Cihan Hakimiyeti Ülküsü
Kut
Türkçemizdeki mevcudiyetini ve yaygınlığını en eski tarihi vesikalardan itibaren görebildiğimiz bu kültür kelimemizin, eski Türk siyasi hayatında ifade ettiği mana ünlü siyaset kitabımız Kutadgu Bilig’de şu şekilde açıklanmıştır.
“Kut’un tabiatı hizmet, şiârı adalettir
Fazilet ve kısmet kut’tan doğar
Beyliğe(hükümdarlığa) yol ondan geçer
Her şey kut’un elinin altındadır, bütün istekler onun vasıtasıyla gerçekleşir Hükümdarlar iktidarı Tanrı’dan alırlar Bey bu makama sen kendi gücünle gelmedin, onu sana Tanrı verdi”
Kut kelimesinin kaynaklardaki yansımalarına birkaç örnek verecek olursak önce Orhun Yazıtlarından başlamamız gerekmektedir. Orhun Yazıtlarında kut: Qut (qut) şeklinde 5 yerde geçerken, Kor-Sarı yazıtında şöyle bir ibare mevcuttur: “men arıgatım kut: benim hakiki adım kut’tur.”Uygurlarda kut: saadet, haşmet demektir. Divan’da kut: kutluluk, devlet, saadet, baht anlamlarında kullanılmıştır.
Kut kelimesinin eski Türkçe’de ve bugünkü lehçelerde birçok manaları vardır. Ruh, ruhî, manevi, kuvvet, cesaret, uğurluluk, talihsizlik, saadet, ikbal manalarından başka siyasi hakimiyet kudreti, devlet idaresi, kudret ve selahiyeti, şevket manalarını da ifade eden çok kıymetli bir kelimedir. İslamiyetten önce Türkistan’da kurulmuş Türk hakanlıklarının çoğunda kut kelimesi hükümdarların lakap ve unvanlarında bulunmaktadır. Mesela Hun hakanı Mete’un unvanı Tanrı kut’u Mo-tun (Tengri kutu Mete) idi.
682’de şad unvanı taşıyan Türk beyi, devleti kurduktan sonra Kutlug unvanını almıştı. 744’de Uygur devletini kurmuş olan Baila da devletin başına geçtikten sonra aynı unvanı taşımaya başlamıştı. Türgeş Türklerinin Hankanlarının da bu unvanı taşıdıkları malumdur. Güney Uygur Hakanları da kut (mukaddes) unvanını taşırlardı.
Oğuz Kağan destanında da kut:
“Bizim saadetimiz senin saadetindir bizim uruğumuz senin… uruğundur.” şeklinde geçmektedir.
Töre – Kanun
Kafeoğlu’nun tarifine göre töre, bozkırlarda fiilen yaşanan hayatın zamanla hukukî ve sosyal değer kazanmış davranışlarını ihtiva eden ve umumiyetle “kanun” manasına gelerek, Türk sosyal hayatını düzenleyen mecburi kaideler bütünüdür.
Eski Türk Yazıtlarında “töre” terimi “kanun, nizam” anlamını ifade eder. Bu terim “il” kelimesiyle birlikte (il-törüsü) “devlet nizamı, kanunu” anlamını bildirmektedir.
Orhun Yazıtlarında töre kelimesi 11 yerde (bazen il kelimesiyle beraber) geçmektedir. “…Babam hakan bu kadar ülke ve töreyi kazandıktan sonra uçuvermiş…”; “…Türe mucibince amcam hakan tahta oturdu…”; vs.
Çin kaynakları “Hunlarda sosyal hayatı düzenleyen kanunlar hep sözlüdür. Bu sözlü kanunlara “törü-töre” diyorlardı” demektedirler.
Uygurlarda togu-törü şekillerinde görülen töre; örf, adet, gelenek, nizam, düzen, kanun anlamlarına gelmekte idi.
Divan’da Kaşgarlı Mahmud, törü’nün gelenek, görenek ve adet olduğunu belirterek şu atasözünü vermektedir:
el kalır törü kalmaz
“Vilayet (il, devlet) bırakılır, görenek (kanun) bırakılmaz”.
Uygurlara ait bir eserde töre’nin mahiyeti şöyle açıklanmaktadır:
Yükselen alçalan suların
güzel sesli kuşların
onların cıvıltısında töre sesi
öyle duyulur diyerek
ince derin tatlı,
sabahları dinlemeğe elverişli
vaaz eden mübarek töre sesi.
Törenin siyasi, sosyal ve hukuki hükümleri çevreye, zaman ve imkanlara göre değişebilirdi. Bu yüzden de kendince önemli olan şartlar içinde etkinliğini koruyabiliyordu. Bundan dolayı da Türk hükümdarları ehemmiyetine, yerine ve zamanın icaplarına göre ve “meclisin tasvibini” alarak, töreye yeni hükümler getirebiliyorlardı.
