat – Alka evli – Kara evli

                          5       6     7              8

(Ayhan)         Yazır   Döğer – Dodurga – Bayırlı

                              9      1O       11 12

(Yıldızhan):        Afşar – Kınık – Beydili – Kargın

                          Üçoklar

                           1            2            3           4

(Gökhan)       Bayındır- Peçenek- Çavuldur- Çepni

                          5        6        7        8

(Dağhan)  Salur – Eymür – Alayuntlu – Üregir

                          9     10    11         12

(Denizhan) :    Iğdır   Böğdüz  Yıva      Kınık

Bu suretle on ikisi sağ, on ikisi sol olmak üzere Oğuzlar (24) boya ayrılmışlardır. Oğuzun her oğlunda bir ungunu damgası vardı:

Günhan        Şahin

Ayhan       Kartal

Yıldızhan       Tavşancıl

Gökhan        Sungur

Dağhan         Çağır

Denizhan       Üçkuş

idi. Her boy bu damga ile tanınırdı. Bu teşkilatı Gökhanın bilgini Yenikendli (İrkil Ata) yapmıştır. Oğuzların kendilerine göre bir lehçesi vardır. Buna (batı lehçesi) denilir. Doğu lehçesine de (Hakaniye) denilmektedir. Oğuzname Oğuz türkçesi ile yazılmıştır.

 Oğuzların anayurtları Orta Asya’da bulunan Tanrı Dağı yöresi idi. Çinliler bu dağa (Gök Dağ) manasına ( Tiyan – Şan) demektedirler. Bu dağın doruğu daimi olarak karla kaplı olup yamaçları ise ardıç ormanları ile örtülüdür. Bu orman geyik ve karacalar yatağıdır. Dağın aşağı yamaçlarını yabani buğdaylar kaplamış olup, baharda tarlalar sünbül, lale ve karanfillerle bezenmektedir. Burası yeryüzünün bir cennetidir. Tanrı Oğuz Türklerini bu yeryüzü cennetinde yaratmıştır. Bu dağın önüne yeşil deniz denilen bir bozkır serilmiştir. Bu bozkırda at ve koyun sürüleri yabani olarak gezmekte idi. Oğuzlar bu hayvanları ehlileştirip geçimlerini ve daima servetlerini sağladılar. İlk defa çiftlik ve hayvancılıkla meşgul oldular.

Oğuzlar Tanrı Dağı bölgesine (Gün Ortaç) adını verdiler. Gün Ortacın doğusuna (Hatay), batısına da (Horasan), kuzeyine de (Kıpçak) dediler. Kuzeye yayılanlar Altay Dağlarının madenlerini işlediler. Doğuya gidenler Çine doğru ticaretle meşgul oldular. Büyük Oğuz kütlesi ise Ceyhun nehri yöresinde (Karaçuk – Farab) ı merkez yaptılar. Horasan elini yurt yaptılar. Burada göçerevli olarak hayvan sürüleriyle geçindiler. Oğuzların bir kısmı da Peçeneklerle beraber Volgaya, buradan da Balkanlara gittiler. Bizanslıların tesiri ile hristiyan oldular. (Gagavuz) adını aldılar. Bunların bir kısmı da Anadolu’ya yerleştiler.

Oğuzların en önemli boyları (Salur, Kayı, Kınık, Bayat, Bayındır) dır. Oğuz Han’ın oğlu Dağ Han’ın ilk oğlunun adı Salur idi. Salur’un bir boyu da (Karaman) idi. Bayat boyu da çok genişti. Çoğu Anadolu’ya yerleşmişlerdi. Selçuklu Devletini Kınıklar, Osmanlı Devletini de Kayılar kurmuştur.

Oğuzların ilk kurdukları cemiyet ( Boy) idi. Boy (Halk) manasına gelmektedir. Boylar birleşerek (İl) i teşkil etmiştir. Boy beyine ( Tudon), il beyine de (Yabgu) denilirdi. Oğuz illeri birleşerek (Hakanlık) şeklini meydana getirmişlerdir. Boylar Demokrasi ile idare edilmektedirler. Egemenlik ( Boy Meclisi)nde idi. Her ferd bu meclisin üyesi idi. Bu meclis yılda bir kere Boy beyini seçerdi. Boy beyi, halkı memnun edemezse istifaya mecburdu. Boy beyinin maiyetinde gençlerden kırk yiğit bulunurdu. Barış işlerini görmek için (İhtiyar) adlı bir büyük vardı. Akıncı kuvvetlerinin komutanına da ( Sübaşı) denilirdi. Savaş başlamadan önce, Boy beyinin çadırı önüne ucunda bayrak olan bir mızrak dikilirdi. Derhal gençler silahlanıp alaylar teşkil ederlerdi.

