AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-13

Haziran 30, 2023

 KRAL TESEUS’UN SERÜVENLERİ

Antikçağda yaşayan Atinalı kahramanların en ünlüsü Teseus (Theseus), çocukluğunda hiç göremediği kral Aygeus’un (Aigeus) oğluydu… Babasını görememesinin nedeni de, anasının Atina dışında yaşıyor olmasından kaynaklanıyordu… Babası kral Aygeus, Teseus’un anasının yanına son gelişinde; “Yakında bir çocuğumuz olacak, biliyorsun. Oğlan olursa, büyüdüğünde şu kayanın altına koyduğum kılıcı alıp kuşansın; kılıcın yanındaki ayakkabıları da giysin. Sonra da Atina’ya gelip beni bulsun!” dedi ve bir daha dönmemek üzere kentten ayrıldı…

Bir süre sonra doğan bebeğine Teseus adını verdi anası….

Geçen yıllar içinde de çocuk babasını ne gördü, ne de adını duydu… Çiçeği burnunda delikanlı olduğunda da bir gün anası onu o söz konusu kayanın yanına götürdü ve babasının ayrılırken söylediklerini yineledi ona… Haliyle babasının isteği uyarınca hiç zorlanmadan kayayı kaldırdı Teseus. Kayanın altındaki kılıcı alıp kuşandı; ayakkabıları da ayaklarına geçirdi…

Artık Atina’ya babasının yanına gitmek için, anasının hazırlattığı gemiye binmeye geldi sıra… Ne var ki gemiye binmeyeceğini söyledi Teseus… Çünkü ün kazanmak istiyordu o… Tıpkı dillere destan Baştanrı Zeus’un oğlu Herakles gibi. Zaten anası onun öykülerini anlata anlata büyütmüştü onu. Gemi yolculuğu yaparsa, içinden geçen serüvenleri yaşayamayacağını düşünüyordu haklı olarak… Tek başına yollara düşmek, önüne çıkan engelleri, tehlikeleri aşa aşa ulaşmak istiyordu babasına… Herakles olabilmenin başka yolu yordamı yoktu!.. O yüzden tek başına çıktı yolculuğa…

O sıralarda bütün Yunanistan’ın korkulu düşü üç hırsız vardı. Onlardan Skiron adlı olanı, yakaladığı yolcuyu soyduktan sonra önce ayaklarını yıkatır, sonra da bir tekme atıp onu uçuruma savururdu! Sinis adlı hırsız da kurbanını soyup soğana çevirdikten sonra iki çam ağacını kırmadan yere eğer; zavallının bir ayağını bir ağaca, ötekini de öbür ağaca bağlar, sonra da ağaçları koyuverirdi! Birden doğrulan ağaçlar yolcuyu iki parçaya bölüverirdi!.. Üçüncü soyguncunun yöntemi daha başkaydı. Kurbanını demirden bir yatağa yatırır; yatağa sığmazsa fazla yerlerini keser, budardı… Zaten bu işe başladığından beri yatağa tam denk gelen bir yolcuya rastlamamıştı hiç! Teseus bu ünlü hırsızları yolu üstünde birer birer temizledi… Onları kendi uyguladıkları yöntemlerle cezalandırdı… Bu kahramanlığı kısa sürede bütün Yunanistan’da duyulup dillere destan oldu…

Atina’ya vardığında da onu karşılayan halk, meydanlara zor sığdı! Kral Aygeus da hiç tanımadığını sandığı bu kahraman onuruna görkemli bir hoş geldin şöleni düzenledi sarayda. Yanında sevgilisi büyücü Medeya (Medeia) da vardı. Medeya, onuruna şölenler düzenlenen Teseus adlı bu kahramanın gerçekten kralın oğlu olduğunu çözmüştü büyü yoluyla. Ne var ki sevgilisi kral Aygeus, bu delikanlının kendi oğlu olduğunu öğrenip onu saraya alırsa, bunun kendisi için hiç de iyi olmayacağını düşündü. Çünkü kralla aralarını bozabilirdi. O yüzden de; “Bu delikanlı ününe güvenerek seni öldürecek ve tahtına kurulacak. Onu tez elden yok etmeye bak!” diye kral Aygeus’u kışkırtmaya başladı hemen!..

Medeya’dan duyduğu bu sözler yüzünden kralın eli ayağına dolaştı! Öyle ya, taht sorunu vardı ortada! “Peki ne yapalım öyleyse?” diye sordu kral. Medeya, zehirli bir içkiyle hemen orada işi bitirmesini önerdi… Ve kral da hiç beklemeden zehirli bir içki hazırlattırıp Teseus’a gönderdi… Teseus, kendisine sunulan içki bardağını masanın üstüne koydu. Sonra da, “Artık kendimi tanıtmanın zamanı geldi,” diye düşündü ve birden kılıcını kınından çıkarıp havaya kaldırdı. Herkes de ona çevirdi bakışlarını… Kral çok daha ilgiyle baktı kılıca. Ve onu daha iyi görebilmek için ilerlemeye başladı ağır ağır. Sonra ayakkabılarına baktı delikanlının… O anda da Teseus içki bardağını aldı eline! Tam ağzına götürürken yanına gelmiş olan kral; “O benim oğlummm!” diye bir çığlık attı ve bardağı hemen kaptı elinden… Sonra da kalabalığa dönüp Teseus’un kendi öz oğlu olduğunu, ölümünden sonra da tahta onun oturacağını söyledi. Olup bitenleri soluklarını tutarak izleyen kalabalık, daha sonra alkış ve yaşasın çığlıklarıyla inletti salonu. Kral, oğlunun elinden tuttu ve Medeya’nın yanına götürmek istedi… Sağı solu yokladı gözleriyle… Ama arasın da bulsundu Medeya’yı! Büyücü Medeya, uçan atların çektiği arabasına atladığı gibi Asya’ya doğru, çoktan havalanıp gitmişti…

Teseus babasının sarayına yerleştikten sonra da birçok serüvenle içli dışlı oldu. Bunlardan en çok dilden dile dolaşanı, Minotauros denen canavarla ilgili olanıydı… Zaten Minotauros, “Minos’un boğası” anlamına geliyordu… Girit kralı Minos’un karısı Pasifae (Pasiphae), saraydaki tanrı Poseydon’un armağanı beyaz bir boğaya âşık olmuş, onunla çiftleşmişti!.. İşte bu çiftleşmeden Minotauros denen bu canavar dünyaya gelmişti. Girit kralı Minos da, ele avuca sığmayan ve doymak nedir bilmeyen bu canavarı bir Labirintos’a (Labyrinthos) kapattırmıştı…

Üstelik bu canavara yem olmak üzere her yıl belli bir sayıda genç kız ve genç erkek sunmak gerekiyordu. Kral Minos’un söylediğine göre bu bir tanrı buyruğuydu. Bu yüzden Girit kralı Minos da, bir süre önce giriştiği bir savaşta yenilgiye uğrattığı Atina krallığını, Minotauros’a yem olmak üzere, her yıl on genç kız ve on delikanlı göndermek zorunda bırakmıştı…

İşte her yıl göndermek zorunda kaldığı böylesi bir fidye zorunluluğundan bıkıp usanan Atina kralı, oğlu Teseus’u bu canavarı öldürmek üzere gizlice Girit’e gönderdi. Teseus, bir yolunu bulup kral Minos’un güzel kızı prenses Aryadne’yi ayarttı ilkin: Onu kendine âşık etti. Onun yardımıyla da Minotauros’u öldürdü; bu başarısıyla da büyük bir ün kazandı Teseus…

Amacına ulaşan Teseus işini bitirip Atina’ya dönerken, evleneceğim diye söz verip gemisine aldığı güzel Aryadne’yi, kimsesiz Naksos adasında uyutup pupayelken deniz ötelerine kaçıverdi!.. Ama gözyaşları içinde güzel Aryadne’yle karşılaşan tanrı Diyonisos da, onu rengârenk gelin giysileri içinde, Ege’nin adsız bir adasına alıp götürdü… 

Teseus, babası kral Aygeus’un ölümünden sonra da onun tahtına kuruldu… 

Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan


Safranbolu / Karabük

Haziran 28, 2023

Kelebekler Bahçesi / Konya

Haziran 27, 2023

Türk Soylu Halklarda Şaman ve Şamanlar-2

Haziran 26, 2023

Şamanın Güçleri ve Yetenekleri

Şamanın en önemli görevlerinden biri, ruhlar âlemi ile irtibat kurmak ve bu görev her ölümlüde olmayan bazı kabiliyetlere sahip olmayı gerektirir. Şamanlık, eğitimle kazanılabilecek bir yetenek olarak değil, insanların kaderlerinde olan ve kaçamayacakları bir mecburiyet olarak kabûl edilir. Turhansk Tunguzları, insanların kendi irade ve çabalarıyla şaman olamayacaklarını, şamanlığın onlara bahşedildiğini anlatırlar ki, bu armağan, bahşedilen kişiye özellikle başlangıç aşamasında ağır ve yıpratıcı bir yük teşkil eder. Altay bölgesi şamanizmi inceleyen Werbitskij, şamanlık yeteneğinin aynı zamanda ailede yaşayan bir nevi irsi hastalık gibi tasavvur edildiğini aktarır ki, böylesi yeteneğin bir çeşit hastalık gibi görüldüğüne ilişkin birçok örneğe rastlanır. Bu hastalığın oldukça şaşırtıcı nöbetleri olduğuna değinen Radloff’un belirttiğine göre, önce şamanın bedeni ağır bir yorgunluk hissine kapılır, bunu kasılma ve titreme nöbetleri takip eder. Bir süre sonra hasta pek de doğal görünmeyen bir şekilde gevşemeye başlar, içinde hissettiği bir baskı ile ağlama nöbetine girer, titreyerek ve gözleri sonuna kadar açılmış bir halde bir anda ayağa sıçrar, ağzından köpükler boşalıp yere düşene kadar büyülenmiş gibi dönmeye başlar ve sonunda bilinçsiz bir şekilde yere yığılır. Bu esnada bütün uzuvları tamamen hissiz bir şekilde, elinin altına gelen her şeyi kapar, kimi zaman kor hâlinde ateşi, kimi zaman kesici nesneleri yutup ve sonra da bunları hiçbir zarar görmeden istifra ettiği olur. Bunlar şamanın ayağa kalkıp, davulunu çalmaya başlamasına kadar sürer ve sonra sakinleşerek kendine gelir. Şamanlığın atalardan gelen bir çağrı olduğuna ve bu çağrıya karşı çıkıp, şaman olmayı reddedenlerin akıl hastalığına yakalanacağına veya erken yaşta öleceklerine inanılır.

Şaman geleneği konusunda Soboljev’in belirttiğine göre, Altay Tatarları da şamanlığın doğuştan geldiğine ve çocukluk yıllarından itibaren sara (epilepsi) nöbetleri şeklinde kendini gösterdiğine inanırlar. Hasta sık sık kendini kaybeder, insanlardan uzaklaşır ve bir şaman onu eğitmek üzere yanına alana kadar genelde perişan bir hâlde yaşar. Yakutlar, şamanlık yeteneklerinin daha çocukluktan itibaren kendini gösterdiğine inanırlar. Stsukin, kaderi şamanlık olan bir kişinin, çocukluğundan itibaren dengesiz davranışlar gösterip, ormanlarda amaçsızca dolanıp, kendini sulara veya ateşe attığını, kendini öldürmeye çalıştığını aktarır. Akrabaları bu davranış bozukluklarından çocuğun şaman olabileceğini anlarlar. Bu davranışlar, çocukluk çağlarında olabileceği gibi, gençlik yıllarında hâtta daha sonraları da ortaya çıkabilir. Genel inanca göre bu emareler, söz konusu kişiye bir ruhun musallat olmasıyla ortaya çıkar. Bu ruh, hem o kişiye istediklerini yaptırır, hem de kendisi o kişinin hizmetine girer. Bir Yakut şamanı, kendisine şamanlık vazifesinin bahşedilişini şu sözlerle anlatır: “Yirmi yaşındayken hastalandığım bir gün, gözlerim ve kulaklarım başka insanların görüp duyamadıklarını görmeye ve duymaya başladı. Dokuz yıl boyunca bu ruh ile mücadele ettim. Hiç kimseye bu olanları anlatmaya cesaret edemedim çünkü bana inanmayacaklarını, benimle alay edeceklerinden korkuyordum. En sonunda ölüm derecesinde hastalandım ve o zaman “şamanlık etmeye” ve kendimi daha iyi hissetmeye başladım. Bugün bile, uzun süre şamanik vecd hâline girmediğim takdirde, kendimi rahatsız ve hasta hissederim” Bu konuda Trostsanskij, bazı rahatsızlıkların şamanlık yeteneklerine işaret ettiğine ve bu rahatsızlıklara sahip olanlara “mänärik” adı verildiğinden bahisle; bu kişiler sık sık sara veya histeri benzeri krizler girdiklerini, ancak şamanların da ayinleri esnasında “mänärik”ler gibi kendilerinden geçtikleri halde, bunu kendi iradeleri ile gerçekleştirdiklerini, “mänärik”lerinse, bunu çoğunlukla ellerinde olmadan istem dışı yaşadıklarını, nadiren şamanlar gibi kendi iradeleri ile yapabildiklerini anlatır.

Agapitov ve Changalov’un aktardığına göre, Buryatlar ölmüş şamanların ruhlarının gelecekteki şamanları tespit ettiklerine ve onları gençliklerinden itibaren bu göreve hazırladıklarına inanırlar. Şamanlık yeteneğinin bazı emareleri vardır. Kişinin sık sık baygınlık geçirmesi, ruhları görmesi, muhayyel bir âlem yaratması, insanlardan kaçması, dağlarda veya ormanlarda tek başına yaşaması gibi emareler gözlemlenir ve bunların değerlendirilmesi sonucu kişi bir şamanın eğitimine verilir. Petri ise, halusinasyonlar görme, başkalarının göremediği varlıklarla konuşma, vecd hâline geçme gibi şamanlık yetisini gösterdiğine inanılan işaretlerin bir nevi sinir hastalığına benzediğini aktarır. Bazen, hasta durup dururken üzerinde bir baskının şiddetiyle şamanik vecdi yaşamak ister, dans edip şarkı söylemeye başlar ve bu sayede kendini daha iyi hisseder.

Tunguzlarda şamanlık yetenekleri bir hastalık şeklinde ortaya çıkar. Schirokogorov’un bildirdiğine göre, şamanın ölümünden sonra emrindeki ruhlar, serbest kaldıklarında kabilenin gençleri arasında gizemli hastalıklar yaymaya başlarlar. Bu hastalığa yakalanan kişiler kendilerine düşsel bir âlem yaratıp, dalgınlaşır, yaşama güçlerini, heyecanlarını kaybeder, uykularında gezmeye başlar, melankolik bir ruh hâline kapılıp, sık sık tabiata kaçarlar. Bu hastalıklara yakalanan kişilerde sinir buhranları ve kasılmalar görülür ki, hiç kimse bu kişilere yardımcı olamaz. Ancak musallat olan ruhlar, hastalardan birini kurban olarak belirlediklerinde, diğerleri tekrar düzelir, ama ruhların belirlediği kişinin durumu daha da kötüye giderek, iştahını kaybeder, uykusuzluk çekmeye başlar, geceleri nöbetler geçirir, şamanlar gibi titremeye, dişlerini takırdatmaya başlarlar. Bu durumda genelde akrabaları hastaya bir davul verirler ve hasta “şamanik vecde” kapılarak bir süre sonra kendinden geçer. Tunguzlar, bir şaman adayının şuurunu yitirmesini, bir ruhun onun içine girmiş olmasına bağlarlar. Bu olay ormanda, hastanın yanında ona yardım edebilecek kimse yokken de başına gelebilir. Bu durumda ruhların ele geçirdiği bu kişi, akrabaları onu arayıp bulana veya kendi başına bir şekilde geri dönene kadar ormanda günler boyu vecd hâlinde kalabileceği gibi, bu arada ölmesi de ihtimâl dahilindedir. Diğer Sibirya halkları ve Laponlarda da şamanlık belli yeteneklerin bahşedilmiş olmasına bağlıdır. Wenjamin, Samoyedlerde bir şamanın çocuklarının hepsinde bu yeteneklerin olmayabileceğini, içlerinden sadece ruhların seçtiği ve göründükleri çocuğa bu yeteneğin bahşedildiğini aktarır. Herhangi bir çocukta bu özel emareler keşfedildiğinde, o çocuk bir şamanın eğitimine verilir.

Şamanlık yetilerine delâlet eden ve dolayısıyla şamanlığın ön şartı olarak kabûl gören rahatsızlık veya hastalık belirtilerinin hâlen tatmin edici şekilde izah edilebilmiş olmadığından, bu topluluklarda çok itibarlı mevkileri olan şamanları “ruh hastası” olarak nitelendirmek çok yanlış bir kanaat sergilemek olur. Şaman adayları hakkında bir çok araştırmacının aktardıklarından bu adaylarda saranın karakteristik bir özellik olduğu ortaya çıkmaktadır ki, bunun Golde şaman adayları için de geçerli olduğunu belirten Lopatin, sara nöbetlerinin belirsiz aralıklarla ortaya çıkması ve nöbet sonrasında hastanın kendiliğinden normale dönmesi sebebiyle bu hastalığın ilkel halkların gözünde özellikle esrarengiz bir hastalık olduğuna dikkât çekmektedir. Şamanların psikolojisi incelendiğinde, muhayyel bir âlem yaratıp, kendinden geçme durumlarının şamanların tipik özellikleri olduğu görülür. Hiç beklenmedik anlarda gelebilen bu sıkıntı nöbetlerinden kurtulmak için hasta, zaman zaman bu nöbetleri taklit edip, benzeri şekilde kendinden geçerek hastalığını dizginlemeye ve verdiği sıkıntıları azaltmaya çalışır. Bir çok şaman bunu yapmaya başladıktan sonra, durumlarının çok daha iyiye gittiğini ve yaptıkları işi bırakacak oldukları takdirde, sıkıntılarının tekrar başladığını anlatmışlardır.

Bu kendinden geçme hâli, aslında muhayyel bir âlem yaratma ile de yakından ilişkili olup, kendinden geçme esnasında bir ruhun şamanın bedenine girdiğine inanılır. Bu sırada şamanın söylediği sözler, onun kendi sözleri değil, onun ağzından konuşan ruhun sözleridir. Şaman tekrar kendine geldiğinde içine giren ruhun kendisi aracılığıyla söylemiş olduklarını hatırlamadığı için, şamanın yanında bilgili ve tecrübeli birinin bulunması, şamanın hareket ve sözlerini dikkâtle takibederek, aklında tutması gerekir. Bu kişi şamanın bedenine giren ruhla konuşup, kim olduğunu, nereden geldiğini ve ne istediğini sorar. Şaman ayinlerinde çok önemli bir yer işgâl eden bu kişiye “şamanın yardımcısı/kalfası” adı verilir. Lapon şamanlarının yardımcılarına Finliler “çözücü” derler ki, bu adın verilmesinin sebebi, muhtemelen kendinden geçmiş haldeki şamanın söylediklerinin genelde pek açık olmaması ve bazı şeyleri tahmin etme, çözümleme kabiliyetiyle ilgili olmasıdır.

Sadece çalışarak şaman olabilmek mümkün olmadığı gibi, kişinin ruhani yetenekleri ne kadar yüksek olursa olsun, yine de bu önemli ve çok yönlü vazifeyi yerine getirmek için tek başına kabiliyet de yeterli değildir. Bunun için kendisine bahşedilen ruhanî yetenek dışında, fizikî esneklik, kurnazlık, mesleki bilgi, geleneklerin ve inançların çok iyi bilinmesi ve hepsinden önemlisi ruhlar âlemiyle kalben bir ilişki içinde olmak gereklidir. Bu sebeple şaman adayı, sadece bilge akrabalar tarafından değil, kendi güçlerini ona aktarabilecek güçlü bir şaman tarafından eğitilmelidir. Bu tarz fantastik bir ortamda yıllar boyu tabiatüstü olaylara aşina olduktan sonra şaman adayı, nihayet etrafı ruhlarla çevrili, korkuyla karışık bir saygı uyandıran, ayin sırasındaki her söz veya hareketi etrafındakiler tarafından merakla takibedilen muktedir bir şaman olur. Bu muktedir adamın, karanlık bir gecede içini insanların doldurduğu bir çadırda sadece yerde yanan ateşin ışığında yaptığı şaman ayini, katılanları çoğunlukla bir nevi hipnoz durumuna sokar. Zamanla bu “ruh çağırıcısı”nın adı etrafında bir şöhret halesi oluşur, çevrenin saygısını kazanmaya başlar ve adı gelecek kuşaklara aktarılır.

Uno Harva’nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.

Çeviren: Erol Cihangir


RUSYA TARİHİ -7

Haziran 24, 2023

KİYEF RUSYASI’NIN KÜLTÜRÜ

Yazı ve edebiyat  

  Kiyef  knezi Vladimir’in 988 (veya  989) da  hıristiyanlığı kabulünden sonra Rusya’ya Bizans’tan slav (bulgar)  alfabesi  ve  dili  getirildi. Bulgaristan’da yüzyıldan  fazla işlenen “kilise slavcası,, (veya  eski bulgarca) bu  suretle tâ baştan Rusların   din ve  edebiyat  dilleri  oldu;  bu durum tâ XVIII.  yüzyıla kadar devam edipgeldi.  Hıristiyanlığın kabulünden önce Kiyef  Rusyasında veya  diğer  slav uruğları arasında   herhangi bir yazı veya bir kitap yoktu. Halbuki hıristiyanlıkla birlikte hemen Rus Yurduna,  din  kitapları  olmak  üzere, ya rumca veya  slavca eserler getirildi. Akıllı Yaroslav zamanında (1019-1054) rumcadan  rusçaya  tercümeler  yapıldığı  bildirilmektedir.  Bunların çoğunun din  kitabı  oldukları anlaşılıyor.  Rus manastırlarının tesisiyle Rusya’da yine Bizansı  takliden “yazı yazmak,,  sanatı inkişaf etti. Bizans’ta olduğu gibi, Rusya’da da kâğıt yerine ince deri (parşömen) kullanılırdı;  bundan ötürü kitaplar çok pahalıya mal olurlardı;  yazıcıların  kendi sanatlarına  itina ettikleri biliniyor;  zamanımıza  kadar gelen  ve en eski rus elyazması olan  “Ostromir  İncili,, (1056 veya  1057 de yazılmıştır) hıristiyanlığın  kabulünden 60-70 yıl  sonra Rusya’da yazı yazmak sanatının  yüksek  bir  dereceyi bulduğunu  gösterir. İncilden başka “âpokrifik,, (gizli) din kitabları  da yayım buldu. Bunlar, Tevratta nakledilen, fakat serbest ve şairane bir tarzda işlenen mevzular olmakla  halk tarafından kolay anlaşılır ve okunurdu. Bu  cins  eserlerden  biri ve en eskisi Bulgaristan’dan  getirilen ve Bogomil (maniheizm) tesirini taşıyan “Tanrının  Ademi nasıl yarattığı  kıssasıdır,,.  Yine Tevrattan alınarak tertip edilen ve Süleyman Peygamber kıssalarından birini teşkil eden “Kitovras hikâyesi,, de çok yayılmıştı. Sonra incil’den ilham alınarak tertip edilen “Meryem  Ananın ıztıraplar  üzerinden geçişi,, kıssası XI.-XII. yüzyılı  Rusyası’nda  çok okunuyordu.  Hıristiyan  din edebiyatının mühim bir kısmını teşkil eden  “azizlerin  hayatı,, (patrologya), Bizansı takliden Rusya’da erkenden yayım buldu. Bu cins edebiyatın başında “Tanrı kulu aziz bir kimse olan Aleksey’in hayatı,, adlı eser gelmektedir.

Dinî edebiyattan başka Kiyef’e erkenden “dünyevî,, edebiyat da girmeğe başladı. Bizans’taki örneklere bakılarak, Rusya’da da slavca bazı mevzular ele alındı; bu cins edebiyattan “Iskendernâme,, lerin tâ XI.-XII. yüzyılda yazıldığını görmek mümkündür. Sonra yahudi tarihçilerinden Yasef Flavıus’un “Kudüs’ün tahribi tarihi,, adlı eserinin rusça tercümesi de erkenden yayılmıştır. Bundan başka, Bizans rumcasından, “Kahraman Diogenes’in yaptıkları,, adiyle bir Bizans romanının da rusçaya çevrildiğini öğreniyoruz. Bu suretle, evvelâ bulgarca asıllarını okumak, sonra bunları istinsah suretiyle çoğaltmak şeklinde doğan “Rus Edebiyatı,, bir müddet sonra, taklid da olsa, kendi sahasında semereler vermeğe başladı. Bununla müvazi olarak okuyucu bir zümrenin meydana geldiğini görüyoruz; bilhassa manastırdaki rahipler bu zümreye dahildiler; üstelik rahipler yalnız okumuyor, yazıyorlardı da. Akıllı Yaroslav’ın kitaplara düşkün olduğunu söylemiştik. Bu knezin oğlu Vsevolod, beş lisan öğrenmişti. Vladimir Monomach da çok okurdu ve ruscadan başka gayet iyi rumca da bilirdi. Novgorod valisi Ostromir’in, 1056 ‘da kendi şahsı için bir incil yazdırtması, kitapseverliğinin açıkça bir ifadesidir.

Kiyef Rusyası’nda bir müddet sonra yerli orijinal edebiyat doğmaya başladı. Kilise âyinlerinin icabı olarak ilk vâizler yetişti. Kiyef’in ilk rus metropoliti İllarion (1051 denberi) bunlardan biri ve en ileri gelenlerinden idi; bu zatın rumca yazılan dinî eserleri etraflıca okumuş olduğu ve bunlardan ilham alarak Kiyef rus (slav) ahalisine vâızlar tertip ettiği biliniyor. XI. yüzyıl ortalarından itibaren, “Vaızlar külliyatı,, tertip edildiği anlaşılmaktadır. Bir müddet sonra da yerli rus zahitlerinin ( manastır başrahiplerinin) hayatları yazılmağa başlandı. Bunlar arasında, Kiyef’in yakınındaki “Mağaralar manastırı,, ( Kiyevo-Peçerskaya Lavra) nın keşişi ve ( başrahibi ) olan Feodosius’un hayatı, öldürülen kardeş knezler, “Boris ve Gleb’in hayatı,, bu kabil orijinal rus eserlerinin ilk nümuneleri idi. Fakat bu sahada en mühim eserler “Vekayinâmeler,, oldu.

Vekayinâmeler(Letopisi) 

 Rus tarihinin yazılı kaynakları  XI. Yüzyılın başına kadar çıkar. Bunlar,, rusca (slavca) yazılan vekayinâmelerdir (Letopisi). Eski Rusya’da vekayinâmeler yazmak adetinin çok  yayıldığını  görüyoruz.

Bu adeta bir nevi sevaplı bir iş gibi telâkki edilmiş olsa gerektir. İlk örnekler Bizans’tan gelmiş olmakla beraber Rusya’da kendine has bir mahiyet almıştır. Bizans kronograflarından Georgios Hamartol’un “Dünya Tarihi,, (IX. yüzyılda tertip edilmiş, sonra 948 e kadar getirilmiştir) bulgarca tercemesi vasıtasiyle Kiyef’te tanınmıştı. İşte bu eser rus vakanüvislerine örnek oldu ve ilk rus “tarihi„nin esasını teşkil etti. En eski vekayinâmeler olarak “Lavrentyev nüshası,, ve “İpatyev nüshası,, adiyle iki vekayinâme bilinmektedir. Her ikisinin de baş kısmındaki 1110 yılına kadar gelen kısmı, biribirine çok yakındır ve “Başlangıç Vekayinâme,, veya “Nestor Kroniği,, adiyle tanınmıştır. Bunun müellifi lâyıkıyle tesbit edilemiyörsa da, Kiyef Mağara Manastırı (Peçerskaya Lavra) rahibi Nestor olması kuvvetle muhtemeldir. Her iki vekayinâmede, 1116 yılı altında, bu kısmın Silvester adlı bir rahibin yazdığı kaydı bulunuyor. Buna göre “Vekayinâmenin,, müellifi Silvester olması lâzım geliyor gibi görünüyorsa da yazanın başka bir zat olduğu diğer kayıtlardan anlaşılmıştır.

“Başlangıç Vekayinâme„nin ilk cümlesi bunun “Kiyef Rusyası’nın bir tarihçesi,, olduğunu açıkça göstermektedir. Fakat sonraki kompilâsyonlar neticesinde ilk karakterini kaybetmiş olmalıdır. Şu cihet enteresandır ki “ilk rus vak’anüvisi,, Nestor, adeta bir panslavist gibi düşünüyor. Bütün Slavların aynı kökten geldikleri, müşterek bir dile ve edebiyata sahip oldukları üzerinde duruyor. Nestor Kroniği’nin en eski redaksiyonu Lavrentyev ve İpatyev nüshalarıdır. Lavrentyev adı verilmesine sebeb bu nüshanın 1337 yılında Suzdal’deki Lavrentyev manastırında istinsah edilmiş oimasından ileri gelmektedir. Bu nüshada, 1110 yılını müteakip, Rus Yurdunun doğu-kuzey sahasındaki (yani Suzdal ülkesi) vakalara ehemmiyet verilmiştir. İpatyev nüshasında , Kostroma’daki İpatyev manastırında bulunmuş ve XIV.-XV. yüzyıllarında yazılmıştır; burada 1110 den sonra bilhassa Kiyef, Galiç ve Volın’daki olaylara önem verilmiştir. Bu suretle, Rusya’nın muhtelif kısımlarında “yerli,, vekayinâmeler vardı. Bunlardan en mühimleri: Novgorod ve Pskov’da yazılanlarıdır. Moskova Knezliği yükseldikten sonra, eski rus vekayinâmeleri birleştirilip daha umumî ve daha büyük ölçüde “tarihler,, yazılmağa başlandığını göreceğiz.

İgor Bölüğü Destanı (Slovo o polku Igoreve)  

Rusların tek  destanı  olan “îgor  Bölüğü  Destanı »  (Slovo o polku  îgoreve) Kiyef Rusyası ebediyatı mahsulüdür. Bu destanın müellifi kat’i olarak tesbit edilemiyor. 1185-1187 yıllarından sonra yazılmış olması lâzım gelir. Bu destan ancak 1795 yılında bulunmuş, 1800 de neşredilmiştir. Fakat, 1812 Moskova yangınında tek elyazma da yanmıştır. Bundan ötürü bu destan üzerinde tam bir araştırma yapmak imkânı kalmamıştır.

Destanın mevzuunu, 1185 yılındaki Novgorod-Seversk knezi Îgor Svyatoslaviç’in Kumanlara karşı yapılan ve yenilgi ile biten seferi teşkil eder. “Slovo,, nun müellifi bu vakayı, olayların cereyanı sırasına tâbi olarak basit bir şekilde anlatmıyor. Bunu, şairin hissettiği bir şekilde serbest, fakat kuvvetli bir hayal haline koymuştur. Bunun için destan baştan sonuna kadar içli bir şiir, birçok canlı tasvirleri ihtiva eden yüksek bir sanat eseri mahiyetindedir. Mevzuunu, hakikaten cereyan etmiş olan bir vaka teşkil etmekle, tarihî kıymeti de büyüktür. Hele Kumanlara ait kısımları, destandaki bazı Türkçe sözler, bu destanı türk tarihi için de kıymetli bir kaynak derecesine çıkarır.

Kiyef  Rusyası’nın  Sosyal Durumu, Kanunları

Kiyef Rusyası’nın IX.-XII. yüzyıllardaki devlet teşkilâtında, sosyal durumunda ve kanunlarında mütemadi bir gelişme olduğunu görüyoruz. Herhangi bir siyasî teşkilât sahibi olmayan slav uruğları, vareg-rus knezlerinin idaresi altında bir devlet içinde birleşmeğe ve bir “rus milleti,, meydana getirmeğe muvaffak oluyorlar. Hıristiyanlığın kabulü ile, Bizans kültürü bu zümreye aşılanınca, Rusya hıristiyan ve medenî memleketler dairesine giriyor. XII. yüzyıl içinde, Batı Avrupa’daki “Feodalizm”e benzer bir durum Kiyef Rusyası’nda da meydana geliyor. Fakat burada yerli şartlar ve âmiller bu feodalizme hususî bir karakter veriyor.

Knezler

  Rusya ‘da  ilk devlet  teşkilâtının  İskandinavya’dan gelen norman beyleri tarafından  kurulmuştur. “Knez,,, germanca  “konung,, dan alınmıştır.  Mamafih Kiyef’te bir müddet rus knezlerine “kağan,, lâkabı verildiği de biliniyor; bu cihet Güney Rusya’da hazar tesirinin ve geleneklerinin kuvvetli olduğunu gösterir. İlk vareg – rus knezlerinin Rurik ailesinden çıktığı kabul edilmektedir; muhtelif şehirlerde bir müddet diğer aileden neş’et eden knezlerin hâkimiyet sürdükleri biliniyorsa da, gitgide Rurik sülâlesi bütün diğer knezleri kovmağa muvaffak olmuştur. İlk knezlerin hukukî durumları hakkında bir fikir edinecek vaziyette değiliz. Onların daha ziyade askerî birer başbuğ oldukları anlaşılıyor. Şehirlerde yerleşip hâkimiyet çevrelerinin genişlemesi nisbetinde knezlerin salahiyetleri de artmış olmalıdır. Hele hıristiyanlığın kabulünden sonra, knez, kilise tarafından resmen tanınmış ve himaye edilmiş, meşru bir şahsiyet sıfatiyle devlet içindeki mevkii büsbütün sağlamlaşmıştır. Knez, Bizans imparatorları gibi, kanun çıkarmak, yargılamak, vergi toplamak ve ceza vermek hakkını haizdir. Knez, bütün bu salahiyetlerine rağmen, mutlak bir hükümdar değildir. Ötedenberi Rus Yurdunda mevcudiyeti bilinen “veçe,, ler,—boy başlarının, sonraları cemiyetin büyük zümreler mümessillerin toplandıkları—knezin hâkimiyetine karşı konabilecek bir müessese idi; knezin “drujina,, (askerî kıta) sındaki silâh arkadaşlarının, boyarların da knezin müşavirleri sıfatiyle devlet işinde rol oynadıkları anlaşılmaktadır. Kiyef Rusyası parçalanıp,birçok knezlikler meydana geldikten sonra, Kiyef knezi “Büyük Knez,, lâkabını taşıyor ve knezlerin en büyüğü telâkki ediliyordu.

Ahalinin Durumları

Enezden sonra gelen grupların sosyal durumları tesbit edilemiyor. Ahalinin esas  itibariyle  üç  gruba  ayrıldığı görülüyor:  1. Yüksek tabaka, 2. Orta sınıf, 3. Köleler (ve yarım köleler). Yüksek tabaka, knezin maiyeti, drujinası (askerî kıtası) ve memurları. Knezlerle birlikte savaşan ve Vareg-Rus’ larından teşekkül eden “drujina,, imtiyazlı bir zümre idi. Knezin en yakın silâh arkadaşları ve maiyeti bunlardan seçilirdi. Vareglerin slavlaşmasıyle, yerli slav ahaliden de drujinaya girenler olmuştur. İlk boyar ailelerinin de bunlardan türeyip türemediği kat’iyetle tesbit edilemiyor. Boyarların daha ziyade arazi sahibi beyler olması» ve sözün aslının da türkçe olması bunların Avar’ların tesiriyle meydana geldikleri ihtimalini hatıra getirmektedir.

Knezin maiyetindeki memurlar hakkında da bilgimiz azdır. Kneze en yakın kimselere “knezin adamları,, derlerdi. Bunların işgal ettikleri makamlara göre lâkapları şunlardı: “grid,, (drujinadan yüksek bir kimse), “tiyun,, (tivun, tudun), Hazarlardan (veya Avarlardan) kalan bir lâkap olup mahiyeti pek iyi tesbit edilemiyor, “idare memuru,, anlamına kullanıldığı sanılıyor. Sonra “yabetnik,,, “virnik,, ve “ognişçan,, makamları zikrediliyor.

Orta sınıfa gelince, bunlar, şehirde yaşayan, ticaret ve sanatla meşgul olan kimselerle, kendi topraklarını işleyen serbest köylülerden teşekkül etmekte idi. Bu gibilerin yaşadığı köylere “virvi,, (verv) denilirdi; köylülere de “smerd,, adı verilirdi. Mensup olduğu herhangi bir içtimaî zümrenin dışında kalan, hukukî durumunu kaybedenlere de “izgoy,, derlerdi.

Kiyef Rusyası’nın, bilhassa XI. yüzyıldan sonra,ekonomik hayatında en mühim rol oynayan zümre köleler idi. Vareg-rus tüccarlarının bilhassa köle sattıkları nazarı itibara alınırsa, bu “canlı eşya,, nın ehemmiyeti anlaşılır. Yerli slav ahalisinden birçoğunun köle olarak Bizans’a ve Yakın Doğuya, islâm dünyasına, götürüldükleri biliniyor. Bizans ve hazar ticaretinin azalması ve durması üzerine, köleler ziraat işçisi olarak kullanılmağa başlandılar. Böylelikle büyük çiftlikler türedi ve “feodalizm., nizamının kurulması mümkün oldu. Serbest ve yarı serbest köylüler de, ekonomik baskı altında, gitgide büyük çiftlikler veya manastırlara bağlanarak, serbestliklerini kaybediyorlardı. Kölelere “çelad,, veya “cholop,, denilirdi. Hukukî bakımdan bunların ancak “işçi,, olmaları itibariyle kıymetleri vardı. XI.-XII. yüzyılda “çelad,, lerin Kiyef Rusyası’nda mühim bir yekûn tuttukları anlaşılıyor.