Bununla beraber törenin değişmez bir takım kuralları vardı ki, Kutadgu Bilig’deki kayıtlardan tespit edilebildiği kadarı ile bunlar şunlardı:
Könilik (adalet)
Uz’luk (iyilik)
Tüz’lük (eşitlik)
Kişilik (insanlık).
Töre bir yoldur ve aile ile devletin töresi vardır. Tanrı’nın izniyle ve Tanrı tarafından tahta çıkarılmış olan Türk hakanları devleti Türk töresi üzerine idare ederlerdi.
Türk töresi, herkesin ne yapacağını göstermiştir. Töre aynı zamanda örfi hukuk idi. Nitekim Töre kelimesi Uygur çağından itibaren artık doğrudan doğruya “kanun” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Türk devlet anlayışında adalet, kanun en yüce yeri tutuyordu. Kutadgu Bilig’de İslami deyiminin yanında Türkçesini de vererek manayı hem derinleştiriyor, hem pekiştiriyor, hem de aydınlatıyordu:
“Zulüm yanar bir ateştir, yaklaşanı yakar
kanun sudur, akarsa nimet yetişir”
“Usul (töre) bilen kimse çok güzel söylemiş
insan usul (töre) bilirse baş köşeye geçer”.
Cihan Hakimiyeti
Türklerin Cihan Hakimiyeti mefkuresi ilk defa büyük Türk hakanlığı kuran Hunlar ve onların hükümdarı Mete ile başlar. Bu kudretli hakan mektuplarının başında: “Tanrı’nın tahta çıkardığı Hun milletinin büyük Tan-hu’su” ibaresini kullanırdı.
Hun hakanlığının parçalanmasından sonra 304 yılında bir Hun kumandanı, hakanlığını tekrar kurmak ve milletini kurtarmak maksadı ile ileri gelenleri toplamış ve: “Tan-hu’muzun sadece bir unvanı kalmış, beyler Çinlilere esir olmuştur. Bu halde bile 20.000 kişilik kuvvetimiz vardır. Neden esarete katlanalım ve Çin’deki karışıklıklardan faydalanmayalım mı?” Diyerek devamında: “İl-yu-sü cesur ve hükümdar olmağa layık bütün meziyetlere haizdir. Eğer Tanrı Hun hakanlığını diriltmek istemeseydi onu dünyaya yollar mıydı?” Şeklindeki söylemle düşüncelerini bildirmiştir. Bu nutkun tesiri ile devletin ileri gelenleri Çin’de oturan Tan-hu’yu davet ederek orada (Çin) çıkan ve hüküm süren kargaşalıktan faydalanarak onu getirip tahta çıkarmışlardır. Bütün Hun kumandanlarının Tanrı’nın devletlerini korumak için kendilerine yardım ettiğine dair olan inançlarına en güzel delil de Çin’de hüküm süren bir karışıklığın Tanrı tarafından çıkarıldığına olan inançlarıdır.
Avrupa Hunları da bu mefkurelerini göç ve zaferleri ile birlikte bu kıtaya götürmüşlerdir. Bizans elçisi (ve tarihçisi) Priskos (V. asır) Hunların, Attila’nın ilahi bir menşe’den geldiğine inandıklarını, buna itiraz edenlere çok hiddetlendiklerini, dünyanın kendilerine ait olduğu âkidesi ile zapt ve savaşlar yaptıklarını, sarayında bu inancın hüküm sürdüğünü belirtmektedir.
Yine Avrupa Hun hakanlığında döneminde, Bizans tahtında Theodosius II (408-450) bulunurken, o zamanlar Hunların başı veya Hun hakanlığının batı cenahını yöneten Uldız bulunuyordu. Uldız Bizans üzerine ilk tesirli Hun baskısını yapmış ve 410 yılına doğru Trakya’ya kadar inmiş idi ki, onun barış teklif eden Trakya magister militumu’na “Güneş şualarının uzandığı yere kadar her tarafı zapt etmeğe muktedirim” dediği malumdur.
İlk Kök-Türk Kağanı Tuman (Bumin), bağımsızlık hareketine giriştiği ve henüz yabgu unvanını taşıdığı bir zamanda, 545 yılında bile kendilerine Çin elçisi gelince bütün Türkler bununla hakanlıklarının yükseldiğine inanmışlar ve birbirlerini tebrik etmişlerdir. Daha sonra gelen Bizans elçisi ile olan konuşma Türklerin cihan hakimiyeti düşüncesine bağlı bulunduklarını ortaya koymaktadır. Filhakika Batı Kök-Türklerinin hükümdarı İstemi Han, Bizans imparatoru II. Justinos’a Maniakh başkanlığında 567’de bir elçilik heyeti göndermiştir. İmparator da Zemerkos adlı kendi elçisini 569’da hakana yollamıştır. Kara-şar şehri kuzeyinde yazlık ordugâhı Ak-dağ civarında elçiyi kabul eden Türk hükümdarının görüşme sırasında gözlerinden yaşlar akınca, elçi Zemerkos sebebini sormuş: “Atalarımızdan işittik ki bizim için, Garp İmparatorluğu (Roma-Bizans)’nun elçileri geldiği zaman bu bizim için artık yeryüzünde hakimiyetimizi genişleteceğimize delalet eder” cevabı ile bu sevinç gözyaşlarının sebebini açıklamışlardır.