Boy beyinin hazinesi yoktu. Aralarında eşitlik vardı. Oğuzlar (Referandum) usulü ile idare edilen bir (Cumhuriyet) şeklinde yaşarlardı. Çalışkan ve ahlakça üstün insanlardı. Aralarında para ile tutulmuş hizmetçiler olmadığı gibi esirler de yoktu. Yaraladıkları düşmanı çadırlarına götürüp kadınlarına tedavi ettirirlerdi. Çarpıştığı düşman ona el uzatırsa öldürmezlerdi, aman dileyeni af ederlerdi.  

Zamanla boylar birleşerek (İl) şeklini aldılar. İl kelimesi (Devlet) veya (Barış) demektir. Boylar içte ve dışta barış halinde yaşarlardı. Elçi kelimesi de barışçı demektir. Oğuzların adet ve örflerini sağlayan bir hukukları vardı ki buna (Töre) derlerdi. Oğuz töresine bağlı olmayanlara (Tat) veya (Tatar) derlerdi. Oğuzlarda dört yön kutlu idi. Buna dört renk vermişlerdi  

Doğu Gök

Batı         Ak

Kuzey Kara

Güney Kızıl

idi. Bu sebeple Oğuzlar Anadolu’ya yerleşince, Anadolu’nun kuzeyindeki denize (Kara Deniz), batısındaki denize (Ak Deniz), güneyindeki Denize (Kızıl Deniz) adını vermişlerdir. Kuzey rüzgarına da (Kara Yel) demişlerdir. Oğuzlar savaşlarda da dört renk ata binerlerdi. Doğuya düşen atlar gök, batıdakiler ak atlar, kuzeydekiler Kara atlar, güneydekiler de kızıl atlardı. Oğuz Hanın ordusu da böyle idi. Dünyayı Tanrının dört oğlu idare ettiğine inanırlardı.

Doğuda Gökhan

Batıda Akhan

Kuzeyde Karahan

Güneyde Kızılhan

bulunurdu. Oğuzlarda (Ağaç- Ateş- Demir- Su) kutlu idi. En kutlu kuş, (TuğTul), en kutlu hayvan (Bozkurt), ağaçta (Huş ağacı) idi. Gök Tanrıya yılda bir kere (Ökuz) kurban ederlerdi. Oğuzların dinine (Şamanizm) denilirdi. Şamanlıkta kutlu olan en büyük Tanrı (Güneş) dir. Bu (Güneş) de güzelliktir. Bütün dünyayı güzelliğin cevheri olan (Nur) kaplamıştır. Bu Nur da (Güneş) olarak görünmektedir. Ayrıca (Ay) ve (Zühre) yıldızı da kutludur. Bunlara (Günhan), (Ayhan), (Yıldızhan) denilir. Dini törenleri de (Şaman) lar veya (Kam) lar idare ederlerdi.

Oğuzlarda dörtlü teşkilatla beraber (Altı) teşkilat da vardı. Oğuzların (Uygur, Kalaç, Kanıklı, Karluk, Kıpçak, Ağaçeri) adlı altı kolu vardı. Bunların hepsi Oğuzdur. Oğuzlar, diğer Türk kavimleri olan (Yakutlar, Başkırtlar, Özbekler, Altaylılar, Hazarlar, Macarlar, Bulgarlar, Finler, Karaçaylar, Kumuklar, Kara Kalpaklar) dan ayrı müstakil bir koldur. Oğuzlar, fizyonemi itibariyle tamamen Avrupalılara benzemektedir. Bunlar Türk, Oğuz ve Türkmen diye adlanmışlardır. Oğuz, Türkün asili, kibarı demektir. Oğuzlarda en önemli bir rakam da ( 9) dur. Bunu çok uğurlu sayarlar, çok kere dokuz boya ayrılırlar, bunlara (Dokuz Oğuzlar) denilir. Oğuzlarda soy dokuzuncu göbeğe kadar çıkar. Tarhanlık imtiyazı dokuzuncu göbeğe kadar devam eder. Dokuz atası demirci olan şaman olabilir. Gökte dokuz kattır. Ceza kanunlarının da dokuz adedi önemlidir. Törenlerde dokuz bardak Kımızı, dokuz yudumda içmek adettir. Ot demetlerini de dokuzar yaparlar. Oğuz beylerinin sancakları da dokuz tanedir.