Hıristiyanlığın kabulünden sonra, ruhanîlerle kiliseye bağlı bazı zümrelerin başlıbaşına bir cemiyet, bir sınıf teşkil ettiklerini görüyoruz. Bunlar şu beş zümreden ibaret idiler.  1. Kilise reisleri, ruhanîler ve rahipler, 2. Kilise hizmetinde bulunanlar, 3. Kilisenin korudukları, ihtiyarlar, malûller, hastalar, 4. Kilise himayesine giren “izgoy,, lar, yani diğer herhangi bir zümreye girmek hakkını kaybedenler, 5. Kiliseye mensup köleler. Bu gruplar knezin mahkemesine tâbi olmayıp kilise kanunlarına göre muhakeme edilirledi. XI. – XII. yüzyıllarda, şehirlerde ve köylerde kiliseler yapılmış, birçok manastır kurulmuş olmakla, kiliseye bağlı kimselerin de adedi artmıştı. Kiyef Rusyası’nın en çok okuyup yazanlar zümresinin ruhanîler ve rahipler teşkil ettiği biliniyor. Manastırların, Bizans’ta tatbik edilen ziraat usullerine göre arazi işlemeleri nazarı itibara alınırsa, bunların Kiyef Rusyası ekonomik hayatında mühim rolleri olduğu anlaşılır.

Kanunlar

  Vekayinâmede, Oleg’in Bizanslılarla ticaret muahedesinin  akdinden  bahsederken,  ” Rus kanunlarına „ göre yemin ettiği kaydı bulunuyor. Buna bakarak,  Kiyef Rusyası kurulduğu zaman bir ” rus kanunu „ bulunduğuna hükmedenler olmuşsa da, burada yazılı bir mecelleden ziyade, vareg-rus (yani Normanların) örf ve âdetleri kastedilse gerektir. Rusya’ya yazılı kanunlar hıristiyanlıkla birlikte Bizans’tan gelmiştir. İlk kanunların, kilise için hazırlanmış ve Bizans’ta “Nomokanon„. adiyle tanınmış bir kanunlar külliyatıdır. Bu külliyat muhtelif devir Bizans kanunlarından iktibas edilen bir mecmuadır. Bulgarcaya ” Kormçaya kniga „ çevrilmiş, oradan da Rusya’ya gelmiş ve Rus kilisesinin esas kanun kitabı olmuştur. Bu mecellenin Kiyef knezlerine de bir örnek teşkil ettiği anlaşılıyor. Mamafih knezlerin kendileri tarafından eski gelenekler esas tutularak bazı ” kanunları „ da olduğu biliniyor. Bunlardan en eskisi “Yaroslav’ın Pravda,, sı veya “Russkaya Pravda,, idi. “Pravda,, knezin ve maiyetinin menfaatlerini korumak maksadiyle tertip edilmiş ve bilhassa ticaret şehirleri gözetilerek tanzim edilmiştir. Burada köy tamamiyle arka plânda bırakılmıştır. Köye temas edilen kısımlarında, yerli slav ahalisinin “uruğ,, (rod) teşkilâtı yerine, “verv,, (obsçina) geçmekte olduğu görülür. Pravda, birçok bakımdan “Lex Salica,, ve “Capitulare de Viilis,, gibi frank kanunlarını andırdığından, german örf ve adetlerini ihtiva etmektedir; bu husus bilhassa ceza maddelerinde kendini gösteriyor: “vira., (para cezası) esas tutulmuştur. Bazı ıstılahlar ve para sistemi hazar (belki de İdil Bulgarları) tesirini belli etmektedir. Pravda’nın sonraki kısımları (uzun redaksiyonu), Kiyef Rusyası’nın feodalizm nizamına girmekte olduğu bir devire aittir. Pravda’da Kiyef Rusyası’nın bütün hukukî durumları bulunmuyor. Kiyef Rusyası’nda, Pravda’dan başka kiliseler için tertip edilen “knez nizamnameleri,, (ustavlar) cari idi. Bu “ustav,, ların izleri Pravda’da görülmektedir. Bizans kanunlariyle birlikte Rusya’ya getirilen “kırbaç,, cezası Pravda’da yoktur. Aynı şekilde “ölüm cezası,, da bulunmuyor. Halbuki Kiyef Rusyası’nda, asmak suretiyle ölüm cezası verildiği bilinmektedir. Pravda’nın bazı maddeleri, Rusya’da XVII. yüzyıla kadar tatbik edildiğine göre, rus hayatında mühim bir yer tuttuğu anlaşılmaktadır.

Rus  Para sistemi 

Kiyef Rusyasını  kuran yüksek tabaka, Vareg-Rus’lar ta  baştan tüccar bir zümre  olmakla,  Kiyef  Rusyasında “para sistemi,, erkenden  mevcut  idi.  Pravda bu hususta iyi bir kaynak teşkil etmektedir. Esas olarak,  500 gram gümüş sıkletinde olan “grivna,, kabul edilmişti. Paranın adı “kuni,, olup, bugünkü “dengi,, sözü ise moğol-Türk istilâsından sonra yerleşmiş, bir sözdür. Bir “grivnoy kun„ 20 nogata, yahut 25 kun’a, veya 50 rezan’a bölünürdü. XI. yüzyıldan sonra gümüşün pahalılaşması üzerine, 1 grivna gümüşün, 250 gram ve hatta daha hafif olduğu biliniyor.

RUSYA TARİHİ BAŞLANGIÇTAN 1917’YE KADAR

Prof. Dr. AKDES NİMET KURAT


POLİTİK SİYONİZMİN DOĞUŞU VE DOĞRULANMASI

Haziran 21, 2023

I. Herzl, Politik Siyonizm Kuramcısı

Herzl çoğu zaman Siyonizmi “bulan kişi” olarak gösterilmiştir. Oysa Siyonizm düşüncesi, hatta kavramı ondan önce de varolmaktaydı. Ama, dağılmış akımları bir program etrafında billurlaştıracak ve politik hareketi yaratacak kişi oydu. Ayrıca Herzl Siyonizmi, hemen hemen tüm öncülerinden (örneğin Hess ya da Pinsker) habersiz olduğu uzun bir yürüyüşün sonucunda kurmuştur.

1-Herzl’in Kişiliği – Kökenleri ve aldığı eğitim ile Herzl, asimile olmuş Yahudi burjuvazisinin iyi bir temsilcisiydi. 1860’da Budapeşte’de doğmuş, çocukluğunun büyük kısmını Viyana’da geçirmişti; burjuvaziye katılan ailesi Yahudilikten uzaklaşmıştı. Herzl, soy büyüklerinin henüz uyguladıkları ve kendisinin tamamen habersiz olduğu geleneksel Yahudiliği öğrenmek istemiyor, onu artık geçmişte kalmış bir olgu sayıyordu. Önce lisede sonra hukuk fakültesinde okudu. Yüksek sosyete yaşamı gözlerini kamaştırıyordu ve aristokrat çevrelere kabul edilmeyi arzulamaktaydı. Çok ·kez Yahudi kökeni öğrenci birliklerinden dışlanmasına neden olmuştu ama bu tür önyargıların kısa süre içinde yok olacağını Yahudilerin entegrasyon sürecinin onurlu bir biçimde gerçekleşeceğini düşünmekteydi. Kendini gazetecilik ve edebiyat alanlarında kabul ettirmeye girişti: piyesleri “Burgtheater” de başarıyla sergilendi, asimile olmuş iki Yahudinin Eduard Bacher ve Moritz Benedikt’in yönettiği büyük liberal gazete Neue Freie Presse’deki edebiyat köşesi oldukça beğeni topladı. Bir süre sonra 1891’de gazetenin Paris muhabiri oldu, böylelikle Fransız parlamenter yaşamını öğrendi ve pek çok politikacıyla yakınlaştı. Evlendikten sonra rahat bir yaşam sürmeye başladı, çok iyi bir mevki elde etmişti, ama hala dönemine damga vurmayı arzuluyordu.

Herzl’in Yahudiliği güçlü değildi. Bar mitzvahsı yapılmıştı ama zorunlu olduğu için öğrendiği İbraniceyi çok geçmeden unutmuştu: lise arkadaşlarıyla konuşmadığı, aile ortamında edindiği ve anlamı olmayan bu dil kendisi için sosyolojik bir olgudan ibaretti. Evlerinde Yahudi bayramları salt “folklorik” açıdan önem taşırken ailenin en önemli sevinç kaynağı Noel idi. Herzl sık sık Yahudilerle, ama kendisi gibi, kabus olarak görülen gettoya sırtlarını dönmüş modern Yahudilerle görüşmekteydi. Asimilasyonun antisemitizmi yoketmek için tek yol olduğunu düşünüyordu: Yahudi sorununu halletmek için en iyisi hiç Yahudi olmasındı! “Antisemitizmle Mücadele Derneği”ne yazdığı bir yazıda; “Hiç gerekmediği halde çocuğumu, kendi yaşadığım -ve ileride de kuşkusuz yaşanacak- türden zorluklarla dolu bir yaşama mahkum etmeye hakkım var mı?

O halde Yahudi çocuklarını, hiçbir şeyin ayırdına varmamaları, ne aleyhte ne de lehte hiçbir şey hissetmemeleri için vaftiz ettirmeliyiz. Kitlenin içinde erimeliyiz” diyordu . Hatta Papa’ya yazdığı garip bir mektupta, Viyana Yahudilerin Saint-Etienne Katedralinin kapısına dizilerek hepsini vaftiz edilmesini önerebilecekti. Yahudilik onun için hiçbir şey ifade etmediğinden, bu “yük”ten, Yahudi olma şanssızlığından kurtulmaya hazırdı. Ama yine de utanılacak bir Yahudi değildi; kökenlerini inkar etmemekte, Yahudi olma şanssızlığına; “Judennoth”a onurlu ve saygıdeğer bir çözüm aramaktaydı.

Herzl Antisemitizmle Karşı Karşıya – A) Ama Herzl, asimilasyonun çıkmaz bir yoldan ibaret olduğunu, ne yaparlarsa yapsınlar Yahudilerin hep yabancı kabul edileceklerini görrnek zorunda kalacaktır: “yalnızca atalarımızın dinini koruyarak yaşadığımız ülkelerin uluslarına karışmaya çabaladık. Ama bize izin verilmedi. Sadık hatta bazen fazla sadık olmamız boşuna… hemşehrilerimiz gibi, yaşamlarımızdan ve varlıklarımızdan fedakarlık etmemiz boşuna … Ülkemizin sanatına ve bilimine ticaret ve değişim yöntemleriyle zenginliğine katkıda bulunmaya çabalamamız boşuna … Yüzyıllardır yaşadığımız ülkelerin yabancısı ilan ediyoruz ( … ) Kimlerin yabancı olduğuna çoğunluk karar veriyor. Bu bir güç sorunu. Göç etmeye zorlanan Hugue­ notlar gibi iyi yurtseverler olmak bize bir şey getirmiyor. Eğer bizi rahat bıraksalardı … Ama kimsenin bizi rahat bırakacağına inanmıyorum”.

Herzl gerçekleri açıkça görmüş ulusal hareketlerin tehdidiyle karşı karşıya bulunan Avusturya­ Macaristan İmparatorluğunda antisemitizmin gücünü kavramıştı. Viyana’da Lueger’in belediye başkanı seçilmesinden sonra Yahudilerin tepkisiz kalmalarını eleştiriyordu. Aynı tarihlerde Viyana’daki Yahudi mahallesinde gerçekleşen küçük çaplı bir pogromu Herzl şöyle aktarıyordu: “Önceki gün (pazartesi) Leopoldstadt’da antisemit adayın liberal aday tarafından yenildiği seçimden hemen sonra Yahudi mahallesinde karışıklıklar çıktı. Serseri çeteler caddelerde kafeteryaların vitrinlerini kırıp bazı dükkanları yağmalayarak ilerlediler. Sokaktaki Yahudilere küfür ederek saldırdılar. Haber gazetelerde yeraldığı zaman sanırım Yahudiler bir şok yaşadılar ama bu sarsıntı çabucak geçti. Olaylar daha · da ciddileşecek ve o zaman her şey gerçekten korkunç olacak. Kuşkusuz, milyonerler kıyımdan kolaylıkla kurtulacaklar! Yine de halkımızın büyük çoğunluğu gibi: Viyana Yahudileri de ‘getto’nun üyeleri olmaya devam ediyorlar. Hepsi de, tüm saldırılardan küçük sıyrıklarla kurtuldukları zaman sevinçten havaya uçuruyorlar!”

B-Herzl’in düşünsel evrimini, dahil olduğu 19. yüzyıl sonu Viyanasının Yahudi çevresi “Stizim Leben” çerçevesinde kavrayabiliriz. Viyana’daki Yahudi nüfusu demografik ve ekonomik olarak güçleniyor, hızlı bir toplumsal tırmanış (ascension) yaşıyordu. Üyeleri kimi zaman yüksek burjuvaziye katılıyor, fınans, baro ve basın çevrelerinde önemli roller üstleniyordu. Devlet aygıtına verilen seçkin hizmetlerin ödülü soyluluk ünvanı almak bile olabiliyordu. Herzl’in gazetesi incelendiğinde, Burgtheater çevresine çok devam etmesinden ileri gelen toplumsal, edebi ve dünyevi başarı kaygısı ve aristokrasiye duyduğu hayranlık insanı şaşırtmaktadır. Bu anlamda Herzl, demokrat olmayan bir liberal ‘dir. İngiliz tipi anayasal bir monarşi sistemi altında, seçkinlerden (doğuştan soylu olanların yanı sıra maddi varlıkları ve kültürleriyle de bu sıfatı hakedeceklerden) kurulu bir hükümetin yönetimini düşlüyordu.

Viyana, modernitenin hazırladığı önemli merkezlerden biri, çokuluslu bir imparatorlukta çeşitli kültürlerin kaynaştığı ve çalıştığı bir pota, Doğu ve Batı Avrupa’nın karşılaşma noktasıydı. Bu, kültürel bir kaynaşmayı getiriyor insan yaratışının hemen her alanında Viyana “okullarından” söz edilmesini sağlıyordu. 

3-Siyonizmi Keşfediş – Herzl’in Fransa’da tanık olduğu antisemitizmin yükselişi, Yahudilerin liberalizme güvenmemeleri gerektiği düşüncesini doğruluyordu. Dreyfus’un yargılanarak rütbelerinin sökülmesi, Herz’i yavaş yavaş Siyonist düşünceye itecekti. Herzl ilk başta Neue Freie Presse’e, davanın seyrine ilişkin tarafsız haberler göndermekle yetiniyordu. Ama yavaş yavaş kendini Dreyfus ile özdeşleştirmeye, onda, asimile olmuş, yabancı kabul edilerek dışlanmış ve kökenlerinden ötürü zulme uğramış Yahudi sembolünü görmeye başlayacaktı. Yüzbaşı, tutuklandığı sırada, Fransızların hemen hepsi gibi Herzl de Dreyfus’un suçlu olduğuna inanmıştı ve bu iğrenç casusluk olayının ifade ettikleri üzerinde uzun boylu düşünmemişti. Aynı sırada, tüm Yahudileri “iç getto”dan kurtarmaya çabaladığı tiyatro oyunu olan Nouveau Ghetto (Yeni Getto)yu yazacaktı. Oyunun kahramanı Sammuel Kohn, intihar yerine vaadedilmiş toprakları seçmekteydi. Yine de Herzl, bu çözümü reddetmeye devam etmektedir çünkü ona göre Yahudilerin ortaklaşa paylaştıkları pek az şey kalmıştır. ”Yahudiler yüzyıllardır yeni yurtlarına kök salmışlar, ulussuzlaşmışlardır. Onları birleştiren ve diğerleri ayıran az sayıda ögenin sağladığı tek şey, her yerde katlanmak zorunda oldukları baskıları üzerlerine çekmekten ibarettir”. Aynı şekilde ”kayıp yurdunu yeniden bularak. dağılmış kardeşlerini biraraya getirme”ye uğraşan Yahudi Daniel’in-Alexandre Dumas (fils)’nın La Femme de Claude -Claude’un Karısı adlı kitabındaki kahramanın- başarısını da reddetmektedir. Ama yine de antisemitizmi yok etmeye yönelik kökten bir çözüm aramaktadır.

Daha sonra tavrı değişmeye başlayacaktır: dava sırasında Dreyfus’un bir portresini çizecek ve salondaki kalabalığın rütbelerin sökülmesi sırasındaki düşmanca tavrını vurgulayacaktır. Yazısının başında Dreyfus’un suçluluğu üzerindeki şüpheleri dile getirmekte, sonra onun düpedüz Yahudi olduğundan ötürü cezalandırıldığını ifade etmektedir. Buradan yola çıkan Herzl, Yahudilerin onurunu savunacak ve Yahudiler arası dayanışmanın gerekliliğini vurgulayacaktır. Dreyfus olayında, kişisel bir dramdan öte Yahudi halkını yokoluşa götüren asimilasyon ideolojilerinin çöküşünü temsil eden antisemitizmin yükselişini görmektedir:

“Dreyfus davası yalnızca hukuki bir hata değildir. Aynı zamanda Fransızların çoğunluğunun bir Yahudiyi, onun aracılığıyla da tüm Yahudileri cezalandırma isteklerinin belirtisidir. Yüzbaşının rütbeleri sökülürken mahkeme salonundaki kalabalık “Yahudilere ölüm” diye bağırmaktaydı. Nerede?. Fransa’da. Cumhuriyetçi “modern uygar Fransa’da, hem de insan Hakları Bildirisinden tam yüz yıl sonra. Fransızlar, ya da onların büyük çoğunluğu, insan haklarının Yahudilere uygulanmasını istememektedir. Böylelikle Büyük Devrim’in ilkeleri iptal edilmiştir. Bugüne dek pek çoğumuz Yahudi Sortfnunun çözümünün sabırla olgunlaşacağına, insanlığın ilerleyişinin meyvesi olacağına inanıyorduk. Ama diğerlerine kıyasla bu denli ileri, bu denli uygar bir ulusun yaptıklarından sonra yüzyıl önceki Fransa’nın bile düzeyine gelememiş diğer halklardan ne umabiliriz?.”

Herzl ahlaki yargı getirmemekte, antisemitizmi saptayıp analiz etmekle yetinmekteydi. Kilisenin ve Hıristiyan basının (örneğin La Croix (Haç) gazetesinin) Dreyfus karşıtı kampanyada oynadığı rolden haberdar olan Herzl, Hıristiyan Yahudi karşıtlığı ile modern antisemitizm arasındaki farkın altını şöyle çiziyordu: “Güncel antisemitizmi eski dinsel hoşgörüsüzlüğe benzetebileceğimiz pek az yer kalmıştır. Antisemitizm çoğu kez, uygar ulusları kendi geçmişlerinden bir hayaleti kovma çabası olarak ortaya çıkmaktadır.” Herzl’e göre soruna uygun bir çözüm bulmak için bunu göz önünde bulundurmak gerekliydi. “Bir hareketi yok edemiyorsanız, ona karşı başka bir hareket geliştirin”. Ulusal ilkelerin zafere ulaştığı bir dönemde Yahudi halkını (antisemitizme karşı) harekete geçirmek için ona, varlığını ve değerlerini koruyacak bir devlet oluşturma fikri sunulmalıydı.

Nisan 1898’de Herzl, yalnızca dilenciler yaratabilen insancıl girişimleri dışlayan ve Yahudileri politik olarak örgütleyip bir bayrak ve ordu ile vaadedilmiş Toprak’a yönelmelerini amaçlayan tasarılarını sunmak üzere Baron Maurile de Hirsch ile görüşecekti. “Proleterleşmiş aydınları kullanarak, gelecekteki Yahudi yurdunu saptayacak, araştıracak ve kuracak ordunun kadrolarını ve beyin takımını oluşturacağım”. Ama Maurice de Hirsch yalnızca Arjantin’e çiftçi olarak yerleşecek Yahudi göçmenlere yardım etmeyi düşünmekteydi. Herzl bunun üzerine Rothschild’lere başvuracak ve durumun acilliğini vurgulayacaktı. “Avrupa’nın her yerindeki Yahudilerin durumu dramatiktir ve ancak bundan sonra daha kötüye gidebilir: sürülebilirler ve sığındıkları yerlerde katledilebilirler. Hiçbir kurtuluş yolu yok mu?. Evet baylar, var; uzun süre önce kullanılmış olan bir yol. Günümüzün tüm olanakları bu basit ve anlaşılması kolay amaç için seferber edilebilir. Bu basit manevra, Mitzraim Exode’nun (Israiloğullarının Mısır’dan göçü olayı ç.n.) tekrarıdır”. Bu barışçı göçü gerçekleştirmek üzere, Yahudiler adına hareket edecek, ilgili devletlerle ilişkiye geçecek ve gerekli toprakları satın almak için para toplayacak Society of Jews Yahudiler Derneği’nin kurulmasını da öneriyordu.

4-Yahudi Devleti – Herzl, ancak çok sayıda red yanıtı aldıktan sonra doğrudan Yahudi halkına seslenmeye karar verecekti. Şubat 1896’da Viyana’da Rothschild’e yaptığı teklifi yeniden ele alıp, Etat Juif. Essai d’une Solution Moderne a la Question Juiue-Yahudi Devleti. Yahudi Sorununa Bir Çözüm Denemesi başlığını koyduğu bir broşür bastırıyordu. Ona göre, Antisemitler Yahudileri yabancı kabul etmeyi sürdürdükleri için, yapılması gereken, yurtlarına “entegre olamayan ya da olmak istemeyen” tümü Yahudileri biraraya toplamaktı.

“Vaadedilmiş Toprak’ta kızıl ya da siyah sakallı, yamuk burunlu, çarpık bacaklı olsak bile, bundan dolayı aşağılanmayacağlz. Orası, bize ait bir toprak üzerinde özgür yaşayıp barış içinde ölebileceğimiz yerdir”. Yahudilerin “özgürleşme” sayesinde gettodan kurtulduklarını, ama halen yaşanmış tarihlerinin kurbanı olmaya devam ettiklerini düşünüyordu. “Bizim eserimiz olmayan getto, üzerimizde kimi antisosyal özellikler bıraktı ( …) Değişik ulusların arasında yabancı bir kitle gibi kaldıysak, bu bizim suçumuz değildir.” Yani Herzl’e göre sorun, ulusaldı; asimilasyon hiçbir şekilde gerçekleşemezdi. Çünkü antisemitler Yahudilerin asimile olmalarına izin vermeyecek, onları asla rahat bırakmayacaklar.

Yani ona göre Siyonizm Yahudi sorununun çoktandır aranan çözümüdür. “Yahudi sorununun çözümünü biliyorum. Nasıl mı buldum? Bilmiyorum. 

Ama bu düşüncenin oluşmasının 13 yıl aldığını sanıyorum. Çünkü ilk denemelerim, Dühring’in kitabını okuduğum 1882 yılına dek gidiyor. Şimdi her şey bu kadar açıkken, geriye baktığımda, geçmişte çözüme oldukça yaklaşmışken kenarından geçivermiş olmama yanıyorum. Herzl bundan böyle her şeyini bu fikrin gerçekleşmesine adayacaktı: “Sanıyorum ki bu anda artık yaşam benim için sona erdi ve tarih başladı”.

Ama ona göre Siyonizm, antisemitizme tepki olmaktan ibaret değildi. Aynı zamanda Yahudi halkının bekleyişine de yanıt vermekteydi.

“Yahudi farklılığı (particularisme luif) silinememekte ve silinmek istememektedir. Zaten silinmemelidir de … Silinemiyor çünkü dış düşmanlar Yahudilerin birlik içinde bulunmasını sağlıyorlar ..

Halk tarifsiz acılardan sonra halen ayakta kalabildiği üzere, silinmek de istememektedir. 

Herzl’in harekete en önemli katkısı “Yahudi halkı için bir devlet” fikridir. Başlangıçta Herzl, devletin yeri ile pek az ilgilenmekte, Siyonsuz Siyonizmden bahsedebilmekteydi: 1895’de “Size Vaadedilmiş Toprak hakkında her şeyi söyleyebilirim. Nerede olduğu dışında her şeyi… Bir an için Filistin’i düşündüm. Halkımızın unutulmaz yurdu olan bu yerin adı bile başlıbaşına bir programdır ve alt sınıflara kolaylıkla çekici gelecektir. Ama Yahudilerin çoğunluğu artık doğulu değillerdir ve başka yerlere alışmışlardır. Ama ben ilke olarak ne Filistin’e karşı, ne de Arjantin’e taraftarım.” demekteydi. Ayrıca yeni devletin dilinin İbranice olabileceğini de düşünmüyordu. “Hanginiz bu dilde tren bileti isteyebilecek kadar İbranice biliyorsunuz?”

1895’ten itibaren fikirleriyle, aralarında Paris’te baş haham Zadoc Kahn Max Nordau ve Bernard Lazare Londra’da Zangwill Albay Goldsmith ve Sir Montegu olmak üzere çok sayıda önde gelen Yahudinin ilgisini çekmeyi başaracaktı. Bu sırada Yahudi Devleti broşürüne tepkiler de gelmeye başlamıştı: asimilasyon yanlıları, kendisini, antisemitizmin eline koz vermekle suçluyorlardı. Hov.evei Zion’daki çok sayıda grup, mevcut kolonizasyon girişimlerinin geleceğinden kaygı duyarak tasarısına kuşkuyla yaklaşacaklardır. Ama Orta ve Doğu Avrupa’daki genç Yahudi entellektüelleri arasında umutların hızla artmasına neden oluyordu: Yalnızca ‘esin veren kişi’ konumuyla yetinmek istemesine karşın, Yahudi öğrencilerin topladığı binlerce imza, onu hareketin başına geçmeye ikna edecekti. Kısa sürede Hechler aracılığıyla Almanya ve Nevlinski sayesinde Osmanlı İmparatorluğu nezdinde diplomasi uygulamaya başlayacaktı. Ama Yahudi finansörlerin destek vermeyi reddetmeleri karşıtlarının manevraları ve Siyonizme Bağış Hareketi’ndeki bölünmeler, asimilasyonla ve Yahudi burjuvazisiyle köprüleri atacak popüler bir kitle hareketi oluşturmanın gerekliliğini gösteriyordu. Yahudi burjuvazisini şöyle tanımlıyordu: “üzerinde, uygarların vahşilere yaptığı bozucu etkiyi bırakmış olan Hıristiyan dünya ile temasından ötürü çürümüştür. Batı özellikle Fransa Yahudilerinin ‘sözde’ üst sınıfı, had safhada kokuşmuş bir haldedir. Artık ne Yahudi ne de Hıristiyandır. Herhangi bir felsefe, hatta halen sahip olmadığı ilkeli bir ahlak kuracak halde değildir. Yüz yıllardır devleti olmayan Yahudi burjuvazisi, çürümüşlüğüyle Yahudi ulusunu zehirlemektedir.”

Herzl programını onaylatrnak üzere, Siyonist düşünürler tarafından sıklıkla dile getirilen, sürgündeki Yahudi halkının gerçek parlamentosu olacak bir dünya kongresi düzenlenmesi fikrini yeniden ele alacaktı. Bu kongre herkesin gözünde Yahudi halkının iradesini temsil etmeliydi: politik bir program çerçevesinde yürütme organının sözcü konumunda olacağı bir hareket oluşturulabilirdi. Yahudi halkının henüz herhangi bir toprak üzerinde biraraya gelmemiş olması önemli değildi; çünkü toprak, daha üstün, soyut bir gerçeklik olan ‘Devlet’in herhangi bir ifadesinden ibaretti. “Devlet Yahudi halkının devlete sahip olma arzusuyla (XVI. Louis gibi güçlü bir kralın “Devlet benim” sözüyle ifade ettiği gibi) zaten kurulmuştur.”

II-Basel Kongresi

1-Kongrenin Hazırlanması – A) Kongre Düşüncesi – Asimile olmuş Yahudiler Herzl’in programına düşmanca tepkiler göstermekte, onu gözden düşürmek için her yolu kullanmaktaydılar.

Oysa çok sayıda kaynak, Herzl’in bir umut patlaması yarattığını kanıtlamaktadır. Lernberg çektiği telgrafta Herzl’e harekete önderlik etmesi için yalvarıyordu: “Hareketin başına geçin. Tüm Doğu Avrupa Yahudileri sizi bekliyor!” Polonya’nın bir köyünden ona mektup yazanlar “Programınız Siyonizm idealini cisimleştirmekte, düşünceyi kanıyla, canıyla elle tutulur bir gerçekliğe dönüştürmektedir. Artık ne istediğimizi ve ne yapacağımızı biliyoruz” demekteydiler. Rusya, Romanya, Galiçya ve Bulgaristan’dan “Kurtarıcı”ya, Musa gibi, halkını kölelikten kurtarmak için “Midian’dan gelen seçilmiş kişi”ye katılma mesajları akıyordu.

Herzl, İngiltere’deki Siyonizme Bağış Hareketi’nin liderlerinden Albay Goldsmit’e, parababalarının muhalefetine, philantrophe’ların ve Filistin’deki kolonilerin tehlikeye düştüğü düşünen Hovevei Zion’un kuşkularına rağmen artık geri çekilmenin sözkonusu olmadığını, başarının mümkün olduğunu ifade ediyordu:  Açıkçası, arkasındaki halk desteğine güvenmekteydi: “Kararlaştırılmış bir organizasyon olan ve kesinlikle bir gereklilik olduğuna inandığım Münih Kongresine (Kongrenin ilkin burada düzenlenmesi düşünülmüştü) karşı çıkacak değilim. Uzun süre sonra yeniden ulusal Yahudi Meclisi toplanacak. Bu tüm Yahudilerin gurur duyması gereken bir an değil mi?. Bugün yabancı toprağındaysa da, belki Şana haba (gelecek yıl) eski yurdumuzda toparlanacağız!”

B-Yayın organı Die Welt – Büyük basına söz geçiremeyeceğini anlayan Herzl, haftalık Siyonist dergi Die Welt’i yayınlayarak bir propaganda aygıtı oluşturmaya girişecekti. Peretz Smolenskin’in Ha Sha’har’ı David Gordon’un Ha Maggid’i, Siyonizme Bağış Hareketi’nin Ha Melitz’i ya da Nathan Bimhauro’un Selbstemancipation’u gibi çeşitli Siyonist yayın organları bulunmakta, ancak bunlar kısıtlı militan çevrelerine seslenmekteydiler. Basının önemli rolünü çok geçmeden kavrayan Herzl, farklı görüşlere sahip prestijli kişilerin yer aldığı bir kadroyla, yüksek tirajlı, modern bir gazete çıkarmaya girişecekti. Ailesinden ve Viyana’daki arkadaşlarından gerekli sermayeyi bu amaç için toplamıştı.

C-Yer Seçimi –   Kongre’nin önce, tarafsız bir ülkede bulunan Zürih’te (Herzl, örgütlenme için Dr. Farbstein gibi partizanlara güveniyordu) düzenlenmesi düşünülmüştü. Ama Siyonizme Bağış Hareketi’nin Rus temsilcileri, kaygılarını dile getireceklerdi: Zürih’te çok sayıda Rus göçmeni vardı. Çarlık hükümeti onların devrimcilerle ilişkiye geçmelerini önlemek için Kongreye katılmalarını engelleyebilirdi. Bu nedenle Münih’te toplanmaya karar verilecek, Filistin’in kolonizasyonuyla ilgilenen çeşitli Siyonist ve insancıl örgütlere program gönderilerek delegelerini saptamaları istenecekti.

Ama bu kez de, Almanya’daki hahamlar, Siyonizmin yurtseverliğe aykırı bir hareket olduğunu öne sürerek Kongreye karşı çıkacaklardı. ·

Bu muhalefet dolayısıyla Kongre Münih’te düzenlenemiyordu. Sonuçta, tarafsız bir ülkede, Alman hahamların etki sahası dışında ama Cermen dünyasının tam sınırında konumlanan, Yahudi halkının İsrail’e dönmesi fikrini kabul etmeye yatkın insanların yoğun şekilde bulunduğu Basel kentinde karar kılınacaktır. ,

2-Delegeler – Herzl, Filistin’in kolonizasyonuyla ilgilenen ve çoğu zaman rakip konumdaki çeşitli örgütleri; Hovevei Zion’daki grupları, Hıristiyan Siyonistleri biraraya getirmek ve kongreyi hazırlayan ve kendi fikirlerini paylaşan kişilerce yönetilen çeşitli ülkelerdeki Siyonist grupları harekete geçirmek için yoğun çaba göstermekteydi.

İngiltere’deki “Siyon Dostları”nın desteğini kazanmaya çalışacak; 1895 Kasımından itibaren Maccabean Club’da, 1896’da Jewish Chronide’de yeniden ele alınacak olan konferanslar verecekti.

Ama Yahudilerin ileri gelenleri, Herzl’in ulusal programına güvenmiyorlardı ve Hovevei Zion­ İngiltere’nin Siyonist harekete katılması için 1898 Martı’nı beklemek gerekecekti. Oysa Harz, East End’deki mitingde halkın hayranlığını topluyor ve büyük sefarat hahamı Moses Gaster ve yazar Israel Zangwill gibi sempatizanları biraraya getirmeyi başarıyordu.

a-Delegelerin Saptanması – Çeşitli ülkelerde Herzl’in programına karşı takınılacak tavrı belirlemek ve kongreye gönderilecek delegeleri seçmek üzere Yahudi grupları toplanmaktaydı. Bunlardan en önemlisi, 28 Temmuz 1897’de Çarlsbad da düzenlenen ve Rothschildler ile, Rusya ve Osmanlıların Herzl’e karşı olmalarından ötürü kolonizasyon girişiminin zedeleneceğini düşünen Odesa komitesinin kaygılarına karşın, Rusya’daki tüm Siyonizme Bağış Hareketi’nin kongreye katılmasını sağlayacak hazırlık konferansıydı. Odesa komitesini ikna etmek için uzun süre uğraşılmıştı. Max Nordau tüm dünyadaki Yahudilerin durumunun genel bir görünüşünü çizerken, Rusya’daki pogromlardan bahsetmemesi oldukça güç olacaktı. Ama ne var ki, Rus hükümetini doğrudan suçlayacak herhangi bir söz söylememesi kararlaştırılmıştı. Aynı şekilde, kolonizasyonun sonuçlarından bahsetme ve gelişimini engelleyecek hiçbir girişimde bulunmama kararı alınmıştı. Ama ‘Herzl, kolonizasyonu suçlamaya; bu yolla Osmanlı İmparatorluğunun Filistin’e Yahudi göçünü yasaklayan kararının kaldırılamayacağını, gerekenin, Filistin’i Yahudilere veren bir belgenin (charte) elde edilmesi, yani pratik çalışma yerine politik bir karar olduğunu ileri sürmeye devam ediyordu.

Çok sayıda Hovevei Zion üyesi Yahudilerin yurdunun Filistin olduğunun açıkça belirtilmesini istiyorlardı. Carlsbad’da bu amaçla, “yurtlarını terketmeye zorlanan din kardeşlerine yardım etme”yi amaçlayan insancıllara hitaben bir bildiri hazırlanmıştı: “Yurtsuz kardeşlerimiz Filistin’den başka bir ülkeye yerleşmek istemiyorlar. İşte bu yüzden, çileli dindaşlarımızın kullanımına sunulan fonların (örneğin merhum haham Hirsch’in fonu) ya da kolonizasyona harcanacak paranın tamamının Filistin’e aktarılmasını öneriyoruz”.

Fransa’da Bernard Lazare, Marmorek kardeşler Max Nordau etrafında küçük Siyonist gruplar oluşturmakla birlikte topluluğun büyük çoğunluğu kongreye halen ilgisiz ya da düşmanca tavırlar içindeydi. Edmon de Rothschild, girişimine yöneltilen hiçbir eleştiriyi dinlemiyor, haham Padoc Kalın kişisel sempatisini belirtmekle birlikte, kamuya herhangi bir açıklama yapmayı kesinlikle reddediyordu.

Herzl’in Batı’da ilgiyle karşılanan fikirleri İslam ülkelerine pek sokulabilmiş değildi. Avrupa uygarlığının etkisinin ulaşabildiği bölgelerde, kolonizasyona bağlantılı olarak kimi gruplar ortaya çıkıyordu. Evrensel Yahudi Birliğinin oluşturduğu eğitim ağı, Yahudi toplulukların modernleşmesine ve Fransız kültürünün yayılmasına büyük katkılarda bulunmuştu. Ama Araplık bilincinin yükselmeye başladığı dönemde kimi Yahudiler, kolonizasyon aygıtlarına yardım ederek yanlış bir yol tuttuklarını farketmişler, yapılması gerekenin Yahudilerin ulusal özelliklerini öne çıkartmak olduğunu görmüşlerdi. Şubat 1887’de Kahire’de “Doğu Yahudiliğin maddi ve manevi yükselişi”ni hedefleyen ve “Yahudi halkının ulusal bağlarını korumasını sağlayacak Siyonizmi” yaymayı da amaçlayan Bar Kohba örgütü kurulmuştu. Böylelikle Arap halkları ve İslam kültürü içinde asimile olmanın olanaksızlığını ifade edilmekteydi.