Yine Türkistan’da Kök-Türk tigini Türk-şad (576), Bizans elçisi Valentinos’a “Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar dünya önümüzde diz çökecektir” demiştir.
İstemi Han’ın oğlu ve halefi Tardu Han (581) Ak Hunları kendi hakimiyetine alan büyük zaferi üzerine 598’de Bizans İmparatoruna gönderdiği mektuba: “Yedi iklimin ve yedi ırkın hükümdarından Roma İmparatoruna…” ibaresi ile başlamıştır.
Cihan hakimiyetine çıkan Türk orduları da kaynaklarda methedilmektedir. Roma İmparatoru elçisi Romulus Hunlar hakkında: “Hun ordusunda yiğitlik ve disiplin bir anane hükmündedir. Ben o görüşteyim ki Hun ordusu dünyada mevcut bulunan bütün ordulara galebe çalacak kuvvettedir”demektedir.
Eski Türklerin veya Oğuzların tarihlerini destansı bir şekilde anlatan oğuz-nameye (Oğuz
Kağan Destanı) göre ilk cihan hakimiyeti anlayışı Oğuz Kağan tarafından ortaya konmuştur:
Oğuz Kağan toy’u topladıktan sonra dört tarafa emirler yolladı ve tebliğler yazdı. Bu tebliğleri elçilere verip gönderdi. Bu tebliğlerde şöyle yazılmıştı: “Ben Uygur Kağanıyım ve yeryüzünün dört köşesine kağan olmam gerektir. Sizden itaat dilerim. Kim benim emirlerime baş eğerse, hediyelerini kabul ederek onu dost edinirim. Kim baş eğmezse gazaba gelirim, düşman sayarak ona karşı asker çıkarır ve derhal baskın yapıp onu astırır ve yok ederim.”
Bu cihana hakim olma hareketinde Türk destan ve efsanelerinde önemli yeri olan ve yaradılış efsanelerine giren “Bozkurt” (börü) Oğuz Han’ın da rehberi idi. “Gök’ten ışık demeti gibi inen, gök tüylü ve gök yeleli: “Ey Oğuz, sen Urum (Roma) üzerine yürümek istiyorsan ey Oğuz, ben senin önünde yürümek istiyorum” diyen bozkurdu, Oğuz takiple yola, sefere çıkar ve bütün dünyayı hakimiyeti altına almayı başarır.
Oğuz Kağan’ın yanında aksakallı, kır saçlı, uzun tecrübeli bir ihtiyar vardı. O anlayışlı ve asil bir insandı. Oğuz Kağan’ın nazırı idi. Adı Ulug Türük idi. Günlerden bir gün uykusunda bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Bu altın yay gün doğusundan ta gün batısına kadar ulaşırken, üç gümüş ok’ta şimale doğru gidiyordu. Uykudan uyanınca düşte gördüğünü Oğuz Kağan’a anlattı ve “Ey Kağanım, senin ömrün hoş olsun, Gök Tanrı düşümde verdiğini hakikate çıkarsın, Tanrı bütün dünyayı senin uruğuna bağışlasın”dedi.
Ayrıca Oğuz Kağan’ın 6 oğlunun isimleri de Türk cihan hakimiyeti anlayışı ve düşüncesini belirtmektedir: Gün, Ay, Yıldız, Gök, Dağ, Deniz. Her biri “Han” unvanını taşıyan bu oğullar, kendi adlarının belirttiği sahanın sorumluları olduklarından, bütün kainat Türk idaresi ve töresi altında birleştirilmiş oluyordu.
Uygur hükümdarı Bögü Kağanla ilgili rivayetler de çok dikkat çekicidir: “Bögü Han, Uygur kavmini akıllıca idare ederken, bir gece düşünde, bir gök ruhunun (peri kızı) kendisini kut-tağ dağına götürdüğünü gördü. Bu düş yedi yıl altı ay ve yirmi iki gün tekrarlandı. Son gece gök ruhu veda edip ayrılırken ona bütün dünyaya sahip olacağını bildirdi. Kağan uykusundan uyanınca ordularını topladı ve dört kardeşinin komutası altında Moğollar, Kırgızlar, Tangutlar ve Khataylar üzerine yolladı. Kardeşleri her yerde zafere ulaştılar.
Bögü Kağan çok geçmeden başka bir düş gördü. Karşısına beyazlar giymiş bir adam çıktı. Elinde çam ağacına benzer bir “yü taşı” tutuyordu. Bu adam ona şunları söyledi: “Bu taşı yanından ayırmazsan, dünyanın dört bucağındaki milletleri hükmün altına alabilirsin”. Aynı gece baş vezir de aynı düşü görmüştü. Bögü Kağan yine ordularını topladı ve bu sefer batıya doğru yeniden yola çıktı. Kısa sürede bütün dünyanın hȃkimi oldu.