Oğuzlarda dikkate değer bir adet de (Şölen) denilen ziyafetdi. Oğuz beyleri ve hatunları şölen verirlerdi. Yirmi dört boyun beyi, çıplak olanlara elbise giydirir, borçlu olanların borçlarını öderdi. Dargınlar barıştırılırdı. Ayrıca yılda bir kere de (Yağma Şöleni) verilirdi. Bu şölene Üçokla Bozok’un bütün beyleri katılırdı. Ziyafetten sonra İl Beyinin veya hakanın atağında ne kadar malı varsa beyin emri ile halk tarafından yağma edilirdi. Çünkü beyin serveti kamuya ait vakıflar hükmünde idi. Bu serveti ona veren halkı, malını yağma ederler, fakat daha iyisini yine verirlerdi. O gün yeni bey de seçilirdi.

Oğuzlarda her kırk ev bir topluluk sayılırdı. Bu toplulukların her birinde, yılda en az dört evlenme olması töre idi. Fakir olanlara yardım edilir. Herkes bir kadın alabilirdi. Oğuzlar kendilerine tabi olup, dillerini kullanan, kültürünü kabul edenlere (Ulus) denilirdi. Oğuz olanlara da (Budun) derlerdi. Budun (Uruk) u teşkil ederdi. Uruk, tohum demektir. Yani aynı kökten gelenlerdir. Uluslarla evlenmezler, soy ve soplarını devam ettirirlerdi. Oğuzlarda Hakan olabilmek için babası ve anası Türk olmak şarttı. Hakan oğullarına (Tekin), anası Türk olan kızlara da (İnal) derlerdi.

Uruklar (Boy) lara, boylar da (Oymaklara), oymaklar da (Obalara), abalar da (Avul) lara ayrılmıştı. Oğuzların sosyal yapıları bu şekilde bölünmüştü. Yerleştikleri yerlere (Yurd) derlerdi. Sürü sahibi olduklarından yazın (Yaylak), kışın da (Kışlak) tutarlardı. Yaylaklar tahsis olup, kamuya aittir. Parçalanmaz ve satılmazdı. Ancak faydalanılırdı. Dinlenme yeri idi. Burada yağ peynir, yoğurt yapılırdı. Şehirlere yerleşmeyenler (Göçerevli) idi Göçerevlilik (Göçebelik)den farklıdır. Bunlar gezici bir teşkilat idi. Göçerevli bir ilde devlet kurabilecek dört ana teşkilat vardır. Birincisi (Alpler) dir. Bunlar talimli askerler ve akıncılardır. İkincisi (Horasan Erenleri) adıyla (Alimler, Pirler, Babalar) idi. Bunlar da alimler, din büyükleri ve şamanlardı. Üçüncüsü (Ahiler) olup, her daldan sanatçılardı. Dördüncüsü (Bacılardı). Bunlar da silahlı kadın alayları idi. Türk cemiyetinin bu ana cevheri dolayısıyla, her çağda Oğuzlar bir devlet kurmuşlar, egemenlik sağlamışlardır. Diğer Türklerde bu maya olmadığından daimi devlet kuramamışlar, teba olarak yaşamışlardır. Bu sebeple Oğuzlar tarihin bir mucizesi olmuşlardır. Tarihten silinmemelerinin birinci sebebi bu olmakla beraber, ikinci ana kaynak da (sürü sahibi) olmalarıdır. Büyük akınlara, tabii afetlere, genel kıtlıklara karşı her türlü ihtiyaçlarını temin eden koyun ve davarlara ve ota malik bulunmaları olmuştur. Bu sebeple kaderlerine inkıraz yazılmamıştır. Her çağda devlet kurmuşlardır. Zamanla illerinin birleşmesinden (Hakanlık) kurmuşlardır. Hakanların (Kurultay) adlı meclisleri vardı. Bu meclis (Yasa) yı yapardı. Hakanların büyük otağlarına (Ordu) adı verilirdi. Hakanlık devrinin sancağının rengi (kırmızı) idi. İlhanlık yani imparatorluk devrinde sancak rengi (Gök) idi. Oğuzlar ölülerini mumyalarlar, bütün eşyalarıyla (Kurgan) denilen kümbetlere gömerlerdi. Oğuzlar sakal ve bıyıklarını tıraş ederlerdi. Saçları uzundu. Elbiseleri yünden ve ak renkte idi. Temiz insanlar olup, sık yıkanmayı severlerdi. Sağlam vücutlu idiler. Kımız denilen kısrak sütünden yapılmış bir içki içerler. Kopuz denilen bir sazı çalarlardı. Ozanlar oğuznameden destanlar okurlardı. Oğuz delikanlılarının oyunları halay çekme ve bar şeklinde idi. Oğuzlara ait belgenin en eskisi altıncı yüzyılda dikilen (Yenisey) anıtlarında görülmektedir. Bu anıtlarda (Altı Oğuz Budunu) sözü yazılıdır. Bu yazı (Alp Turan) adında bir boy beyine aittir. Sekizinci yüzyılda dikilen (Orhun Yazıt) larında ise- (Doğuz Oğuz) diye kayıt vardır. Üç Oğuzları (Gültekin) yenmişti. Peçenekler ve Uygurlar da Oğuzlardan idi. Oğuzların, büyük urukları onuncu yüzyılda Ceyhun nehri ve Hazar boylarında yaşamakta idiler. Oğuzların kışlakları (Yenikent) ve (Cend) şehirleri idi. Karaçukda Oğuzlara ait bir çok kültür eserleri çıkmıştır. Maveraünnehir ve Horasan eli (Oğuzistan), Doğu Türkistan da (Uyguristan) idi. Türk medeniyetini bu Türk Oğuzlar kurmuşlardı. Oğuzlar Anadolu Türklerinin atalarıdır.