O zamandan kalan gündemler, hazırlık komitesinde görüşlerin nasıl çatıştığını gözler önüne sermektedir. Görüşmelerin sonunda, farklı konuların ayrı raporlar halinde tartışılmasına karar verilmişti:

1-İş grupları, ekonomik, politik ve toplumsal koşullar hakkında istatistik veriler de dahil olmak üzere çeşitli ülkelerdeki Yahudilerin durumları (ülke başına 1 konferans üyesi)

2-Bugüne dek sürdürülen, Filistin’in Yahudi nüfuslandırılmasının sonuçları ·

3-İnsancıl girişimcilerin Filistindeki görevleri ve haluka

4-Yahudi göçünün sorunları

5-Propoganda türleri ve mali gereksinimler

6-Siyonist harekete muhalefet eden hahamlar sorunu

b-Delegelerin Coğrafi Kökenleri – Yani farklı ülkede 69 topluluk ve örgütü temsil eden 246 delege arasındaki en önemli grup, toplamın üçte birini oluşturan Rus kökenlilerdi. Bunların çoğu, Hovevei Zion’un çeşitli örgütlerinden gelmekte, İsrail’e bağlılıklarını, orayı tek Yahudi yurdu olarak tanıdıklarını ifade etmekteydiler. Hatta Basel kongresinin hemen ertesinde Varşova’da toplanan Rus Siyonistleri, (93 farklı topluluğu temsilen 160 delege) Herzl’in yürüttüğü diplomasinin sonuçlarını beklemeksizin kolonizasyonu devam ettirme kararı alacaklardı. Siyonizm-özelde de kongrenin hazırlık dönemi-krizdeki Siyonizme Bağış Hareketi’nin uyanışını sağlamış, daha açık politik bakış açıları geliştirmiş, farklı ülkelerden gelen taze ”kanları” saflara kazandırmıştı.

Egemen grup, Cermen ülkelerinden (Almanya, Avusturya ve İsviçrenin Alman bölgesi) geliyordu. Viyana, 14 delegeye en iyi temsil edilen şehir konumundaydı. Bu, Viyana’daki topluluğun dinamizmiyle, Herzl’in bağlantılarıyla ve şehrin Avrupa Yahudiliğindeki pivot rolüyle açıklanabilir. İşte bu öğeler, Siyonist örgütün merkezinin tartışmasız bir şekilde Viyana olmasını sağlayacaktır. Orta Avrupa’nın ağırlıklı temsil edilmesi, Yidişçeye karışık bir Almancanın -0 Kongressdeutsch’un- Kongrenin dili olmasını gerektirecekti. Kimi delegelerse İbranice konuşmayı tercih edecekler, Mena’lem Usiskin bu nedenle sekreter seçilecek ve İbranice kongrenin ikinci dili olacaktı.

Fransa’nın Paris ve Montpeller’den gelen görece daha iyi eğitimli temsilcileri de olmakla birlikte delegelerin büyük çoğunluğu Fransa Yahudiliğini pek temsil etmeyen, kötü entegre olmuş, entellektüel kişilerdi. Bunlar arasında Max Nordau gibi Avusturya ya da Rusya, Jacques ve Blanche Bahar gibi Kuzey Afrika kökenli öğrencileri de sayabiliriz.

ABD Siyon Dostları örgütünün özellikle New York’lu üyelerini göndermişti. İstanbul’dan gelen Attali’yi saymazsak, İslam ülkelerindeki Yahudileri temsilen pek az delege vardı. Israel’in yeni yişuvları ise, koloniciler ve Yafa’dan Heinrich Loewe gibi kolonizasyon sorumlularıyla temsil edilmekteydiler.

c-Delegelerin Toplumsal Kökenleri – Delege listelerine ve mesleklerine göz atınca, çeşitli iş gruplarından gelen entellektüellerin sayısı insanı şaşırtmaktadır: doktorlar, tanrıbilimciler, hukukçular ama aynı zamanda insani bilimler uzmanları vardı. Yazarlar (örneğin A’had Ha Am ve İsrael Zangwill) ya da gazeteciler de oldukça kalabalıktı; toplam 40 kadar öğrenci, bir o kadar da gazeteci ve edebiyatçı bulunmaktaydı.

Yalnızca 3 bankerin bulunması, büyük iş burjuvazisinin temsil edilmediğini göstermekteydi. Önemli isimler, konumlarını sarsacağına inandıkları kongreye katılmamayı yeğlemişlerdi. Tek önemli isim olarak, Londra’dan Jacob de Haas göze çarpıyordu.

Oysa 60 kadar küçük ya da orta düzeyde tüccar sayılabiliyordu. Yani Siyonizm, asimilasyon ideolojilerini destekleyen, kimlik bunalımı ve antisemitizmi tehditlerine karşı çözümler geliştiremeyen -zaten, özellikle öğrencilere ve küçük burjuvaziye tehlike oluşturan antisemitizmden fazla etkilenmeyen- zengin seçkinlerin egemenliklerine karşı Yahudi orta sınıflarının başkaldırısı parlak görülebilir.

Öte yandan, Yahudi proletaryasının gerçek temsilcileri de kongre’de yeralmamaktaydı.

Siyonizmi, mitzvah ve aliya’yı gerçekleştirme aygıtı olarak gören ve “kurtuluş” saatinin edilgen bir şekilde beklenmemesi gerektiğini düşünen 6 haham da kongreye katılmışlardı.

d-Dinsel ve Politik Akımlar – Delegelerin önemli bir kısmı, ulusal Yahudi hareketine yeni katılan kişiler değillerdi. Max Nordau gibi; diplomasi yoluyla, ulusal hukuk tarafından tanınacak ve Yahudi halkına ait olacak bir toprağın elde edilmesini hedefleyen katıksız politik Siyonizm savunucuları, azınlık konumundaydılar. Herz, daha önceden varolan düşüncelere canlılık veren ve gerçekliğin gücünü kazandıran, farklı hareketleri biraraya getirip Siyonist düşünceyi billurlaştıran kişi olmuştur.

Kongrede Ortodoksluğa bağlılığı koruyan ve dinsel nedenlerle, Yahudi halkını İsrail Ülkesi’nde birleştirmeye çalışan güçlü bir dinsel akım da hissediliyordu.

İsrail toprağı, halkı ve Töre’sinin birbirlerine bölünmez şekilde bağlı olduğu, önce Reines ile Misra’li daha sonra Rav Kook tarafından ifade edilecekti.

Çoğunlukta olan “laik”lerin arasında da ayrılıklar beliriyordu: A ‘had Ha Am taraftarları, öncelikle eğitsel çalışmalar yaparak Yahudi kültürünü güçlendirmenin, İbranice’nin kabulünün, diaspora’da asimilasyoncu güçlerle savaşmanın gerekliliğine inanıyorlardı.

Diğer bazıları Yahudilerin yaşam koşullarıyla, özellikle de antisemitizmin yükselişiyle ilgilenmekte, Yahudi savunma örgütünün kurulmasını istemekteydiler.

Yahudi halkının sefaleti ve az sayıda üretici, gerektiğinden fazla aracı (ara tabaka) içeren Ber Barochov’un deyişiyle “anormal” bir toplumsal piramidin ve kendilerini gerçekleştirme olanaklarından yoksun kişilerin (lufmenschen) varlığı, özellikle Doğu Avrupalı pek çok delegeyi öncelikle toplumsal sorunlara vurgu yapmaya itmişti.

e-Yahudi Olmayan Katılımcılar – Kongre Herzl’in isteği üzerine Siyonizmle ilgilenen kimi Hıristiyan kişilikler de kabul edecektir. Herzl Siyonizmi, yalnızca Yahudi halkı değil, istikrarsızlığın tehdit ettiği tüm Avrupa devletleri için sorun oluşturan antisemitizmin çözümü olduğuna inanmaktaydı. Hatta, Siyonizmi onların da isteğini -yani Yahudilerin ayrılmasını- gerçekleştireceğini göstermek amacıyla antisemitlerle bile ilişkiye girmeye hazırdı. Örneğin Çar’ın bakanı ve pogromlardan sorumlu kişi olan Plehve ile görüşmeyi kabul edecekti.

Yahudi olmayan bu kişilerin arasında öncelikle Kızıl Haç’ın kuruçusu Henri Dunant (1828- 1910)’ı saymalıyız. Dunant, kimi tehlikeli spekülasyonlara ve Cezayir üzerine yatırımlara girişmişse de, 1860’lı yıllardan itibaren bir Arap İmparatorluğu ve Yahudi Devleti kurmak üzere III. Napoleon ve Abd el-Kader ile görüşmüştü. Dunant daha sonra acılar yaşayarak varını yoğunu yitirmiş, unutulmuştu. Ama 19. yüzyılın sonlarına doğru saygınlığı iade edilip çalışmaları incelenmeye başlanacaktı. 1901 Nobel ödülünü alan, barışın ve insani ilkelerin bu büyük savunucusu desteğini Herzl’e verecekti.

Bade grandükünün din adamı olan Hechler, kutsal topraklara can vermeyi vaad eden Herzl’in tasarısından etkilenmişti. Il. Wilhelm’le yakınlaşan Hechler, politik bir rol alabileceğini düşlüyor, Herzl de onu, Osmanlı imparatorunun müttefiki olan ve sultanı, Filistin’e yerleşme hakkını ve özerkliklerini garanti eden bir belgeyi (charte) Yahudilere vermeye ikna edebilecek, Kayzer üzerinde kullanabileceğini umuyordu.

Herzl Siyonist diplomasiyi ilerletmek için, Sultan’a oldukça yakın olan maceracı bir diplomatın, Neulinskinin desteğine de sahipti. Onun aracılığıyla II. Abdülhamid’le 1896 Haziranı’nda görüşmüş, ‘Mecidi Emri’ni sağlamış, ama Filistin’le ilgili hiçbir kesin teminat elde edememişti. Sultan ona; “Eğer imparatorluğum parçalanırsa belki de karşılığında hiçbir şey vermeden Filistin’i elde edebilirsiniz. Ama sadece cesedimi parçalayabilirler. Canlı canlı bölünmeyi kabul etmiyorum!” demişti.

3-Kongre’nin Gelişimi (29-31 Ağustos 1897)

A-Kadro .- Herzl, Yahudi halkının bu ilk toplantısına seçkin bir görünüm kazandırmaya çalışıyordu, bu nedenle tartışmaların gelişimine ve törenlere kişisel olarak çok özen gösterecekti: Delegeler resmi elbise (frak) giymek zorundaydılar. Bu, imgelemleri etkilemeye yönelik, bir onur göstergesiydi: Yahudi halkı, paçavralar içinde bir zavallılar. sürüsü değildi: kaderinden ve geleceğinden emin bir halktı.

Herzl, parlamenter gelenekleri, Neue Freie Presse muhabiri olarak Palais-Bourbon tartışmalarını izlemiş olması nedeniyle çok iyi bilmekteydi. Basel kongresinin, minyatür bir parlamento gibi gözükmesine çok dikkat ediyordu. Doğu Avrupa’lı bir delegeler, önce, bu, (olayın önemini ve ciddiyetini vurgulayan ama bir ölçüde de· yapmacık) protokolden rahatsız olmuşlardı. Ama kısa sürede coşku, delegeleri daha içten ve rahat davranmaya itecek, Yahudi halkının biraraya gelme olayı büyük bir heyecan yaratacaktı.

B-Açılış – En yaşlı üye olması nedeniyle Jassy’ den Dr. Karl Lippe tüm mutlu günlerde okunan Che ·Kheyanu duasını okuyarak Kongre’yi açmıştı. Böylelikle, Siyonizmin Siyonizme Bağış Hareketi ile bağını da çok açık bir şekilde belirtmişti.

Lippe konuşmasında, Yahudilerin ulus bilincini reddeden asimilasyoncuları suçlamış; Siyonizmin çekinilecek bir şey olmadığını, Filistin’de kurulan 32 koloninin Yahudilerin durumunu kötüye götürmediğini ifade etmişti.

Ona göre Kongreye, haklarını arayan, baskı altındaki Yahudi azınlıkların sesini duyurmalıydı: “Baskılardan kurtulmak ve eski yurdumuza geri dönmek için haykırıyoruz ‘Bir şef seçelim ve Kudüs’e dönelim’ Eğer diğer uluslar arasındaki görevimiz henüz bitmediyse, bırakın orada tamamlayalım. Çünkü Töre ve Kudüs Tanrısının sesi! yalnızca Siyon’dan gelir.”

C-Herzl’in Rolü – Daha sonra Kongrenin düzenleyicisi olarak Herzl delegelere seslenecekti: “Yahudi halkını bir gün barındıracak ocağın ilk taşını yerleştirmek istiyoruz” diyerek amacının altını çizecekti. Ona göre, öncelikle raporlar aracılığıyla çeşitli ülkelerdeki Yahudilerin durumlarını tespit etmek gerekmekteydi; bu konuda “Yahudileri birleşmeye iten, antisemitizmdir” saptamasını yapıyordu.  

Diaspora’daki Yahudilerin durumu üzerine raporlar, (özellikle Max Nordau’nun çalışması) İsrail ükesi’nde durum ve kolonizasyon girişimleri hakkında açıklamalar ve son olarak da diaspora’da izlenecek eğitim ve kültür politikaları üzerine tartışmalar olmak üzere 3 koldan ilerleyen çalışmalara Herzl başkanlık ediyordu.

D-Nordau ve Yahudilerin Durumu – Nordau raporu, tüm dünyada varolan ve acil çözüm gerektiren “Judennot”un altını çizmeyi amaçlıyordu. Nordau “Judennot”u “Yahudilerin insan olmalarından değil, Yahudi olmalarından ötürü çektikleri ve Yahudi olmasalar çekmeyecekleri acılar” diye tanımlamaktaydı.

“Özgürleşme”yle birlikte Yahudiler, diğer halkların kimliklerini edinemeden kendi kimliklerini yitirmişlerdi. Antisemitizme karşı ne yurtları ne ·de sığınakları vardı. “Özgürleşmiş” Yahudiler, gerçeklik, güvenlik ve umuttan yoksun yeni Marrane’lardır. Tek umutları da devrimde yatmaktadır. Yahudilerin sefaletine kimse, -ne Hıristiyan halkları ne de biz- ilgisiz kalabilir. En büyük düşmanlarının bile yeteneklerini takdir ettiği bir halkın fiziksel· ve entellektüel sefalet içinde ölüme yaklaşmasına göz yummak büyük bir hata olacaktı ..”

Bu sentez raporundan sonra çok sayıda konuşmacı, kendi ülkelerindeki durumu özetler: Usiskin Rusya’dan, Jacques Bahar Kuzey Afrika’dan bahsedecek Max Mendelstam Ştett’in sefaleti üzerinde duracaktı.

m. Basel’deki Kazanımlar

1).Basel Programı – “Siyonizm, Yahudi halkı için Filistin’de, açık güvenceleri bulunan ve kamusal hukuk tarafından tanınan bir yurt yaratmayı hedefler. Kongre bu amaçla aşağıdaki olanakları denemeyi düşünmektedir.

1-Filistin’in çiftçiler, zanaatkarlar ve işçiler tarafından kolonizasyonunun ilke olarak teşvik edilmesi.

2-Bulundukları ülkelerin kanunlarına uymak suretiyle tüm Yahudilerin yerel ya da genel derneklerde birleştirilmesi ve örgütlenmesi.

3-Yahudi kimliği ve bilincinin güçlendirilmesi

4-Hükümetler nezdinde Siyonizmin amaçlarının gerçekleşmesini sağlayacak anlaşmaların elde edilmesi için çalışılması.

Siyonizmin bu kurucu metni, farklı eğilimleri temsil eden küçük bir komite tarafından hazırlanmış, delegelere sunulmuş ve tartışıldıktan sonra oy birliğiyle kabul edilmişti. Ama çok geçmeden, Siyonizmin hedeflerinin tanımı konusunda ayrılıklar çıkacaktı. Orijinal metin “hukuksal olarak tanınan bir yurt”tan bahsederken Bodenheimer ve Motzkin “uluslararası hukuk tarafından garantiye alınmış bir yurt” tanımını öneriyorlar, sonuçta ikisi arasında bir deyişte; “açık güvenceleri bulunan ve kamusal hukuk tarafından tanınan bir yurt” kavramında oybirliğiyle karar kılınıyordu. Formül yeterince açık, ama Osmanlı İmparatorluğuna saldırmayan bir üslupla kaleme alınmıştı. Yurdun yeri açıkça belirlenmişti. Sözkonusu olan · Filistin’ di. Siyon’a yüzyıllık bağlılık ve Siyonizme Bağış Hareketi’nin gücü, Herzl’in kurulacak yurdun yeri konusundaki kararsızlıklarını gidermişti.

Herzl’in umduğunun aksine program Filistin’e göçü durdurmuyor, aksine-ayrıcalık belgesi elde edilmediği halde- teşvik ediyordu. Böylelikle yeni bir ekonomik yapının oluşturulmasına gidiliyordu.

Program, tüm Yahudileri merkezi Siyonist örgütte toplamayı ve tüm ülkelerde yerel şubelerin kurulmasını önermekteydi.

Ayrıca eğitime çok önem veriliyor, böylelikle A’had Ha Am taraftarlarının istedikleri oluyordu: Yahudi ulusal bilinci, her türlü kültürel etkinlik – özellikle İbranice eğitimiyle- sağlamlaştırılacaktı.

Sonuncu, ve Herzl’in bizzat yürüteceği karar, Siyonist örgütün, Osmanlı imparatorluğundan Filistin’e yerleşme iznini ve büyük güçlerin desteklerini almak için atak bir diploması izlenmesi kararıydı.

Bu sentez programı, en geniş mutabakata varmak amactnı gütmekteydi ve İsrail devletinin kuruluşuna dek hareketin temel belgesi olarak kalacaktı.

2).Siyonist Örgütün Kuruluşu – İsrail’de ve diaspora’da bulunan, Yahudi devleti fikrini destekleyen tüm kurumları birleştiren dünya çapındaki Siyonist örgüt, Basel’de doğmuştur. Örgüt, başlangıçta, Yahudi halkının tümünü biraraya getirmek ve Basel programını uygulamak amacıyla oluşturulmuştu.

Örgüte, 18 yaşını bitirmiş her Yahudi, Basel programını benimseyip onu gerçekleştirmeye çalışması şartıyla üye olabilmekteydi. Örgüte girebilmek için Şekel adı verilen bir miktar para bağışlama da gerekiyordu. Eski bir ağırlık, daha sonra 2. Tapınak döneminde de para birimi olan Şekel’in seçilmesi, -yüzyıllar süren sürgünden sonra bile- İsrail Krallığıyla gelecekteki Yahudi Devleti arasındaki sürekliliği vurgulamaktadır. Pratikteyse her ülkenin Para birimi (frank, mark, liret, ruble vb ..) kullanılmaktaydı.

Üyeler ulusal federasyonlarda toplanıyorlardı ve örgüt tüm ülkelerdeki federasyonların yapısına dikkat etmek durumundaydı. Yerel düzeyde şubeler, propagandayla ve kitleleri harekete geçirmekle yükümlüydüler. Yüz üyeli her grup kongreye bir delege göndermekte, her delege en çok on olmak üzere çeşitli grupları temsil edebilmekteydi.

Çok geçmeden ideolojik akımlar billurlaşacak ve uluslararası düzeyde eğilimler (örneğin dinsel Mizra’hi ya da Siyonist sosyalist akımlar) belirecekti. Delegeler gitgide nisbi olarak “politik” listeler üzerinden, Siyonist örgütün tüm üyeleri tarafından seçileceklerdi.

Kongre Siyonist hareketin en üst organıydı. Her yıl toplanmakta ve gerçek bir parlamento gibi çalışmaktaydı. Bu ritm, hareketin coşkusunun ayakta kalmasını sağlıyordu. Herzl’in yaşamı boyunca Kongrelerin Londra’da düzenlenen dördüncüsü dışında tümü Basel’de yapıldı. Kongrenin yürütmeyi üstlenip Siyonist politika güden eylem komitesi her yıl faaliyet raporu hazırlıyor, örgütü tüm başvuru ve görüşmelerde temsil ediyordu. Örgütün Viyana’daki merkezine Herzl başkanlık etmekteydi. Yani sonuçta, parlamenter-demokratik bir yapı sözkonusuydu.

Örgüt kendini uzmanlaşmış organlarla donatmaya gidecek, Die Welt Siyonist yürütmenin resmi yayını haline gelecekti. Yavaş yavaş başka İbranice yayın organları da yerel şubeler tarafından çıkarılacak, Siyonizme Bağış Hareketi’nin eski gazeteleri de siyonist yönelim kazanacaklardı.

Herzl; Bab-ı Ali’yle (Osmanlı hükümeti) görüşüp, Filistin’in kendilerine verilmesini sağlamak için gerekli fonları toplamayı istemekteydi. Büyük insancılların ve Yahudi bankerlerin desteğini alamadığından, gerekli parayı halktan toplamayı düşündü, hareketin mali organı Kerem Hayesod’un görevi bu olacaktı. Herzl, toprak alımlarını ve koloni kuracaklara verilecek borçları finanse etmek üzere bir bankanın kurulmasında da çalışmış, hisselere bölünmüş bir şirket olan Jewish Colonial Trust bu amaçla 1899’da kurulmuştu.

Filistin’de, örgütün ortak mülkiyetinde olacak ve kolonicilere bırakılacak toprakları satın almakla görevli Yahudi ulusal fonu (Keren Kayemeth Le Israel), ancak 5. Kongre sırasında, 1901’de kurulabilecektir.

I. Kongreden itibaren, diasporada ve İsrail Ülkesi’nde kurulacak eğitim kurumlarının, özellikle de açılışı manda dönemini bulan İbrani Üniversitesi’nin yapıları tasarlanmaya başlanıyordu.

Yani Basel kongresinden itibaren Filistin’de, örgütlü ve iradeli kolonizasyona bağlı devlet yapısını geliştirecek ögelerin tohumları atılıyordu.

Bu nedenle Herzl imgelere seslenen sembollerin seçimine büyük önem vermekteydi, Hatta Siyonist hareketin bayrağı Wolffson tarafından kongreden önce tasarlanmıştı. Herzl’in altını çizdiği üzere “insanlar bir bayrak için ölebilirler”di. Bayrağın renkleri (beyaz ve mavi şeritler) talit’i andırmaktaydı: bu, bayrağın halkın üzerini, her Yahudinin ölene dek yanında olan dua şah gibi örtmesi gerektiğinde  göndermede bulunuyordu. Herzl bayrakta, ileride yeni Yahudi devletinin maksimum kanuni iş saatini temsil etmek üzere yedi yıldız bulunmasını istiyordu (o tarihlerde kanuni iş saatinin 10 olduğunu ve sendikaların 8 saati kabul ettirmek için mücadele ettiklerini hatırlatalım). Bu, hareketin ilerici ve toplumcu yönüne işaret etmektedir. Sonuçta, içinde, kimi zaman Yahudileri aşağılamak amacıyla kullanılan ama artık bir onur ve kimlik işareti olacak, en üstün Yahudi sembolü, Davud yıldızı bulunan bayrak ortaya çıkıyordu.

Çok geçmeden, insanları coşturmak üzere ulusal tarihteki önemli olaylara, özellikle de Makabelerin kahramanlıklarına göndermede bulunan marşlar yazılmaya başlandı. Naftal Herzl lmber’in Hatikvah’ı (Umut) Siyonist marş olarak seçildi.

“Yahudinin ruhu çoktanberidir 

Kalbinin derinliklerinde titriyorsa

Ve gözünü, doğunun uzak diyarlarında, 

Siyon’a çeviriyorsa

Umudumuz henüz yitmemiştir Toprağımızda; 

Siyon Toprağı ve Kudüs’te 

Özgür bir halk olmanın iki bin yıllık umudu …”

Dil sorununun da sembolik bir değeri vardı. Herzl, Avrupa kültürünü almış Yahudilerin gerçek Lingua franca’sı olan ve Yidişçe’ye alışmış Yahudi kitlelere ulaşmayı kolaylaştıran Almanca’ya bağlıydı. Bundan dolayı gelecekteki Yahudi devletinde, dünyaya açılımın simgesi olarak uluslararası, modern bir dilin kullanılması fikrini destekleyecekti.

Ama Siyonizm salt, Yidişçeyi bırakma arzusunu da içeren, getto’dan kopuş hareketi değildi. Aynı zamanda asimilasyonla bağları koparma, Yahudi geleneklerine ve kimliğine geri dönüş girişimiydi. Öte yandan ibranice İsrail’in zaferini yaratan büyük eserlerin kaleme alındığı dil değil miydi? Çok sayıda Siyonist için, entellektüel ve bilimsel tüm etkinliklerde olduğu gibi günlük yaşamda da kullanılabilecek modernleştirilmiş bir İbraniceye dönüş zorunluydu. İbranice İsrail Ülkesi’nde eğitim dili olmalıydı. Dil tartışmaları, Yahudi ulusal yurdu kuruluncaya dek sürdü; Almanca artık mümkün değildi, İngilizce mandacı gücün diliydi, böylelikle İbraniceyi­ şuu’un dili oldu. Siyonizme Bağış Hareketi’nin katkısıyla İbranice’ye dönüş kendini, ulusal uyanışın en önemli ögesi olarak dayatmıştı.

SİYONİZMİN KÖKENLERİ

ALAIN BOYER


İSLAM TARİHİ-6

Haziran 17, 2023

 EMEVİLER DÖNEMİ (661-750)

YEZİD BİN MUAVİYE

Muaviye’nin vefatından sonra (680) yerine daha önceden veliaht olarak ilan ettiği oğlu Yezid geçti. Bu durum Suriye hariç İslam aleminin her tarafında hoşnutsuzlukla karşılandı. Bu hoşnutsuzluk özellikle Hz. Hüseyin ve Abdullah bin Zübeyr (r.a.) çevresinde ortaya çıkan bir muhalefet hareketine dönüştü.

Yezid’in halifeliği İslami açıdan tam bir yozlaşma dönemi olmuştur. Yönetim anlayışlarındaki baskıcı eğilimler Emevi ailesinin ahlaki yapısına da sirayet etmiş ve halife unvanlı Emevi kralları dini bakımdan pek çok sınırı zorlamaktan kaçınmamışlardır. Halife Yezid bu bakımdan bir zirveyi temsil etmektedir. Belazuri’nin kaydına göre, şarap içmeyi, şarkılarla eğlenmeyi, avcılık yapmayı, şarkıcı cariyeler ve köleler edinmeyi, maymun ve horozlarla eğlence tertip etmeyi ilk başlatan Yezid olmuştur. Hayatını fısk ve fücur içerisinde sürdürmekteyken bu tavır ve davranışları kardeşi Mesleme bin Muaviye tarafından bile eleştirilmiştir.

İdarecilerin sefahat ve dünyevi kaygılarla halkın mallarına göz dikmeleri, haksızlıkları, zorbalıkları, müslüman halktan bile cizye alacak kadar sapmaya uğramaları normal bir durum olarak kabul görmekteydi. Oysa Hz. Ömer döneminde adil bir vergilendirme düzeni kurulmuş, bazı durumlarda hıristiyanlardan bile vergi alınmamıştır. Ebu Yusuf, el-Harac adlı kitabında Hz. Ömer ile ilgili şöyle bir olay nakleder:

“Hz. Ömer bir evin önünden geçerken yaşlı, gözleri görmez, dilenen bir adamcağız görür. İhtiyarın koluna girerek:

-Sen hangi ehl-i kitaptansın?» diye sorar. Adam yahudi olduğunu söyleyince, Hz. Ömer:

-Peki, niçin böyle dileniyorsun?» diye üsteler. Bunun üzerine yaşlı adam:

-Benden cizye isteniyor. Yaşımı ve ihtiyaç içinde olduğumu görüyorsun.» şeklinde cevap verir. Hz. Ömer, adamı elinden tutarak kendi evine götürür ve bir şeyler verdikten sonra hazine görevlisine:

-Bu ve benzerlerine dikkat et!» der. «Vallahi eğer bunun gibilerden gençliğinde faydalanıp ihtiyarlayınca onları perişan edersek adaletli davranmış olmayız. Şüphesiz ki zekat fakir ve miskinlere verilir. Fakirler müslümanlardan olur. Bu gibiler ise miskinlerden, yani ehl-i kitaptandırlar.» diye ekler. Böylece hem o ihtiyardan, hem de benzerlerinden cizye kaldırılmış olur:’

Halife Yezid, şahsi malı gibi kullandığı devlet hazinesinden yüklü ulufeler ile toplumun ileri gelenlerinin çoğunu kendine bağlamış, yönetimine karşı gelenleri ise en acımasız yöntemlerle sindirmiştir.

KERBELA FACİASI (680)

Hz. Hüseyin Yezid’in halifeliğini kabul etmemiş, bu konudaki tehdit ve baskılara da boyun eğmemişti. Hz. Ali taraftarı kabul edilen Kufe halkından 150 kişi kendisine mektup yazarak bağlılıklarını bildirmiş, iktidara karşı harekete geçmesi halinde Emevi valisi Nu’man bin Bişr’i kentlerinden sürüp çıkaracaklarına dair kendisine söz vermişlerdi. Bu davet üzerine Hz. Hüseyin, amcasının oğlu Müslim bin Akil’i Kufe’ye yolladı. O sırada Yezid de beceriksiz bulduğu Kufe valisini görevden alarak onun yerine Basra valisi Ubeydullah bin Ziyad’ı atamıştı. Vali Ubeydullah Kufe’ye gelir gelmez Yezid adına biat almaya ve muhaliflere gözdağı vermeye başladı. Nitekim Kerbela faciasının biraz öncesinde, Hz. Hüseyin’in Kufe’ye gelmekte olduğunu haber vermekle görevli Kays bin Misher, aynı zamanda Ziyad bin Ebih’in de oğlu olan Kufe valisi Ubeydullah tarafından yakalatıldı. Ubeydullah bin Ziyad, Kays’ı huzurunda azarladıktan sonra onu:

“-Şu sarayın üzerine çık ve yalancı oğlu yalancı Hüseyin bin Ali’ye hakaret et!” diye tazyik etti. Sarayın üzerine çıkan Kays, Allah’a hamd ve sena ettikten sonra halka:

-İşte bu, Allah’ın kullarının hayırlısı Hüseyin bin Ali, Rasulullah’ın kızı Fatıma’nın oğlu! Ben onun elçisiyim. Onun geleceğini size haber veriyorum. Ona tabi olun!” dedi. Sonra da Ubeydullah’a ve babasına lanet etti, Hz. Ali için de istiğfarda bulundu. Bunun üzerine Ubeydullah bin Ziyad onun oradan aşağı atılmasını emretmiş, Kays bin Mihser sarayın üzerinden aşağı atılarak öldürülmüştür.

Tarihçi Mesudi de babası Ziyad’ın Kufe’de insanları sarayının önünde toplayıp Hz. Ali’ye lanet etmeye zorladığını, itiraz edenleri ise kılıçla tehdit ettiğini belirtmektedir. Ayrıca muhalefeti kırmak için açıkça rüşvet dağıttığı da nakledilenler arasındadır.

Taberi, Kufe’den gelen Mücemma bin Abdullah el-Amirinin Hz. Hüseyine şehrin ileri gelen eşrafının çok rüşvet aldığı, kasalarını doldurdukları ve karşı tarafa geçtikleri yönünde bilgi verdiğini kaydetmektedir.

Hz. Hüseyin Mekkeden Kufe’ye doğru bu şartlar altında yola çıkmıştır. Hz. Hüseyin’i yolundan çevirmek için başta Abdullah bin Ömer ve Abdullah bin Abbas Kufelilere güvenmemesi yönünde ona görüş bildirmişler, Kufe halkının dönekliğini hatırlattıkları halde onu yolundan döndürememişlerdir.

Hz. Hüseyin, çoluk-çocuğu, hısım ve akrabasıyla kafile halinde Kufe yolunu tuttu. Yolda ünlü şair Ferazdak’a rastladı. Ferazdak Hz. Hüseyine;

“Halkın yüreği seninledir ama kılıçları Ümeyyeoğullarıyla birliktedir. Kaza gökten iner ve Allah dilediği gibi yapar.” dedi. Hz. Hüseyin acı kaderine doğru akarken biraz daha ilerleyince Kufe’ye gönderdiği elçisinin öldürüldüğünü ve kendisine bağlı olanların dağıldığını haber aldı. Bunun üzerine yanındakilerden isteyenlerin geri dönebileceklerini söyledi. Böylece sonradan katılan bir kısım taraftarı daha kendisinden ayrılmış oldu.

Kufe valisi Ubeydullah bin Ziyad, Yezidden aldığı talimatla Kerbelaya kadar yaklaşan Hz. Hüseyin’in üzerine Ömer bin Sad’ı görevlendirmek istedi. Ômer’in Hz. Hüseyin’in üzerine gitmek istememesi üzerine Genel Vali Ubeydullah:

“Dediğimi yapmazsan Rey valiliğine atanman emrini geri ver!” diyerek onu bu alçak ve şeni işe azmettirdi. Ömer bin Sa’d geceleyin derin düşüncelere daldı, vicdanının sesi ile dünyevi ikbal arasında bir süre tereddüt ettikten sonra tercihini ikincisinden yana yaptı. Oysa bütün yakınları, Hz. Hüseyin’in üzerine gitmesi ve bu yüzkarası işi gerçekleştirmesi halinde ahiretini tümden kaybedeceği yönünde kendisini uyarmışlardı. 

Nihayet Ömer’in 5 bin kişilik ordusu Fırat Nehri kıyısında mevzilenerek Hz. Hüseyin’i bir avuç taraftarıyla sıkıştırdı. Hz. Hüseyin ve kafilesinin su almalarına bile müsaade edilmedi. Sırf bu amaçla; 500 atlı, su yollarını denetim altına almıştı. Çok geçmeden katliam başladı. Ehlibeytten oluşan kafile, başta Hz. Hüseyin olmak üzere çoluk-çocuk 72 kişiydi.

Gerek Hz. Hüseyin’in ve yanındakilerin Kerbelada susuz bırakılarak feci bir şekilde öldürülmeleri, gerekse Peygamber soyu hakkındaki akıl almaz söz ve davranışları bütün müslümanları Emevi iktidarına karşı derin bir nefrete sevk etmiştir. Bu menfur olayın ardından Emevi saltanatı kökünden sarsıldı. Baştan beri Emevi saltanatının merkezi olan Suriye hariç, Hicaz’da ve diğer İslam beldelerinde Emeviler aleyhine şiddetli rüzgarlar esmeye başladı. Kerbeladaki trajik olay İslam dünyasındaki ayrılıkları daha da keskinleştirmiş ve Şii-Sünni ayrımını iyice kökleştirmiştir. Yüreklerde derin yaralar oluşturan bu talihsiz cinayette Hz. Hüseyin’i 18 bin biatle (bağlılık bildirerek) Kufe’ye davet eden Iraklı ikiyüzlü topluluğun da önemli bir payı olmuştur. Nitekim Iraklı birinin ibn-i Ômer’e ihramlı birinin sinek öldürmesi hakkındaki düşüncesini sorduğunda Hz. Ömer’in oğlu ona:

“Şu Irak halkına bakın! Hz. Peygamber’ in kızının oğlunu öldürdüler, bana sinek öldürmenin hükmünü soruyorlar. Halbuki Rasulullah: «Bu ikisi [Hasan ve Hüseyin] Benim dünyada iki reyhanımdır.» buyurmuştur” diyerek karşılık vermiştir. Hz. Hüseyin’in Emevi hanedanının baskıcı ve kibirli iktidarına karşı cesurca meydan okuması, onu tarih boyunca haksızlıklara, zulme karşı başkaldırının bir sembolü haline getirmiştir.

Hz. Hüseyin, dedesinin tebliğ ettiği risaletin gerektirdiği ahlaki sorumluluğu temel kalkış noktası yaparak zulme karşı gelmiş, güç hesabı yapmadan, sonucu ne olursa olsun hakkın üstün gelmesi konusunda canını ve cananını feda ederek sonraki nesillere mümtaz bir örneklik bırakmıştır. “Zalimlerle birlikte yaşamaktansa ölmeyi tercih ederim:’ diyerek bütün insanlığa nasıl dik durulacağını öğretmiş, mü’minlerin izzet ve şerefinin başarıdan daha önemli olduğunu bizzat hayatını vererek göstermiştir.

MEDİNE ve MEKKE’DE YEZİD’E MUHALEFETİN BASTIRILMASI

HARRE SAVAŞI

Kerbela Faciası başta Mekke ve Medine olmak üzere bütün İslam dünyasında Emevilere karşı itimat buhranı oluşturmuş ve bu yönetimin meşruiyetini tartışılır hale getirmişti.

Özellikle Peygamber kenti Medine’de Yezid’e ve onun şahsında Emevi yönetimine karşı giderek derin bir nefret dalgası oluştu. İçinde Medine’nin ileri gelenlerinin de bulunduğu geniş bir kitle, Yezid’e ve onun otoritesine karşı çıkarak ayaklandı. Ayaklanmanın büyümesi üzerine Yezid, Nu’man bin Beşir’i halkı ikna etmesi için Medine’ye gönderdi. Fakat Nu’man’ın çabaları sonuçsuz kaldı. Bu arada isyancılar Medine’de bulunan Emevileri Mervan’ın evinde kuşatma altına alarak isyanın siyasi boyutunu ileri bir noktaya taşıdılar. Bu gelişme üzerine Yezid, Müslim bin Ukbe’yi 12 bin kişilik bir orduyla Medine üzerine gönderdi. İtaat altına girmeyen Medine ileri gelenleri birer birer öldürüldüler. Halkın mal ve canına karşı acımasız ve hunharca bir tutum izlendi. Savunmasız birçok masum insan öldürüldü, şehir üç gün süreyle yağma edildi. Sonuçta halk, Yezide zorla biat etmeye davet edilerek itaat altına alındı. (683 Ağustos)

MEKKE KUŞATMASI

Yezid iktidarı, tarihe zorbalığın hakim olduğu karanlık bir dönem olarak geçti. Yezid iktidarının cinayetler zincirinin önemli bir halkası da Mekke’ye yapılan saldırı ve bu saldırıda Beytullah’ın mancınıklarla dövülmesi hadisesidir. Yezid, Emevi iktidarının zulümlerinden dolayı sarsılan devlet otoritesini tekrar sağlamak amacıyla Mekke’ye Husayn bin Numeyr’i göndermişti. Mekkeliler ise Yezide karşı Abdullah bin Zübeyr’in etrafında kenetlenmişlerdi. Müslümanların en kutsi mekanı olan Kabe bu saldırıda büyük tahribata uğradı. Ancak Yezid’in ölüm haberinin Mekke’ye ulaşması üzerine bu vahşi saldırı da sona erdi. Nitekim Husayn bin Numeyr kuşatmayı kaldırarak ordusuyla birlikte Şam’a geri döndü. Bazı kaynaklarda kuşatmayı gerçekleştiren komutanın Abdullah bin Zübeyr ile uzlaşma yolu aradığı, hatta onu Şam’a çağırarak kendisine halifelik teklif ettiği, Zübeyr’in ise bu teklifi reddettiği rivayet edilmektedir.