Türk cihan hakimiyeti anlayışı “güneşin doğduğu yerden battığı yere kara her tarafı (dünya) Türk hakimiyeti altına almak ve Türk töresini buralarda hȃkim kılmaktır”. Bu yüzdendir ki İ. Kafesoğlu’nun dediği gibi “Türk cihan hakimiyeti düşüncesi, Türk fütûhat felsefesinin ana kaynağı ve dayanak noktası olarak daima gerçekleştirilmesine çalışılan bir ülkü niteliğini bütün tarihimiz boyunca muhafaza etmiştir”.
Kut Anlayışı ve Cihan Hakimiyeti Ülküsünün Ortaya Çıkış Sebepleri
Türklerde devlet fikri çok erken çağlarda doğmuş ve gelişmiştir. Özellikle, büyük sürülerin sevk ve idaresinin verdiği alışkanlıklar ve tecrübeler, onların teşkilatlanmalarında büyük kolaylık sağlıyordu. Zaten sürülerin bir arada tutulması ve bakımı, otlakların tayini ve korunması gibi konar-göçer hayat tarzı için lüzumlu işler, Türkistan Türk’ünü iradeli olmaya, emretmeye ve hâkimiyet fikrine hazırlıyordu. Öte yandan sık sık görülen otlak ve yaylak kavgaları da boylar arasındaki hak ve hukuku gözetecek, düzeni sağlayacak devamlı bir otoriteyi lüzumlu kılıyordu. Böylece, büyük devletler kurarak tarih sahnesine çıkan Türkler, Türkistan’a hâkim olmakla kalmamışlar, çeşitli istikametlerde yayılmışlar ve gittikleri yerlerde yeni yeni siyasi oluşumlar hazırlamışlardır. Çünkü dünya hâkimiyeti düşüncesi büyük Türk hakanlarını devamlı büyülemekte ve onların siyasetlerine etki etmekte idi. Başka bir ifade ile onların siyasi amaçları bütün dünyayı içine alacak şekilde genişti.
Eski Türklerde devletin kuruluşu aileden başlamaktadır. Devlet kurmaya teşebbüs eden ailenin reisi, aynı zamanda tanınmış bir boyun beyidir ve teşkilatçılık bakımından da son derece yeteneklidir. Devlet kurmak için harekete geçen boy beyinin, önce kendi soyundan olan boyları ya iskân etmesi, ya da kuvvet kullanmak suretiyle otoritesine boyun eğdirmesi, yani boy anlayışını kırması gerekiyordu. Eğer beyin bağımsızlığını engelleyen bir devlet varsa, gücü yeterli seviyeye ulaşır ulaşmaz bu devlete savaş açması ve onun hâkimiyetinden çıkma zorunluluğu vardır. Meselâ Hakan Mete Moğol Tunghu kavmine, Bumin Kağan Avarlara savaş açmış ve bu devletleri yenerek bağımsızlıklarına kavuşmuşlardı. Bundan sonra beyin belirli bir yerde, belirli bir törenle tahta çıkıp, kendisini başında bulunduğu topluluğun hükümdarı ilân etmesi gerekiyordu. Bu aynı zamanda idare edilecekler tarafından yeni kağanın iktidarının meşruluğunun kabul edilmesi ve onaylanması anlamına geliyordu. Böylece devlet kurma aşaması tamamlanıyor, hızla teşkilatlandırma aşamasına geçiliyordu.
Türklerin yaptıkları göçlerde de önde olan amaç hâkimiyet ülküsüdür. Gerek yayılma gerekse sızma vasfında olsun Türklerin genişlemeleri dünyanın üç büyük kıtasında görülmüştür. Buna kolaylık sağlayan bir etken Türk maneviyatının sağlamlığıdır. Zorunlu olarak ta olsa sonu bilinmeyen yerlere gitmek her an karşılaşabileceği tehlikeleri göğüslemeye hazır bulunmak ve aralıksız bir ölüm kalım savaşı içinde yaşamak her milletin yapabileceği ve her millet için doğal sayılacak bir durum değildir. Başarılı oldukça da hâkimiyet duyguları kamçılanmıştır. Bu durum Türklerde zamanla dünyayı huzur ve barışa kavuşturmayı amaç edinmiş bir hayat felsefesi ve nerede nasıl olursa olsun adil Türk töresini yürürlüğe koymak üzere bir cihan hâkimiyeti ülküsünü doğurmuştur.