SELÇUKLU İMPARATORLUĞU TARİHİ

Yazan: Enver Behnan ŞAPOLYO


DÎNİ SÖZLÜK “H”

Aralık 29, 2022

HAD:

İslâmiyet’te miktârı kesin olarak bildirilen cezâ.

Beş günah için had cezâsı vardır: Zinâ, şarab içmek, alkollü içki ile sarhoş olmak, kazf (iffetli erkek veya kadına zinâ etti diye iftirâda bulunmak), hırsızlık, yol kesicilik. (İbn-i Âbidîn)

Had, günâhın temizlenmesine sebeb olmaz. Günâhtan kurtulmak için ayrıca tövbe etmek de lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

Hadd-ı Bülûğ:

Ergenlik çağı; cünüp olup, gusül abdesti almaya başlama zamânı

Hadd-i Kazf:

İffetli, temiz olan erkek veya kadına zinâ isnâd etmek (zinâ ettiğini söylemek) sebebiyle verilen cezâ.

Kazf (temiz erkek veya kadına zinâ isnâd etmek), İslâm dîninde büyük günâhtır. İki şâhidin haber vermesi veya suçlunun bir kere söylemesi ile sâbit olur, bilinir. Hadd-i kazf, seksen sopa vurmaktır. Hadd-i kazf, kazf olunan kimsenin isteği üzerine tatbîk edilir.

Hadd-i Sirkat:

İslâm hukûkunda başkasının az veya çok malını gizlice, haksız olarak veya rızâsı olmayarak almak sebebiyle verilen cezâ.

Akıllı ve erginlik çağına gelmiş erkek, kadın, köle, efendi, müslüman veya zımmî (müslüman olmayan vatandaş), on dirhem (33 gr. ve 65 santigram) gümüş parayı veya değerinde olan mütekavvim (kıymetli, kullanılması câiz ve mümkün) ve durmakla bozulmayan bir malı, müslüman veya zımmî olan sâhibinin mülkünden dâr-ül-İslâm’da (müslüman memleketinde), hepsini bir defâda gizlice alırsa ve mal sâhibi de dâvâ ederse, hadd-i sirkat uygulanır ve suçlunun sağ eli bilek mafsalından kesilir. İkinci defâ çalanın sol ayağı oynak yerinden kesilir. Üçüncüsünde bir yeri daha kesilmeyip, tövbe edinceye kadar hapsedilir. Hırsızlık, çalanın bir kere söylemesi veya iki âdil erkek şâhidin haber vermesi ile belli olur. (İbn-i Âbidîn)

Et, sebze, meyve, süt, odun, ot, kuş, tavuk, kireç, kömür, tuz, saksı, ekmek, her çeşit kitab vb. çalmakla hadd-i sirkat lâzım gelmez. (İbn-i Hümâm)

Hadd-i Zinâ:

Akıllı  olan, ergenlik çağına gelen ve konuşabilen müslüman veya müslüman olmayan kadın ve erkeğe, dâr-ül-İslâm’da (İslâm memleketinde), tehdîd edilmeden, arzûlariyle, zinâ yaparken yakalandıklarında verilmesi gereken cezâ.

Evli olmayan kimse için hadd-i zinâ, yüz sopa vurulmasıdır. (İbn-i Âbidîn)

HADES:

Abdestsizlik veyâ cünüblük hâli.

Hades; küçük hades ve büyük hades olmak üzere ikiye ayrılır. Küçük hades; bevl etmek, herhangi bir yerden kan çıkması ve abdesti bozan diğer durumlarla meydana gelen manevî kirlilik hâlidir. Namaz abdesti almakla temizlenilir. Büyük hades ise, cünüblük, hayız ve nifas hâlleri ile meydana gelen manevî kirliliktir. Boy abdesti alarak ağızı, burnu ve bütün bedeni yıkamakla ondan temizlenilir. (Mehmed Zihnî Efendi)

Hadesten Tahâret:

Namaza başlamadan önce yerine getirilmesi gereken farzlardan biri. Abdesti olmayan kimsenin abdest alması, cünüb olanın, hayız ve nifas hâli sona eren kadının boy abdesti alması.