Şüphesiz, başta Kerbela Faciası olmak üzere Medine ve Mekkede meydana gelen bu olaylar da Emevilere karşı nefretin giderek artmasına hatta halk tarafından lanetlenmesine yol açmıştı.

YEZİD’İN ÖLÜMÜ

680-683 yılları arasında akıl almaz cinayetlerin yaşandığı bir dönemde halifelik yapan Yezid, Şam’da ani bir şekilde öldü. Yezid; zulüm, haksızlık ve Peygamber hatırasına saygısızlık konularında İslam tarihine kara bir leke olarak geçti. Ancak yönetiminin tüm ehliyetsizliğine, müslüman ileri gelenleri cebir ve tehditle sindirmesine, acımasızca gerçekleştirdiği siyasi katliamlarına rağmen henüz bu büyük fitnenin ulaşmadığı sınırlarda İslamiyet’in yayılışı tüm ihtişam ve sürati ile devam etmekteydi.

Nitekim bu dönemde Kuzey Afrika’da fetihler devam etmiş, Ukbe bin Nafi adlı komutan İslam devletinin faaliyet alanını Atlas Okyanusu’nun sahillerine kadar genişletmeyi başarmıştır. Ukbe’nin okyanus sahilinde dile getirdiği;

“Allah’ım, eğer şu deniz önüme çıkmasaydı Sen’in rızan için devam eder, geri dönmezdim!” sözleri, müslümanların fütuhatta ne kadar kararlı olduğunu gösteren bir belge olarak tarih kitaplarına geçmiştir.

SİYASİ İSTİKRARIN YENİDEN TESİSİ ve ABDÜLMELİK BİN MERVAN DÖNEMİ

Welhausen’in de ifade ettiği gibi, Yezid’in ölümüyle beraber Emevi iktidarı tüm İslam coğrafyasında çökme eğilimine girmiştir. Kendisinden sonra oğlu Il. Muaviye halife olduysa da, onun hilafeti ancak üç ay sürmüştür. Kaynaklar Il. Muaviye’nin babasından farklı olarak oldukça dürüst bir kişiliğe sahip olduğunda birleşmektedir. Ancak babasının dönemindeki eşi-menendi olmayan cinayet ve haksızlıklar, o iş başına geldiğinde hala İslam toplumunun hafızasında tazeliğini korumaya devam etmekteydi.

Hz. Hüseyin’in şehadetinin ardından Emevilere olan muhalefet Mekke ve Hicaz bölgesinde büyük itibarı olan Abdullah bin Zübeyr’in etrafında toparlanmıştı. Abdullah, Yezid’in ölümünden sonra halifeliğini ilan etmiş ve halktan açıktan açığa biat almaya başlamıştı. Hicaz bölgesi ona itaat ettiği gibi, Mısır ve Yemen de bağlılıklarını bildirmişti. Emevilerin karargahı olarak bilinen Suriye’deki bazı kabileler bile tavırlarını Abdullah bin Zübeyr’den yana koymuşlardı. Emeviler otoritelerini Irak ve Horasan’da da kaybetmişlerdi. Tam bir siyasi kriz yaşanmaktaydı.

Yaklaşık altı ay süren bu karmaşa ve karışıklıklardan sonra halifelik görevi Mervan bin Hakeme verildi. Onun yönetime gelmesiyle beraber kriz ortamından çıkıldı, düzen ve istikrar yeniden sağlandı. Mervan’ın hilafetiyle beraber iktidar, hanedanın içinde el değiştirmiş ve Emevilerin Mervaniler kolu iş başına gelmiş oldu.

Mervan, öncelikle Suriye’deki karışıklıkları ortadan kaldırdı. Peşinden, Haccac ve babası sayesinde Mısır’ı Emeviler adına yeniden itaat altına almayı başardı. Medine ve Irak üzerine ordular gönderdi. Ancak Medine’ye gönderilen Emevi ordusu Abdullah bin Zübeyr’in kuvvetleri tarafından bozguna uğratıldı. Irak üzerine gönderilen birlikler ise Mervan’ın ölüm haberi üzerine daha yolda iken geri döndüler. Mervan’ın 685 yılında ölmesi üzerine, oğlu ve Emevilerin en güçlü hükümdarı olan Abdülmelik’in iktidar dönemi başladı. Abdülmelik ilk iş olarak Ubeydullah bin Ziyad komutasında bir ordu hazırlayarak Irak üzerine gönderdi. Bu ordu yolda Hz. Hüseyin’in Kerbelada şehid olmasından kendilerini sorumlu tutan ve bu sebeple Emevilerden intikam almak üzere yola çıkmış olan “Tevvabun” adlı toplulukla karşılaştı. Şam ordusu, kendilerine direnen fakat ciddi bir askeri hazırlıkları olmayan bu müttaki insanları hunharca kılıçtan geçirdi.

Emevilere yönelen nefret seli bu defa Muhtar Ebu Ubeyd es-Sakafı ile Kufe’de ortaya çıktı. Ehlibeyt sevgisini istismar ederek Şiilerin desteğini alan bu hareket, kısa sürede Kufe’yi ele geçirdi. Bu gelişme, Irak’ta etkili olmaya çalışan diğer muhalif Abdullah bin Zübeyr’in de harekete geçmesine yol açtı. Nitekim Abdullah Irak’ta gittikçe güçlenen Muhtar tehlikesini bertaraf etmek üzere Kardeşi Mus’ab’ı Basra valiliğine atadı. Mus’ab, ordusuyla Küfe üzerine yürüyerek Muhtar’a bağlı kuvvetleri dağıtmayı başardı. Muhtar’ı da yakalayarak idam ettirdi. Bu gelişmeleri Şam’da büyük bir memnuniyetle izleyen Abdülmelik, rakiplerinin yıpranarak güç kaybetmesini kolluyor, saldırı için de uygun bir zamanı bekliyordu. Nitekim bir süre sonra «Harici» saldırılarıyla güç kaybeden Mus’ab’ın üzerine yürüdü. Onu mağlup ederek Küfe ve Basra’ya girdi. Ardından bu bölgelerde Emevi hakimiyetini yeniden tesis etti. Ancak Hariciler potansiyel bir güç olarak varlık ve faaliyetlerini daha uzun bir müddet korumaya devam ettiler.

HACCAC BİN YUSUF’UN VALİLİĞE GETİRİLMESİ

Emevilere sadakatinden dolayı kendisine «Küleyb (Köpek Yavrusu)» lakabı verilen, uygulamalarındaki acımasız tavırlarından dolayı da «Zalim» sıfatıyla anılan Haccac, devlet hizmetine Mervan döneminde girmişti. Ancak yıldızı Halife Abdülmelik döneminde parlamış ve devletin siyasi istikrarının sağlanmasında çok önemli bir rol üstlenmiştir. Hicaz’daki Abdullah bin Zübeyr hakimiyetini yıkmakta gösterdiği şiddet, kendisine İslam tarihinde çok kötü bir ün kazandırmıştır. Pervasız bir saldırganlıkla Mekke’yi kuşatma altına almış, hac mevsiminde Kabe’yi mancınıklarla taşa tutturmuş, Abdullah’ın kahramanca direncini kırarak onu şehid etmiştir. Bununla da kalmamış, başını kestirerek Mekkelilere gözdağı vermek amacıyla halka teşhir etmiştir.

Abdullah bin Zübeyr’in saf dışı bırakılıp Mekke ve Medine’nin itaat altına alınmasıyla hakimiyet mücadelesi Emevilerin galibiyetiyle sonuçlanmış oldu. Haccac bu kritik başarısının ardından Hicaz dışında Irak valiliği ile de görevlendirildi. Onun bir türlü tam itaat altına alınamayan bu bölgede nasıl bir yönetim tarzı uygulayacağı, Kufe camiinde yaptığı şu tarihi hutbesiyle ortaya çıktı:

“Benim durumumu, şöhretimi hepiniz bilirsiniz. Ben; dünyanın sıcağını, soğuğunu görmüş bir kişiyim. Ben; kötülüğü sahibine yüklerim, kişileri yaptıklarına göre sorguya çeker, kat kat cezalandırırım. Karşımda; kesim ve devşirme zamanı gelmiş olgun başlar görüyorum, kanlara bulanacak sarık ve sakallara bakıyorum.

Ey Irak halkı! Siz, elde ettiğiniz nimetlerin değerini bilmeyip nankörlük ettiniz. Halife oklarını yaydı, birer birer yokladı, en sağlamı, en güçlüsü olarak beni buldu, buraya vali yaptı, sizin boğazınıza attı. Çünkü bozguncu, bölücü, nifak ve şikak ehlisiniz. Çoktandır azdınız, azgınlığı adet ettiniz. Sözüme inanın, doğru yolda yürüyün! Size aşağılanma tadını tattırırım, derinizi yüzerim, sizi odun gibi keserim, ben dediğimi yaparım! Ben, cemiyet ve toplu davranışlar istemem! Herkes, kendi işiyle-gücüyle uğraşsın! Çirkeflikten, dedikodudan vazgeçin, doğru yoldan ayrılırsanız vallahi boynunuzu vururum, karılarınızı dul, çocuklarınızı öksüz bırakırım! Mühelleb’in yanından kaçıp geldiğinizi öğrendim, üç güne dek onun yanına dönmeyenlerin boyunlarını vuracağım, evlerini yağma edeceğim:

Kufe halkını bu şekilde tehdit ettikten sonra Basra’ya gitti. Orada da böyle bir nutuk attı. Basra’da ve Kufe’de küçük bahanelerle buraların ileri gelenlerini öldürterek halka gözdağı verdi. Hariciler üzerine üst üste kuvvetler göndererek onları askeri baskı altına aldırdı, yakaladıklarını tereddüt etmeden öldürdü. Ancak Hariciler inanılmaz bir direniş gösterdiler. Haccac amansız bir takiple Irak dışına kaçarak oralarda hakimiyet oluşturmaya çalışan grupları Midyat, Nusaybin, Rey gibi şehirlerde veya bulduğu her yerde tenkil etmekten geri durmadı. Haccac’ın bu zulmü, Emevi iktidarını gayrimeşru görerek iktidarın ehlibeyte iadesini isteyen ulemaya da ulaştı.

Nitekim Basra’nın en önemli ilim adamlarından İmam Şahi bin Şurahbil, yoğun baskı ve işkencelerden sonra inzivaya çekilmek şartıyla canını zor kurtarabildi. Tabiin döneminin ünlü fakihlerinden Said bin Cübeyr ise Haccac’ın zulmünden korunmak amacıyla Mekkede derviş hayatını seçtiği halde yine de yakalanarak idam edilmekten kurtulamadı.

Abdülmelik döneminin en önemli gelişmelerinden biri de büyük çaplı fetihlerin yeniden başlatılmasıdır. Bu amaçla Kuzey Afrika, Anadolu ve Hindistan istikametinde yeni fetih hareketlerine girişildi. İslam orduları batıda Atlas Okyanusu’na kadar olan bölgelerdeki üstünlüğünü pekiştirerek tam bir hakimiyete dönüştürdü. Öte yandan Anadolu içlerine yönelen fetih ve gaza hareketleri aynı dönemde tüm hız ve ihtişamıyla devam ettirildi. Ayrıca Ermenistan’ın İslam hakimiyetine alınması da bu dönemde gerçekleştirildi.

Abdülmelik, Arapçayı resmi dil olarak kabul etti. Oysa devletin kayıtları Suriye’de Rumca, İran’da ise Farsça tutulmaktaydı. Halife Abdülmelik, bu teşebbüsüyle devlete Arap karakteri kazandırmış oldu.

Abdülmelik dönemini önemli kılan bir diğer gelişme de gerçekleştirdiği para reformudur. İlk İslam sikkesi bastırılarak İslam dünyasının para konusunda Bizans’a bağlı olmaktan kurtarılması sağlandı.

İTİDALE DOĞRU…

VELİD BİN ABDÜLMELİK DÖNEMİ

Abdülmelik’in vefatının ardından hilafet makamına oğlu Velid geçmiştir. Velid bin Abdülmelik’in dönemi, Emevi ve İslam tarihinin fetihler açısından en parlak dönemlerinden biri olmuştur. Bu dönemde Emeviler kaybolan itibarlarını dine ve dindarlara saygı göstererek tekrar kazanma politikası izlemişlerdir. Bu doğrultuda olmak üzere, başta Şam’daki ihtişamlı Emevi Camii olmak üzere ilk büyük camiler bu dönemde inşa edilmiştir.

Doğuda yavaşlayan fetihler Velid döneminde Kuteybe bin Müslim eliyle yeni bir ivme kazanmıştır. Velid’in bu fetihlerdeki payı çok büyük olmuştur. Henüz İslamiyet’ten habersiz ve siyasi birlikten mahrum olarak yaşayan Türk boylarını itaat altına almayı başarmış, Semerkant, Buhara, Şaş, Hocend ve Fergana’yı Emevi hakimiyetine sokarak Maveraünnehir’in gerçek fatihi olmuştur. Kuteybe’nin bu fetihlerde uyguladığı siyasi ve askeri tarz büyük eleştirilere uğramış, en büyük destekçisi Haccac bin Yusuf gibi acımasız ve gaddar bulunmuştur. Bazı tarihçiler bu zorba komutanın döneminde Türk-Arap münasebetlerinin gerginliğine işaret ederek Türklerin zorla müslümanlaştırıldığı iddiasını ileri sürmüşlerdir. Oysa Kuteybe’nin İslamlaştırma gibi dini bir hedefinin olmadığı bilinmektedir. Onu bölgeye komutan olarak atayıp her açıdan destekleyen Haccac’ın Kabe’yi mancınıkla tahrip edecek kadar fütursuz hareket eden bir anlayışa sahip olduğu, Mekke ve Medine’nin ileri gelen müslümanlarını acımasızca öldürdüğü bilinmektedir. Bu anlayışa sahip siyasi kadronun faal bir üyesi olan Kuteybe’nin de Maveraünnehirde Türklerin İslamiyet’e geçmelerini zorlayıcı bir siyasi hedefi benimsemiş olması mümkün görünmemektedir. Nitekim Türklerin müslümanlaşma süreci daha sonraki dönemlere rastlamaktadır. Halife Hişam döneminde (724-743) tebliğ ve davet için Ebu Seyda isminde bir zat Maveraünnehire gönderilmiş, bu zatın çalışmaları sonucu birçok kişi İslamiyet’i kabul etmiştir. Zaten Haccac’ın 714’teki ölümünden sonra onun tarzını Maveraünnehir ve Toharistan’da uygulamaya sokan Kuteybe de görevinde daha fazla kalamamış ve öldürülmüştür. Talas Savaşı’ndan sonra Arap-Türk yakınlaşmasında yeni bir döneme girilmiş, bu dönemde Türkler gönüllü olarak İslamiyet’e girmeye başlamışlardır.

Velid dönemindeki önemli gelişmelerden biri de İslamiyet’in müslüman tüccarlar eliyle Hindistanda yayılmaya başlamış olmasıdır.

İSPANYA’NIN FETHİ (711)

Dünya askerlik tarihinin en parlak zaferlerinden biri de İspanyanın 711 yılında müslümanlar tarafından fethedilmesidir. İspanya fatihi Tarık bin Ziyad, Emeviler’in Afrika kuvvetleri komutanı Musa bin Nusayr’ın alt komutanlarından biridir. Musa bin Nusayr, Kuzey Batı Afrika’daki bütün toprakları fethettikten sonra Tarık bin Ziyad’ı keşif için İspanyaya gönderdi. Tarık, İspanya topraklarına ayak bastıktan sonra askerlerini büyük fethe şu sözlerle hazırlamıştı:

“Ey yeryüzünün, mağribin yiğitleri! Ey müslüman yiğitler! Nereye giderseniz ve gaflete kapılarak hangi yere kaçmak isterseniz, önünüz düşman, arkanız derya-denizdir. Yapmanız gereken, Allah’ın va’dettiği yardım umuduyla, sağlam karakterinize dayanarak ayaklarınızı bu cenk meydanında sabit tutmanızdır. Ve ey süvariler! Benim hareketimi taklit eyleyiniz!”

Bu meşhur hitabesinden sonra atını düşmana doğru sürmüş, sağ ve soluna rast gelenleri cehenneme göndererek düşmanın sancağının olduğu yere kadar gitmiştir.

Vizigot Kralı Rodrik ile yaptığı Kadiks Savaşı’nı kazanan Tarık, Vizigot başkentine yönelerek Toledo’yu (Tuleytula) ele geçirmiş, Vizigotlar’ın hakimiyetine son vermiştir.

Musa bin Nusayr ve Tarık bin Ziyad Pirene Dağları’na kadar bütün İber Yarımadası’nı fethettiler. Bu muazzam İslam ilerleyişi ancak Fransa önlerindeki Puvatya Savaşı’yla durdurulabildi. 732 yılında gerçekleşen Puvatya mağlubiyetiyle birlikte Pirene Dağları her iki toplum ve medeniyet arasında tabii sınır oldu. Fetihten sonra müslümanlar İspanya’ya «Endülüs» ismini verdiler. Yaklaşık 800 yıl süren İslam hakimiyeti döneminde müslümanlar başta İspanya olmak üzere batı Avrupa’da kalıcı kültür izleri bıraktılar.

BEŞİNCİ HALİFE ÖMER BİN ABDÜLAZİZ DÖNEMİ (717-720)

Velid’in ölümünden sonra hilafete oğlu Süleyman bin Melik (715-717) getirildi. Eğlenceye ve zevk u safaya yatkınlığı ile bilinen bu emir döneminde İstanbul birkaç kez müslüman kuvvetlerce kuşatıldı. Başarısızlıkla sonuçlanan bu kuşatmalar Arapların İstanbul’u fethetme konusundaki son teşebbüsleri oldu. Kendi yetersizliğinin farkında olan Süleyman, Şam’da oturan bir alimin tesiri ile halifeliği dindar ve dosdoğru bir kişi olan amcasının oğlu Ömer bin Ahdülazize bıraktı.

Raşid Halifeler’in beşincisi kabul edilen Ömer bin Abdülaziz, damarlarında zevk ve gıda değil, iman ve takva kanı dolaşan bir kişi olarak tanınır. Öldüğünde terekesinden sadece on dört dinar çıkan Ömer bin Abdülaziz, takva ile akl-ı selimi kaynaştıran kişiliğiyle adeta Emeviler döneminin halka dönük biricik yüzü olmuştur. Uygulamalarıyla daima anne tarafından akrabası olan Hz. Ömer döneminin adaletli devlet yönetimini hatırlatmıştır. Daha valiliği sırasında ortaya koyduğu takvaya dayalı yönetim anlayışını iki buçuk yıl devam eden halifeliğinde de sürdürmüştür. Keyfi ve zalim uygulamalarda bulunan diğer valilerin aksine, Medine valiliği sırasında on kişiden oluşan bir danışma meclisi kurmuş ve önemli kararları ancak bu danışma meclisinde görüşüp karara bağladıktan sonra uygulamaya koymuştur.

Baştan itibaren Emevi yönetimi fethedilen topraklardaki halka ikinci sınıf insan muamelesi yapmış, hatta müslüman olmalarına rağmen onlardan da haraç alma yönüne gitmiştir. İslam ilkelerine aykırı olan bu uygulama ancak Ömer bin Abdülaziz’in girişimiyle sona erdirilmiştir. O, hangi ırktan olursa olsun, bütün müslümanların eşit hukuka sahip oldukları ilkesinden hareket ederek Arap olmayan müslümanlardan haraç alınamayacağını karara bağlamıştır.

Ömer bin Abdülaziz, müslüman ve gayrimüslim vatandaşların haklarına çok dikkat ederek hakkı ve adaleti yeniden üstün ilkeler haline getirdi. Ehlibeyte dil uzatanların iğrenç hakaret ve sözlerine mani oldu. Bilhassa camilerde Hz. Ali’ye yapılan ta’n ve sövgü şeklindeki din ve ahlakla bağdaşmayan hutbe uygulamasını kaldırarak bütün toplum kesimlerinin sevgi ve güvenini kazandı. Kendinden önceki Emevi halifelerinin aksine, idari görevlere mutedil ve dindar kimseleri tayin etmeye özen gösterdi.

Ömer bin Abdülaziz, dini ve siyasi tarzını oturttuğu temel ilkelerini şu sözleriyle açıklamıştır:

“Ey insanlar! Peygamberinizden başka bir peygamber gelmeyecek, O’na indirilen kitaptan başka bir kitap da indirilmeyecektir. Allah’ın Peygamberi’nin diliyle helal kıldığı şey kıyamete kadar helaldir; Peygamber’in diliyle haram kıldığı şey de kıyamete kadar haramdır. Allah’ın Rasulü’nün ve O’nun halifelerinin yaptıklarını örnek almak, onların kitabına sarılmaktır; dinini güçlendirmek demektir. Hiç kimse onların yaptıklarını değiştiremez, başkalaştıramaz. Onları örnek alan doğruyu bulur, onlara yönelen muzaffer olur; onları terk edip de mü’minlerin gittiği yoldan ayrı bir yöne sapanları Allah bir başka yöne yönlendirir ki ne kötü sondur:

Ömer bin Abdülaziz İslamiyet’i barışçı yöntemlerle yaymaya önem vermiş, en büyük ideal olarak insanların topluca İslam’a dönüşünü sağlamayı benimsemişti. Nitekim onun devri bu alanda en başarılı dönemlerden biri oldu. Bu dönemde insanların hayat tarzı ve kalitesi belirgin şekilde yükseldi. Mesela; Kufe’deki valisi Zeyd bin Abdurrahman’a gönderdiği bir emirnamede: “Ordunun ihtiyaçlarını verdikten sonra bir miktar paranın arttığını bildiriyorsun. Onunla borçlu olanların borçlarını haksızlık yapmadan öde veya parası olmadığı için evlenemeyenleri evlendir demiştir.

Mısırdaki kilise arazileri onun döneminde belli vergilerden muaf tutulmuştur. Hz. Ömer’in yaptığı gibi, Ömer bin Abdülaziz de Emeviler’in büyük mülk sahibi olmalarını yasaklamış ve haksız mallarını beytülmale iade ettirmiştir.

Sade ve tertemiz bir hayatı şiar edinen Halife II. Ömer, pek çok kaynakta yer alan rivayetlere göre kırk yaşında iken menfaatleri zedelenenlerce zehirlenerek şehid edilmiştir.

EMEViLER HANEDANI’NIN ÇÖKÜŞÜ

II. Ömer’den sonra halifelik makamına gelenler, bu büyük ıslahatçı halifenin tüm adil uygulamalarından vazgeçerek kısa sürede eskiye döndüler. Müslim-gayrimüslim tüm halk yeniden baskı altına alındı. Başta halifeler olmak üzere yöneticiler yeniden zevk u safaya daldılar. Yazlık ve kışlık saraylarda şarkıcı kadınlarla eğlenceler tertip edilmeye, şairlerle aşk ve şarap üzerine işret geceleri düzenlenmeye başlandı.

Özensiz bir yönetim, sorumsuz bir iktidar anlayışını şiar edinen Emeviler artık hızla yıkılışa doğru sürükleniyordu. Başta Irak olmak üzere doğu vilayetleri isyanlarla çalkalanmaya başlamıştı. Referanslarını Hz. Ali’den ve ehlibeytten alan isyanlar giderek yayılma eğilimine girmiş, son güçlü hükümdar Hişam döneminde isyan dalgasına Kuzey Afrika’daki Berberiler de katılmıştı.

Emevi ailesi içerisindeki bitmeyen iktidar mücadeleleri merkezin gücünü zayıflatırken, Hz. Ali ve evlatlarının uğradığı mağduriyetleri kendi muhalefetlerinin meşruiyetine ustaca alet etmeyi başaran Abbasilerin organize muhalefeti gittikçe güçleniyordu. Horasanda Ebu Müslim Abbasilerin komutanı sıfatıyla muhalefetin isyan lideri olarak doğudan batıya doğru emin adımlarla yürümeye devam ediyordu. Son Emevi halifesi Mervan bin Muhammed, Horasan isyanı’nın önüne geçmek için giriştiği savaşı kaybederek Harran ve Şam üzerinden Mısır’a kaçmayı denedi. Ancak Busir kentindeki son direnişi de kırılarak öldürüldü. Böylece Suriye ve Şam’da Abbasilere direnecek hiçbir güç kalmamış oldu.

Emevi iktidarının 750 yılındaki trajik akıbeti; kısa süreli Ömer bin Abdülaziz dönemi hariç, genelde ehliyetsiz ve zalim bir yönetim anlayışına sahip olmalarının neticesiydi. Baskı, korku ve şiddete açık bu yönetim anlayışı, aliminden sıradan insanına kadar herkesi etkilemiştir.

Hz. Peygamber’in ev halkına inanılmaz ve anlaşılmaz düşmanlıkları, Haricilerin muhalefetinin kırılamayışı, Emevi ailesi içindeki iktidar çekişmeleri, Arap olmayan müslümanlara karşı kötü ve yer yer ırkçılığa varan tutumlar, fetihlerin durması, Emevi Devleti’nin yıkılışındaki başlıca amillerdir.

ENDÜLÜS EMEVİLERİ

756 yılına kadar Şam ve Bağdat merkezli büyük İslam Devleti’ne bağlı olarak yönetilen Endülüs, Emevi ailesine mensup 1. Abdurrahman tarafından ana devletten ayrılarak yeni bir devlete dönüştürüldü.

Avrupada kurulan bu ilk İslam devleti, tarihe «Endülüs Emevi Devleti» olarak geçti.

Kuzeyde Frenklerle ve küçük hıristiyan devletleriyle mücadele eden Endülüs Emevi Devleti’nin en parlak dönemi Ill. Abdurrahman dönemidir. Bu dönemde ülkenin her yanında medreseler açıldı. Bu medreselerde müslüman öğrenciler yanında, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden gelen öğrenciler de eğitim görüyordu.

Böylece Avrupalılar hem İslam kültürünü hem de eski Yunan ve Helenistik medeniyet eserlerini tanıma fırsatı bularak Rönesans yolunda köklü bir etkileşim içine girmişlerdir.

Müslümanlar İspanyayı fethettiklerinde yerli halk tam bir cehalet içerisindeydi. İslam kaynaklarında bu konu ile ilgili enteresan bilgiler kayıtlıdır. Mesela müslümanların fetih yıllarında hıristiyan İspanyalılardan ilk tanıdıkları düşman olan Galicia halkı için, şöyle denilmektedir:

“Onlar zalim ve kötü ahlaklıdır, temizlenmezler ve yılda ancak bir-iki kez soğuk suyla yıkanırlar. Üzerlerinde parçalanıncaya kadar elbiselerini yıkamazlar, vücutlarındaki terden oluşan kir tabakasının, bedenlerine yarayışlı olduğuna inanırlar. Giydikleri elbiseleri çok dardır ve yırtmaçlarından vücutlarının ekserisi görünür. Güçlüdürler ve çarpışma anında kaçmazlar:

Müslümanlar Endülüs’te çok büyük şehirler kurdular. Yalnız Kurtuba şehri iki yüz bin hane idi. Kurtuba’da 600 cami, 500 hastane, 800 medrese, 9 hamam bulunuyordu.

Pirinç, şeker kamışı ve pamuğu Avrupaya Endülüs yoluyla müslümanlar soktular. Buharlaşarak azalmasını önlemek için suyu yeraltından kanallarla nakletmeyi, kağıt imalini, palamut ve hurma ağaçlarından katran elde etmeyi Avrupaya öğreten yine Endülüslülerdir.

Müslüman Endülüs’ün etkisi bunlarla da sınırlı değildir. Özellikle mimaride Avrupayı köklü bir şekilde etkilediler.

El-Hamra sarayını, Medinetü’z-Zehra adlı meşhur şehri, milyonlarca eserle dolu Kurtuba kütüphanelerini oluşturarak dünya kültürüne katkı sağladılar.

1031 yılında iç çekişmeler, zevk ve sefahate dalma yüzünden zayıflayan Endülüs Emevi Devleti dağıldı. Birbirleriyle mücadele eden 14 beylik ortaya çıktı. Bu durumdan yararlanan Kastilya Krallığı Endülüse saldırılarını artırdı.

Endülüslüler çok sayıda şehir ve kasabayı hıristiyan devletlere kaptırdıktan sonra Kuzey Afrika’dan yardım istemek zorunda kaldılar. Murabıtlar Endülüse geçerek Kastilya Krallığı’nı yenilgiye uğrattı. Yusuf bin Taşfin, Endülüs’teki beylikleri Murabıt Devleti’ne bağlayarak hıristiyan krallıklarla mücadele etti.

1147’de Murabıt yönetiminin Endülüs’te çözülmesi üzerine yeni bir güç olarak kuzey Afrikadan doğan Muvahhidler 1212’ye kadar Endülüs müslümanlarını himaye altına aldılar.

Bu dönemde papa liderliğinde müslümanları İspanyadan atma mücadelesi hız kazandı.

Aragon kralı IV. Ramon Berenguer ve papalık arasında yapılan bir anlaşmayla; «Tapınak Şövalyeleri» diye bilinen ve amacı müslümanları yok etmek olan bir hıristiyan tarikatı (Templier, Aziz Yakup Cemaati) desteklenmeye başlandı. Bu tarikata muayyen bazı vergileri toplama yetkisi verildi ve kendilerine bazı kaleler tahsis edildi.

Kurtubanın 1236 da kaybedilmesi üzerine müslümanların İspanyadaki varlıkları ülkenin güneyindeki dar bir alana sıkışmış oldu.

Artık güneydeki İslam hakimiyeti ancak kuzeydeki hıristiyan devletlere çeşitli tavizler vererek varlığını devam ettirebiliyordu.

Beni Ahmer Devleti ( 1232-1492) siyasi bir güç olmaktan çok, kültür ve medeniyet alanında büyük bir ilerleme gösterdi.

Kastilya kraliçesi İsabella ve Aragonya kralı Ferdinand evlenerek beraberce İspanya birliğini sağlamaya yöneldiler. Beni Ahmer Devleti’ni ağır askeri baskı altına alarak Gırnatayı teslim olmaya zorladılar. Nihayet 1492 de son İslam şehri de düştü.

Böylece İspanyadaki 781 yıllık İslam hakimiyeti sona ermiş oldu. Barbar İspanyollar, İslam kültür ve medeniyetinin en gözde eserlerini harabeye çevirdiler. Büyük katliamlar yaptılar. Camileri ve sanat eserlerini yakıp yıktılar.

İspanya’da kalan müslümanlar engizisyon ve sürgün cezaları yanında ayırt edici kıyafetler giymek, belirli semtlerde yaşama mecburiyeti ve ağır vergiler ödemek gibi insanlık dışı uygulamalarla sindirildiler.

Bu süreçte, dünyada bir ilk olarak müslümanlara başörtüsü yasağı getirildi. Bir ara bu yasak 30 yıllık bir süreyle ertelendiyse de baskıların artması üzerine tekrar yürürlüğe kondu.

Ayrıca zorla hıristiyanlaştırma faaliyetlerine hız verildi. Nihayet 1609 tarihinde son müslümanlar da İspanyadan sürgün edildi. Böylelikle dünya tarihinde müslümanlara ait altın bir sayfa kapanmış oldu.

İslamiyet’in Avrupa ile ilk teması İspanyanın fethiyle olmuştur. Bu fetihten itibaren İslam, yüzyıllar boyunca Bizans’a ve Latin batıya hem gözdağı, hem de ticaret ve medeniyet alanında bir ufuk kaynağı olmuştur.

Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.


AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-12

Haziran 17, 2023

 BİLİCİ KALHAS

Bilici tanrı Apollon’un soyundan gelen Kalhas (Kalkhas); antikçağda Yunanistan halklarını yönlendiren krallar ve tanrılar arasında elçilik eden en ünlü birkaç biliciden biriydi. Örneğin Troya prensi Paris’le evini barkını bırakıp kaçan Yunanistanlı güzel Helena’nın namusunu temizlemek amacıyla Başkral Agamemnon, Troya’ya savaş açınca, Başkral’la Olimposlu tanrılar arasında hep o aracılık etti…

Zaten daha savaş başlamazdan önce bilici Kalhas; Delfoy tapınağında tanrılarla konuştuğu haberini ulaştırdı bir gün Başkral Agamemnon’a. Çünkü tapınakta; “Hemen Agamemnon’un ordularına katıl!” demişti Baştanrı ona. “Başları sıkıştığında krallar hep sana başvuracaklar; biz de senin aracılığınla buyruklarımızı bildireceğiz. Savaş sırasında hep Troya’da olacaksın. Troya zaptedilip ateşe verildikten sonra sen de geri döneceksin.” Bu tanrı buyruğu gereğince hemen Kalhas’ı yanına aldı krallar kralı Agamemnon…

Sefere çıkmadan önce, Apollon tapınağının avlusunda, Troya’ya savaşa gidecek komutanların önünde tanrılara kurbanlar kesildi. Sofralar kuruldu. Tam yemek yeneceği sırada aniden bir azman yılan çıkıverdi ortaya! Yılan sürüne sürüne gidip tapınağın yanındaki büyük bir ağaca tırmandı. Bir dalın yaprakları arasına yapılmış yuvaya girip sekiz yavru kuşu ardı ardına yuttu. Sonra da çığlıklar atmaya başlayan ana kuşu da bir solukta midesine indiriverdi!.. Böylece dokuz kuşu yutan yılan, yavaş yavaş sağılaraktan aşağıya indi ve iner inmez de büyükçe bir taşa dönüşüverdi!.. Bu olay haliyle bütün komutanları ve yetkilileri şaşkına çevirdi… Orada hazır bulunan bilici ve tanrı elçisi Kalhas; “Bu, tanrıların bize bir iletisidir,” diye olayı yorumlamaya başladı. “Troya savaşı tam dokuz yıl sürecek ve onuncu yılında da kent yağmalandıktan, yakılıp yıkıldıktan sonra eve dönüş başlayacak…”

Savaş sırasında her başı sıkıştığında Kalhas’a akıl danışıyordu Başkral Agamemnon… Ve Troya surları işgalcilere geçit vermediği için de savaş hep surların dışında sürüp gidiyordu. Agamemnon’un orduları, çevre illerde kadın ve servet yağması cinsinden çapulculuk seferlerine de çıkıyordu sık sık… Bu seferler sırasında komutanlar, derledikleri güzel kadın ve de ziynetlerin aslan payını Başkral Agamemnon’a sunduktan sonra, kalanını aralarında pay ediyorlardı…

Bir ara orduda veba salgını başladı… Bu illetten kurtulmak için hemen Kalhas’a danıştı Başkral. Bilici Kalhas da; barakasına doldurduğu savaş ganimeti kızlardan Hriseyis’i (Khryseis) babasına geri vermesi gerektiğini söyledi Agamemnon’a… Çünkü savaş ganimeti bu kızın babası, Apollon’un tapınağında rahipti. Bir süre önce bu rahip, kızını istemeye geldiğinde Agamemnon onu binbir küfürle kovmuştu! O da gidip tanrı Apollon’a dert yanmıştı. O yüzden tanrı Apollon, veba saçan fareler salmıştı Yunanistanlı Başkral Agamenon’un orduları arasına!..

Kalhas’ın bu uzgörüsü üzerine küplere bindi Agamemnon… Ona, “Şom ağızlı, ağzından hiç iyi bir söz çıkmaz senin!” diye bağırıp çağırdı. Ama gene de çok sevdiği kölesi güzel Hriseyis’i geri vermeye razı oldu. Ne var ki Ahilleus’un çok sevdiği savaş ganimeti güzel Briseyis’i alacaktı bu verdiğinin karşılığında!.. Bu niyetini herkesin önünde açıklayınca yarı ölümsüz Ahilleus da Agamemnon’a küfürler yağdırdı üst üste… Sonunda; “Troyalılar bana bir kötülük etmedi ki! Sırf sen ün, servet kazanasın diye onları kırıp geçireyim, öyle mi?” deyip savaştan çekildi…

Hani saymakla bitip tükenecek gibi değildi Kalhas’ın uzgörüleri!.. Örneğin Troya’nın düşmesi için o ünlü Troya Atı’nın yapımını aslında o önerdi… Hatta atın karnına gizlenen askerlerin arasında kendisi de vardı!..

Gerçekten de savaşın onuncu yılında Troya yakılıp yıkıldıktan sonra Kalhas, Yunanistan’a dönüş sırasında çok büyük fırtınalar kopacağını söyledi Agamemnon’a… Savaştan sonra herkes evine, yurduna dönmek için can atıyordu… Tabii dünya fatihi Agamemnon da güzel kadın kölelerle, altın gümüş ve metallerle tıkabasa doldurduğu gemilerinin yelkenlerini açıyordu acele acele…

Kalhas’ı dinleyecek hiç mi hiç zamanı yoktu… Hatta savaş nedeni güzel Helena’yı bile alıp götürmeyi unutacaktı bu hengâmede!..