Türklerin bütün dünyaya yayılma anlayışlarının altında çeşitli sebepler vardır. Oğuz Kağan destanında boylar ana vatanlarına bağlı olmakla beraber cihan hâkimiyeti ülküsünü yaşatmışlar ve bunun esas olması gerektiğine inanmışlardır. Ancak cihan hâkimiyeti ülküsünü gerçekleştirmeye çalışırken de “yurd” adını verdikleri vatanlarına sıkı sıkıya bağlı kalmışlardır ki bununla ilgili olarak Emevi döneminde Türkistan’a yaptığı seferler ve savaşlar ile ünlenen komutan Kuteybe bin
Müslim’in şu sözleri akla gelmektedir: “Türkler vatanlarına çok bağlı olup onun için çırpınırlar. Basra’dan Umman Denizi sahiline götürülen ve iple bağlı olan bir deve nasıl fırsat bulunca kendi vatanına gitmek için inlerse Türkler de uzak memleketlere gittikleri zaman vatanı için bir devenin üzüldüğünden daha çok üzülür, onu özleyerek inler… Zira Türkleri diğer milletlere üstün kılan amiller, onun vatanının hususiyetleridir ve o bunu müdriktir.”
Türkler yüzyıllarca kendilerinin hâkim bir millet olarak yaratıldıklarına inanmışlardır. Bu konu ile ilgili Kaşgarlı Mahmud ve diğer pek çok müellif Türklerin Allah’ın has ordusu olduğu ve Allah’ın cezalandırmak istediği kavimlere Türk ordusunu musallat ettiği şeklinde açıklamalar yapmışlardır. Türkler kendilerine kurt (çok nadir olsa da arslan)’un yardım edip yol gösterdiğine inanmışlardır. Zaten gerek milattan önceki gerekse milattan sonraki Türk sanat eserlerine baktığımız zaman yırtıcı bir hayvan ve onun kurbanı olan bir başka hayvana rastlarız. Buradan bazı müellifler Türklerin güçlü olan yırtıcı hayvanı totem olarak kabul ettiklerini düşünmüşlerdir. Fakat bu asla doğru değildir, Türkler hiçbir hayvanı veya maddi unsuru totem olarak görmemiş veya kabul etmemiştir. Bahsedilen hayvanlara sadece bir kutsallık izafe etmişlerdir.
Türkler tüm cihangirlik anlayışlarına rağmen kendi yurtlarını dünyanın merkezi olarak görmüşlerdir. Türklerin merkez olarak gördükleri ve yurt edindikleri bu yerler Tanrı Dağları ile Orhun Havzasındaki Mukaddes Ötüken şehridir. Buralardaki yüksek yaylaların sağladığı kolaylıktan dolayı Türkler cihan hâkimiyeti ülküsünü geliştirme yolunda hızla ilerlemişlerdir. Kaşgarlı Mahmud’un söylediği “Türkler Allah’ın has askerleridir, Allah onları istediği ülkelere musallat eder, Allah dünyanın en güzel yerlerini Türkler için vatan yapmıştır” diyerek Tanrı Dağlarının önemini belirtmiştir.
Türk hakimiyet anlayışının diğer bir önemli özelliği de bu cihan hâkimiyeti anlayışının Tanrı tarafından verildiğine inanılan kut anlayışı ile adalet’e yani “Töre” denilen teşkilata dayandırılmasıdır. Bu da Türkler’deki nizam ve adalet anlayışının gelişmişliğini göstermektedir. Bu sistemlilik Türklerin yayıldıkları yerlerdeki toplulukların hepsine kolaylıkla tatbik edilmiştir. Çünkü inandıkları Gök-Tanrı dininde de rahatlıkla görüldüğü gibi Gök-Tanrı ve onun bahşettiği kut Türklerin cihan hâkimiyeti ülküsünün temel noktasını teşkil etmiştir. Bu anlayış ile Türkler askeri hareketlerinde son derece seri olma alışkanlığını da kazanmışlardır. Özellikle bu çevikliği taktiklerle geliştirebilen Mete, Attila ve Tüng Yabgu’nun savaşları dikkate değerdir. Ayrıca hakimiyet anlayışı sadece eski ve milli geleneklerden yola çıkılarak değil günün şartlarına uygun olarak yapılmıştır. Mesela Timur’un savaşlarında harita kullanması buna güzel bir örnek teşkil etmektedir. Ayrıca Türk askerleri kullandıkları planlı savaş taktikleri ve değişik kuşatma şekilleri ile zenginleşebilmişlerdir.
Sonuç olarak hâkimiyet anlayışı Türklerin kendi varlıklarını korumak için son derece sistemli ve güçlü bir hâkimiyet anlayışı olarak ortaya çıkmış ve bu anlayış günümüze kadar Türk milletinde var olmuştur.