HÂDÎ (El-Hâdî):

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsı ndan (güzel isimlerinden). Kullarından dilediğine doğru yolu gösteren, kullarının havâssına (seçilmişlerine) doğrudan insanların avâmına (havâsstan aşağı derecede olanlara) yarattıkları varlıkları vâsıtasıyla kendini tanıtan yüce Allah.

Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Rabbin, Hâdîdir, (düşmana karşı) yardımcı olarak yeter. (Furkan sûresi: 31)

Allahü teâlânın isimleri vardır. İsimleri aynı zamanda sıfatlarıdır. Allahü teâlânın Hâdî ve Mudıl (dalâlete götürücü) sıfatları vardır. İnsanlardan bâzılarına Hâdî, bâzılarına Mudıl sıfatı ile tecellî eder. Biz, niye böyle olduğunu anlayamayız. (Abdülhakîm Arvâsî)

HADÎD SÛRESİ:

Kur’ân-ı kerîmin elli yedinci sûresi.

Hadîd sûresi Medîne-i münevverede nâzil olmuştur (inmiştir). Yirmi beşinci âyet-i kerîmede demir mânâsına olan hadîdin ehemmiyetinden (öneminden) ve fâidelerinden bahsedildiği için, sûreye Hadîd ismi verilmiştir. Bütün varlıkların Allahü teâlâyı tesbîh ettiklerini bildirmekle başlayan sûrenin başlıca konuları şunlardır: Allahü teâlânın mübârek isimleri, sıfatları, mallarını Allah için harcayanların pek büyük mükâfatlara kavuşacakları, bâzı peygamberler aleyhimüsselâm ve ümmetlerinin durumları, Peygamber efendimize îmân edenlere (inananlara) verilen müjdeler. (Fahreddîn Râzî)

Hadîd sûresinde buyruldu ki:

Her nerede olursanız olunuz, Allahü teâlâ sizinle berâberdir. (Âyet: 4)

Dünyâ hayâtı elbette la’b, yâni oyun ve lehv (eğlence) ve zînet (süslenmek) ve tefâhür (öğünme) ve malı, parayı, evlâdı çoğaltmaktır. (Âyet: 20)

Dünyâda olacak her şey dünyâ yaratılmadan önce levh-i mahfûzda yazılmış, taktir edilmiştir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayâtta kaçırdığınız fırsatlar için üzülmeyesiniz ve kavuştuğunuz kazançlardan, Allah’ın gönderdiği nîmetlerden dolayı mağrûr olmayasınız. Allah kibirlileri sevmez. (Âyet: 22)

HÂDİS:

Yaratılmış. Yok iken var, var iken yok olabilir. Sonradan olan.

Âlemin  hâdis  olduğunu  gösteren  ikinci  bir  delil  de  âlemin  her  zaman  bozularak değişmesidir. (Kemahlı Feyzullah)

HADÎS:

Peygamber efendimizin mübârek sözleri, işleri ve görüp de mani olmadıkları şeyler.

Uydurduğu bir sözü, hadîs olarak söyleyen kimse, Cehennem’de azâb görecektir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)

Hadîs-i şerîfleri, sahîh (doğru) veya bozuk olduğunu bilmeden söylemek, sahîh olsa bile, günâh olur. Böyle kimsenin hadîs-i şerîf okuması câiz olmaz. Hadîs kitablarından hadîs nakletmek için hadîs âlimlerinden icâzet (diploma) almış olmak lâzımdır. (Muhammed Hâdimî)

İmâm-ı  Buhârî’nin rivâyet ettiği (naklettiği, bildirdiği) bir hadîs-i şerîfte şöyle buyruldu:

İçinizde en sevdiğim kimse, huyu en güzel olandır.

Bir kimse ki, Kur’ândan, hadîsten anlamaz,

Cevâb vermemek gibi, ona cevâb bulunmaz.

(Şeyh Sa’dî)

Hadîs Âlimi:

Hadîs-i şerîf sahasında mütehassıs kimse.

Hadîs-i Âhâd:

Hep bir kimse tarafından rivâyet edilen, bildirilen, müsned-i muttasıl (Resûlullah efendimize varıncaya kadar, rivâyet edenlerden yâni nakledenlerden hiçbiri noksan olmayan) hadîs-i şerîfler.

Hadîs-i Âmm:

Herkes için söylenmiş hadîs-i şerîfler.

