ALEVİLİK veya NUSAYRİLİK
(Seyyid Abdülhüseyin Mehdi Askerinin (H. 1400 münasebeti) Kuveyt’te yayınlanan eserinin özeti olarak tercümesidir.)
Bilindiği gibi İslâmiyet Arap yarımadasında zuhur etti. Bu bakımdan tabir caizse, ilk muhataplar Araplardı. Dolayısıyla onlar eliyle ve merkezden muhite doğru hızla yayıldı. On yılda bütün Arap yarımadasını tuttu. Ve hemen işaret edelim ki, daha bu noktada bile putperest, hristiyan ve yahudi inançlı birçok kişi ve kabilenin çıkarları haleldâr olmuştu. Bu yüzden de daha o günlerde birtakım suikastler, yıkıcı plân ve gizli teşkilâtlanmalar olmuştu.
Sınırlar; Şam’a, Mısır’a, Irak ve İran’a uzanınca da, daha geniş bir cephe ile karşılaştı. Mecusi, Hindu, Yahudi, Hristiyan vs. gibi çeşitli din mensupları İslâm’a girdi. Bir kısmı eski alışkanlıklarını devam ettirirken, bir kısmı da kasten ve sırf İslâmî İçinden bozmak için eski dinlerindeki bazı ilke ve inanışları İslâmî renkte ve İslâmi tabirlerle yaşatmaya, yaymaya çalıştı.
İşte çeşitli hurafe ve sapık inanışlar, bunlara bağlı mezhepler böyle zuhur etti:
(Bunun en çarpıcı yönü ise, İslâmi temaları ve kutsal mefhumları aşırı noktalara vardırma tutumudur ki, buna «Ğulüv» denir. Bu tür ifratçılara da «Ğulat» veya «Galiye» tabir edilir.) Bunlar ister tarikat, ister mezhep adı altında olsun, İslâm şeriatının hududunu aşan, onu çığırından çıkaran, batıl noktaya vardıran davranış ve düşünüşlerdir. Her devirde de dış düşmandan çok daha zararlı olmuşlardır. Hele bir de «Nusayrilik» gibi özellikle islâmdan intikam almak için ortaya atılmış bir nazariye olursa!…
Nusayrilik türünde; İsmailiye, Safeviyye. Mevlevilik, Bektaşilik, Babailik, Bahailik. Kadyanilik sayılabilir. Ama bizim konumuz ve bütün bunların en eşedi katıksız kâfiri Nusayriliktir ki; şu an Suriye topraklarında on binlerce sünni müslümanın can ve namusunu çiğnemektedir….
Kurucusu ve Tarihçe:
Nusayriliğin kurucusu, «Ebu Şuayb M. bin, Nusayr en-Numeyri el-Basridir. H. III. cü asırda yaşadı. Acem asıllı ve (şiaca meşhur) on iki imamdan Ebulhasen el-Askeri’nin kölesiydi. Onunla beraber; Aliyyül-Hâdi (214-254), Hasenül-Askeri (230-260) ve Muhammed Mehdi; (255 -?) dönemini idrak etti. Onların çevresinde Şii kültürüyle büyüdü.
Ve bu İbni Nusayr, kendisini «Bab» olarak tanıttı. Ama Hasan Askeri’nin vefatından, sonra ve özellikle Mehdi’nin kayboluşuyla fitnesini daha da ileri götürdü ve kaybolan M. Mehdi’nin ölmediğini ve geri geleceğini söylerken fitneci Askerinin de ilah olduğunu ve kendisinin Peygamber olarak gönderildiğini açıkladı.
Çünkü o Gulat’ın inancını esas alıyor. Allah’ın bû zatın şeklinde tecelli ettiğini ifade ediyordu.
Esasen bu iddiasını Hasan Askeri zamanında da ortaya atmıştı ki; o zat bir dostuna yazdığı mektubunda; «İbni Nusayrin dediklerinden teberri ederim, Allah’a sığınırım. Allah ona ve iddiasına lanet etsin…» diye yazıyordu.
Bu Nusayri taifesi bugün, Türkiye’nin güneyinde, Lübnan’ın kuzeyinde, Suriye’nin sahil ve dağlık bölgelerinde, Türkistan ve İran’da oldukça kalabalıktır.