Tanrı elçisi bilici Kalhas da, Agamemnon’a sözünü dinletemeyince Yunanistan’a dönmeyip Troya’da kaldı… Daha sonra İzmir taraflarına gidip oralarda mülk edindiği bazı boş tarlaları üzüm bağlarına dönüştürdü… Bu arada İzmirli Mopsos adında ünlü bir biliciyle de tanıştı… İki bilici, bilicilik düzeylerini ölçmek için birbirlerine sorular sorup yarıştılar bir gün… Yarışmanın sonunda Mopsos, yaşayan Anadolulu bilicilerin en büyüğü olduğunu söyledi. Hatta Kalhas’ın o yıl yetiştirdiği üzümlerden kuracağı nefis şaraptan bir yudum bile tadamadan öleceğini söyledi… Bu sözlere gülüp geçti Kalhas ve o yıl küpler dolusu çeşit çeşit şarap kurdu…

Bir akşam dostlarını evine çağırdı ve yemek öncesi hepsinin bardaklarını bu ilk kurduğu şarapla doldurdu… Konuklarının onuruna kaldırdığı bardağını tam ağzına götürürken de, birdenbire İzmirli bilici Mopsos’un sözleri geldi aklına…

Ve kahkahalarla, katıla katıla gülmeye başladı… O kadar çok güldü ki Kalhas, şarabını içemeden boğulup olduğu yere yığılıverdi… 

Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan


RUSYA TARİHİ -6

Haziran 16, 2023


SUZDAL RUSYASI. VELİKOROSS  (BÜYÜK RUS) LARIN  MEYDANA GELMELERİ, MOSKOVA’NIN BAŞLANGICI 

Suzdal mıntıkasının Rus (Slav)lar tarafından işgali ve Velikoross (Büyük Rus)ların teşekkülü

Suzdal veya Vladimir-Suzdal mıntakasiyle, Oka nehri ve  aşağı mecrası ile Volga’nın orta kısmı, Klyazma ve Moskova ırmakları havzası kastedilmektedir. Burada vaktiyle, Volga boyunca Merya, Oka boyunca da Muroma adlı fin kavimleri  yaşıyorlardı. Beloozero taraflarının, İlmen gölü çevresinden gelen Slovene uruğuna mensup kimselerin eline geçtiğini görmüştük.  Orta Volga ile Oka boylarına doğru  slav yayılışının bu sıralarda (VIII.-IX. yüzyıllarda) başlanmış olması lâzım gelir;  bu slav zümreleri fin kavimleri hesabına tedricen doğu istikametinde yayıldılar. X.  Yüzyıldanberi Rostov adını taşıyan bir slav şehri bilindiği gibi, Suzdal adlı ikinci bir şehrin de hayli eski olduğu muhakkaktır. Her iki şehrin de Novgorod’dan gelenler tarafından kuruldukları anlaşılıyor. Oka boyundaki Murom şehrinin Aziz Vladimir (Kiyef’in ilk hıristiyan knezi) zamanında mevcudiyeti biliniyor. Klyazma nehri  üzerindeki Vladimir şehrinin ise bu knez tarafından kurulduğu (yani XI. yüzyıl başı)  sanılıyor. Akıllı Yaroslav’ın da Volga kıyısında  Yaroslavl adı ile bir şehir inşa ettirdiği malûmdur. Bu suretle XI. yüzyıl içinde Volga-Oka  nehirleri arasında birkaç rus şehri kurulmuş bulunuyordu. Şehirler aynı zamanda hem idare, hem iktisadî faaliyet merkezleri olmakla, bura ahalisinin Rus (Slav) olduğu muhakkaktır. Yerli ahali ise fin kavimlerinden teşekkül ediyordu. Bunlar dağınık  bir halde, orman arasındaki alanlarda yaşıyorlar, ziraat ve avcılıkla meşgul oluyorlardı. Bu fin zümrelerinin kültür bakımından Rus  (Slavlara) nisbeten daha aşağı bir seviyede oldukları biliniyor. Kendilerine mahsus, tabiat kuvvetlerine tapmaktan ibaret dinleri ve Ruslar tarafından “Volchov,, adı verilen şamanları vardı. Bunlar Slavların putperest devirlerindeki “kudesnik,, (sihirbaz, falcı, şaman) ‘ların aynı idi.

X. yüzyıl içinde Orta Volga ve Oka havzasının en mühim yol kavşakları Rusların eline geçmişti. Nehirler boyunca Oka havzasına, gittikçe çok rus (slav) unsuru gelmekte ve burası tedricen “Rus Yurdu,, olmakta idi. XI. yüzyılda bu hareketin daha hızlaştığını ve Suzdal-Vladimir çevresinin artık ehemmiyet kazanmağa başladığı görülüyor. 1097 Lüybeç knezler toplantısı karariyle bu saha, Vladimir Monomach’a verildi. Vladimir Monomach, Suzdal çevresini oğlu Yuri’ye bıraktı. Yuri Dolgo-ruki (uzun elli) adı ile tanınan bu knezin idaresi zamanında Suzdal mıntakasında rus şehirleri ve köylerin arttığını görüyoruz. Rivayete göre Kuçka adlı bir boyara ait, Moskova nehri boyundaki bir malikânenin yerine, Yuri tarafından Moskova hisarı inşa edilmiş ve burası komşu knezliğe karşı hudud karakolu olmuştu. Yuri’nin oğlu Andrey Bogolübski zamanında da Tver (bugünkü Kalinin), Kostroma, Galiç ve bazı diğer şehirlerin kurulduğu biliniyor. Bu suretle XII. yüzyıl başında Suzdal Rusyası’nın ahalisi sür’atle çoğaldı. Bunun başlıca sebebi, Kiyef Rusyası’nın güney mıntakaları boyunca, Kumanların akınları yüzünden, emniyetin kalkmış olmasıdır. Orta Dnepr ve Desna boyundaki rus (slav) ahalisi emin olan kuzey-doğu mıntakalarına doğru göç etmekte idi. Güneyden gelen göçmenleri iyi bir şekilde yerleştirmek için knez Yuri ve Andrey tarafından lâzım gelen tedbirler alınmıştı. Kiyef ve Çernigov bölgesinden Suzdal çevresine gelenler kendileriyle birlikte güneydeki şehir ve köy isimlerini de getirdiler. Bulundukları mevkilere eski vatanlarının adlarını verdiler. Böylelikle Oka ve Volga havzasında Orta Dnepr ve Desna boyundaki yer isimleri meydana geldi (Pereyaslavl, Trubej, Starodub v. b.). Kiyef Rusyası’nın şanlı devirlerini canlandıran birçok destan ve türküler (bılina’lar) da güneyden kuzeye getirildi. Hatta bu destanlar güneyden tamamiyle kaybolmuşlar ve ancak Volga’nın kuzeyindeki rus ahalisi arasında muhafaza edilebilmişlerdi. Bu keyfiyet te XI. – XII. yüzyıllarında vukubulan göç hareketinin çok şumullü olduğunu gösterir. Suzdal Rusyası’nda bu suretle slav elemanı süratle artmıştı.

Yerli fin ahalisinin ise başka mıntakalara gittiği bilinmiyor. Onlar bulundukları yerde kaldılar ve Slavlarla karıştılar. Bunun neticesinde Ruslar mühim nisbette fin kavimleriyle karıştılar ve etnik karakterlerinde (somotalogya bakımından — beden teşkilâtı itibariyle) epey değişiklik oldu: Velikoross denilen ve bugün umumiyetle Rus dediğimiz zaman kastettiğimiz, yeni bir tip meydana geldi. Finli zümrelerle karışmanın Rus diline de tesiri olduğu sanılmaktadır. Suzdal Rusyası’nın arazisi ve tabii şartları Kiyef Rusyası’ndakinden ve Novgorod’dan epey farklı di. Buranın toprağı, Kiyef ve Çernigov çevrelerinde olduğu gibi “çernozem,, (kara toprak) olmamakla beraber, Novgorod mıntakasındaki gibi gayri mümbit de değildi. Arazinin büyük bir kısmı ormanlarla örtülü idi. Bundan ötürü ekin ekmek için ağaçları kesmek, kökleri çıkarmak gibi zahmetli işler vardı. Farklı cihetlerden biri de nehirlerin çokluğu ve seyrüsefere müsait olması idi. Güneyden ahalinin akın etmesi üzerine, orman aralarındaki alanlar dolmuş, ormanlar kesilmeye başlanmış ve ziraat sahası genişletilmişti. Bu mıntaka büyük ticaret yolları üzerinde bulunmadığından, ticaret inkişaf edemedi; bundan ötürü büyük şehirler çoğalmadı, ahali köylerde kaldı. Esas meşguliyetini ziraat, ormanla bağlı meşguliyet, bal arısı beslemek, avlanmak, kereste hazırlamak ve ağaçtan ev eşyası yapmak teşkil etti. Bundan ötürü Suzdal Rusyası bir köylü, ekinci memleketi karakterini aldı ve böyle kaldı. Şehirler ise knezin idare merkezi, vergilerin toplandığı ve düşman hücumu zamanlarında bir sığınak yeri teşkil ediyordu. Suzdal Rusyası’nın büyük hususiyetlerinden biri de burada eski rus (slav) geleneklerinin olmayışı ve knezlerin idare hususunda tamamiyle serbest kalışları idi. Novgorod, Kiyef, Çernigov ve Rostov gibi eski rus şehirlerinde, eskiden devam edip gelen birçok gelenek vardı. Yerli boyarlar bu geleneklerden kendi lehlerine olanları muhafazaya çalışıyorlardı. Bu hususta bilhassa ” veçe „ müessesesi başta geliyordu. Halbuki knezler Suzdal sahasında yeni şehirler kurdular ve bu şehirlerde eski gelenekler olmadığı gibi bunların tatbiki için de zemin müsait değildi. Bu mıntakaya güneyden göç eden ahali, yeni yerlerinde tâ baştan knezi her hususta baş olarak tanımağa alışmışlardı; knezin hâkimiyetine karşı gelecek herhangi bir teşkilât veya müessese yoktu. Bütün bunların neticesi olarak Suzdal Rusyasında knezlerin mevkileri, başka knezliklerinkine benzemiyordu. Onlardan çok daha kuvvetli idi ve burada knezlerin müstakilen hâkimiyet sürebilmeleri için imkân ve şartlar bir araya toplanmış bulunuyordu.

İlk Suzdal Knezleri 

Suzdal knezi olarak Vladimir Monomach’ın oğlu Yuri Dolgoruki ( Uzun elli) sayılmaktadır.

Babası tarafından kendisine Suzdal Beyliği verilince, Yuri bu ülkeyi idare etti, burada birçok köy ve şehir kurdu. Bu sıralarda herbir rus knezinin gayesi Kiyef’i ele geçirip “Büyük Knez,, olmaktı. Yuri Dolgoruki de bu maksatla mücadeleye başladı ve 1154 yılında Kiyef’i zaptetti; bunun üzerine Suzdal’ı bırakıp Kiyef’e geçti. 1157 de Kiyef’te ölünceye kadar hâkimiyet sürdü.

Yuri’nin oğlu Andrey Bogolübski, babası ile birlikte Kiyef’e gelmişti. Kendisine, Kiyef’ten biraz yukarıda olan, Vışgorod şehri verilmişti. Fakat Andrey burada kalmak istemedi, babasının sözüne bakmaksızın kuzeydeki ülkesine gitti ve Klyaz’ma nehri üzerindeki Vladimir şehrinde yerleşti. Yuri öldükten sonra, Rostov ve Suzdal şehirleri ahalisi Andrey’i knez olarak tanıdılar; bu suretle bütün Suzdal ülkesi Andrey Bogulübski’nin elinde toplanmış oldu. Knez idare merkezi olarak Vladimir şehrinde kaldı, gelenekleri kuvvetli olan ve nüfuzlu boyar aileleri bulunan Rostov ve Suzdal şehirlerine gitmedi. Hatta bazı boyarlar Suzdal yurdundan büsbütün koğuldular; bu suretle knezin hâkimiyetine karşı ses çıkaracak kimse kalmamış oldu. Andrey Bogolübski, payitahtı Vladimir şehrini büyüttü, geniş kiliseler yaptırarak süsledi; “Uspenski,, adını verdiği yeni büyük kiliseye, Vışgorod’dan “Mucize yaratan,, “Meryem ana sanemini,, getirtti. Vladimir şehri dinî bakımdan da mukaddes bir yer oldu. Suzdal knezi hâkimiyetini sağlamlaştırdıktan sonra, etraftaki knezlikler üzerinde de siyasî nüfuz kurmağa çalıştı, knezlerin iç mücadelelerine faal bir şekilde karışmağa başladı. Kiyef’te hâkimiyetini sağlamak maksadiyle gönderdiği bir ordu 1169 da burayı ele geçirdi; büyük knez Mstislav Izyaslaviç ( Andrey Bogolübski’nin yeğeni) Kiyef’i bırakıp kaçmıştı. Suzdal askerleri, rus şehirlerinin anası,, olan bu eski payitahtı (yani Kiyef’i) tahrip ettiler, yaktılar ve ahalisini yağma ettiler; Rusya’nın en eski ve mukaddes sayılan şehri Rusların kendileri tarafından tahribata uğramış oldu. Andrey Bogolübski Kiyef’e hiç ehemmiyet vermedi, buraya gelmek bile istemedi. Vladimir şehrinde kalmayı tercih etti. Bu keyfiyet, Kiyef şehrinin ve Kiyef Knezliğinin artık büsbütün öneminden kaybettiğini açıkça göstermektedir; buna mukabil ahalisi bakımından daha kalabalık olan ve daha kuvvetli bir knezi bulunan Suzdal Rusyası ön safa geçmiş gibi idi.

Andrey Bogolübski, 1170 yılında Novgorod’a hububat sevkiyatını kesmek suretiyle, “Bay Büyük Novgorod„a kendi isteklerini kabul ettirdi. Bu suretle 1170 yıllarında Rusya’da onun gibi kuvvetli ikinci bir knez daha yoktu. Suzdal Rusyası’nın iç idaresi öteki knezliklere benzemiyor, boyarlar ve “veçe,, ya ehemmiyet verilmiyordu; bu tipte bir knezin birçok nüfuz sahibi nazarında fena telâkki edildiği kolayca anlaşılıyor; hususî hayatında da gayet müstebit ve zalim olan bu knezin maiyeti ve yakınları tarafından hiç te sevilmediğini de biliyoruz. Bundan ötürü kendi uşakları tarafından, Bogolübovo adlı malikânesinde, 1174 (veya) 1175 te öldürüldü.

Andrey Bogolübski’nin oğlu olmadığından, Suzdal Rusyası yeniden parçalandı; Suzdal ve Rostov şehirleri Andrey’in yeğenlerini davet ettiler. Vladimir ile Pereyaslavl şehirlerine de biraderlerini çağırdılar; knezler arasında çok geçmeden mücadeleler başgösterdi ve bunun sonunda Andrey’in biraderi Vladimir knezi Vsevolod kazandı. “Büyük yuva,, (Bolşoye gnezdo) adı ile tanınan Vsevolod, Suzdal Rusya’nın en kuvvetli knezi idi. Hâkimiyeti zamanı (1176-1212) Suzdal Knezliğinin en parlak bir devrini teşkil etmektedir. Vsevolod’un adı “îgor bölüğü destanı,, nda da geçiyor; “Volga suyunu küreklerle serpmeğe, Don suyunu da miğferlerle boşaltmağa muktedir olduğu „(yani o kadar çok askere malik bulunduğu) anlatılmıştır. Vsevolod hayatta iken Suzdal ülkesinde iç karışıklıklar başgöstermişti; bu knezin ölümünden sonra Suzdal knezi Yuri, Novgorodlular tarafından 1216 da “Lipitsa,, nehri boyunda müthiş bir yenilgiye uğradı. Bundan sonra Suzdal knezlerinin Novgorod üzerindeki nüfuzları büsbütün kalktı. Bu yenilgi üzerine knez Yuri’nin tahtından vazgeçtiğini görüyoruz. Bütün ülke ayrı knezliklere bölündü; büyük knez Vladimir şehrinde kalmakta devam ettiyse de, öbür şehirlerin Rostov, Suzdal, Pereyaslavl knezleri, boy nizamına uygun olarak—yani ailenin en büyüğü tahta geçmek usulü ile—diğer rus knezliklerindekı nizama uydular. Fakat buranın öbür knezliklerden şu hususta bir farkı vardı; Suzdal Rusyası’nda “veçe,, ler yoktu, knezler kendi ülkelerinde (udel) tamamiyle müstakil ve hâkimdiler.

RUSYA TARİHİ BAŞLANGIÇTAN 1917’YE KADAR

Prof. Dr. AKDES NİMET KURAT


Türk Soylu Halklarda Şaman ve Şamanlar-1

Haziran 15, 2023

Şaman

Sibirya halklarının ilkel ruh inançlarına dayanan dünya görüşlerine Şamanizm adı verilir. Bunun sebebi, bir nevi büyücü olan şamanın bu dünya görüşünde dikkâte değer bir rol oynamasıdır. Şaman adını, sadece Mançu-Tunguz halkları kullanmasına rağmen (Tunguzca: šaman; Golde dilinde: s’aman; Mançuca: sama) araştırmacılar bu kelimeyi Sibirya büyücülerinin genel adı olarak uluslararası literatüre almışlardır. Bu kelime ilk olarak 1692’de Moskova büyük prensi tarafından Çin’e gönderilen Yssbrant Ides ve yaveri Adam Brand’ın yazmış oldukları seyahâtnâmede yer almıştır. Kelimenin kökeni hakkında muhtelif görüşler arasında bazıları, şaman kelimesinin kendisinin kök olduğunu ileri sürerken, Donner gibi bazı araştırmacılar Sanskritçede geçen “çramana, Pali samana” (dilenci keşiş) kelimesinden geçmiş olduğunu iddia etmektedirler. Bu kelimeye yakın kelimeler olarak Toharca’da “samãne”, Sogd dilinde “šmn=šaman” ve Çincede de “šamen” şeklinde rastlanır.

Türk-Tatar boyları arasında büyücüye genel olarak “Kam” adı verilir ki, hâlen Sibirya Tatarları, Sarı Uygurlar ve benzeri bozkır halk bu kelimeyi kullanmakta, Rus etnoğrafya çevrelerinde şamanın yaptığı görevleri tarif etmek için kullanılan “Kamlanie” kelimesi de anlaşılacağı üzre buradan türetilmiş olup, Uygur Türklerinin ilk yazılı metni olan Kutadgu Bilig’te de (1069 Yusuf Has Hacip tarafından kaleme alınmıştır) “Kam” kelimesi, büyücü anlamında kullanılmaktadır. Ruysbroeck’in de bu kelimeyi bilmiş olduğunu yazdığı şu cümlelerden anlaşılmaktadır: “Franklar Antakya’yı aldıklarında (1.Haçlı Seferi, 1098) “Con Cham”, bütün Kuzey bölgelerinin hâkimi idi. “Con” bu kişinin adı, kahin anlamına gelen “cham” ise ünvanıydı. Buralarda kahinlere “cham” denilir ve halk üzerinde hüküm sürebilmek, kehanet yeteneğine bağlı olduğu için hükümdarları da “cham” ünvanını kullanılırdı” Bu satırlarda Ruysbroeck “Kam” ve “Han” ünvanlarını birbirleri ile karıştırmaktadır. Bir başka yerde de büyücünün faaliyetlerini şu şekilde tarif eder: “Bunların bazıları şeytana tapar ve kötülüğün emrinde olan ruhları geceleyin çadırlarında toplarlar. Çadırın ortasına pişmiş et konulur. Tapınma ayinini düzenleyen kahin (Kam); büyüsüne başlar ve davulunu sertçe yere vurur. Bir anda çıldırmış gibi davranmaya başlar ve çadırdakiler onu bağlarlar. Sonrasında iyice karanlık bastığında kötü ruh gelir, büyücü ona et sunar ve kötü ruh onlara kehanetlerde bulunur”

Günümüzde, Moğollar, Buryatlar ve Kalmuklar şamana “Bö”, Yakutlar da “‘Ojun” adı verirler. Kadın büyücüler için ise genel olarak Moğolcadan gelen “Udugan” kelimesini kullanırlar. Kadın şamanlar, erkek şamanlar kadar önemli bir rol oynamazlar. Priklonskij, Yakutların kadın şamanlara ancak yakınlarda erkek şaman yoksa veya nispeten küçük bir iş yapılacaksa başvurduklarına dikkât çeker. Fakat, yine de Yakutlar ve Buryatlar arasında çok büyük ün kazanmış ve ölümlerinden sonra adlarına kurban sunusu yapma geleneği oluşmuş kadın şamanlar da vardır.

Moğollar, Yakutlar veya Trans-Baykal bölgesi Tunguzları gibi değişik halklar kadın şamanlar için ortak bir kelime kullanırken, erkek şaman için bütün bu dillerde değişik kelimelerin olmasını Troschtschankij çok eski dönemlerde şamanların kadın olmasına bağlamaktadır. Troschtschankij eserinin bir başka yerinde kadınların sinir hastalıklarına daha duyarlı olmaları sebebiyle, şaman ayininin bir parçası olan vecd hâline daha yatkın olduklarını ve bu sebeple şaman ayinlerinin kadınlar tarafından başlatılmış olduğunu ileri sürer. Troschtschanskij’nin görüşüne göre, Yakut şamanlarının önlüklerinin göğüs bölümünde yer alan iki küçük yuvarlak metal parçası, kadının meme ucunu temsil etmekte ve şamanlığın asli hâlinin kadınlardan doğduğuna delil teşkil etmektedir. Troschtschanskij’nin bu tezini destekleyen Nioradze, Teleüt ve Buryatlarda “ilk şamanın bir kadın olduğuna” dair efsanelerin varlığına dikkât çekerse de, ileri sürülen bu tezler aslında çok zayıf ve dayanaksız kalmaktadır. Zira, kadınların toplum içinde ruhlar aleminden sakınılıp uzak tutulduğu, kutsal nesnelere dokunmaları veya kurban ayinlerine katılmalarının sınırlı olduğu gözönüne alındığında, şamanlığın en baştan itibaren erkeklerin elinde olması daha muhtemel görünmektedir. Donner, Samoyedlerin bu konudaki görüşünü; “İlâhi takdir ile insanlar ve ruhlar dünyası arasında aracılık görevini üstlenen gerçek bir şaman daima bir erkektir” diye aktarır ki, muhtemelen bu düşünce, geçmiş dönemlerde de Sibirya halklarının hâkim bakış tarzını ortaya koymaktadır.

Uno Harva’nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.

Çeviren: Erol Cihangir


DERVİŞLİK KÜLTÜRÜ

Haziran 13, 2023

Dervişlerin Yemek Masası

Nasıl tüketilmeye hazırlanan yiyecekler mutfakta bir değişim gösterirlerse, dervişlerin ruhsal eğitimleri de aynı o şekilde mutfakla verilir ve onlar da içsel bir değişim geçirirler. Dervişleri ruhsal dünyaları, mutfak işleri ile, pişmek ve tükenmekle benzeşmektedir. Yiyecek, mutfak ve sofra kavramları dervişler için çok önemlidir ve dışsal bir görümünün ötesinde ruhsal bir kültürü yansıtırlar. Sufilerin yedikleri yiyecekler konusunda çok analiz yapılmamıştır; ancak gıda ile Sufizm arasında önemli bir bağ vardır. Sufiler yaşama “az ye, az uyu ve az konuş” düşüncesi ile yaklaşırlar. Bu sözden de anlaşıldığı gibi Sufiler için yemek ve iştahı kontrol etmek çok önemli bir konuydu. Birçok Sufi gelenek ve tarikatında yiyecek ve mutfağa gösterilen ilgi, mistik bir olguya dönüşmüştür. Kısa zaman önce bir Sufi, Sufiliği “bir beslenme yolu” olarak tanımlamıştır. Sufilik ve gıda arasındaki ilişki, Sufilik öğretisinde iki şekle karşımıza çıkar. Birincisi maddesel olarak beslenmektir. Bu çile yolu yiyeceğe, pişirmeye, Sufilerin pek çok sofra kuralına, perhize, oruca ve beslenme ile ilgili her şeye dikkat etmeyi gerektirir.

Beslenmeye ikinci yaklaşım ise maddesel olarak değil, ruhsal ve mistik olarak simgeledikleri ile ilgilidir. Rumi yazılarında bu iki beslenmeden de bahseder ancak ruhsal beslenmeye daha çok önem verir. Mesnevi ve Gazellerdeki beyitlerde ve diğer düzyazı biçimindeki eserlerde yiyecekler hakkında birçok düşünceye yer verilmiştir. Sufiliğin en önemli konularından biri olan Allah aşkı ile ilgili olarak Rumi, yiyeceklerden ve aşk -tutku- arasındaki benzerlikten söz etmekten çekinmemiştir. Mistik Rumi, Gazellerinde şöyle demektedir:

“Aşk ateşi varlık, benlik ve dünyadır. Aşk da helva gibidir, onun dünyası da bakır kaptır. (Divan-ı Kebir, 2104110)

Rumi burada hayatın ve dünyanın temellerini helvaya benzetiyor. Varlığın helva kadar lezzetli ve güzel olduğunu, varlığın sınırı olan bu dünyanın metal acılığında olduğunu yazıyor. Rumi için helva, onun hayat tutkusunu, aşkı simgelemektedir. Rumi aşk için şöyle der:

“Ey aşık, helvanın içinde bal ile şeker nasıl birbirleri ile birleşirse, sen de gönlümde, gönlüm ile öyle birleştin. (Divan-ı Kebir, 12514)

“Aşkın bahçıvanları topluyor kalplerindeki meyveleri. (Divan-ı Kebir, 210317)

Burada Rumi kalp, aşk ve kalbi olgunlaştıran meyvelerin arasındaki ilişkiden bahsediyor. Diğer başlıklarda da incelediğimiz gibi bu aşk, evrenin hareketinin temelidir ve bağımsızca vuku bulur. Evren için bu kadar mühim olan aşk için özel bir çaba göstermek gerekmez. Aşk, aşıklara özeldir: “Çark aşıklar için döner, bu dönüş aşk içindir. Fırıncı için, demirci için, marangoz için, parfümcü için değildir. Kalk, uyan, biz de dönelim. (Divan-ı Kebir, 115815-8) 

“Aşk” yiyecek sembolünü anlamak için anahtar kelimedir. Rumi şöyle diyor: “Aşktan çok bahsetme, onu iç yeter! Aşktan bahsetmek aşık olmak değildir.” (Divan-ı Kebir, 2354/7) Buradaki gerçek sır, aşk tecrübesinde saklıdır. Aşk bir içki gibidir. İçilmeli, hazmedilmeli ve yaşam gücüne dönüşmelidir. Aynı şekilde yiyecekler sadece bedene değil, ruha da enerji verir. Beslenmek ve yemek yemek, burada nuru, yani Tanrı’yı simgelemektedir. Rumi beyitlerinde buna şöyle değiniyor: “insanın temel gıdası Allah’ın nurudur. Ona hayvan gıdası layık değil (Mesnevi, II, 1084) Daha açık bir şekilde şunu da söylüyor: “Yemek dediğim akıldır, ekmek ve kebap değil… oğul, cana gıda akıl nurudur.” (Mesnevi, IV, 1955) Aynı şekilde Rumi’ye göre sofra, İsa’nın yediği tüm gıdaları temsil etmektedir: İsa’nın ibadet yeri, gönül ehlinin sofrasıdır. Kendine gel, kendine ey derde müptela, sakın bu kapıyı bırakma.” (Mesnevi, III,298) İsa ile yiyecek arasındaki ilişki Kur’an-ı Kerim’deki dördüncü surede işlenmiştir. Burada bu sofra için “hiç eksilmeyen sofra” tanımı yapılmaktadır. Mevlana da bu benzetmeyi birçok beytinde kullanmıştır: “Ne hoştur Mesih’in hiç eksilmeyen sofrası, ne hoştur Meryem’in bağsız, bahçesiz yetişen meyvesi. (Mesnevi, VI, 1307) İsa’nın kapısını çalan ve gelip sofrasına oturan dilenci, ruhsal olarak istediği her şeyi alır.

Rumi, birbirinden meşhur dizelerinde mutfak ve yiyecek konusundaki engin kültürünü de konuşturmuştur. Bu kültürü Arabistan’dan ve Orta Doğu’dan geçerek, Afganistan’dan Türkiye’ye yaptığı yolculukta kazanmıştır. Yazılarında bahsedilen birçok yiyecek ve yemek tarifi, altı ciltlik Mesnevi eseri boyunca verdiği mesellerde iç içe geçmiştir. (Ill. Cilt, 481, 4160) Burada Rumi, yenebilsin diye haşlanan nohut ile insanın değişimi arasında bir benzerlik kurmuştur. Bu metinde verilen aşçı ile nohudun sohbeti, dervişin içsel eğitimini simgelemektedir:

“Hanım, nohuda der ki: “Ben de bundan önce senin gibi yeryüzü mahsullerindenim. Ateş gibi mücadeleyi içercesine tadınca makbul oldum. Bir müddet yeryüzünde kaynadım, bir müddet de ten tenceresinin içinde. Bu iki kaynayış ile duygulara kuvvet oldum, ruh kesildim de sonra seni pişiriyorum. Cemaatken, bu sıfattan koşar, geçersen bilgi olur, manevi sıfatlar haline gelirsin, derdim. Ruh sahibi oldum ama bu sefer de diyorum ki: Bir kere daha coş, kayna da bu canlı suretten de geç! Allah’tan inayet iste … bu ince bahislerde ayağın sürçmesin. Mananın künhüne, işin ta sonuna eriş!” (Mesnevi, 111, 4203-4209)

Bu metin, Mevlevi Dervişlerin neden 1001 günlük çile dönemlerini mutfakta geçirdiklerini çok güzel anlatmaktadır. İçsel eğitimleri nedeni ile biçim değiştiren, pişen ve tükenen yiyecekler ile haşır neşir olmaktaydılar. Tarikatın tarihinde asırlar boyunca bu göreve ruhsal ve mistik bir şekilde yaklaşılmış, Mevlevi öğretisi, mutfaktaki bu çalışmaları içsel ve dışsal eğitim (adap) ile desteklemiştir. Galata Mevlevihanesi’nin şeyhi olan Ankaravi. Sufilerin eylemleri ile tamamen bir otokontrolü sahip olmaya çalıştıklarını, bunun dervişlik eğitiminin temeli olduğunu söylemiştir. Sufiler, helal yiyecekler konusunu iyi bilmeli, her yemeğe “Bismillahirrahmanirrahim” sözü ile başlamalı ve yemeğin sonunda da “Elhamdülillah” sözü ile şükretmelidir. Mevleviler ellerini doğru bir şekilde yıkamadan yemeğe başlayamazlar. Bu kişisel hijyenik bir hareket gibi görünse de, manevi temizliğe de bir atıfta bulunmadır. Allah’ın verdiği nimet olan yemeğe uygunsuz bir şekilde dokunulmaz. Dervişler tabii ki Doğu tarzında, yerdeki yuvarlak bir masa etrafında ve yastıklara ya da divana yaslanarak sofraya oturuyorlardı. o dönemde yaşamış olan birçok minyatür çizeri derviş de bu sahneyi gözler önüne sermiştir. Mevleviler sofrada iken sağ bacaklarını altlarına alarak oturmaya dikkat ederler. Bu bacak gizlenir. Aynı şekilde yemek de sol elle yenemez. Sadece sağ elle yenebilir. Ayrıca Mevleviler yanındaki kişi yemek yerken onun dikkatini bozacak hiçbir şey yapamaz. Toplumun örf ve adetleri içinde yer etmiş olan bu hareketler. insanların yemek sırasındaki sakinliklerini korumak ve yemek yemeyi kişisel bir ibadete dönüştürmeye yöneliktir.

Ankaravi 17. yüzyılda Mevlevi derviş adaylarının eğitimi için en önemli ruhsal kaideleri kaleme almıştır. Yakın zamana dayanan bazı belgelerde yemeğin hazırlanmasındaki çeşitli aşamalarda dualar okunduğunu ve bu duaların yemeğin sofrada tüketilmesine kadar devam ettiği yazmaktadır. Tarikatın son dönemine ait Çelebilerden birisi lzbudak Veled Çelebi’dir. Onun notları arasında Mevlevilerin günlük hayatlarına ilişkin bazı dualar (gülbanlı) bulunmuştur. Bu dualar arasında, yemeğin ocaktan alındığı anda okunan bir dua bulunmaktadır. Yemek piştikten sonra dervişler şöyle dua ediyorlardı:

“Allah’a hamd ve övgüler olsun. Yemeğin tadı güzel olsun ve ilahi takdis bahşetsin! Ondan kim yerse imanın nuruna kavuşsun. Mevlana için, Ateşbaz-ı Veli’ye verilen sır için ve Ali’nin lütfu ve mükemmelliği için birlikte Allah’ın adını söyleyelim (Hu).” 

Yemeğin sonundaki dua biraz daha uzundur; ancak uzun olması daha az derin olacağı anlamına gelmez: 

“Biz yoldaki Sufileriz  padişahın sofrasında yemek yiyenleriz. Ya Rab, bu kaseyi ve bu sofrayı daimi kıl! Allah’a hamd ve şükür olsun. Bize takdisini versin ve onun kutsallarının her zaman günlük ekmekleri olsun ve artsın. Hayırseverler mukaddes bir ruha sahip olsun. Yemekten arta kalanlarda takdis mevcut olsun. Bundan sonra gelecek olanlar ilahi iradeye daha layık olsun. Bu nimetler artsın ve doğruluk büyüsün. Mevlana için. Ateşbaz-ı Veli’ye verilen sır için ve Ali’nin lütfu ve mükemmelliği için birlikte Allah’ın adını söyleyelim (Hu). 

Bu dualara ek olarak dini bayramlarda ve özel günlerde şükür ve övgü duaları da söylenirdi.

Sufilerin dışsal davranışları olan “Adap”, onların içsel davranışlarını da simgeler. Sofra ile alakalı olan Sufi adabı, sadece yemek ve sofra ile alakalı değildir, aynı zamanda Sufilerin yiyecekle olan ruhsal bağları ile de alakalıdır. Yemekler, yemeklerde kullanılan malzemeler ve hazırlanış biçimleri Mevlevi kültürünün temel öğelerindendir. Mutfak ve Mevlevi yemeklerinin hazırlanış şekli hakkındaki bilgiler, tarikat tarihinin son yıllarında kaleme alınmıştır. Bu yemek tarifleri, Edirne Mevlevihanesi’nin son postnişinlerinden olan Ali Eşref Dede tarafından bir araya toplanmıştır. Eserinin adı Yemek Risalesi’dir ve Mevlevi yemeklerinin hazırlanmalarındaki sırları içerir. Bu eser, 1992 yılında Mevlevi mutfağı ve düşüncesini uzun yıllar araştıran Feyzi Halıcı tarafından günümüz Türkçesine tercüme edilmiş ve yayımlanmıştır. Bu yemek kitabı yayımlanana kadar, Mevlevi geleneğinde balığın yasak olduğu düşünülmüştür; ancak Ali Eşref dedenin el yazması eseri bu yanlış düşünceyi ortadan kaldırmıştır. Eski bir Mevlevi geleneği balığın mutfağa girmesini yasaklıyordu: ancak bunun nedeni bazı dinlerde de olduğu gibi balığın kutsal olduğu düşüncesi olabilirdi. Bu konudaki başka bir hipotez ise, reenkarnasyon inancında balığın eski yaşamında tekamülünü tamamlayamadığının düşünülmesi olabilir. Örneğin Bektaşilerde balık her türlü perhizin dışında tutulur. Ali Eşref Dede’nin elyazması da bu konuda hiçbir şüpheye mahal bırakmıyor; çünkü verdiği tariflerin içinde tarçınlı balık bulunmakta. Bu yemek pişmesinden altı saat sonra tüketiliyor. Tariflerde bir de balık çorbası var. Aşağıdaki nohut çorbası tarifini bu eserden alıntılayarak Rumi’nin ünlü meselini hatırlayalım:

Nohuttan mamul çorba pek lezzetli ve güzeldir. Hazırlamak için önce nohutlar ıslatılmalı ve kabukları çıkarılmalıdır: Bir tencerede yumuşayana kadar kaynatılmalıdır. Yumuşadıktan ezmeli ve et ya da tavuk suyuyla pişirilmelidir. Çorba kıvamına gelene kadar pişirmeye devam edilmelidir. Bu yemeği yapmanın bir başka yolu da nohutların kabuğu soyulduktan sonra ezmek ve yukarıda anlatıldığı gibi pişirmektir, ama bu ilk yönteme göre daha çok zaman alır ve ikinci defa ezmek gerekebilir. (Halıcı. 1992. s. 1)

Mevlevilerin yemekleri çok çeşitliydi. Menülerinde çorbalar, salatalar, turşular, kızarmış etler, pilavlar, şerbetli tatlılar, bisküviler ve meyveli tatlılar vardı. Kısacası, Türk mutfağının zenginliği Mevlevi mutfağına da yansımıştı.

Mevlevilerin sofra kültürü, sadece gastronomik değil, aynı zamanda bir ruhsal kültür mirasıdır. Bu kültürel miras gıda ve misafirperverlik ile iç içedir. Mevlevilerin aşçı ya da yemek tarifi yazarı olarak ünlü olmamalarının nedeni, lezzetli bir şekilde biçim değiştirip bilgelik ve denge ile tüketilen yiyeceklere yükledikleri ezoterik ve mistik anlamdır.