Hadîs-i Cibrîl:

Peygamber efendimiz Eshâbı (arkadaşları) ile otururlarken, Cebrâil aleyhisselâmın insan sûretinde gelip; İslâm’ı, îmânı ve ihsânı sorduğunda Resûlullah efendimizin verdiği cevabları bildiren hadîs-i şerîf.

Cibrîl hadîsinde o zât-ı şerîf (Cebrâil aleyhisselâm) ellerini Resûl-i ekremin mübârek dizleri üzerine koydu ve Resûlullah’a; “Yâ Resûlallah! Bana İslâmiyet’i, müslümanlığı anlat” dedi. Resûl-i ekrem buyurdu ki: “İslâm’ın şartları; kelime-i şehâdet getirmek, vakti gelince namaz kılmak, malının zekâtını vermek, Ramazân-ı şerîf ayında her gün oruç tutmak ve gücü yetenin, ömründe bir kerre hac etmesidir.”

Îmânın şartlarını sorduğunda; “Allahü teâlâya inanmak, O’nun meleklerine inanmak, indirdiği kitablarına inanmak, peygamberlerine inanmak, âhiret gününe inanmak, kadere, hayr ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır” buyurdu.

“İhsân nedir? diye sorduğunda da; “Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet etmendir. Sen O’nu görmüyorsan da, O seni görür” buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

Hadîs-i Garîb:

Yalnız bir kişinin bildirdiği sahîh hadîs. Yahut, aradaki râvîlerden (nakledenlerden) birine, bir hadîs âliminin muhâlefet ettiği hadîs.

Saûd, ateşten bir dağdır. Bu dağda ebedî (sonsuz) olarak, kâfire yetmiş sene çıkış ve o kadar sene de iniş yaptırılacaktır. Bu hadîs, hadîs-i garîbdir. (Tirmizî)

Hadîs-i Hâs:

Bir kimse için söylenmiş hadîs-i şerîfler.

Her ümmetin bir emîni vardır. Ey ümmetim! Bizim emînimiz de Ebû Ubeyde bin Cerrâh’tır. Bu hadîs, hadîs-i hâstır. (Sahîh-i Müslim)

Hadîs-i Hasen:

Bildirenler (râvîler) sâdık (doğru) ve emîn (güvenilir) olmakla beraber hâfızası, anlayışı sahîh hadîsleri bildirenler kadar kuvvetli olmayan kimselerin bildirdiği hadîs-i şerîfler.

Yüce Allah, can boğaza gelmedikçe, (îmânlı) kulunun tövbesini kabûl eder. Bu hadîsi Tirmîzî rivâyet etmiş ve; “Bu hadîs, hadîs-i hasendir” demiştir. (Hadîs-i şerîf-Riyâzü’s-Sâlihîn)

Hadîs-i Kavî:

Resûlullah efendimizin, söyledikten sonra, peşinden bir âyet-i kerîme okuduğu hadîs-i şerîfler.

Hadîs-i Kudsî:

Mânâsı, Allahü teâlâ tarafından, kelimeleri ise, Resûl-i ekrem sallallâhü aleyhi ve sellem tarafından olan hadîs-i şerîfler. Hadîs-i kudsîleri söylerken, Peygamber efendimizi bir nûr kaplardı ve bu, hâlinden belli olurdu. (Abdülhak Dehlevî)

Hak teâlâ, hadîs-i kudsîde buyurdu ki:

Kulum bana, farz namazda olduğu kadar, hiçbir amel ile yakın olamaz. (Buhârî)

Lâ ilâhe illallah kal’amdır. Bunu okuyan kal’ama girmiş olur. Kal’ama giren de azâbımdan emin olur, kurtulur. (Seâdet-i Ebediyye)

Hadîs-i Maktû’:

Söyleyenleri (râvîleri), Tâbiîn-i kirâma kadar bilinip, Tâbiîn’den rivâyet olunan hadîs-i şerîfler.

Tâbiîn’den rivâyet edilen, bildirilen maktû’ hadîslerin sonraki râvîleri (nakledenleri) Ehl-i sünnet âlimlerinden iseler, bunlar hakîkaten hadîs-i maktû’dur. Mevdû sanmamalıdır. (İbn-i Kudâme-Buhârî)

Hadîs-i Mensûh:

Peygamber efendimiz tarafından ilk zamanda söylenip, sonra değiştirilen hadîsler.

Hadîs-i Merdûd:

Mânâsı olmayan ve rivâyet şartlarını taşımayan söz.

Hadîs-i Meşhûr:

İlk zamanda bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan, yâni bir kimsenin Resûl-i ekremden, o kimseden de, çok kimselerin ve bunlardan dahî, başka kimselerin işittiği hadîs-i şerîfler.