Adalet Anlayışı
Eski Türk toplumunda fertler hür idiler. Hür olan kimse adalet ister, adalet ise herkesin hakkını vermektir. Kaynaklarımız eski Türk toplumunda adaletin en hassas bir şekilde uygulanması için herkesin elinden geleni yaptığına, özellikle de idareci kesimin bu noktada kendisini çok dikkatli davranmak zorunda hissettiğini kaydetmiştir. Nitekim bir toplumda adalet duygusu zedelenirse o toplumun geleceği tehdit altına girer. Eski Türklerin adaleti tesis ettikleri, adil oldukları ve liyakat esasına göre hareket ettiklerine dair oldukça fazla örneklere sahibiz. Bunlarda bir kaçını burada zikredelim: Tabgaç Türk hükümdarı Tai-wu (424-452) devrinde bir Çin kaynağının naklettiğine göre, bu hükümdar: “Ben devletimin içinde küçüklerin haydutluk etmesine ve halkımın ezilmesine göz yummam” demekle adaletin tatbikinde gösterdiği titizliği anlatırken; 753 yılında Çin İmparatoru, Yoen-pi-kia adındaki Karluk yabgusuna kendilerine ettikleri yardımlardan dolayı gönderdiği fermanında: “Otorite ve hüsni niyetle halkınızı yönetiyor, akıl ve maharetinizle onları kendinize hayran bırakıyorsunuz. Görevinizi ifada yüce adalete dayanıyorsunuz” demektedir.
Yukarıda bahsettiğimiz kut ve töre adalet ile uygulama sahasına geçiyordu. Adalet konusunda en iyi anlayışı Kutadgu Bilig’de bulabiliyoruz:
“Beylik çok iyi bir şeydir, fakat ondan daha iyi olan kanundur ve onu doğru tatbik etmek lazımdır”; “Kanun karşısında benim için hepsi birdir; bey veya kul olarak ayırmam”;”İster oğlum, ister yakınım ve hasmım olsun, ister yolcu, geçici, ister misafir olsun”; “Kanun karşısında benim için bunların hepsi birdir; hüküm verirken hiçbiri beni farklı bulmaz”.
VII. yüzyılda Uygur devleti kurulmadan önce, henüz boylar topluluğu halinde bulunurlarken bu kavmin reisi Pu-sa savaşlarla meşgul olduğu için, anası Uluğ Hatun itilaflara ve davalara bakıyor, kanunlara tecavüz edenleri şiddetle fakat adaletle cezalandırıyordu.
Vatan Sevgisi
Eski Türklerin vatan topraklarına karşı gösterdikleri muhabbet onları diğer milletlerden ayıran en belirgin özellikleridir. Bu özelliği belirten birkaç tarihi vesikamızı burada vermeye çalışacağız.
Bu konudaki ilk vesikamız eski Türk’ün toprağına ne kadar önem verdiğini en muhteşem şekliyle vermektedir: Asya Hun Hükümdarı Mete’un tahta çıktığı zamanda (M.Ö. 209) Hunların doğusunda yaşayan Tung-hu’lar (Yüe-çi) güçlerinin doruğunda bulunuyorlardı. Mete’un tahta çıktığını öğrendiklerinde hemen bir elçi gönderirler. Elçi Mete’un babası Tuman Han’ın yorulmadan 1000 mil koşabilen atının kendilerine verilmesini ister. Mete devletin ileri gelenlerini çağırıp “kurultay-toy”u toplar. Kurultay’da bulunanlar böyle bir atın Hunlar için önemli olduğunu ve verilemeyeceğini söylerler. Fakat Mete: “Nasıl olurda bir atı komşu bir devletten daha değerli tutabilirsiniz?” Diyerek 1000 mil yapabilen atı alıp elçiye verir.
Tung-hu’lar atı verince Mete’un korktuğunu sanırlar ve bir elçi daha gönderirler. Bu kez Mete’un hanımını isterler. Mete yine kurultay toplar ve sorar. Herkes kızar ve bağırmaya başlar: “Bunlar ahlak diye bir şey tanımıyorlar, bu defa da hanımı istiyorlar. Onlara hücum edip ortadan kaldıralım” derler, Mete, “Bir kadını, komşu bir devletten nasıl değerli görebilirim?” diyerek karısını elçiye verir.
Cesareti artan Tung-hu’lar bu sefer de boş ve çöllük, kimsenin oturmadığı 1000 mil genişliğinde olan çorak bir arazi parçasını isterler. Mete hemen kurultayı toplar. Devletin ileri gelenlerine sorar. Bazıları şöyle der: “Mete atı ve hanımı verdiğine göre, böyle terk edilmiş arazi parçasını verebiliriz önemli değildir.” Bunun üzerine Mete kızar ve kükreyerek “Toprak devletin temelidir, devletin toprağını başkasına nasıl verebiliriz? At ve hanım benimdi verdim ama toprak milletindir nasıl verebiliriz?” diyerek, toprağı verelim diyenlerin başlarını kestirip, Tung-hu’lara karşı sefere çıkar. İşte Mete’un bu sözleri Türklerdeki vatanperverlik duygularının ne kadar eski olduğunu göstermesi açısından müstesna bir ehemmiyet arz eder.
Orhun Yazıtlarında Bilge Kağan, Ötüken’in mübarek (iduk) bir yer olduğunu, dünyayı idare için de burasının en müsait bir duruma sahip olduğunu belirtirken vatan sevgisinin temelini ve derinliğini vermektedir.
“… Ötüken ormanında (yabancı) hükümdar yokmuş, binaenaleyh memleket idare edilecek yer
Ötüken ormanı imiş…”.