Edebiyat ve Hat Sanatı

Mevleviler yüksek estetik anlayışları ile de oldukça farklıdırlar. Birçok açıdan önce çıkan karakteristik özellikleri vardır. Ruhsal uygulamaları da -doğal koreografik kodlamalar içeren semada görüldüğü gibi- oldukça sanatsal tonlar içerir. Koreografi, tiyatral estetik demektir ve bu kutsal dans tarihte Avrupa’da bile bilet alınıp gidilen tiyatro ve bale eserlerinin içinde yer almıştır. Ritüellerin ve diğer ibadetlerin uygulanmasına ortaya koyulan büyük itina, estetik kaygısı ile başa baş gitmektedir. Dervişler doğaları gereği bu ritüellerle ifade edilen sanatsal ifadeye kayıtsız kalmadılar ve farklı ortamlarda olsalar da edebiyat alanında eserler verdiler. Tarikatın üyelerinin tümünü ruhsal hayatı estetik olarak ele almaya ve kültüre ittiği bilmemiz, dervişler ile sanatsal ifade ve edebiyat arasındaki ilişkiyi anlamamıza yardımcı olur. Diğer taraftan Mevlevi Tarikatı’nda ünlü sanatçıların var olması bu eğilimi güçlendirmiş, sanat ve dervişlerin aynı anda akla gelmesini sağlamıştır. Kendisini beyitlerle ve bu kadar etkileyici bir biçimde ifade eden biri tarafından kurulan bir tarikata dahil olup da sanatçı. edebiyatçı, hattat ya da müzisyen olmamak mümkün mü? Mesnevi ve Gazeller’de akıp giden düşünceler karşısında, hocalarından esinlenen dervişlerin sanatsal bir yola girmemeleri düşünülemezdi. Dervişler daha ilk nesillerinden itibaren hem anlatılarını hem de ruhsal yaşamla ilgili mesajlarını dizelerle ifade etmişlerdir. Divane Mehmet Çelebi bir şiirinde ilk kez semayı sembolik olarak yorumlamış. Başka bir şiirinde de dünyaya sırt çevirmeyi Farsça olarak ele almıştır. Dervişlerin edebiyatla olan ilişkileri yalnızca mistik şiirlerle sınırlı kalmamıştır. Bazı derviş yazarlar şiirleri ile dönemin edebi tarzına dahil olmuşlardır. Osmanlı edebiyat tarihinde bazı Mevlevi yazarlar ve onların ruhsallığına bağlı kişiler de var olmuştur. Tarikatın tarihine geçmiş olan Mevlevi şairlerin sayısı o kadar çoktur ki, bu kişilerin biyografilerinin bir araya toplandığı kitaplar yazılmıştır. Bu kitapların en bilineni Ali Enver tarafından yazılmış olan Mevlevi Şairler adlı eserdir. Bu eserde onlarca dervişin biyografisi şairlik özelliklerine göre sınıflandırılmış olarak okunabilir. Edebiyat eseri yazan dervişler arasında çok önemli yerlere gelmiş olanları da vardır. Bunlara örnek olarak Neşati Süleyman Dede (ölm. 1670 ya da 1674) ve Galip Dede (ölm. 1799) gösterilebilir.

Edirne’de doğmuş olan Neşati Dede, Hindistan kökenli şiir yazma tarzının (selik-i hindi) Osmanlı edebiyat tarihindeki temsilcisidir. Tarikata Çanakkale’deki Gelibolu Mevlevihanesi’nde girdi ve şeyhi Agazade Mehmet Dede’nin idaresi altında iken başkente gönderildi ve Beşiktaş Tekkesine katıldı. Ruhsat hocasının ölümünden sonra Konya’ya bir hacılık yolculuğu yapmaya karar verdi. Orada, Rumi’nin türbesinin gölgesinde bir süre yaşadı ve bu sürenin akabinde Edirne’de bulunan Muradiye Tekkesine şeyh olarak gönderildi. Ölene kadar burada yaşadı. Neşati Dede lirik şiir alanına yöneldi ve oldukça ağır bir Osmanlıca ile yazdığı Gazelname’yi bıraktı. Bu eserde Sufilikten ve tarikattan bahsedilmektedir.

Galip Dede ya da Şeyh Galip olarak da bilinen Mehmet Esad, imparatorluğun yaşadığı edebiyat reformunun temsilcisi olmuştur. 1757 yılında İstanbul’da doğmuştur ve Divan-ı Hümayun’un sekreteri olan ve dervişlere sıkça giden babası sayesinde küçük yaşta iken Mevlevi Tarikatı’nı tanımıştır. Mehmet, daha genç yaşında iken babasından habersiz şiirler yazmaya başlamış ve kendisine “Galip” lakabını seçmiştir. Bu şiirleri yazdığı sırada feodal hakların korunmasına ilişkin görevini sürdürür. Galip, tarikata resmi olarak girişinden sonra Konya’ya bir hacılık yolculuğu yapar ve babasının ısrarı üzerine başkente dönerek Galata Mevlevihanesi’nin şeyhi olur. Şair olarak ünü padişah 3. Selim tarafından duyulur. Bu padişah büyük bir reformcudur ve tarikata duyduğu saygı ve bağlılıktan ötürü Galip’in tekkesini Osmanlı İmparatorluğu’nun edebiyat ve kültür merkezlerinden biri yapar. Padişah aynı dönemde dervişlerin tekkesini restore ettirir. Galip Dede, bu olayı kutlayarak kendisini tarihte unutulmaz kılan dizeleri yazar. Padişah, Valide Sultan ve Haseki Sultan ile birlikte sema izlemeye gelir de dönemin en ünlü hattatlarından biri olan Gevri tarafından yazılmış olan bir Mesnevi’yi Galip’e hediye eder. Galip Dede 5 Ocak 1799 tarihinde vefat eder ve mezarı kendi tekkesinde, Şeyh Ankaravi’nin mezarının hemen yanındadır.

Bu çağ, Galip Dede tarafından yazılmış olan edebi ve kültür eserlerinin çiçek açtığı bir çağdır. Hüsn-ü Aşk (Güzellik ve Aşk) isimli eseri hiç şüphesiz Osmanlı Edebiyatı’nın reform dönemine girişinin en önemli temsilcisidir. Galip Dede bu eseri 1782 yılında, henüz Konya’ya gitmeden önce sadece bir ay içinde yazmıştır ve yaklaşık dört bin beyit içerir. Bu eserin yazılmasının nedeni, dönemin ünlü bir şairi olan Nebi’nin şiirlerine benzer bir şiir yazabilmek konusunda arkadaşlar arasında girilen bir iddiadır. Galip bu konuda espri ile karışık bir şekilde Nebi’yi eleştirir ve aşkın yüceliği hakkında yazılmış olan çok eski konularla ilgili şakalar yapar: “Aşk dışında mücevher gibi parıldayan başka bir konu daha var mı? Bu konu binlerce kez konuşuldu, dersin ama bu sonsuzluk şarabından içmekten usanmazsın. (Bombaci, 1969, s. 384) Bütün bu eser güzellik isimli bir kız ile, aşk isimli tutkulu bir aşık olan erkeğin üzerine kurulmuştur.

Türk Edebiyatı’nın tarihini yazan Alessio Bombaci, bu eserin bir kısmını İtalyanca eserinde alıntılamıştır. Bu metinde güzelliğin ve aşk çiftinin doğumunun anlatıldığı an çok ilginçtir. Bu ikisi, aşkın evlatlarının kabilesinden doğar:

“O halkta bir gece çok garip bir şey oldu. Gökler birbiriyle karıştı. Bazı melekler ağladı, bazı melekler güldü. Göğün çatısında bir vaveyla koptu! Yeryüzünde bir ürperti oldu! Binlerce mutluluk ve neşe, binlerce korku sardı. Ziller ve tefler, yakınmalar ve çığlıklar. Karanlıklar katman katman oldu. Bazen ışık nokta nokta belirdi. Ağaçların büsbütün yaprakları düşlü. Nehirler zevkten çağladılar. Bazen binlerce iz göründü yüzeylerinde, bazen de dalgalar korku ve umutla vurdular. Gezegenler birbirlerini çekiyordu. Neşe yağmuru indi, kötü talih yaşları süzüldü. Karanlığa dair binlerce korkutucu söz, selam edildi yüksek sesle. Gökte fırtına işitildi, yeryüzü bu maceradan kaçtı gitti. Herkes düştü bu sıkıntıya, bütün neşeler yasaklandı. Havayı ve vücutları sarmışken dehşet, işte o gece doğdu binlerce serüven. O gece bu dünyaya iki kibarzade ayak bastı. Hemen ümit sabahı ışıdı, açıldı; hem ay doğdu hem güneş. Meğer o hale sebep bu iki padişahmış: her biri aya, güneşe binmişlerdi.” (Bombaci, 1969, s. 384-5)

Bu metinde yer alan ahiretvari vurgular, Mevlevi Tarikatı mistisizminin tipik özelliklerini yansıtır. Dervişlik yaşamını taşıyan kolon, buradaki “güzellik ve aşk” şeklinde tanımlanan iki hakikattir. Galip Dede’nin de belirttiği gibi bu konulardan o çağlarda geceleri bahsedilse bile, dervişler bu konuların derinliğine inerlerdi . Başka bir yoruma göre, güzelliğin ve aşkın doğduğu kabile, aslında bazı derviş tarikatları için sembolik bir mana taşımaktadır: Sufi şiirleri bu tarikatlardan doğacaktır. Türk ve Osmanlı edebiyatlarını çok iyi bilen Bombaci’ye göre o çağı anlamak için:

… bu dahi şairin şiirleri ve gazelleri üzerine çalışmalar yapılmamasından dolayı yakınmak gerekir”. (Bombaci, 1969, s. 386)

Artık Galip Dede üzerine, özellikle Türkçe birçok çalışma yapıldı ve bu yazarın dönemine ve eserlerine ilişkin bilgiler gün yüzüne çıktı.

Edebiyat alanı sadece erkeklerin ve Mevlevilerin elinde olmamıştır. Tarikatla -resmi olmasa da- bir ilişki içinde olan bazı kadınlar da eserler vermiş; ancak kadın olmalarından dolayı Mevlevi Tarikatı’na yaptıkları şairlik hizmetleri göz ardı edilmiştir. Bu kadınlardan bazıları Mevlevi şairi diye bile biliniyordu. Bu kişilere örnek olarak Leyla Hanımı (ölm. 1847), Şeref Hanımı (ölm. 1861) ve Tevhide Hanımı (ölm. 1901) gösterebiliriz. Bu hanımlar tarikat ile bir bağ içerisindeydiler.

Şeref Hanım, 1809 yılında İstanbul’da edebiyat eğitimi almış bir ailede dünyaya geldi. Babası Mehmet Nebil Bey bir şairdi. Başkentte büyüdü ve birkaç defa dışında bu kentten hiç ayrılmadı. Münzevi bir hayat yaşadı, Sufiliği benimsedi ve Mevlevi Tarikatı’na girdi. Yenikapı Tekkesi Şeyhi Osman Selahaddin Dede ile biatleşti. Şeref Hanım, aynı zamanda Kadiriye Tarikatı’na da sempati duyuyor ve tekkelerine gidiyordu. Bu Mevlevi şairi hanımın evlenip evlenmediği, çocuğu olup olmadığı bilinmiyor. Yine de çocuk sevgisi çok baskındır. Şeref Hanım, kadın bir şairin yapabileceklerinin çok sınırlı olduğu bir ortamda önyargılardan korkmadı ve şairlik yeteneğinin meyvelerini topladı. Gazellerini kitaplaştırdı (Divan). Bu eser Mevlevi Tarikatı’na ilişkin öğelerle doludur.

Bazı mısralarında ise şair; dönüş dansı, Mesih ve diriliş konusunda bağ kurmuştur. Bu mısralar gnostik ve antik Hıristiyan geleneklerinin bir yankısı gibidir: “Hoş geldin, ey dönen Mesih / Hoş geldin sıkıntının zirvesindeki bu kalbin dirilişine. (Arslan, 2002, s. 150)

Mevlevi Tarikatı’ndaki isimler, biyografiler ve eserler çoktur. Hepsinden bahsetmeye kalkarsak Mevlevi Tarikatı tarihini yeniden yazmış oluruz. Burada önemli olan Mevlevi Tarikatı’nın bir edebiyat ve daha geniş kapsamlı olarak bir sanat okulu olduğunu söylemektir.

Edebiyata ek olarak hat sanatına da değinmeliyiz. Hat sanatı, Arap alfabesi ile ve bazen de onun birkaç harf eklenmiş hali olan Osmanlı alfabesi ile yazı yazma sanatıdır. Hat sanatı Sufilere atfedilmiştir; çünkü yapılması için büyük bir sabra, vecit hale ve doğaüstü bir dikkate gerek duyulmaktadır. Hat sanatı da edebiyat içinde görülür ancak burada görsel bir estetiğe önem verilir. Hat genel olarak farklı düzeylere uygulanır; kumaştan kağıda, mermerden ahşaba tarikat sembolleri ve en çok kullanılan deyişlerin işlenmesi ile yapılır. Mevlevi başlığı olan sikke, hat sanatında en çok kullanılan motiftir. Bunun yanında “Ya Hazret-i Mevlana» yazısı da çokça görülür. Arapça, Farsça ya da Osmanlıca harflerin sabır ve ustalıkla işlenmesi, ilahi birliği simgeleyen sikkenin çizimi ve Konyalı ermiş için yazılan yakarış, Türk Hat Sanatında en çok tekrarlanan öğelerdir. Hat sanatında bazen Rumi’nin eserlerinden kesitlere de yer verilir. Şunu da bilmek gerekir ki bir Mevlevi’nin mezar taşına yazılan hatıratta, ayetlerin yazılmasında, bir kubbenin ya da duvarın süslenmesinde bu sanata başvurulur.

Mevlevi Tarikatı’nın ilk çağlarında yaşamış olan hattatlar hakkında az bilgi bulunmaktadır. Bu kişiler arasında Nizameddin Dede (ölm. 1300) 16. yüzyılda yaşamış olan Hacı el-Mevlevi, Recep Dede Hüseyin ibn Sinan, Cafer Dede, Ahmed Fasih Dede (ölm.1699-1700) sayılabilir. En sonda saydığımız Ahmed Fasih Dede’nin kökeni Arnavutluk’a dayanmakta olup kendisi İstanbul’da doğmuştur. Divan-ı Hümayun sekreterliğine girmiş ve yüksek bir sosyal sınıfa dahil olmuştur. Ancak her şeyi, özellikle de kariyerini bırakıp hayatını Mevleviliğe adamıştır. Bu derviş içsel yolculuğunda fakirliği yakından tanımıştır. Ölümünden iki gün önce cenazesine gelecek olan tüm tanıdıkları ile helalleşmiş ve hücresine kapanmıştır. Ahmet Fasih Dede’nin hattat ve minyatür sanatçısı olarak imzaladığı çok sayıda eser bulunmaktadır.

“Mevlevi Sanatı” diyebileceğimiz ve belli bir sıçrama gösteren bu sanat, üç yüz yıl boyunca yapılmaktadır. Son dönemde yaşamış olan hattatlardan bahsedecek olursak Neyzen Emin Dede (ölm. 1945) unutulmamalıdır. 1884’te İstanbul’da doğmuştur ve kardeşi de hattattır. Posta ve Telgraf idaresinde ve Muharebe Bakanlığı’nda -haritacı olarak­ çalışmıştır. Emin Dede büyük bir sınavdan geçmiş ve kendisini ney üflemeye adamış, muhteşem başarılara imza atmış ve Mevlevi Tarikatı’nın son döneminde yaşamış en büyük hattatlardan biri olmuştur. Emin Dede’nin yanında, bir diğer büyük hattat olan Mehmet Suud Bey de anılmalıdır. 1892 yılında İstanbul’da doğan Mehmet Suud Bey, başka bir hattat olan Vahdeddin’in torunudur. Hat sanatını İstanbul’da yaşayan hocalardan öğrenir. İmparatorluk için memur olarak çalıştığı sırada, bazı camilerin imamlığını da yapar. 1948 yılında çeşitli hat eserleri bırakarak vefat eder.

Hat sanatı bütün Mevlevi Tarikatı tarihi boyunca icra edilmiştir. Tarikatta sözlere, dinlemeye ve estetiğe verilen öneme bakılacak olursa bu pek de şaşırtıcı değildir. Tarikatın doğduğu zamandan beri, benzer sanatsal yorumlara niçin yönelindiği sorulabilir. Bunu cevabı, dinlemenin ciddi şekilde yapıldığı takdirde kişinin derin bir meditasyona dalacağını belirten Rumi’nin dizelerinde gizlidir. Mevlevi uygulamalarındaki en önemli beklentinin dinlemek olması, görsel bir meditasyona yönelmenin de zeminini hazırlamıştır. Derviş dinleyerek öğrendikleri üzerinde derince düşünerek, duasını hat sanatı ile işlemiştir.

Haydi, Müzik Başlasın!

Şimdi de Mevleviler için müzik zamanı!

Mevlevi Tarikatı geleneği, mistik kurucusu Rumi ve onu temsil eden şeyhler gibi müziğe bağlıdır. Dervişlerin Osmanlı bünyesinde geliştirdikleri müzik kültürüne değinmeden Mevlevilik konusu işlenemez. Giovanni De Zorzi’ye göre müzik ve Mevlevi Tarikatı arasında yalnızca müzikoloji anlamında değil, tarihsel olarak da derin bir bağ vardır (De Zorzi, 2010. s. 29-31, 47-68). Sema bile yeterli bir müzik eğilimi olmadan anlaşılamaz, özellikle bu müziği dinleyen kişi “akor” dizilerine alışmış bir Avrupalı dinleyici ise anlaması güçtür. Nitekim Mevlevi müziği, Türk-Osmanlı ve daha genel anlamda İslam coğrafyasında geliştiği ‘için “mikrotonal” bir müziktir, yani: alışılageldik Batı müziği normlarına göre daha düşük ton ve yarım ton aralıklarına gezinilen bir müziktir. Tonlar ve yarım tonlar Avrupa müziğinde kullanılsa da bu müzik Avrupa müziğinden çok farklıdır ve ezgisel olarak çok zengindir. Osmanlı Müziği, aynı zamanda tek seslidir; yani ezginin altında başka bir desen yoktur. Çok sesli müzikte ise ana armoni akorlarla desteklenir. Müslüman bölgelerin müzik kültürünün üçüncü bir karakteristik özelliği ise “heterofonik” olmasıdır. Örneğin bestenin solo kısmı belli enstrümanlar için yazılmıştır ve o kısım geldiğinde tüm enstrümanlar aynı ezgiyi çalar.

Arap ve Iran müziğinin bölgesel bir varyasyonu olan Türk-Osmanlı müziği, ton üzerine değil makam üzerine kuruludur. Ban müziği ton ve yarım tonlarla ifade edilirken, Türk -Osmanlı müziği makamlara ayrılır. Makam, mevki, istasyon, dinlenme yeri anlamına gelir. Müzikal anlamda ise müziğin şeklini, yükseliş ve alçalış düzenini ifade eder. Türk-Osmanlı müzik kültüründe makam için “ritim gezintisi” ya da “usulün seyri” denir. Türk-Osmanlı müziğinde bir seyrin tamamlanması için dört aşamadan geçmesi gerekir: zemin, zaman, miyan ve teslim. Arap ve lran müzik sistemi tamamen makamlar etrafında döner. Bu makamlar, 15. ve 16. yüzyıllarda Mevlevi ayinlerine eşlik etme amacıyla Osmanlı bölgesine girmiştir.

Dervişlerin, Osmanlı’daki ilk müzik çalışmaları üzerinde büyük etkileri olmuştur. Semanın icra edilebilmesi için yazılan en eski üç bestenin yazarı bilinmemektedir (beste-i kadim). İlerleyen zamanlarda onaya çıkan Mevlevi müzik geleneğinde -muhtemelen ruhsal nedenlerden dolayı- İslam bölgesindeki gelenekten farklı olarak sema ayinindeki dört kısmın, yani dört selamın bestelenmesi işi tek bir bestekara verilmiştir. Ayinin bu selamlar dışında kalan kısımlarında elbette başka bestekarlar da seslendirilebilirdi. 17. yüzyılda yaptıkları bestelerle öne çıkan Mevleviler, başkentte bulunan Beşiktaş Tekkesindeki neyzenlerin hocası Yusuf Paşa (ölm. 1669) ve bütün bir Mevlevi ayinini ilk besteleyen (Beyati makamında) kişi olan Derviş Küçek Mustafa Dede’dir (ölm. 1683). İşte o çağda Ayin-i Şerif, hem müzikal hem de ritüel açısından gelişiminin zirvesine ulaşmıştır. 18. yüzyılın başında yaşayan diğer bir önemli bestekar, Buhurizade Mustafa Itri Dede de (ölm. 1712) eserler vermiştir. Ali Ufki de elenen Bobowski (ölm. 1675) ile birlikte, Osmanlı müziğinin büyük kurucularından sallan Hafız Post’un (ölm. 1675) öğrencisidir. ltri Dede’nin ruhsal mirası bugün bile devam etmektedir. Rumi için yazılmış olan övgü duası Naat-ı Mevlana onun eseridir ve sema törenleri bu eser okunduktan sonra başlar. Bu dönemde yaşayan başka bir büyük bestekar ve hattat olan Nayi Osman Dede’yi de (ölm. 1730) hatırlamalıyız. Nayi Osman Dede rast, hicaz, uşşak ve çargah gibi makamlarda değişik ayinler bestelemiştir. Osman Dede ayrıca Muhammed Peygamber’in Miracı ile ilgili Miraciye isimli bir eseri ve bazı dini naatları da bestelemiştir.

Mevlevi müziğinin bestekar ve icracıları yalnızca dervişler ya da Müslümanlar olmamıştır. Birçok hristiyan ve Yahudi de kendi enstrümanlarıyla bu müziği icra etmiş ve bestelemişlerdir. 18. yüzyılda yaşamış olan Petros Lambadarios Efendi (ölm. 1777) bir Bizans şarkıcısı ve koro şefi olduğu halde Galata Mevlevihanesine gitmekteydi. Buradaki Mevleviler ona “Tiryaki” adını verdiler. İzleyen çağdaki bestekarlara değinecek olursak Sultan 3. Selim’i (ölm. 1808) anmadan edemeyiz. Mevlevi Tarikatı ile arasında özel bir bağ olan Sultan 3. Selim, Sufi kültürüne ve müziğine hayrandı. Ney ve tambur çalardı. Otuz kadar beste yaptı ve Suzidilara makamında bir ayin besteledi.

Sultan 3. Selim’in padişahlığı sırasında Abdürrahman Şeyda Dede ve Abdülbaki Nasır Dede (ölm. 1821) gibi bestekarlar da yaşamıştır. Abdülbaki Nasır, müzik hakkında Tedkih ve Talıki (Eğilim ve Araştırmalar) isimli bir eser bırakmış, bu eserde müziğin yazıya dökülmesi ve Arap-lran ve Osmanlı müziği çalışmalarında karşılaşılan zorluklara değinmiştir. Nitekim -Sufilik gizeminin eğitiminde olduğu gibi- müzik, hocadan öğrenciye aktarılmaktaydı ve kağıda dökülmesine gerek duyulmuyordu. Ancak, bu ihtiyaca ilk yanıt veren kişi Batı’da doğmuş olan Bobowski oldu. Bobowski, Polonya kökenli bir müzik bilimciydi ve İslam’ı benimsemişti. Onunla birlikte Prens Kamemir de (ölm. 1723) bu müziği notaya dökmeye başladı. Onlardan çok sonra yaşamış olan Ermeni Baba Hamparsum (ölm. 1839), yaptığı çalışmalar ile tüm nota yazarlarının önüne geçmiştir.

Hammamizade İsmail Dede Efendi (ölm. 1846), 18. yüzyıldan 19. yüzyıla geçiş sırasında yaşamış, Osmanlı müziğinin geçmişi ve geleceği arasındaki değişimin temsilcilerinden olmuştur. İsmail Dede, 1778 yılında İstanbul’da doğmuş, daha sekiz yaşında iken Mehmet Emin Efendi’den müzik dersleri almaya başlamıştır. Yine daha genç yaşta, Ali Nutki Dede’nin postnişinliği sırasında Yenikapı Mevlevihanesi”ne girmiştir. Oldukça kısa bir zamanda ney virtüözü olmuş, kendisi için yazılan hagiyografik yazılara göre Sultan 3. Selim’in dikkatini çekmiştir. Müezzinler için öğretmen olarak atanan İsmail Dede, birçok beste yapmış, değişik makamlarda otuz kadar Ayin-i Şerif bestelemiştir.

Mevlevi geleneğine ait müziklerin yeniden bestelendiğini görmek için 19. yüzyılın sonunu ve 20. yüzyılı beklemek gerekecekti. Bu dönem Osmanlı İmparatorluğu için derin değişimlerin yaşandığı bir dönemdi ve müzik de gittikçe Batılılaşıyor ve birçok bestenin daha ayrıntılı bir şekilde notaya dökülmesi gerekiyordu. Mevlevi tekkeleri ile bağlantılı olan Rauf Yekta Bey (ölm. 1935), müzik araştırmaları ve Mevlevi ayinlerini notaya dökme konusunda en çok çalışmış kişidir. Onunla birlikte yakın zaman önce yaşamış en büyük Mesnevi yorumcusu Ahmet Avni Konuk (ölm. 1938) ve Zekaizade Ahmet lrsoy (ölm. 1943) akla gelir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile Osmanlı müzik tarihinin notaya dökülmesi işi sekteye uğradı ve unutuldu. Ancak İstanbul Konservatuvarı’nda bu iş Rauf Yekta Bey, Ali Rıfat Çağatay (ölm. 1935), Suphi Ezgi (ölm. 1962), Hüseyin Sadettin Arel (ölm. 1955) ve Mesut Cemil’den (ölm. 1963) oluşan bir komisyon tarafından ele alındı. Türk Müziği’nin notaya dökülme metodu işi resmi olarak Suphi Ezgi ve Hüseyin Sadettin Arel’e verildi. Bu metoda daha sonra “Ezgi-Arel Metodu” dendi. Yıllar boyunca yapılan bu iş ve bütün Mevlevi ayinlerinin notaya aktarılması sayesinde, kısa zaman önce yeniden yapılmaya başlanan sema törenleri müzik eşliğinde icra edilebilmektedir. Avrupalı ve Batılı uzmanlar, araştırmacıların çabalarına ve bu müziğin icrasına çok şüpheyle yaklaşmaktalar. Türk uzmanları yaptıkları bütün bu çalışmalar ile yok olma yolundaki bir kültürü kurtarmış; ancak bu müziğe milliyetçi bir ideoloji de katmış ve bu müziği milli kimliğin bir parçası haline getirmişlerdir.

Dervişler Semahane’ye girerler ve Kur’an-ı Kerim’den ayetler okunduktan sonra Itri Dede tarafından bestelenen, Rumi’nin övüldüğü naat (Naat-ı Mevlana) okunur. Bunun sonunda “Kudüm”e bir kez vurulur ve “Baş Taksim” başlar. Bittiğinde bir solist tarafından “ney” taksimi çalınır ve naatın bestelendiği rast makamından geçiş sağlanır. “Taksim”in kelime anlamı “kısım”dır. Bir solistin virtiözlüğü ve kapasitesi, çalabildiği taksime bağlıdır ve taksim ile tören dansının farklı bölümlerini çalabilmelidir. Bu yüzden taksim, makamlar arasındaki geçiş ve bitirişlerde icra edilir. Taksimden sonra makamın giriş bölümü olan “peşrev” çalınır. Ayinin tamamı burada başlayan makam ile devam edecektir. Ayinin başındaki peşrev, dönüşlerin ağır hareketlerine eşlik eden enstrümantal bir şaheserdir. Peşrev bittiğinden dervişler Sultan Veled’i anmak için salonu üç kez turlamış olurlar. Bunun akabinde kısa bir taksim daha çalınır ve bir sonraki tur bu taksim ile ayrılır. Bir sonraki tur da taksim ile aynı makamda çalınır. Bu turdan sonra ”Selam” dönüşü başlar. Mevleviler salonda farklı ritimlerde çalınan dört müzik ile sema ederler. Dördüncü selamın bilmesi ile sema son bulur ve iki peşrev daha çalınır (Son Peşrev ve Son Yürük Semai). Bu peşrevlerin bestekarları öncekilerden farklı olabilir. Kapanışta son bir taksim daha çalınır ve dervişler semaya devam eder. Bu taksimden sonra yerlerine dönerler ve sessizlik için Kur’an-ı Kerim’i, gülbank denen kısa duayı dinlerler, Fatiha okurlar ve salondan çıkarlar.

Bu müzikal eserlerin icrası için Mevlevilerden oluşan bir grup ve müzik aletleri gerekir. Mevlevi töreninin icrası için birbirinden farklı ve sembollerle dolu müzik aletlerinin olmaması düşünülemez. Mevlevilerin, kendi geleneklerinde olmayan müzik aletlerinin kullanılmasına da açık olduklarını, müziğin Batılılaşması ve Avrupa ideolojisine yakınlaşma döneminde Galata Tekkesi’ne bir piyano kurulduğunu bilmek gerek.

Mevlevilerin geleneksel müzik aletleri ney, rebap, kudüm, daire, bendir ve halile’dir. “Ney” çok sade bir enstrümandır ve kamıştan yapılır. Birçok türü vardır ve “İlahi Nefes”i simgeler. İsa’dan önce 2600 yıllarına dayanan resimlere göre Fırat ve Dicle’nin arasında kalan bölgede bu enstrüman bulunmaklaydı. Rumi, Mesnevi’nin başında, bir kamış olarak yaşadığı ülkesine dönmek isteyen neyin özlem ağlayışını yazmıştır. Burada kamış, “İlahi Kaynak”tır. “Rebap”, Rumi’nin de ait olduğu Selçuklu kültürünün en bilinen enstrümanıdır. Bu, kasası küçük bir cins hindistancevizi kabuğundan yapılmıştır ve yaylı bir çalgıdır. Mevlevi edebiyatında bazı ruhsal metinlerin Rebabname (rebabın anlatıları) adıyla yayımlandığını ve bunlardan birinin de Sultan Veled tarafından yazıldığını belirtmek gerek. “Kudüm” ise ney ile birlikte Mevlevi musiki grubunun temel enstrümanlarından biridir. Deriden yapılmış bir vurmalı müzik aletidir. Kudüme her vurulduğunda dervişlerin bir ayağı yere basar. Ayrıca kudüm sesi ile dervişler ayağa kalkıp ritüel turlarına başlayacaklarını anlarlar. “Def’ Osmanlı Klasik Müziği’nin bilinen bir vurmalı enstrümanıdır. Çapı 30 ile 40 santimetre arasında değişir. “Bendir” ise daha geniştir ve çapı 60 ile 70 santimetre arasındadır. Bunların dışında “Halile” denilen büyük iki zil de olmazsa olmaz enstrümanlardandır. Mevlevi musiki grubunda, yukarıda sayılanlardan başka ut ve rebabın bir diğer adı olarak da kullanılabilen kemençe de bulunur. (ya da daire),

Halk kültürünün meyvesi olan her enstrümana ruhsal ve sembolik birer anlam yüklenmiştir ve bunlar da “Mukabele”nin icrasında kullanılmıştır.

Mevleviler için müzik, göğün katlarının bu dünyada düşünülmesi ve ebedi cennette esen rüzgarın hatırlanmasıdır. Ortaçağda doğmuş olan bu düşüncenin niçin dervişler tarafından kabul edildiği; kendilerinden geçmeleri, ruhsal hayatları ve kalplerinin derinliğinde Tanrı ile birleşmeleri için müzikten faydalandıkları kolaylıkla anlaşılıyor. Rumi, “sema” için “ruhun besinidir” demiştir. Sema, müzik ile birlikte icra edildiği için, müziğin de ruhu ve ibadeti beslediği söylenebilir.

ALBERTO FABIO AMBROSIO

DERVİŞLER TARİHİ, ANTROPOLOJİSİ, MİSTİK YÖNÜ

Çevirmen: Buğra Poyraz


DÎNİ SÖZLÜK “K”

Haziran 11, 2023

 KALEM:

Levh-i mahfûz üzerine Allahü teâlânın ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile bilip taktîr ettiği şeyleri yazan, nasıl olduğu insanlar tarafından bilinemeyen kalem.

Allahü teâlâ kalemi yaratınca, ona yaz diye emretti. Kalem, Allahü teâlânın hitâbının heybetinden korkup titredi. Gök gürültüsü gibi yüksek bir sesle levh üzerinde hareket edip emrolunduğu şeyleri yazdı. (Nişancızâde)

Kalem Sûresi:

Kur’ân-ı kerîmin altmış sekizinci sûresi. Nûn sûresi de denir.

Kalem sûresi, Mekke’de nâzil oldu (indi). Elli iki âyet-i kerîmedir. İlk âyetinde geçen, kalem kelimesinden dolayı, Sûret-ül -Kalem denilmiştir. Sûrede, Peygamber efendimizin aklî mükemmelliği ve yüksek ahlâkı, O’nu yalanlayanların kötü vasıfları, ahlâksızlıkları, bencillikleri ve başlarına gelenler, onların inatçı ve inkârcı tutumları karşısında Peygamber efendimizin nasıl tavır takınacağı konuları bildirilmiştir. (Taberî, Senâullah Dehlevî)

Allahü teâlâ Kalem sûresinde meâlen buyurdu ki:

Nûn, kalem ve onunla yazılanlara andolsun ki, (ey Muhammed!) Sen deli değilsin. Rabbinin nîmetlerine kavuşmuş bir insansın. Doğrusu sana kesintisiz ecr (sevâb, mükâfât) vardır. Şüphesiz sen büyük bir ahlâka sâhipsin. (Âyet: 1-4)

Kim Kalem sûresini okursa, Allahü teâlâ ona ahlâkını güzelleştirdiklerinin sevâbını verir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

KALENDER:

İbâdetlerin görünmesine önem vermeyen, herkese tatlı söyleyerek kalb kazanmağa çalışan, farzları yapmaya dikkat eden ve dünyâya düşkün olmayan kimse.

Kalenderler herkese tatlı söyleyerek, güler yüzlü davranarak kalb kazanmaya çalışırlar. Farzlara dikkat ederler. Dünyâya düşkün değildirler. Bunlar riyâ, gösteriş yapmadıkları için melâmilere benzerler. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Kalenderler zamanla bozulmuş, Allahü teâlânın emirlerinden uzaklaşmışlardır. Zamânımızda kalender ismini taşıyan birçok kimse bu saydığımız şeyleri yapmıyor. Bunlara kalender yerine haşevî (Allahü teâlâyı mahlûklara benzeten, madde, cisim diyen kimseler) dense yerinde olur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

KALENSÜVE:

Takke ve her çeşit başlık.

İmâme yâni sarık, kalensüve ve her başlık ve bürka’ yâni peçe ve maske üstüne ve eldiven üstüne mesh etmek câiz değildir. (İbrâhim Halebî, İbn-i Âbidîn)

KÂLİB ALEYHİSSELÂM:

İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Yâkûb aleyhisselâmın on iki oğlundan Şem’ûn’un neslindendir. Babasının ismi Yuknâ’dır. Kendisine Yûşâ aleyhisselâmdan sonra peygamberlik verildi. Mûsâ aleyhisselâma bildirilen dînin emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etti (bildirdi).

Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Allahü teâlâya îmân edip, O’ndan korkanlardan (Yûşâ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ adındaki) iki kimse, İsrâiloğullarına dediler ki: “Ey İsrâiloğulları! Cebbârların (zâlimlerin) şehrinin kapısından hemen girin (onların iri cüsseli olmalarından korkmayın). Bir defâ kapıdan girdiniz mi (Allahü teâlânın yardımıyla) elbette siz gâliblerden olursunuz. Siz gerçekten mü’min kimseler iseniz. Allahü teâlâya tevekkül ediniz, güveniniz. (Mâide sûresi: 23)

Mûsâ aleyhisselâm Allahü teâlânın emriyle İsrâiloğullarını arz -ı mev’ûd (Filistin ve Sûriye) denilen yere götürmek üzere yola çıkınca, İsrâiloğullarının her kolundan birer temsilci seçerek, Filistin bölgesinde yaşayan cebbârların (zâlim hükümdârların) ve ahâlisinin durumu hakkında haber getirmeye gönderdi. Bu temsilciler arasında Kâlib aleyhisselâm da vardı. Gidenler, cebbârların ve ahâlinin iri cüsseli ve kuvvetli olduklarını görerek korktular. Gördüklerini İsrâiloğullarına anlatıp onları harbe gitmekten vaz geçirdiler. Temsilciler arasında bulunan Yûşâ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ aleyhimesselâm gidip gördükleri kimselerin, görüldüğü gibi kuvvetli olmadıklarını, görünüşte kuvvetli olsalar bile korkak ve kalblerinin zayıf olduğunu söylediler. İsrâiloğullarının, Allahü teâlânın yardımıyla o beldeleri feth edebileceklerini anlattılar. İsrâiloğulları, Yûşâ ve Kâlib aleyhimesselâma karşı çıkarak taşa tuttular. Kâlib aleyhisselâm da İsrâiloğullarının karşısında Mûsâ aleyhisselâmı yalnız bırakmayıp, yardımcı oldu. İsrâiloğullarının Tih çölünde kaldığı kırk sene içinde Mûsâ aleyhisselâmın yanından ayrılmayan Kâlib aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra, Yûşâ aleyhisselâma yardım etti. Yûşâ aleyhisselâm vefât etmeden önce Kâlib aleyhisselâmı yerine halîfe bıraktı. Yûşâ aleyhisselâmın vefâtından sonra İsrâiloğullarından ordu hazırlayıp, zâlim hükümdârlarla savaşıp, onları mağlûb eden Kâlib aleyhisselâm daha sonra Mısır’a gitti. Hazkîl aleyhisselâmla birlikte İsrâiloğullarının Mûsâ aleyhisselâmın dîni üzere kalmaları ve Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeleri için gayret sarf etti. Kâlib aleyhisselâm Mısır’da vefât etti. (Mirhaund, İbn-ül-Esîr, Nişancızâde)

KÂLÛBELÂ:

Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, kıyâmete kadar bütün zürriyetini zerreler hâlinde onun belinden çıkarıp; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye buyurup, onların da; “Evet, sen Rabbimizsin” diye verdikleri cevâbı ifâde eden söz. (Ahd ü Mîsâk)

KAMER SÛRESİ:

Kur’ân-ı kerîmin elli dördüncü sûresi.