Hadîs-i meşhûra inanmayan kâfir olur. (İbn-i Âbidîn)

Hadîs-i Mevdû:

Bir hadîs imâmının şartlarına uymayan hadîs-i şerîfler.

Bir müctehid (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran âlim), bir hadîsin sahîh (doğru) olması için, lüzûm gördüğü şartları taşımıyan bir hadîs için; “Benim mezhebimin usûlünün kâidelerine göre mevdûdur” der. Yoksa; “Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem sözü değildir” demez. (Dâvûd-ül-Karsî)

Hadîs-i Mevkûf:

Eshâb-ı kirâma kadar râvîleri (nakledenleri) hep bildirilip, sahâbî olan râvînin, Resûl-i ekremden işittim demeyip, böyle buyurmuş dediği hadîs-i şerîfler.

Hadîs-i Mevsûl:

Sahâbînin (Resûlullah efendimizin arkadaşları); “Resûlullah’tan işittim, böyle buyurdu” diyerek haber verdiği hadîs-i şerîfler. Bunda, Resûl-i ekreme kadar rivâyet edenlerin hiç birinde kesinti olmaz.

Hadîs-i Muddarib:

Kitab yazanlara, çeşitli yollardan, birbirine uymayan şekilde bildirilen hadîs-i şerîfler.

Hadîs-i Muhkem:

Te’vîle (yoruma, açıklamağa) muhtaç olmayan hadîs-i şerîfler.

Hadîs-i Mu’allak:

Baştan bir veya birkaç râvîsi (rivâyet edeni, nakledeni) veya hiçbir râvîsi belli olmayan hadîs-i şerîfler.

Hadîs-i Munfasıl:

Aradaki râvîlerden (nakledenlerden), birden ziyâdesi (fazlası) unutulmuş olan hadîs-i şerîfler.

Hadîs-i Müfterâ:

Müseylemet-ül-Kezzâb’ın ve ondan sonra gelen münâfıkların (kalbiyle inanmayıp, sözleriyle inandık diyenlerin), zındıkların (kâfirlerin), müslüman görünen dinsizlerin uydurma sözleri.

Ehl-i sünnet âlimleri (Resûlullah efendimiz, dört halîfesinin ve ashâbının arkadaşlarının yolunda olan âlimler), müfterâ hadîsleri aramış, bulmuş ve ayırmışlardır. Din büyüklerinin kitablarında böyle sözlerden hiçbiri yoktur.

Hadîs-i Mürsel:

Sahâbe-i kirâmın ismi söylenmeyip, Tâbiîn’den (Sahâbeyi görenlerden) birinin, doğruca Resûl-i ekrem buyurdu ki dediği hadîs-i şerîfler.

Hadîs-i Müsned-i Münkatı’:

Sahâbîden başka bir veya birkaç râvîsi (nakledeni) bildirilmeyen hadîs-i şerîfler.

Hadîs-i Müsned-i Muttasıl:

Peygamber efendimize kadar râvîlerden (nakledenlerden) hiçbiri noksan olmayan hadîs-i şerîfler.

Hadîs-i Müstefîz (Müstefîd):

Söyleyenleri üçten çok olan hadîs-i şerîfler.

Hadîs-i Müteşâbîh:

Te’vîle (açıklamaya, yorumlamaya) muhtâç olan hadîs-i şerîfler.

Hadîs-i Mütevâtir:

Birçok Sahâbînin Peygamber efendimizden ve başka bir çok kimsenin de bunlardan işittiği ve kitâba yazılıncaya kadar, böyle pek çok kimsenin haber verdiği hadîs-i şerîfler. Mütevâtir hadîsleri rivâyet edenlerin yalan üzerinde sözbirliği yapmaları mümkün değildir. Hadîs-i mütevâtire muhakkak inanmak ve bildirilenleri yapmak lâzımdır. İnanmayan kâfir olur, îmânı gider. (İbn-i Âbidîn)

Hadîs-i Nâsih:

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin, son zamanlarında söyleyip, önceki hükümleri değiştiren hadîs-i şerîfleri.

Hadîs-i Sahîh:

Âdil ve hadîs ilmini bilen kimselerden işitilen, müsned-i muttasıl (Resûl-i ekreme kadar, rivâyet edenlerin hepsi tam olup noksan bulunmayan), mütevâtir (birçok sahâbînin rivâyet ettiği) ve meşhûr (önceleri bir kişi bildirmişken, sonraları şöhret bulan) hadîsler.

Hadîs-i Şâz:

Bir kimsenin, bir hadîs âliminden işittim dediği hadîs-i şerîfler.

Hadîs-i şâzlar kabûl edilir, fakat sened (vesîka) olamazlar. Âlim denilen kimse meşhûr bir zât değilse, kabûl olunmazlar.