Ötüken’den ayrılma, halkın ölümü gibi yorumlanmaktadır:
“Mukaddes Ötüken ormanının halkı… siz vardınız ile (doğuya) varanlarınız vardı. Geri (batıya) varanlarınız vardı. Fakat vardığınız yerde hayrınız bu oldu. Kanın su gibi aktı, kemiklerin dağ gibi (yığıldı) yattı. Beylik erkek evladın kul oldu. Pakize (hanımlık) kız evladın cariye oldu”.
Eski Türklere göre devletin toprağını meydana getiren yer’ler ile su’lar mukaddes idiler: “Yukarıdaki Tanrı, mukaddes yer-su’lar…”; “Tanrı, Umay ve mübarek yer-su’lar (bizim için onlara) düşmanlara gaflet verdi”. Yani Türk Tanrısı ve Türk’ün mukaddes yer’i ve su’yu Türk milleti ve toprağı yok olmasın diye birleşiyorlardı.
Toprak ve insan vatan sevgisinin kökünü oluşturmaktadır. Eski Türklere göre topraksız devlet düşünülemezdi. Halk toprağı toprak da halkı tamamlayarak bir devlet meydana getirirlerdi.
Arap müellifi El-Câhiz’in Türklerin vatan sevgisi hakkındaki düşünceleri ve bilgileri tam manasıyla muhteşemdir: “Türkler Araplardan başka milletler içinde vatan sevgisine en fazla sahip millettir. Çünkü onların vücutlarının terkibinde, tabiatlarının karışımında başka milletlerin sahip olmadıkları derecede memleketlerine, topraklarına dair hususiyetler, vatanlarının suyuna çekme hassası ve diğer kardeşlerine benzerlik vardır. Görmüyor musun? Bir Basralı’yı görünce onun Basralı mı yoksa Küfeli mi olduğunu bilemezsin. Mekkeli’yi görünce onun Mekkeli mi Medineli mi olduğunu tanımazsın. Cebeleli’yi (Horasan Dağıstanı) görünce onun Cebel’den mi yoksa Horasan’dan mı olduğunu bilmezsin. Cezireli’yi görürsün onun Cezireli mi yoksa Şam’lı mı olduğunu fark edemezsin. Fakat bu konuda Türklerde yanılmazsın. Onların nereli olduklarını anlamak için kıyafet ilmine (izlerden ve şekillerden netice çıkarma ilmi), ferasete baktığında başkalarına sormaya ihtiyaç duymazsın. Vatan sevgisi, bütün insanları ve bütün memleketleri kapsayan bir hususiyet olmakla beraber aralarında benzerlik, uygunluk, vücud benzerliği ve vücudlarındaki terkibin aynı olması dolayısıyla Türkler’de diğer milletlerden daha fazla ve daha köklüdür. Görmüyor musun?”. Yine El-Cahiz Emevilerin Horasan valisi ve Türkistan fatihi Kuteybe b. Müslim’in Türklerden şu şekilde bahsettiğini nakletmektedir: “Vallahi onlar vatanlarına yabanda bağlı develerden daha fazla iştiyak duyarlar. Zira develer Oman’da iken Basra’daki vatanlarını ve yerlerini özlerler”. Kuteybe’nin burada deveyi misal vermesini El-Cahiz “Her şeye basarak ve her vadiyi çiğneyerek ancak ömründe bir defa geçtiği yollardan geçerek tekrar (özlediği ve sevdiği) memleketine gelir” şeklinde açıklamaktadır.
Türk şeceresini sayan Ebulgazi, Oğuz boylarından Dodurga’nın manasının yurt almayı ve onu tutmayı bilici demek olduğunu söylemektedir.
Atasözleri tarihin, geçmişin, zengin sosyal durumun, inanışların, hukuki ve örfi adetlerin ȃdeta bir aynası gibidirler. Türkmenlerde ve Azerbaycan Türklerinde vatan sevgisi ve hasretine dair oldukça fazla atasözleri mevcuttur:
Azerbaycan Türkleri: “Herkese öz vatanı şirindir; özünden devletli (davletli) ile ortak olmak” derlerken, Türkmenler de: “Yerinden ayrılan yedi yıl, yurdundan ayrılan ölünceye değin (dek) ağlar; Devletli devlet arar, devletsiz vatan arar” demekte idiler.
Bağımsızlığa (Oksızlık) Düşkünlük
Bozkırlı Türk için bağımsızlık ve istiklâl her şeyden önce geliyordu. Bozkır hayat tarzına sahip olması da bu duyguyu besliyor ve yönlendiriyordu. İşte bu yüzden Türk tarihi tâbiliği kabul etmeyen çeşitli Türk gruplarının kurdukları devletleri devam ettirmek için verdikleri bağımsızlık mücadeleleri ile doludur. Eski Türk’ün istiklâline vermiş olduğu önemi bazı tarihi kayıtlarla tespit edebilmekteyiz. Asya Hunlarında M.Ö. 55’de cereyan eden hadise dolayısı ile Çin yıllıkları Hun devlet meclisindeki (toy) şu konuşmayı nakletmektedirler: Ağabeyi Ho-Han-Yeh’in Çin esaretini kabul etmek istemesine karşılık kardeşi Çi-çi şöyle diyordu: “Cesarete karşı hayranlık duymak ve tâbiyeti yüz kızartıcı saymak bizim geleneğimizdir. Atalarımızdan toprakları ile birlikte devraldığımız devletimizi (istiklâlimizi) feda edemeyiz. Mücadele ederek devletimizi korumalıyız. Mücadele için binlerce atlarımız, korunacak toprağımız ve yürütülecek devletimiz, kavimler üzerinde şerefimiz var. Henüz savaşarak ölmesini bilen yiğitlerimiz var.”