Kamer sûresi Mekke’de nâzil oldu (indi). Elli beş âyet-i kerîmedir. Ayın yarılıp bölünmesi mûcizesi anlatıldığından Sûret-ül-Kamer denilmiştir. Sûrede, kıyâmetin yakın olduğu, buna rağmen müşriklerin nefislerine uyarak gerçekleri yalanladıkları, vakti gelince, zillet içinde kabirlerinden çıkacakları ve Resûlullah efendimizi yalanlamalarının cezâsını çekecekleri anlatılmaktadır. Ayrıca bâzı peygamberlerin kıssaları da bildirilmektedir. (Râzî, Kurtubî, İsmâil Hakkı Bursevî)

Allahü teâlâ Kamer sûresinde meâlen buyurdu ki:

(Bedr’deki) bu topluluk yakında muhakkak bozulup hezîmete uğrayacak ve arkalarına dönüp kaçacaklar. Daha doğrusu onların asıl azâb vakti, kıyâmettedir. O vaktin azâbı daha müthiş ve acıdır. (Âyet: 45-46)

KAMERÎ AYLAR:

Hicrî takvimde kullanılan on iki ay. Arabî aylar da denir. (Hicrî Sene)

Kamerî ayın hesaplanmasında, gökteki ayın dünyâmızın çevresindeki döndüğü zaman esas alınmıştır. Kamerî aylar bâzan 29, bâzan da 30 gün çeker. İslâm dîninde ibâdetlerin bu aylara göre yapılması emredilmiştir. Bunun sebeblerinden biri, Ramazan ayıdır. Zîrâ Ramazan ayı hicrî kamerî aylardandır. Mîlâdî seneye göre her yıl 10-11 gün evvel başlamaktadır. Onun için 33 senede tam bir devir yaparak senenin bütün günlerinde oruç tutulmuş olmaktadır.

Hicrî takvimde kullanılan arabî ayların adları sırasıyla şunlardır:

1) Muharrem, 2) Safer, 3) Rebî’ül-evvel, 4) Rebî’ül-âhir, 5) Cemâziyel evvel, 6) Cemâziyel âhir, 7) Receb, 8) Şâban, 9) Ramazan, 10) Şevval, 11) Zilka’de, 12) Zilhicce. (M. Sıddîk Gümüş)

KAMERÎ SENE:

Ayın yerküresi etrâfında on iki defâ dönmesi esnâsında ortaya çıkan yıl, sene. 354 gün.

Güneş yılı (Şemsî sene) kamerî yıldan 10.875 gün daha uzundur. Bu farktan dolayı 32.5 güneş yılı 33.5 kamerî sene olur. Kamerî sene sayısı, 0.97023 ile çarpılınca, güneş yılı olur. Hicrî şemsî sene sayısı 1.0307 ile çarpılınca, kamerî sene sayısı olur. (M. Sıddîk Gümüş)

KÂMET:

Kalkmak, ayakta durmak; farz namazlardan önce okunması sünnet olan ve ezana benzeyen sözler. (İkâmet)

Erkeklerin, farz namazlardan önce kâmet okumaları sünnet-i müekkededir (kuvvetli sünnettir). (Halebî)

Ezan ve ikâmeti işiten kimse müezzin ile berâber okur. (İbn-i Âbidîn)

Kâmet de ezan gibidir. Yalnız kâmette kelimelerin aralarında fâsıla verilmez. Bir de Hayye alel felâhtan sonra iki kerre “Kadkâmet-is-salah” söylenir. (İbn-i Âbidîn)

KÂMİL:

Tam, eksiksiz, olgun.

Îmânı kâmil olanınız, ahlâkı güzel olanınızdır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

Eğer îmânının kâmil olmasını istersen, kendini müslümanlardan yüksek görme. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki: “Bir kişi îmânının kemâlini (olgunluğunu) isterse, kendine insâf versin (tevâzu üzere hareket eylesin) ve fakîr olduğu hâlde sadaka versin. Bu iki huy, îmânı, kemâl derecesine yükseltir. (Süleymân bin Cezâ)

Her mü’min Peygamberimizi malından ve canından daha çok sever. Bu sevgisinin bir alâmeti, sünnetleri yapıp mekruhlardan kaçınmaktır. Bir mü’min bütün bunları yerine getirdikten sonra, mübahlarda da ne kadar ona uyarsa o derece kâmil bir müslüman olur. (İmâm-ı Rabbânî)

KAMÎS:

1. Gömlek, entâri.

Namazda, secdeye yatarken kamîs ve pantolon paçalarını yukarı çekmek mekrûhtur ve bunları yukarı çekip, kıvırıp namaza durmak da mekruhtur. (Halebî)

Resûlullah kamîs giymeyi severdi. Gömleğinin kolları, bileklerine kadar uzundu. (İmâm-ı Tirmizî)

2.  Kefenin parçalarından olup, entâri gibi uzun, dikişsiz gömlek. Erkeğin kefeninin üç parça olması sünnettir. Bunlar:

1) İzâr; genişliği bir metreden fazla ve baştan ayağa kadar olan bez parçası. 2) Kamîs; uzunluğu, omuzlardan ayaklara kadar olan uzunluğun iki katıdır. Bu uzunluk ortadan ikiye katlanıp, kat yerinden, baş geçecek kadar, düz kesilir. Kol ve etek yerleri kesilmez. 3) Lifâfe; uzunluğu başı ve ayağı geçen, baş üstünden ve ayak altından uçları büzülüp bezle bağlanan parça. (İbn-i Âbidîn)

KANÂAT:

Yeme, içme ve barınacak yer husûsunda bileğin emeği, alın teri ile kazanılana râzı olmak, başkasının kazancına göz dikmemek. Kanâat, çalışmayıp, sâdece eline geçeni kullanmak, tembel oturup, başka bir şey aramamak değildir. Aksine hırslı hareketlerden kaçınıp, gönül huzûru ile yaşamaktır.

Allahü teâlâ buyuruyor ki: “Ey kulum! Emir ettiğim farzları yap, insanların en âbidi olursun. Yasak ettiğim haramlardan sakın verâ sâhibi olursun. Verdiğim rızka kanâat eyle, insanların en ganîsi (en zengini) olursun, kimseye muhtâc kalmazsın (Hadîs-i kudsî-Berîka)

İslâmiyet ile şereflenen, hayâtı için yetecek nafakaya sâhib olan ve bunda kanâat eden kimseye ne mutlu. (Hadîs-i şerîf-Nisâb-ul-Ahbâr)

Kanâat tükenmez bir hazînedir. (Hadîs-i şerîf-Nihâye)

Kanâat eden azîz, tama’ eden (dünyâ lezzetlerini haram yollardan arayan) zelîl olur. (Hadîs-i şerîf-Nihâye)

Kim kanâat ederse, geçimi iyi olur. Kim tama’ ederse, (dünyâ lezzetlerini haram yollardan ararsa) geçim sıkıntısı çeker. (İbn-i Cevzî)

KANDİL GECELERİ:

İslâm dîninin kıymet verdiği mübârek geceler.

KÂNÛN-I İLÂHÎ:

1. Allahü teâlânın kullarının dünyâ ve âhirette huzûr ve seâdete (mutluluğa) kavuşmaları için Peygamberleri (aleyhimüsselâm) vâsıtasıyla insanlara bildirdiği emirleri ve yasakları, İslâmiyet.

2. Allahü teâlânın kâinâtta (varlık âleminde) koyduğu nizâm, düzen.

Yalnız duâ etmekle kendimizi aldatmayalım! Allahü teâlânın kânûn-ı ilâhiyyesine uymadan, sebeblere yapışmadan, çalışmadan duâ etmek mûcize istemek demektir. Müslümanlıkta hem çalışılır, hem de duâ edilir. Önce sebebe yapışmak, sonra duâ etmek lâzımdır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

KAPLAMA MESH:

Abdestte başın her tarafının mesh edilmesi.

Kaplama mesh şöyle yapılır: İki el ıslatılıp, üç bitişik ince parmak birbirine yapıştırılır. İç tarafları başın önünde saçların üzerine konur. Baş ve şehâdet parmakları hâriç üç parmak, başın arka tarafına doğru çekilir. Başın arkasında üç parmak kaldırılır ve avuç içleri saça değdirilerek öne doğru çekilir. Şehâdet parmağıyla kulak içi ve baş parmakla kulak arkası, elin dış yüzüyle de ense meshedilir. (İbn-i Âbidîn)

KÂR HADDİ:

Bir malı satarken, alış fiyatına veya mâliyeti üzerine eklenen fazlalığa, kâra konulan sınır.

Enes bin Mâlik radıyallahü anh buyurdu ki: “Medîne-i münevverede pahalılık oldu. Yâ Resûlallah! Fiyatlar yükseliyor. Bize kâr haddi koyunuz denildi. Resûlullah efendimiz;

“Fiyatları koyan Allahü teâlâdır. Rızkı genişleten, daraltan, gönderen yalnız O’dur. Ben, Allahü teâlâdan bereket isterim” buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-ül-Harâc)

Kâr haddi koymayınız! Fiyat koyan, Allahü teâlâdır. (Hadîs-i şerîf-Dürr-ül-Muhtâr)

Herkes malını, dilediği fiyatla satabilir. İslâmiyet’te kâr haddi diye bir şey yoktur. (İbn-i Âbidîn)

Esnâfın hepsi fiyatları, fâhiş olarak yâni mal oluş fiyâtlarının iki misline çıkarması, millete zarar ve zulüm hâline geldiği zaman; hükûmetin, tüccârlara danışarak, uygun bir kâr haddi koyması câiz olur. Hükümetin koyduğu bu fiyata uymak vâcibdir. (İbn-i Âbidîn)

KARÂBET:

Soy, süt ve evlilik yoluyla yakınlık, akrabâlık.

KARÂMİTA:

Milâdî dokuzuncu asırda Hamdan Karmat tarafından kurulan bozuk fırka. İsmâiliyye ve Bâtıniyye de denir.

Kûfe’de tüccârlık yapan Hamdan Karmat, Kûfe yakınındaki Dâr-ül-hicre adını verdiği yere bir konak yaptırıp, burayı müstahkem (sağlam) bir sığınak hâline getirdi. Câhilleri etrafına toplayıp Abbâsî halîfesine karşı isyâna teşvik etti ve bugünkü komünizmde bulunan mülkiyette ortaklık fikrini savundu. Karamita veya Karmatîlik adı verilen bozuk yolunu kurdu. İslâm dîninin emir ve yasaklarının bir çoğunun yersiz ve geçersiz olduğunu söyledi. (Abdülkâhir Bağdâdî)

Mecûsîler yâni ateşe tapanlar, İslâm dîninin yayılmasını önleyebilmek için, reisleri Hamdan Karmat 890 (H. 227)da Karmatî isyânını başlattı. Karamita devletini kurdu. Karmatîler, Ehl-i sünnet müslümanlara zulm edip şehîd ettiler. İslâm beldelerini harâb edip hac yollarını kestiler. Mekke-i mükerremeyi işgâl ettiler. Hacer-ül-esved’i Kâbe’den çıkarıp Basra’ya getirdiler. Cennet, dünyâ lezzetleri; Cehennem de, dînin emirlerini yapıp yasaklarından kaçınmaktır, dediler. Haramlara, güzel san’at ismini verdiler. İslâm dîninin kötü huy, fuhş (çirkin işler) dediği ahlâksızlıklara moral eğitimi diyerek gençleri sefâhete (bozuk işlere) sürüklediler. Devletleri İslâmiyet’e çok zarar verdi. 938 (H. 372)’de Allahü teâlânın gadabına yakalanıp mahvoldular. (Şehristânî)

Mazdek tarafından ortaya atılan komünist fikirleri temel alan Karamitaya göre, bütün fertlerin mallarının birleştirilmesi farzdır. Nikâh (evlenme) müessesesini de kabûl etmeyen Karmatîler, kadınlarda da ortaklığı kabûl ediyorlardı. Kıble olarak Mekke-i mükerremeyi değil, Kudüs’ü kabûl eden Karamita fırkası, şarap ve benzeri içkileri helâl sayarlar. (Abdülazîz Dehlevî)

KÂRÎ:

Kur’ân-ı kerîmi ezberleyen ve okuyan.

Nice kâriler vardır ki, Kur’ân-ı kerîm onlara lânet eder. (Hadîs-i şerîf-Keşf-ül-Hafâ)

Zamânımızda, Kur’ân-ı kerîm okurken tegannî yapan kârilerin nâmelerini işiterek; “Ne güzel okudu!” diyen kimsenin îmânı gider. (İmâm-ı Mâtürîdî)

KÂRİA SÛRESİ:

Kur’ân-ı kerîmin yüz birinci sûresi.

Kâria sûresi, Mekke’de nâzil oldu (indi). On bir âyet-i kerîmedir. Kâria’dan yâni kıyâmet gününden haber verdiği için, Sûret-ül-Kâria denilmiştir. Sûrede; Kıyâmetin kopması sırasında meydana gelecek olaylardan ve insanın âkibetinden bahs edilmektedir. (Muhammed bin Hamza, İbn-i Abbas)

Allahü teâlâ Kâria sûresinde meâlen buyurdu ki:

(Kıyâmet günü) Kimin tartılan (iyi) ameli ağır gelirse, işte o, hoşnûd edici bir yaşayış içinde olur. (Âyet: 6-7)

Kim Kâria sûresini okursa, Allahü teâlâ kıyâmet günü onun mîzânını (sevâb terâzisini) ağır getirir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

KÂRİN HACI:

Hac ile ömreye birlikte niyyet eden. Önce ömre için Kâbe-i muazzamayı tavaf ve sa’y edip, sonra ihrâm elbisesini çıkarmadan ve traş olmadan, hac günlerinde hac için, tekrâr tavaf ve sa’y yapan.

Kârin hacılar taş atıp, tıraş oluncaya kadar ihrâmı çıkarmayacağı için, ihrâmın men ettiği şeylerden her gün sakınmaları lâzım olur. Bu şeylerden sakınamayacak kimselerin mütemettî’ hacı olması uygundur. (İbn-i Âbidîn)

KARÎNE:

Emâre, alâmet. Bir şeyin hakîkatine delil olan şey.

Ağızda şarap kokusu, içki içildiğine karînedir. (Lübâb)

KARZ-I HASEN:

Ödünç verme, çarşıda benzeri bulunan herşeyi, belirsiz bir zaman sonra, aynısı geri verilmek üzere verme.

Bir adam Cennet’e girince, Cennet kapısının üstünde; “Sadaka veren, on katını alır; karz-ı hasen veren de, verdiğinin on sekiz katını alır” yazısını görür. (Hadîs-i şerîf-Câmi-us-sahîh, Müsned, Mu’cem-ül-Kebîr)

Karz-ı hasen verirken; şu gün ödeyeceksin şeklinde zaman tâyin etmemeli (bildirmemelidir). Çünkü zaman tâyin ederse, malı, misli yâni benzeri ile veresiye satmış olur ki, bu fâizdir. (Hamzâ Efendi)

Allahü teâlâ kendisine karz-ı hasenle borç verenleri bol bol mükâfâtlandıracağını ve onları Cennetlere koyacağını bildirmiştir. (İmâm-ı Şâtıbî)


RUSYA TARİHİ -5

Haziran 10, 2023

NOVGOROD «CUMHURİYETİ» VE  RUS KOLONİZASYONUNUN URAL  DAĞLARINA KADAR  YAYILMASI

Novgorod Cumhuriyeti

      Rus Devletinin teşekkülü sıralarında İlmen gölünün  kuzey sahilindeki Ostragard veya Novgorod  şehrinden  bahsetmiştik. Burası büyük ticaret yolunun  başında bulunmakla  İskandinavya-Bizans ticaretinde mühim rol oynamıştı. Kiyef şehrinin yükselmesi üzerine Novgorod’un ehemmiyetini kısmen kaybetmiş olmasına rağmen, Baltık ve Şimal denizleri kıyısındaki alman ticaret şehirlerinin parlaması (Lübeck, Bremen, Hamburg ve Danzig) ve Rusya’nın kuzeyindeki şehirlerle ticarete başlamaları, Novgorod’a yeniden önem kazandırmıştı; bunun neticesinde Novgorod şehri süratle inkişaf etti ve rus knezliklerinin, yalnız servet bakımında değil, saha itibariyle de en büyüğü oluverdi.

Novgorod şehri kurulurken beş ayrı “köy,, den veya mahalleden teşekkül etmişe benziyor. Bundan ötürü, şehir büyüdükten sonra da bu beş mahalle teşkilâtı muhafaza edildi; “uç,, (koncy) adıyla bilinen her mahallenin kendine ait iç idaresi olduğu gibi, her “uç„ un, şehrin dışında, tâ Urallara kadar ayrı ayrı “kolonileri,, vardı. Novgorod’un civarı münbit bir yer değildi, ziraat az miktarda yapılıyor, yiyecek ekseriyetle dışarıdan getiriliyordu. Fakat şehrin ticaret için gayet elverişli bir mevkide bulunması, nehirlerle Fin körfezine bağlanması, alman ve isveç tüccarlarının gelip gitmelerini kolaylaştırıyordu. Alman ve isveç tüccarları Novgorod’a Avrupa mamulâtı kumaşlar ve madenden yapılan eşya getiriyorlar; karşılığında da kıymetli kürkler, keten ve kendir, balmumu ve bol miktarda bulunan diğer ham eşya ve gıda maddeleri istiyorlardı. Avrupalı (alman ve isveç) tüccarlar senede iki defa Novgorod’a gelirler, alış veriş yaparlardı. Yazın Neva üzerinden su yolu ile, kışın da Livonya üzerinden kızaklarla gelip gidilirdi. Novgorod’da bu misafir (gosti) Almanlar için ayrı, İsveç’in Gotland adasından gelenler için ayrı misafirhaneler (“alman„ ve “got„ hanları) vardı. Novgorod tüccarları Almanlara ve İsveçlilere satmak için çok miktarda kıymetli kürk bulmak mecburiyetinde idiler. Bunun içindir ki Novgorod boyarlarının teşkil ettikleri askerî kıtalar, Sukhona, Vıçegda ve Peçora nehirleri boyunca tâ Urallara kadar giderek, buradaki yerli fin ahalisini vergi ödemeğe zorluyorlar, ve kürklerin toplanması ve muhafazası için müstahkem noktaları vücude getiriyorlardı. Yerli fin ahalisine “Yugra,, adı verilmişti; bunların hakikî adları Vogul, Zıryan ve Ostyak’lardır. Novgorod boyarlarının teşkil ettikleri kıtalar, “uşkuy,, adı verilen kayıklarla nehir boyunca iniyorlar, fin ahalisini yağma ediyorlar ve onları daimî vergiye bağlıyorlardı. Bu kıtalara “uşkuynik,, denilmesi bundan (yani kayıklarına nisbetle) ileri gelmiştir. Uşkuiyniklerin faaliyeti neticesinde Kama nehrinin baş kısımları da dahil olmak üzere, ilmen gölünden Ural dağlarına kadar uzanan geniş saha Novgorod “uç„larının hâkimiyeti altına alındı. Bu suretle samur, sincap, tilki gibi kıymetli kürklü hayvanların çokça bulunduğu saha Novgorod’un eline geçmiş ve rus kolonizasyonunun XII. yüzyıl içinde Batı Sibirya’ya dayanmasını mümkün kılmıştı.

Yerli beylerin bu rus tahakkümüne karşı ayaklandıkları da olurdu. 1187 yılında Yugra beylerinden biri isyan etmiş ve vergi memurlarını öldürmüştü. Fakat Novgorod’dan gönderilen kuvvet karşısında Yugra ahalisi yeniden inkiyad altına alınmıştı. Bu suretle, Novgorod’un alman ve isveç tüccarları ile yaptığı alış veriş Rusların Urallara kadar yayılmalarını desteklemiş oldu. Bunun neticesinde yerli fin ahalisi gittikçe Rusların basıncı altına girdi, Ruslarla karışmaya başladı. Ruslarla birlikte ortodoksluk ta “Yugra,, arasında yayılıyordu.

Novgorod idaresiı knez ve «Veçe»      

Novgorod şehri,  alman  ve isveç tüccarlariyle yaptığı  alış  veriş sayesinde zengin bir şehir oluverdi.  Ticaretin,  yüksek sınıfı teşkil eden, “boyarlar,,  yani  aristokrasi  elinde toplanmış olduğu biliniyor.  Şehrin  çevresindeki ziraata elverişli arazi de bunlara aitti. Bu arazi, mahsulün yarısı arazi sahiplerine, yarısı da ekip biçenlere ait olmak üzere, “ortakçı,, lar tarafından işleniyordu. Ural dağlarına kadar Novgorod’un yayılmasın temin eden “uşkuynik,, ler de yine bu boyarlar tarafından gönderilmişti. Bu suretle Novgorod’un maddî ve siyasî hâkimiyeti tamamiyle boyarlara aitti. Boyarlardan sonra, orta sınıf gelir, ki bunlar tüccarlar, sanat erbabı ve orta sınıf ruhanilerdi. Üçüncü tabaka da “kara halk,, tan teşekkül ediyordu. Bunlar, kürek çekmek, gemilerle gelen eşyayı boşaltmak gibi ağır işle geçiniyorlardı.

Novgorod boyarlarının servetleri arttığı nisbette, ötedenberi şehrin başında duran ve Rurik neslinden gelen knezlerin nüfuzu azaldı. Rus yurdunda eskidenberi devam edip gelen ve bir nevi demokrasi idaresini andıran halk (daha doğrusu ayrı zümrelerin başbuğları veya soyların büyükleri) toplantıları-“veçe,, lerin mevcudiyetinden bahsetmiştik. Novgorod’da bu veçe’lerin ehemmiyeti gittikçe büyüdü. Neticede knezlerin salâhiyetleri tahdit edildi ve hatta, XII. yüzyıl başındanberi şehir idaresindeki en büyük memuriyetlerin ancak Novgorod boyarları tarafından işgal edilebileceği kararlaştırıldı. 1136 da, Novgorod’da hâkimiyet süren kneze karşı ayaklanma oldu. Novgorodlular, knezin yüzüne karşı suçlarını söylediler. Knez bir müddet göz altında bulundurulduktan sonra Novgorod’dan kovuldu. Bu vakadan sonra boyarların nüfuzu büsbütün arttı. Mamafih Novgorod şehrinin knezlere ihtiyacı vardı, çünkü knez, askerî kuvvetin kumandanı sıfatiyle şehrin müdafaası için lüzumlu bir adam idi. Bunun için knezlik müessesesi büsbütün kaldırılmıyordu. Yalnız boyarların istediği şekilde idare etmeleri garanti altına alınmış oldu. Knez şayet bu karara göre hareket etmezse, Novgorodlular kendisine hemen yol veriyorlardı.

Suzdal Rusyası’nın yükselmesi üzerine, Suzdal knezlerinin Novgorod’u nüfuzları altına almak istediklerini görüyoruz. 1216 yılında Vladimir knezi ile Novgorod’lular arasında vukubulan “Lipitsk,, meydan muharebesi neticesinde şehir kendi muhtariyetini tamamiyle muhafazaya muvaffak olmuş, bundan böyle herbir knezin gelişinde, kendisiyle bir uzlaşma (“ryad,,) akdetmek usulü konmuştu. Buna göre, “veçe,, nin seçtiği bir boyar “posadnik,, (vali) ve bir “binbaşı,, (tısyatskiy) knezle birlikte şehrin idaresine filen iştirak edeceklerdi; bu suretle Novgorod şehri gittikçe bir “Cumhuriyet,, mahiyetini almış bulunuyordu. Hatta kilise teşkilâtında bile Kiyef metropolitinden müstakil bir idare kurduğunu görüyoruz. Novgorod’un ruhanî reisi olan “vladıka,, nın nüfuzu çok büyüktü. Yaroslav zamanında yapılan Sofya kilisesi yanında, “vladıka,, nın bir hanı bulunuyordu; burası Novgorod şehrinin idare merkezi mahiyetinde idi. Devlet hazinesi de burada saklanırdı. Ruhanî reisin, hatta kendisine ait askerî bir kıtası vardı. Bundan ötürü “vladıka,, nın dışardan gelme biri olmamasına Novgorodlular bilhassa ehemmiyet verirlerdi. Nitekim “vladıka,, hep Novgorodlu papaslar arasından seçilir ve bu suretle şehrin idaresine yabancı bir kimse karıştırılmazdı. Novgorod bütün bu durumlardan istifade ederek, rus şehirleri ve knezlikieri arasında kendine has bir idare kurmuş, serveti artmış ve nüfus sahası genişlemiş, tam manasiyle “hâkim bir şehir,, olmuştu. Bundan ötürü adı da “Bay Büyük Novgorod,, (Gospodin Velikiy Novgorod) idi.

Novgorod’a benzeyen ikinci bir şehir de Peypus gölünün güneyindeki Pskov şehridir. Burası da alman ve isveç ticaretine karışmış ve zengin bir şehir olmuştu. Fakat Novgorod’dan gördüğü rekabet, buranın fazla büyümesi ve genişlemesine mani olmuştu.

Galiç – Volin Knezliği

Ukraynalı’ların başlangıcı  

Doğu  Slav’larının  bir kısmı  Turla ( Dnestr) nehrinin  baş kısmından  Karpat  eteklerindeki iki   merkez   etrafında   toplanmışlardı.   Biri Galiç, diğeri de Vladimir-Volin bölgesi; buraların  Macaristan’a

komşu olması, oradaki rus (slav) hususiyetlerinin erkenden kaybolmasını icab ettirmiştir. Lehistan’ın katolik din ve kültür çerçevesine girmesi ve bu yüzden Karpat’ın doğu sahasında katoliklik propagandasının faaliyeti, Macar krallarının müdahaleleri bu çevrede yaşayan slav ahalisinin Kiyef Rusyası’ndan uzaklaşmasını mucip olmuştur. Bütün bunların icabı olarak bu sahada Ruslardan farklı bir “Ukrayna,, kavmi meydana gelmiştir.

Galiç (Haliç) knezliği Yaroslav Osmomısi (1152 – 1187) zamanında yüksek bir dereceyi bulmuştu. “îgor bölüğü destanı,, nda, bu kneze hitaben söylenen satırlar, onun kudretli bir bey olduğunu gösterir. Osmomısi’den sonra Galiç Knezliğinde iç karışıklıklar başgösterdi. Boyarlar Macarları davet ettiler.

Macar prensi Andrey bir müddet Galiç mıntakasını elinde tuttu. Fakat Lehliler tarafından koğuldu. Lehliler zamanında karışıklıklar devam etti. Nihayet Vladimir – Volm knezi Roman (1173 – 1205) Galiç Knezliğini kendi ülkesine kattı ve bununla büyükçe bir Galiç – Volınya Knezliği teşekkül etmiş oldu. Galiç-Volınya Knezliğinin en parlak devri knez Roman zamanına aittir. Roman 1205 te Lehliler tarafından öldürülünce, knezlikte karışıklıklar başgösterdi. Boyarlar, beyliğin idaresini kendi ellerine almak teşebbüsünde bulundular. Kiyef’ ten uzak olması itibariyle Lehistan’ın ve Macaristan’ın nüfuzu gittikçe çoğalmıştı. 1235 ten sonra knez olan Daniil Romanoviç zamanında Galiç-Volınya Knezliğinin yeniden parladığını görüyoruz. Oğullarının birisinin adile tesmiye edilen Lwow (Lemberg, Leopolis) şehrinin bu zamanda kurulduğu biliniyor. Bu şehir Tatarlar (Moğollar) tarafından tahrip edilen Galiç’in yerini tutmuş ve Ukraynalıların merkezi oluvermiştir. Galiç – Volınya ahalisinin, sonraki Ukraynyalıların nüvesini teşkil ettikleri kuvvetle muhtemeldir.

RUSYA TARİHİ BAŞLANGIÇTAN 1917’YE KADAR

Prof. Dr. AKDES NİMET KURAT


ENDÜLÜS’TE MUVAHHİDLER DÖNEMİNDE MÜSLÜMANLAR İLE HIRİSTİYANLAR ARASINDA SİYASİ İLİŞKİLER (Reconquista’nın Hızlanması 1147 – 1238)

Haziran 8, 2023

Endülüs’te Muvahhidler Döneminde Hıristiyan İspanya’nın Durumu (1147-1238)

Endülüs’te Muvahhidler dönemi boyunca Hıristiyan İspanya dört devletten müteşekkildi: Kastilya, Leon, Aragon ve Navar krallıkları. Portekiz krallığı ise, bu tarihten sonra diğerlerinden bağımsız bir siyaset çizgisine çekilmeye başladığı için onu farklı kategoride ele almak durumundayız.

Kastilya, Leon krallığı kendisinden bağımsız duruma gelmesine rağmen Hıristiyan İspanya devletleri içerisinde hem arazi ve hem de güç kaynakları bakımından en büyük ve en zengini durumundaydı. Bunu, 1137 tarihinde Katalonya veya Barselona Kontluğu ile birleşmesinden sonra gelişen Aragon krallığı izlemekteydi. Üçüncü sıradaki Leon krallığı, bağımsız olmasına rağmen İberya Yarımadası’nın kaderinde pek etkili olabilecek bir durumda değildi. Dördüncü olarak, Navar krallığı cesur ve metanetli karaktere sahip ancak, küçük bir ülkeydi.  

Kastilya Krallığı (930-1217, Leon-Kastilya: 1037-1157 ve 1217-1504)

Kastilya kralı VIIl. Alfonso’nun yaşı olgunlaşıp idareye hakim olmaya başladığı yıllardaki ilk önemli icraatı, Aragon devletiyle diğerlerine karşı 1170 tarihinde bir barış ve dostluk paktı kurmak olmuştu. Bu arada, İngiltere kralı Henry’nin kızıyla evlenerek durumunu daha da güçlendirdi. Bundan sonraki işi, kendi topraklarına girmiş bulunan Navarlılar üzerine yürümek oldu. 1173 tarihinde üç Navar şehrini işgal etti. İki yıl sonra, bu kez Aragon kralıyla birlikte Navar üzerine yürüdüler ve başarı elde ettiler. Ancak, Kastilya için asıl hedef Müslüman topraklarını ele geçirmekti.

VIII. Alfonso, 1176 tarihinde Kunka üzerine saldırdı. Dokuz aylık kuşatmanın ardından, kaleye Muvahhid yardımı gelmediği ve Kastilyalılara Aragon kralının da destek göndermesi üzerine 1177 tarihinde kale düştü. Bu yardımlaşmanın peşinden iki krallık aralarındaki. antlaşmayı tazelediler. Diğer yandan, Kastilya kralı Navar kralı ile de anlaşma yaptı ve aralarındaki anlaşmazlık konularında İngiltere kralı Henry’yi hakem tanıdılar. Henry, kendi kraliyet meclisine danışarak Kastilya’nın işgal ettiği üç Navar şehrinden çekilmesinden başka, Navar’a on yıl müddetle yılda otuz bin meravidi ödemesini kararlaştırdı. Her iki kral da bu karara uydular. Antlaşma, on yıl boyunca barış ortamını korudu. Ancak, aradaki anlaşmazlıklar bitmiş değildi. Kastilya ile Aragon arasında yeni bir anlaşma daha yapıldı. Bunun amacıysa, Reconquista hareketine karşılıklı yardımlaşarak hız vermek ve iki krallık için yapılacak işgal harekatının sınırlarını belirlemekti. 1179 tarihinde Cezule (Cazola) şehrinde yapılan antlaşmaya göre, Aragon Lekant sınır şehrine kadar olan Belensiye bölgesini, Kastilya ise Lekant sınırından aşağı güney bölgesini işgal edecekti.

İslam kaynaklarında adı “el-Bebuc” olarak geçen Leon­ Galicia kralı 11.Fernando öldüğünde, yerine IX.Alfonso adıyla oğlu geçti. Babasından farklı olarak yeni kral, Kastilya kralıyla süregelen kavga ortamına son vermek istedi ve bu amaçla VIII.Alfonso ile buluşarak ona itaat arz etti. Bundan sonra aralarında anlaşmazlık kalmadı. Hatta, Müslümanlara karşı yek vücut görünüm vererek Endülüs topraklarında Reconquista hareketini hızlandırmışlardır. 1182 tarihinde Kastilyalıların Şentefile beldesini, 1191 tarihinde Tuleytula Metropolitanı ve Kal’atü Rebah Şövalyeleri’nin Ceyyan ve Kurtuba topraklarını, yine Kastilyalıların 1194 tarihinde Şarat dağlarını (Siyera Morina) aşarak bazı Endülüs topraklarını istila etmeleri, Hıristiyan İspanyalıların kararlı tutumlarını gösteren delillerdi. Ancak, Muvahhidler kazandıkları büyük Erek zaferiyle (591/1194) bir süre daha Hıristiyanları durdurabildiler.

Erek zaferinden sonra, Muvahhidler’in Kal’atü Rebah’ı geri almaları ve Talebire-Tuleytula bölgelerinde tahripkar harekatları, durumu iyi değerlendiren Navarlılar’ın Kastilya topraklarına girerek bir şehri ele geçirmeleri, hatta Leon kralının Muvahhidler’in desteğiyle Kastilya arazisine saldırarak Curion’a girmesi gibi olaylar, İberya Yarımadası’nda ortalığın karışmasına yol açtı. Ancak, bu karışık ortamdan zararlı çıkan Kastilya ise, Aragon ile tekrar antlaştı. Aragon tahtında 11.Alfonso yerine şimdi 11.Pedro vardı. İki kral anlaşmalarının semeresini Navar, Leon ve destekçileri olan Muvahhidler’e karşı kazandıkları başarılarla gördüler.

Kastilya ve Aragon gibi iki dev krallığın ittifakına karşı tek başına hasım durumda kalmış olan Navar kralı VII. Sancho, diğer Hıristiyanlardan hiçbir zaman destek alamamış olmanın, hatta sürekli saldırı altında kalmanın verdiği tecrübeyle, Muvahhidler’in tam desteğini yanına alabilmek için 1199 tarihinde Merakeş’e gitti. Başkente varmak üzereyken halife el-Mansur öldü (595/1199) ve yerini alan oğlu Muhammed en-Nasır, kralı en güzel şekilde karşılayıp iki yıl konuk etti. Bu iki yıl zarfında aradaki ilişkiler güçlendi ve hatta kralın, en-Nasır’ın Mağrib’deki savaşlarına bile katıldığı sanılmaktadır. 1210 tarihinde Navar kral, en-Nasır’ı bu kez lşbiliye’ de tekrar ziyaret etti. Bu arada, Navar’ın merkezindeki boşluktan istifadeyle Kastilyalılar, daha evvel kendilerine ait olduğu halde Navarlılar’ın işgal etmiş olduğu Cibovisko vilayetinden başka, San Sebastian, Fuvante Rabiya, Balaskoga Kalesi, Adyarson Vadisi ve Elbe şehrini aldılar. Böylece Navar krallığı, 1200 yılı civarında topraklarından önemli bir kısmını kaybetmiş oldu. Aragonlular da bu arada boş durmadılar. Onlar da Navar topraklarına girdiler ve az da olsa bazı yerleri işgal ettiler.

Navar kralı Sancho’dan başka, Leon kralı IX. Alfonso da rakipleri olan iki büyük krallık Kastilya ve Aragon’dan çekindiği için Muvahhidler’ e sığındı ve onlarla ittifak yaptı. Bu olay İspanya’ da ve Avrupa’ da büyük yankı uyandırdı. Papa, derhal iki krala özel elçi göndererek bu hareketlerinden vazgeçmelerini, aksi halde kilise tarafından aforoz edileceklerini bildirdi. Bu arada, 1204 tarihinde Leon veliahdı yapılan IX. Alfonso’nun oğlu Fernando, Papalığın anne ve babasının evliliklerini önce geçersiz sayması, sonra ise bundan vazgeçerek tanıması üzerine bir meşruiyet sorunu yaşadı ve Leonlular bu huzursuzluğu böylelikle atlatmış oldular. Ancak, Kastilya kralı Leon kralından boşanan kızı Berenguela için mehir olarak Leonlular’a verilmiş olan toprakları geri isteyince arada yine çatışma çıkacaktı ki, Kastilya kralı bundan son anda vazgeçti. Asıl meselesinin Muvahhidler ile mücadele için Hıristiyan lspanyalıları birleştirmek olduğunu düşündü ve bunda da başarılı oldu. Önce, kendisi Aragon kralı II. Pedro ile sağlam bir ittifak kurdu. Sonra, Navar kralı VII. Sancho’yu 1207 tarihinde ziyaret ederek beş yıllığına barış antlaşması yaptı. Daha sonra, Kastilya kralı Aragon ile Navar krallarına antlaşma yapmalarında aracılık etti. Kastilya ile Leon devletlerinin anlaşmalarının ardından, son olarak Kastilya ile Portekiz krallığı arasında da antlaşma yapıldı. Böylece, Kastilya kralı VIII. Alfonso öncülüğünde bütün Hıristiyan İspanya ya da İberya devletleri tek bir cephe halinde Endülüs Müslümanlarına karşı yekvücut olmuşlardı. Bu birleşmede her zaman İspanyalıları barıştırarak Müslümanlara karşı sürekli kışkırtan Papalığın etkisi de büyük olmuştu.