Hadîs-i Zaîf:

Sahîh ve hasen olmayan hadîs-i şerîfler.

Zaîf hadîsi bildirenlerden birinin hâfızası, adâleti gevşek olur veya îtikâdında (inancında) şübhe bulunur. Zaîf hadîslere göre fazla ibâdet yapılır; fakat ictihâdda bunlara dayanılmaz.

Hadîs İmâmı:

Üç yüz binden çok hadîs-i şerîfi, râvîleri (rivâyet edenleri, nakledenleri) ile birlikte bilen büyük hadis âlimi. Buna, hadîs müctehidi de denir.

Hadîs imâmlarının en büyüklerinden olan İmâm-ı Buhârî’nin rivâyet ettiği (naklettiği) bir hadîs-i şerîf şöyledir:

Müslüman, müslümanın (din) kardeşidir. Müslüman, kardeşine zulmetmez ve onu düşman eline vermez (himâye eder, korur). Her kim müslüman kardeşinin yardımında bulunur ve onun ihtiyâcını te’min ederse, Allah da ona yardım eder. Her kim, bir müslümanın sıkıntılarından birini giderirse, cenâb-ı Hak buna mukâbil (karşılık), ondan kıyâmet sıkıntılarından birini giderir. Her kim, bir müslümanın aybını (kusûrunu) örterse Allahü teâlâ âhirette onun (kusur) ve kabâhatlerini örter.

Hadîs imâmlarından İmâm-ı Müslim’in rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîf ise şöyledir:

Herhangi bir müslümanın başına; yorgunluk, hastalık, düşünce, keder, acı, diken batmasına kadar, her ne gelirse, Allahü teâlâ bunları; o müslümanın hatâlarına keffâret kılar.

Hadîs-i Nefs:

Kalbe gelip de, yapmakla yapmamak arasında tereddüde sebeb olan düşünce.

Kalbe gelen düşünce beş derecedir: Birincisi, kalbde durmaz, uzaklaştırılır. Buna hâcis denir. İkincisi kalbde bir zaman kalır. Buna hâtır denir. Üçüncüsü, hadîs-i nefstir. Dördüncüsü, yapılması tercîh edilir. Buna hemm denir. Beşinci derecede bu tercîh kuvvetlenip, karar verilir. Buna azm ve cezm denir. İlk üç dereceyi melekler yazmaz. Hemm, hasene (iyilik) ise yazılır. Seyyie yâni kötülük ve günah ise, terk edilince, sevâb yazılır. Azm olursa, bir günah yazılır. İşlenmezse bu da affolur. (Abdülganî Nablüsî)

HADSÎ:

Zihnin sür’atli fakat doğru bir şekilde netîceye ulaşması ile bilinen şey.

Güneşe olan yakınlık ve uzaklığına göre, ayın ışığının değişmesi, azalıp çoğalması, aralarına dünyânın girmesiyle kararmasından, ayın, ışığını güneşten aldığının bilinmesi hadsîdir. (Molla Fenârî)

Tasavvuf büyüklerinin eserden (yapılan işten) müessiri (bu işi yapanı, yaratıcıyı) anlamaları hadsîdir. Hattâ bedîhîdir yâni meydandadır, apaçıktır. Diğer insanların, eseri görüp, müessiri anlıyabilmeleri ise, düşünmekle, incelemekle olur. (Ahmed Fârûkî)

Allahü teâlâdan başkasının ibâdete hakkı olmadığı meydandadır. Hattâ hadsîdir. Bir kimse, ibâdetin mânâsını iyi anlasa ve Allahü teâlânın sıfatlarını iyi düşünse, O’ndan başkasının ibâdete hakkı olmadığını hemen bilir. (Ahmed Fârûkî)

HAFAZA MELEKLERİ:

Koruyucu melekler, her insanın hayır (iyi) ve şer (kötü) işlerini yazan; ikisi gece, ikisi gündüz gelen ve kötülüklerden ve cinlerden koruyan melekler. Bunlara Kirâmen kâtibîn melekleri diyenler olduğu gibi, onlardan başka olduğunu söyleyenler de olmuştur.

Hafaza melekleri, insandan yalnız cimâda ve helâda ayrılırlar. (İmâm-ı Birgivî, Kâdızâde)

HÂFİD (El-Hâfid):

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kıyâmet günü, yâni öldükten sonra mahlûkât (yaratılmışlar) diriltilip, herkes dünyâda iken yaptığının hesâbını verirken, kâfirleri ve kötü kimseleri en aşağı seviyeye indiren, huzûrunda düşmanlarının başlarını aşağı eğdiren.

El-Hâfid ism-i şerîfini söyliyen zararlardan korunmuş olur. (Yûsuf Nebhânî)