I. Kök-Türk Hakanlığı döneminde Çin’in tabiiyetine düşen ve gittikçe zayıflayan Türk hükümdarı İşbara Han (582-587) zamanında Çin, Türkleri büsbütün yozlaştırmak maksadı ile halkını Çince konuşturmaya, Çinliler gibi giyinmeye, Çin adetlerini kabule teşvik ve mecbur etmesi için İşbara üzerindeki zorlu baskısını arttırdı. Hakan, İmparatora gönderdiği 582 tarihli mektubunda bu talepleri şöyle cevaplandırmakta idi: “Size bağlı kalacak, haraç verecek, kıymetli atlar hediye edeceğim. Fakat dilimizi değiştirmem. Dalgalanan saçlarımızı sizinkine benzetmem, halkıma Çinli elbisesi giydirtmem. Çin adetlerini alamam. İmkânı yoktur. Çünkü bu bakımlardan milletim fevkalade hassastır, ȃdeta çarpan tek bir kalp gibidir” demek suretiyle her türlü fedakârlığa katlanan hatta tâbiyeti ve haracı kabul eden hükümdarın milleti manevi değerleri, milli şahsiyeti ve nizamı üzerinde hiçbir fedakârlığa katlanamayacağına dair sözleri çok güzel fakat o derece de acı bir misal teşkil eder.
Kök-Türk tarihinde fetret devri, Türk milletinin “ölümü” olarak değerlendirilmekte, istiklâlinden mahrum herhangi bir topluluğu da “ölmüş” olarak kabul etmektedir.
Orhun Yazıtları Türklerdeki istiklâl duygusunun en derin izlerini taşımaktadır.
“Bilge Tonyukuk, ben kendim Çin ülkesinde vücud buldum, (o zamanlar) Türk milleti Çin’e tâbi idi. Türk milleti hakansız olmasın (diye) Çin’den ayrıldı. Hakan sahibi oldu. (Fakat) sonra Hakanını koyup tekrar Çin’e teslim oldu. O zaman Tanrı şöyle demiş (sana) Hakan verdim. Hakanını koyup hüküm altına girdin. Hüküm altına girdiğin için Tanrı ölüm vermiş. Türk milleti öldü, mahvoldu, yok oldu”.
Bilge Kağan’da milletinin “(Çin) tatlı sözüne, mülayim hediyesine kapılarak çok Türk kavmi öldü” diyerek, tâbiliği ölümle bir tutmaktadır.
Yine Bilge Kağan, II. Kök-Türk hakanlığının kuruluş sebeplerini ve esaret dönemini şöyle açıklamaktadır: “Çin kavmi de hilekâr, kurnaz olduğu için, küçük kardeş, büyük kardeşin aleyhine kıyam ettiği için beylerle kavim arasında nifak olduğu için, Türk milletinin (eskiden beri) ülkeli olan ülkesi inkırazı yüz tutmuş, Hakanlık olarak hakanın sükûta uğramış. Çin milletine beylik eden erkek evladı kul eyledi. Pakize kız evladı cariye oldu, evladını cariye edindi.”.
Bilge Kağan, Türk milletinin istiklalinin ebediliğine olan inancını anlatırken yukarıda işaret edildiği üzere, esaret devrinde bir kısım beylerin ve yüksek memurların “hıyanet ve alçaklığı” üzerinde ısrarla durmakta ve: “Ey Oğuz Beyleri, kavmi işitin: yukarıda Tanrı (gök) basmasa, aşağıda yer delinmese Türk milleti ülkeni, töreni kim bozar? Ey Türk milleti (titre) ve kendine dön” demektedir.
Arap müellifi El-Câhiz Türklerin özelliklerini sayarken “Türkler sanat, ticaret, meyvacılık, binalar yapmak, mal toplamak vs. işlerler meşgul olmadılar. Sadece gaza yapmak, avcılık etmek, kahramanlarla çarpışmak, ganimet elde etmek, çeşitli memleketleri tanımakla meşgul olduklarından ve yaradılışları bu işler için müsait olduğundan bunları iyice sağlamlaştırdılar, bu konuda en yüksek dereceye çıktılar” derken, istiklâl duygusunun da temelini vermektedir.
PROF. DR. MUALLÂ UYDU YÜCEL’in TÜRK TARİHİNE GİRİŞ Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.