Hıristiyanların bu birleşmesi, Muvahhid halifesi Muhammed en-Nasır’ı endişelendirdi. Hükümdar, Haçlı ittifakını dağıtmak amacıyla büyük bir ordu hazırlayarak Endülüs’e geçti (607 /1211). Önce Ceyyan sonra da İşbiliye bölgesinde (609 /1212) toprak iltihakı gerçekleştirdi. Kastilya kralı VI-11.Alfonso ve müttefikleri de bu arada savaş hazırlıklarını tamamlayarak, başlarında Fransa’dan gelen gönüllü rahip ve papazlar olduğu halde tam bir haçlı ruhu içerisinde savaş için hareket ettiler. İki ordu, Şarat dağları aşağısındaki İkab (Las Navas de Tolosa, Jaen) mevkiinde savaşa tutuştu. Sonuç, Muvahhidler için feci bir hezimet oldu (15 Safer 609 /17 Temmuz 1212). İkab yenilgisi, Endülüs’ün savunmasını üstlenmiş olan Muvahhid cephesinin çözülüşü ve peşinden gelecek olan bizzat Endülüs’ün yıkılışının habercisi niteliğindeydi. Nitekim bu yıkılış, Hıristiyanların aksine Müslümanların içeride birbirlerine karşı duyarsız tavırları yüzünden çıkan iç çekişmeler, isyanlar, liderlik kavgaları ve bu mecrada milli kaynakların yok edilmesi, dolayısıyla Endülüs birliğinin iyice parçalanması sonucu kısa süre içinde gerçekleşecekti.

İkab’ta kazandıkları zaferin semerelerini toplamaya koyulan VIII. Alfonso, İslam topraklarına girdi ve 1213 tarihinde Kalatü Rebah nahiyesini ele geçirdi. Ancak, o yıl ülkesinde kıtlık çıkması, insanların açlık ve hastalıktan telef olması üzerine Reconquista hareketini sürdüremedi. Yolu üzerinde bulunan Beyyase’yi kuşattı fakat, başarılı olamayınca başkentine geri döndü. Bir müddet sonra, 1214 tarihinde Portekiz kralıyla görüşmek için çıktığı yolda hastalanarak öldü. VIll. Alfonso, İspanya kralları içerisinde önemli bir yere sahiptir. Ülkesini, daha evvel I.Fernando ve VII.Alfonso zamanında olduğu gibi diğer krallıklar içinde siyasi ve askeri bakımdan üstün bir konuma getirmişti. Ülkesine imar ve ıslah işleri bakımından da büyük hizmetleri olmuştu. Mesela, 1209 tarihinde Palencia’ da İspanya’nın ilk üniversitesini kuran oydu. Yeni kiliseler inşa etmiş ve yeni piskoposluklar da kurmuştu. Kiliseye yeni imtiyazlar tanımıştı. Las Huelgas adlı meşhur Burgos Kraliyet Kilisesi onun kurduğu kiliselerdendir.

VIII.Alfonso’nun yerine, oğlu I.Henry Enrique geçti. Henüz onbir yaşında olduğu için annesi Elenor kendisine vesayet etti. Ancak, yeni kral kısa süre sonra 1217 tarihinde öldü. Kız kardeşi Dona Berenguela, derhal el-Beledü’l-Velid’e giderek kendisini Kastilya kraliçesi ilan etti. Ancak, oğlu gelince onun lehine tahttan feragat etti. On sekiz yaşında Kastilya tahtına geçen III. Fernando, 35 yıl sürecek iktidarı boyunca Leon krallığını da kendisine bağlayarak Endülüs topraklarının en büyük istilacısı olacaktır.

Leon Krallığı (911-1230, Leon-Kastilya: 1037-1157 ve 1217-1504)

1157 tarihinde Leon kralı olan 11.Fernando, hakimiyeti boyunca Muvahhidler ile bazen antlaştı ve bazen de antlaşmasını bozarak düşmanlığını göstermekten geri durmadı. En önemli icraatı, krallığı ile Portekiz arasındaki husumeti gidermek oldu. Portekiz kralı II.Alfonso, Galicia bölgesine saldırdığında, 11.Fernando onunla barış yapmayı tercih ederek kızı Urraca ile evlenmeyi kabul etti. Portekizliler’in işgal etmiş oldukları Leon toprakları da kızın mehri olarak kaldı. Anlaşma bununla kalmayıp, Reconquista hususunu da kapsadı. İki krallık, Müslümanlara karşı ittifak oluşturdu. 11.Fernando’nun en parlak askeri başarısı, Hükümdar Ebu Yakub Yusuf Şenterin’i muhasara ederken Portekizliler’e kolaylık olsun diye Kasareş’i kuşatması olarak görülmektedir (580/1184).

1188 tarihinde II.Fernando öldüğünde, yerine oğlu IX.Alfonso geçti. Bu esnada Leon şehri civarında Kastilya kralının sebep olduğu karışıklıklar çıktı. Yeni kral, derhal Leon’ da büyük bir meclis topladı. Şehir temsilcileri, eşraf ve papazların çağrıldığı meclis, İspanyol tarihçiler tarafından İspanya’nın ilk gerçek parlamentosu (Cortes) sayılmıştır. IX.Alfonso, babasının zamanında olduğu gibi daha çok Kastilya ve Portekizliler’den kaynaklanan problemlerle karşılaşıyordu. Kastilya, Leon’un savunma hattını teşkil eden büyük şehirleri işgal etmiş durumdaydı. IX.Alfonso, amcasının oğlu olan Kastilya kralıyla Curion’ da bir araya gelerek anlaşmanın yollarını aradı. Portekiz ile de barış antlaşması yaptı ve Sancho’nun kızı Teresa ile evlenip üç çocuk sahibi oldu. Ancak, karısıyla aralarındaki akrabalık bağı sebebiyle evlilikleri Papa Il.Urban (1088-1099) tarafından geçersiz ilan edildi ve boşanmak zorunda kaldı (591/1194).

1195 yılında, Kastilya ile Muvahhid orduları arasında cereyan eden Erek savaşını Kastilyalılar kaybettikten sonra Leon, hem Navar hem de Muvahhidler ile antlaşma yaptı ve dolayısıyla hem Doğu’dan ve hem de batıdan Kastilya topraklarına saldırılar başladı. Ancak, Kastilya kralı Doğu’ da Aragon ve batıda Portekiz ile anlaşarak bu saldırıları püskürtmeye muvaffak oldu. 1197 tarihinde Muvahhidler’in Talebire ve Macrit’e, Kastilya ve Portekizliler’in Leon ve Galicia’ya saldırmaları üzerine, Leon kralı Kastilya ile anlaşma gereği hissetti ve Kastilya prensesi Berenguela ile evlendi. Fakat, aradaki akrabalık sebebiyle bu evlilik de Papalık tarafından iptal edildi. Leon’un Kastilya ile olan anlaşmazlığı, Papa III.Innocent (1198-1216) ve Hıristiyan ileri gelenlerinin uzun süren çabaları sonunda bütün İspanya devletlerinin Kastilya liderliğinde birlik oluşturmalarıyla son buldu (604/1207). Nitekim, İkab savaşında (609 /1212) Muvahhidler’ e karşı birlikte oldular ve büyük bir başarı elde ettiler. Bu savaşın akabinde, 1213 tarihinde İslam topraklarına karşı harekete geçen Kastilya kralı VIII.Alfonso’ya yardım eden Leon kralı, Kasereş’i kendi namına almaya kalkışınca araya tekrar soğukluk girdi (611 /1214).

1217 tarihinde Kastilya’nın genç kralı 1.Enrique ölünce kız kardeşi Berenguela hemen eski kocası IX.Alfonso’ dan olma oğlu Fernando’nun tahta oturmasını sağladı. Bu durumda oğlunun Kastilya tahtına geçmesiyle iştahı kabaran Leon kralı, krallığı ile Kastilya’yı birleştirmek üzere harekete geçti. Ordusuyla Kastilya topraklarına girdi. Ancak, Burgos yakınlarına gelinceye kadar kraliçe ve oğlunun anlaşma tekliflerini reddeden kral, Kastilya ordusunun kendisine karşı hazırlandığını öğrenince, önce iki yıllık (614/1217), sonra da devamlı bir barış anlaşması yaparak (615/1218) emelinden vazgeçmek zorunda kaldı. Böylece iki krallık arasında barış sağlandıktan sonra IX.Alfonso, Reconquista hareketi çerçevesinde krallığına tahsis edilmiş olan İslam topraklarını işgal etme işine yöneldi. Yani, Haçlı savaşına kaldığı yerden devam kararı aldı. Bu amaçla, Leon ve Kastilya askerlerinden müteşekkil ordusuyla Kasareş şehrine saldırdı. Orduya mabet şövalyeleri de katılmıştı. Tam başarısız olduğu bir sırada, Liyün’dan gelen destek birlikleri sayesinde şehri ele geçirdi (626/1228).

1229 yılı sonlarında, Leon kralı bu kez bir başka Endülüs şehrine saldırdı. Maride yakınındaki Mentanceş (Montanchez) kalesini istila etti. Daha sonra Maride’yi kuşattı. el-Mütevekkil İbn Hud, şehri kurtarmak için koştuysa da Alfonso’ya yenilerek kaçtı ve şehir Batalyevs ile birlikte düştü (627/1230). Bundan birkaç hafta sonra, kral IX.Alfonso 24 Eylül 1230 tarihinde öldü ve yerini Kastilya kralı olan oğlu III.Fernando aldı. Böylece 1157 yılından önce olduğu gibi Kastilya ile Leon yeniden birleşmiş oldu. Kastilya krallığı da yeniden diğerleri içinde en büyük ve en güçlü İspanya devleti haline geldi.

III. Fernando Döneminde Kastilya Krallığı (1217-1252)

El Santo lakaplı III. Fernando, 1217 tarihinde Kastilya tahtına oturduktan ve 1230 tarihinde Leon’a sahip olduktan sonra krallığını diğer Hıristiyan İspanya devletleri içinde en büyük ve en güçlü konuma yükseltti. Aynı dönemde Aragon tahtında da kendisi gibi bir genç olan I.Jaime bulunmaktaydı. O da, Kastilya’ dan sonra büyük ve güçlü bir krallığın başında olarak, tıpkı III. Fernando’nun Orta Endülüs’te yaptığı gibi Doğu Endülüs topraklarını hızla işgal etmekteydi.

III. Fernando’nun saltanat döneminin en bariz özelliği, İslam topraklarına karşı yapılan Reconquista hareketinin başarısı olmuştu. İkab yenilgisinden sonra Muvahhidler çözülmeye başladı ve Endülüs’te üçüncü Mülükü’t-Tavaif dönemi ortaya çıktı. Yerel emirler arasında yeniden iç savaşlar yaygın bir hal aldı. Ayrıca, Muvahhidler’in merkezi Mağrib’te de taht kavgası çıkmıştı. Bu meyanda, Emir el-Beyyasi’nin Muvahhidler’ e karşı ayaklanarak Kastilya kralına sığınması, el-Me’mun’un Muvahhid tahtına sahip olabilmek için Kastilya kralından yardım istemesi ve kralın Hıristiyan ordusuyla ona yardım etmesi, Doğu Endülüs’te İbn Hud’un, Orta Endülüs’te lbnü’l-Ahmer’in ayaklanması ve bu iki emirin kendi aralarında liderlik çekişmesine düşmeleri, Kastilya kralının Müslümanları birbirlerine düşürme oyunları ve sonuçta Endülüs’te bölünme ve anarşinin hakim olması gibi olaylar, III. Fernando’nun Endülüs’ü işgal etme çabalarını kolaylaştırıcı unsurlar arasındadır.

1230 tarihinde Fernando, Enducer ve Ceyyan bölgesinden girerek Güney Endülüs içlerine kadar ilerledi. 1233 tarihinde Kurtuba ve lşbiliye taraflarına saldırarak tahribat yaptı. Aynı sene içinde Übbede şehrini ele geçirdi. İki yıl sonra da Endülüs’ün kalbi mahiyetindeki hilafet merkezi Kurtuba’yı işgal etti (Şevval 633 Haziran 1236). Peşinden Kurtuba civarındaki lsticce, el-Müdevver ve lştebbe gibi beldeleri ve diğerlerini istila etti. Bu arada, Endülüs’te kalan emirlerden İbn Hud ve İbnü’l-Ahmer Fernando’ya yaranmak ve himayesine girebilmek için birbirleriyle yarış ediyorlardı. İbn Hud vefat edince (635/1237), Güney Endülüs şehirleri Gırnata, Maleka ve el­ Meriye İbnü’l-Ahmer’e kaldı. Bundan sonra Fernando, Endülüs’teki diğer emirleri etrafında toplamasından korkarak bütün saldırı ağırlığını güçlü lider İbnü’l-Ahmer’e yöneltti. Onun memleketi olan Urcıne’nin de içinde bulunduğu Orta Endülüs bölgesine saldırılarını yoğunlaştırdı. Buna karşılık, İbnü’l-Ahmer de tehlikeli düşmanına karşı barış ortamı oluşturmak amacıyla ona itaat arzetmeye çabalıyordu. Nitekim, Ceyyan şehri ile birlikte pekçok kale ve beldeyi sulha mukabil Fernando’ya teslim etmek zorunda kaldı (643/1246).20

Fernando’nun yapmış olduğu işler içerisinde en önemlisi, şüphesiz Kurtuba’yı işgalinden sonra Endülüs’ün en büyük ve en önemli şehirlerinden biri olan İşbiliye’yi ele geçirmesi (647/1248) olsa gerektir. Ancak, lşbiliye’nin alınması Kurtuba kadar kolay olmamış, bilakis büyük bir askeri gücün muhasarasına karşı 15 aylık müthiş bir direniş sonunda şehir teslim olmak zorunda kalmıştı. İşbiliye’ den sonra hızını kesmeyen Fernando, 1248 yılı akabinde el-Vadi’l-Kebir’in güneyinde kalan Erkeş, Şezune, Şeluka (San Locar), Kadis ve diğer önemli Endülüs şehirlerini birer birer istila etti.

III. Fernando, dışta Müslümanlara karşı bütün gücüyle mücadele ederken içte de bazı düzenlemeler gerçekleştirdi. İdari mekanizmada iyileştirmeler yaptı. Şehirlerin yerel yönetimleri için kanunlar çıkarttı. Üniversiteleri destekledi ve asırlar boyunca İspanya’nın en büyük üniversitelerinden kabul edilecek olan Salamanca (Şelemenka) Üniversitesini inşa etti. Ele geçirdiği İşbiliye’de bahriye gücü oluşturmak amacıyla büyük bir tersane kurdu. Kendisi, Kastilya Deniz Kuvvetlerinin kurucusu sayılmaktadır. Bilhassa, oğlu X.Alfonso zamanında Kastilya donanması,  kuzey ve batıdan Mağrib’i tehdit eden tehlikeli bir güç haline geldi. Fernando’nun diğer önemli dahili ıslahatı da, ülke kanunlarını birleştirerek tanzim etmesidir. Bu amaçla “Kastilya Kraliyet Meclisi” adıyla devletin önde gelen hukukçularından müteşekkil bir yasama meclisi kurdu. Bu meclis, kanunları birleştirme ve toplu bir anayasa hazırlama görevini ancak X.Alfonso zamanında tamamlayabildi. Hazırlanan kanunlar mecmuası. Siete Partidas (el-Bünudü’s-Seb’a) adıyla anılmıştır. Ill. Fernando, 30 Mayıs 1254 tarihinde 54 yaşındayken öldü. Yerine, oğlu X.Alfonso kral oldu.

Aragon Krallığı (809-1137, Büyük Aragon Krallığı: 1137-1516)

Büyük Aragon krallığı, 1137 tarihinde Barselona Kontu IV. Ramon Berenguer’in katkısıyla Aragon ve Katalonya birleşmesinden meydana geldi. IV. Ramon’un ölmesinden sonra, Aragon tahtına geçen oğlu 11.Ramon Alfonso zamanında Kastilya ile ilişkiler, Alfonso Raimundez zamanından bu yana olduğu gibi iyi gitti. Bu iki büyük krallığı birleştiren gerçek etken ise, Müslümanlara karşı sürdürülen Reconquista siyasetiydi. Bu yolda 11.Alfonso, 1170 tarihinde Belensiye’yi istila edebilmek için güneye el-Vadi’l-Ebyad (Guadalaviar) tarafına saldırdı. Ancak, Emir Muhammed İbn Merdeniş eliyle bölgeye sahip olan Navarlı şövalye Pedro de Asagra, ne Aragon ve ne de Kastilya’ya katılmayı kabul etti. “Şentemeriyetü’ş-Şark Hakimi” adıyla bağımsız kalmayı tercih etti. Tuleytula Metropolitanı’ndan kendisine özel bir piskoposluk almayı da başardı. Daha sonra Pedro, Kastilya’ya bağlanacaktır.

1171 tarihinde Alfonso, el-Vadi’l-Ebyad bölgesine tekrar saldırdı. Bu kez burada Tarvil (Teruel) adında bir kale inşa ederek çevre arazileri gelirleriyle birlikte oradaki Hıristiyan halka tahsis etti. 1172 tarihinde Muvahhidler’in İbn Merdeniş (Reino Lobe) ile uğraşmalarından istifade ederek Belensiye topraklarına saldırdı. Şatıbe’ye kadar ulaştığında, Belensiye emiri kendisine cizye vermeyi ve Belensiye bölgesinin işgalinde yardımcı olmayı arz etti. Ancak, Endülüs kuvvetleri Hıristiyanları hem karadan hem denizden püskürtmeyi başardı ve Aragonlular’a Belensiye bölgesinden çekilmek düştü. 1179 tarihinde Alfonso, büyük bir orduyla tekrar Belensiye arazisine girdi ve Merbaytar sınır kalesini kuşattı. Ancak, Aragon’un Doğu Endülüs topraklarına karşı tekrarladığı saldırılar Kastilya’da endişeyle izleniyordu. Kastilya kralı VIII. Alfonso, arkadaşı II. Alfonso ile buluşarak Doğu Endülüs’ün işgali ve aralarında taksim edilmesi planını yaptılar. Bu arada, Navar ülkesini paylaşmayı da kararlaştırdılar. Planın uygulanması sırasında Kastilyalılar Navar’a karşı başarılı olup Aragonlular başarısız olunca, II. Alfonso arkadaşına karşı nefret duymaya başladı ve ileri bir adım atarak Navar kralı Sancho ile Kastilya’ya saldırmak üzere antlaşma yaptı (587 /1191).

Bu esnada, Kastilya kralı Muvahhidler’in büyük bir hazırlıkla Endülüs’e geçmekte olduklarını duydu ve tek başına onları karşılamaya çıktı. Ancak, Erek mevkiinde feci şekilde mağlup oldu (9 Şaban 591/19 Temmuz 1195).24 Cemaziyelevvel 592 (25 Nisan 1196) tarihinde 11.Alfonso öldü ve yerine küçük yaştaki oğlu Pedro, Büyük Aragon kralı oldu.

11.Pedro, iktidarına annesi Dona Sancha’nın vesayetinde başladı. Yaptığı ilk iş, Droga şehrinde ülke ileri gelenlerinden oluşan meclisi (cortes) toplamak oldu. Burada çeşitli heyet ve toplumsal sınıflara bazı yeni hak ve imtiyazlar verdi. Kısa süre sonra kral ile annesinin arası açıldığında, Katalonya hakimiyetinin kraliçeye tahsis edilmesiyle anlaşma sağlandı. Kastilya ile arada mevcut ihtilafları halletmek üzere iki kral, Tarasune’de (Tarazona) buluşarak anlaşmaya vardılar (601 /1204). Alfonso Raimundez’ den bu yana süren Kastilya­ Aragon ittifakı ve uyuşması, Il. Pedro zamanında iyice pekiştirildi. Bu ittifak önce Leon-Navar ittifakına ve sonra da Muvahhidler’e karşı İkab’ta (609 /1212) kazanılan başarılarda semerelerini verdi.

Il. Pedro, Pireneler’in ötesinde Aragon’a tabi durumdaki Provans eyaletiyle ve bazı Frank kontluklarıyla da meşgul olurken, Papalığa yaranmak ve bazı imtiyazlar elde edebilmek amacıyla deniz yoluyla Roma yolculuğuna çıktı. Yolu üzerinde Cenova ve Piza devletlerine uğrayarak el-Cezairu’ş­ Şarkıyye’ye saldırmak üzere onlarla antlaşma yaptı. Roma’da Papa III. Innocent’ın elinden Aragon-Katalonya kralı olarak taç giydi ve Roma’ya her yıl vergi vererek Papalığa bağlılığı, ayrıca Katolik dininin hamisi olarak ona hizmet etmeyi, kilisenin imtiyazlarına saygı göstermeyi ve kafirlerle savaşmayı kabul etti (601/1204). Roma’ da alınan karara göre, krallıkta kendisinden sonra oğulları başkent Sarakusta’da taç giyecekti. İşte, kralın Papalık ile yaptığı bu antlaşma, Katalanları çok kızdırdı. Kendilerinin rızası alınmadan ve kendileri adına böylesi bir bağımlılık antlaşmasını reddettiler. Bundan sonra Pedro’nun çıkardığı her türlü kanun ve düzenlemeyi de kabul etmediler. Ancak, Aragon Papalığa bağlılığını ve vergi vermeyi, taahhüdü gereği yerine getirdi.

Aragon krallığında ileri gelen toprak sahibi seçkinler ve büyük askerler, önemli şehir ve beldeleri ellerinde bulunduruyorlardı. Sahip oldukları yerlerin gelirlerini, savaşta kullanmak üzere emirlerinde besledikleri askeri birliklere harcıyorlardı. Bu yolla eşraf tabakası krallığın askeri gücüne hükmedebiliyor, dolayısıyla savaşta ve barışta kral onlara danışmadan bir şey yapamıyordu. Bu toprak ağalığı düzeni, babadan oğula miras yoluyla devrediliyordu. Pedro, bu düzenin kendisine olan zararını hafifletmek için uğraş verdi ve mülk sahiplerini kendisine tam itaat düzenine sokmayı başardı.

11.Pedro, İslam topraklarına karşı sürdürülen Reconquista’yı da unutmuş değildi. Ona göre bu iş, Aragon’un temel siyasi göreviydi. 1210 tarihinde çıktığı seferinde Belensiye topraklarına girerek Şentemeriyetü’ş-Şark bölgesinde Templier Şövalyeleri’nin desteğiyle pek çok kaleyi ele geçirdi. Pedro, Jaume adında tek bir çocuğa sahipti. Öldüğünde, oğlu Frank kont Siman de Monfor’un elinde rehindi. Ancak, Papalığın baskısıyla kurtulabilen l.Jaume, 1214 tarihinde ülkesine döndü ve Aragonlular-Katalanlar tarafından muhteşem bir törenle kral olarak karşılandı. Toplanan meclis, küçük kralın vesayetine şövalye tarikatı lideri De Monrado’yu tayin etti. Ancak, buna isyan eden kralın amcaları Don Fernando ile Don Sancho, tahta sahip olma mücadelesine başladılar. Bunun üzerine ülke içindeki bazı kontlar bağımsızlıklarını ilan ederek birbirleriyle çatışmaya girdiler. Jaume taraftarlarıyla rakipleri arasındaki savaş iyice kızıştı. Ülke ileri gelenleri tarafından desteklenen kral, sonunda rakiplerini altetmeyi başardı ve eşraf tabakasıyla bir barış antlaşması yaptı (625/1227).

Kral, bu arada 20 yaşına erişmişti. Dahili problemlerden başını kaldırabildiği takdirde, Müslümanlardan elde edeceği toprakların da daha fazla olacağının bilincindeydi. Bu yolda sarf ettiği uzun çabalar sonunda, el-Cezairu’ş-Şarkiyye bölgesini işgal etmeye muvaffak oldu (1229-1232). Belensiye bölgesinde de, öldürücü iç savaşlar altında kalan Müslümanlara saldıran Jaume, uzun süren çatışmaların ardından Belensiye’ye sahip oldu (Safer 636/Ekim 1238). Fiziki-coğrafi zenginlikleri ve güzellikleri nedeniyle bu şehrin kaybı, aynen Tuleytula ve Kurtuba’nın kaybında olduğu gibi İslam alemini uzun yıllar yasa boğacaktı. Hızını kesmeden ilerlemeye devam ederek, Belensiye bölgesindeki Daniye, Şatıbe, el-Ceziretü Şakar ve (Reconquista siyaseti içinde Kastilya ile anlaşmalarında Aragon’un payına düşen) daha pek çok İslam toprağını ele geçirdi. Mürsiye bölgesine gelince, Kastilya’nın işgal planına dahil olan şehir, Hudiler’ in elinde özerk bir yönetime sahipti. Yöneticiler, 1241 tarihinde Kastilya kralı III. Fernando’ya bağlılık arz ettiler. Ancak, işgal ettiği Belensiye’nin güvenliği için Jaume’nin gözü bu şehir üzerindeydi. Müslüman liderlerin buradaki hakimiyeti onu tedirgin ediyordu. Şehirde çıkan iç karışıklığı bahane eden kral, Kastilya kralıyla anlaşarak saldırıya geçti. Sonuçta, Mürsiye ve çevresine sahip olarak Müslümanların Doğu Endülüs’teki varlığına kesin şekilde son verdi (665/1266).

I.Jaume, 1269 tarihinde kara ve deniz güçlerinin başına geçerek Orta Doğu’ya Haçlı seferine çıktı. Yolda çıkan fırtınalar Aragon gemilerinin çoğunu batırdı, geri kalanları da Fransa kıyılarına sürükledi. Kral, elinde kalan az bir kuvvetle Şam’ın Hayfa limanına ulaşabildi ve Müslümanlara karşı oluşturulan Haçlı birliklerine katıldı. 27 Haziran 1276 tarihinde ölen I.Jaume, gerçekleştirdiği büyük Reconquista kazanımları sebebiyle el Conquistador (Fatih) lakabını aldı. Kendisi, Aragon krallığının gerçek kurucusu sayılır. Ayrıca, “Kral Jaume Tarihi” (Historia del Rey don Jaume) adıyla kendi adına bir tarih de yazdırmıştı. Ölümünden sonra krallık iki oğlu arasında taksim edilmiş, Aragon-Katalonya-Belensiye hakimiyeti büyük oğlu Pedro’ya, el-Cezair ve Frank Kontlukları idaresi de küçük oğlu Jaume’ye kalmıştı. Ancak, bu taksimat uzun sürmeyecekti.

Navar Krallığı (810 veya 820-1512)

Navar krallığının, iki büyük komşusu Kastilya ve Aragon ile çatışması kuruluş zamanlarından beri devam edegelmiştir. Krallık, VI. Alfonso zamanında Aragon ile birleşmiş sonra onun ölümüyle IV. Garcia Ramirez’in elinde bağımsız kalmış (1134), Garcia’dan sonra oğlu VI. Sancho kral olmuştu. Sancho, Kastilya ve Aragon ile her fırsatta toprak ihlalleri sebebiyle çatışmaya giriyordu. Bir ara, İngiltere kralı II. Henry’.nin tavassutuyla Kastilya ile barış yaptı. Barış süresince iç düzenleme yapma fırsatı buldu. İdare, güvenlik ve ticaret hayatını tanzim edici kanunlar çıkarttı. Öldüğünde, yerine oğlu VII. Sancho geçti.

VII. Sancho, Kastilya ve Aragon ile pek çok savaşa girişti. Hatta, iki komşu kardeşlerinin kendisini parçalayarak paylaşmalarından korktuğu için Muvahhidler ife ittifak antlaşması yaptı ve bu yüzden Papa tarafından şiddetle kınandı. Papazların zorlamalarıyla gelen barış ise, bundan sonra İspanya devletlerini birleşmeye sevk etti. Bu arada, Navar da Kastilya ve Aragon ile barış antlaşması yaptı (604/1207). Bu Hıristiyan birliği, Muvahhidler’e · karşı ilk zaferini İkab savaşında kazandı (609/1212). VIl.Sancho elinde krallığın kaderinde önemli değişmeler oldu. Kralın en büyük problemi kendisinin yerini alacak bir oğlunun olmamasıydı. Bu durumda, tahtın tek varisi kız kardeşi kraliçe Blanca idi. Kral ise, Blanca’nın oğlu Champagne Kontu Teobaldo’dan nefret ediyordu. 40 yıllık saltanatının son günlerinde hastalanarak Tütayle şehrine çekildi. Hemen . Aragon kralı 1.Jaume’e bir elçi göndererek tahtının varisi konusunda kendisine yardımcı olmasını istedi. Jaume ile bu hususta bir anlaşma yaptı (629 /1231). Antlaşmanın içeriğinden ziyade, Sancho’nun ölmesinden (632/1234) sonra Jaume’un bu anlaşmayı uygulamayışı daha önemliydi. Çünkü, Jaume kendi iç karışıklıkları ve Belensiye bölgesini işgal meseleleriyle meşgul olurken, bir de Navar tarafından gelecek sorunla karşılaşmak istememiş, bu durumda Navar tahtı da Teobaldo’ya kalmıştı.

Navar tahtında meydana gelen bu değişiklik, krallığın Hıristiyan İspanya devletlerinin bağlı alanından çıkarak Fransa’nın nüfuz alanına girmesine ve daha da önemlisi, İberya Yarımadası’nın problemlerinden uzaklaşmasına vesile olmuştu. İşte, VII. Sancho sebebiyle gelen tarihi değişim bu olmuştu. I.Teobaldo, artık İspanya devletleriyle didişmek zorunda kalmadan hareket eder olduğu için, ölümü de doğuya yaptığı Haçlı seferi (Altıncı Haçlı Seferi) esnasında oldu. İktidar yılları, içerde geleneksel idare kanunlarına uymayıp halkın ruhuna hitap edemediği için Navar halkıyla sürekli anlaşmazlık ve çatışma halinde geçti. Tahtına varis olarak, kraliçe Margarita’nın vesayetinde beş yaşındaki oğlu Teobaldo’yu bıraktı. Bu durumda Kastilya’nın kendi ülkesine karşı kadim iştahını hatırlayan kraliçe, devleti Aragon kralı I.Jaume’un himayesi altına soktu. Ancak, kraliçenin korktuğu ·başına geldi ve Kastilya kralı Navar topraklarına girdi.

Ona karşı antlaşması gereği süratle harekete geçen Aragon kralı ise, ancak rahiplerin araya girmesi ve iki kralı barıştırarak bu arada yeni evlilik bağlarının kurulması sayesinde durdurulabildi. Böylece, Navar kralı 11.Teobaldo selamet içinde ülkesini yönetebildi. Daha evvel yapılmış olan anlaşma gereği, Jaume’un kızıyla evlenmesi gerekirken bunu yapmadı ve Fransa kralı IX. Luis’nin (Aziz Luis) kızıyla evlendi. Luis ile birlikte doğuya yapılan Yedinci Haçlı Seferine katıldı ve krala Tunus yolculuğunda refakat ettiği sırada öldü (669/1270). Yerini, kardeşi I.Enrique aldı. 1274 tarihinden itibaren Navar krallığı yüz yıl kadar Fransa krallığının himayesi altında kaldı.

Portekiz Krallığı (1109-1910)

Krallığın kurucusu olan kral Alfonso Henriquez, özellikle İslam topraklarına karşı istlla hareketine önem vermişti. 1147 tarihinde Üşbune ve Şenteri’n’i, 1160 tarihinde Kasru’l-Feth’i (Kasru Ebu Danis, Alcacer de Sol) ele geçirmişti. Ancak, halife el-Mansür bu sonuncu kaleyi geri aldı (587 /1191). Alfonso, Batalyevs’i 1169 tarihinde aldıysa da Muvahhidler’den kurtaramadı. Son olarak da, 1177 tarihinde Bace şehrini işgal etti. 1185 tarihinde öldüğünde yerine oğlu I.Sancho geçti.

l.Sancho da babası gibi Reconquista siyasetine milli ve dini duygular içerisinde sürdürdü. Portekiz bölgesinde kalan İslam topraklarını ele geçirmeye çalıştı. İktidarının ilk yıllarında savaşın harap hale getirdiği yerleşim yerleri ve kaleleri onardıktan sonra Müslümanlara karşı saldırıya geçti. Doğuya gitmek için hazırlanmış (1189) Haçlı ordusunun desteğiyle işgal ettiği Şilb şehrini, 1191 tarihinde Muvahhidler’e bırakmak zorunda kaldı. Endülüs’ün batı bölgesini teşkil eden bu bölgede, iki taraf arasındaki Şilb merkezli çatışmalar yıllarca sürdü. Sancho’yu Müslümanlardan başka devamlı meşgul eden bir diğer konu da, Papalık ile aralarındaki anlaşmazlıktı. Anlaşmazlığın iki sebebinden birisi, babası Alfonso’ nun Papalığa vaadetmiş olduğu yıllık vergiyi Sancho’nun reddetmesi, ikincisi ise kral ile rahipler, özellikle Uburtu (Porto) ve Kulumriye piskoposlarıyla arasında çıkan sürtüşmeydi. Piskoposlar, kralın kiliselere girmelerini çıkarttıkları bir kararnameyle yasaklamışlardı. Bu karar, ancak kralın 1211 tarihinde ölümünden sonra kaldırıldı. Sancho’nun yerini, oğlu II. Alfonso aldı.

II. Alfonso ile kont kardeşleri arasında ilk yıllarda çıkan hakimiyet kavgaları, ancak papalığın müdahalesiyle son buldu. II. Alfonso zamanının en önemli siyası olayı, babasının yaptığı gibi doğuya gidiş yolundaki Haçlılar’ın yardımıyla Kasru Ebu Danis’i işgal etmesi (614/1217) sayılabilir. Son yıllarında Alfonso ile Papalık arasında, rahiplerle tekrar anlaşmazlığa düşmesi yüzünden çatışma yaşandı. Papa, bu kez de kralı dini yasaklamalarla tehdit ettiyse de kral buna aldırış etmedi. Ancak, bu olaydan sonra fazla yaşamadı, Mart 1223 tarihinde öldü. Yerini oğlu II. Sancho aldı.

II. Sancho, bir meclis toplayarak rahipler ve amcalarıyla devam eden anlaşmazlıkları barışla halletti. Sonra, ülkesi çevresinde kalan toprakları almak için Müslümanlara saldırmaya hazırlandı. Müslümanlara karşı yaptığı savaşı Haçlı savaşı olarak vasıflandıran Papalığın ve doğuya giden Haçlı ordularının da desteğiyle, 1226 ile 1243 seneleri arasında Vadi Ane (Guadiana) kıyısından kendi tarafında kalan İlfas (1226), Şerhe ve Cilmaniye kaleleri, Mirtele, Şilb (1242) ve Tabire (Tavira) gibi pek çok yeri ele geçirdi. Buna rağmen, Sancho ülkesinde huzuru sağlayamadı. Çünkü, rahiplerle olan anlaşmazlık dinmemişti. Kral, dünyevi yetkileri yanında adli selahiyetleri de elinde bulunduruyordu. Rahiplerse buna karşı çıkıyor ve adli yetkilerin kendilerine bırakılmasını istiyorlardı.

Rahiplere verilen ilave imtiyazlar, peşinden seçkinlere de verilmesini gerektiriyordu. Dolayısıyla, ayrıcalık kazanma yarışması kraliyetin askeri ve mali yönden zayıflamasına sebep oldu. Rahiplerin ve seçkin tabakanın imtiyaz baskısı, ayrıca kralın kardeşleri Alfonso ve Fernando ile amcası Pedro’nun tahta sahip olma çabaları kralı iyice bunaltmıştı. Bu arada, Papalığa yakın duran Alfonso, İtalyan Bologna prensesi Matilda ile de evlenince, ülkedeki rahiplerin umudu haline geldi. Alfonso taraftarlarının isteğiyle Papa IV. Innocent, 1245 tarihinde Sancho’nun tahtı kardeşi Alfonso’ya devretmesini öngören karar çıkardı. Alfonso, taraftarlarıyla birlikte Üşbune sınır şehrine çekildi ve orada kral ilan edildi. Bu durumda, Sancho ülkeden kaçarak kendisine yardım vaat eden Kastilya kralı III.Femando’ya sığındı. Fernando, oğlu Alfonso komutasında bir orduyu yeni kral III.Alfonso’ya karşı gönderdi. Ancak, Alfonso, tahta eşrafın isteği ve Papalığın emriyle geçtiğini, ülke ileri gelenleri ve halkın ekseriyetinin kendi yanında olduğunu söyleyerek Kastilya kralının oğlunu ikna etti ve Kastilyalılar savaşmaksızın geri döndü. Bundan sonra mahlu kral Sancho, kalan ömrünü Tuleytula’ da göz hapsinde geçirdi ve 1248 tarihinde öldü.

IIl. Alfonso, 1245 tarihinde iktidarı ele geçirdikten ve Sancho’yu bertaraf ederek kendisini sağlama aldıktan sonra Müslümanlara karşı saldırıya geçti. Şentemeriyetü’l-Garb’ı 1249 tarihinde ele geçirdi. Kendi ülkesine yakın bölgelerde işgal etmedik İslam toprağı bırakmadığı gibi, Vadi Yane nehrini geçerek Endülüs’ün batı bölgesi topraklarına doğru ilerlemeye başladı. Ancak, girdiği bölge Kastilya krallığının Reconquista planına dahil yerler olduğu için geri çekilmek zorunda kaldı.

Reconquista

Endülüs’te Müslüman-Hıristiyan İlişkileri

Dr. LÜTFİ ŞEYBAN 


Mardin

Haziran 8, 2023