Bu isim (Nusayrilik) dinî ve tarihî bir ünvandır. Ama mahalli olarak değişik isimle anılırlar. Meselâ, Anadolu’nun batısında «Tahtacı», İran’da «Alevi veya Aliye tapanlar» diye tanınırken; Türkistan’da ve Türkiye’de ayrıca «Kızılbaş» tabiriyle de anılırlar. Bir yönüyle Şii istılahlarıyla konuşan ve kullanan bu taife, bir yönüyle de Batıniliğin en aşırısını yaşarlar…
Öte yandan, birçok inanç ve işlerinde de; Yahudi, Hristiyan ve Mecusi gibidirler…
Hal böyle iken; Fransa’nın I. Dünya Savaşı sonrası, Suriye’yi ve Türkiye’nin güney kısmını işgali sırasında bu taifeye dayanmış, buna karşılık da, ilerde Nusayrilere bu bölgede devlet kurma va’dinde bulunmuşlardır. Bu arada, Nusayriliğin, hem şiiler hem sünnilerce kâfir ve mürted sayıldığı için, tutunabilmesi bakımından Fransızlar bu taifeyi «Aleviler» diye tanıtmayı uygun gördü ve Nusayriler de bu ismi benimsediler. Çünkü İmam Ali’ye nisbet edilmiş olmak, İbni Nusayre nisbetten daha garantiliydi…
1 — «ĞULÜV» ve «ĞULAT»
Ğulüv, bir üslup ve tutum ifade eder. Ama İslâma karşı bir hareketin tavrı ve adıdır… Gayesi; İslâmı içinden vurmaktır. Ve tabii en tehlikeli ve en müessir bir yıkım metodudur bu…
Çünkü İslâma karşı olduğunu belirtme şöyle dursun, ona hizmet onun gerçeğini bulmak sloganıyla meydana çıkıyor… İslâm tabirlerini kullanıyor, İslâm büyüklerinin adını kullanıyor. Meselâ; Hak diyor. Rıza diyor, Muhammed ve Ali diyor, bütünüyle İslâmî savunur görünüyor… En hararetli savunucu gibi…
Ğulüv: aşırılık ve aşırı gitme, işi çığırından çıkarma, çığırtkanlığı ile de hak yoldakileri itham edip hain ve zalim ilân etme manalarını içine alır. Bu anlamıyla, ehli sünnet dışındaki her fırkada bu tavır vardır. Ancak «Galat» ismi, «sevgide aşırı giderek beşeri ilâhlaştıran zümreler» için kullanılmıştır.
Ve ilk bakışta bu tipler belli olur. Meselâ; «salih kişiler, meleklerden de, nebilerden de üstün olur» diyebilen bir Sünni çıkabilir. O ğulüv, yapmıştır. Yahut; «Allah hakkıyla tanıyan ve fena fillah derecesine varan kişiden şer’i sorumluluklar düşer» diyebilen bir ehli tarik çıkabilir. O da ğulüvdedir. Aşırılığa düşmüştür… Yine: «Resulullah, benden sonra nebi yoktur. Allah’ın dilediği müstesna» buyurdu, diyerek; yeni peygamber gelmesine cevaz verenler olabilir. (Mutezile gibi). Habıti (H. 232) nin dediği gibi: «Alkıh kadim Halîktir, Meryemoğlu İsa ise hadis halîk İddiası, domuzun beyni ve yağı helâl diyen, tenasuha inananlar olur. Hariciler gibi; namaz, iki rekat sabah, iki yatsıdan ibarettir diye sadece Hud suresinin 114. ayetini alıp öbür ayetleri pas geçenler bulunur.
Meymuniye (ki yahudi İbni Meymunun kurduğu sistemdir) gibi kişinin torunlarıyla nikâhının caiz olduğunu iddia edenler olmuştur. Halbuki sadece, Yusuf suresini okumak yeterdi, anlamak için… Hepsi ğulüv, aşırılık ve sapıklıktır…
Ama «Ğulüv» adeta Şia mezhebinin asli sıfatı, tavrı ve bir ana prensibi olarak biline geldi… Ve bunun kaynağı ve ilk muharrik sebebi de, imamet meselesidir. Ehl-i beyt sevgisinde aşırı gitmeyle başlar. Ama hemen kaydedelim ki; Şianın bütün kollarında Ehl-i beyt sevgisi ve İmametin evlad-i Aliye vasiyyet edildiği iddiası varsa da, ne İsnaaşeriye, ne de Zeydiye veya Caferiye, Gulat’a benzer. Onlarda Gulüv yoktur. Bunlar arasında, aşırıların bulunabilmesi de toptan bu zümreleri itham etmeyi gerektirmez…
ulüv: Haddi aşmaktır. Bir şeyden maksat neyse, onun dışına taşmaktır. Kur’an-ı Mübin’de: «Dininizde aşırı gitmeyin» buyuruluyor. Hadisi şerifte de: «Dininde ğulüvden menederim, çünkü sizden önce geçen milletler dinde aşırılıklarından battılar» buyuruldu. Çünkü Allah’ın dini orta yoldur, ifrat ve tefriti meneder. Ulema bu tutum ve tavrı çeşitli şekilde tarif eder. Meselâ «Gulat», müslüman görünümünde bulunan ama Ali ve evladına uluhiyet isnad ederek, onlara bağlılığını güya ki böylece ifade eden garip tiplerdir. Onları olduğundan fazla göstermekle bu sapıklığa düşmüşlerdir. Abdülkerim Şehristani’nin ifadesi ise şöyle: «Galiye taifesi, İmam edindikleri zevat hakkında aşırı görüşlere saplanan, yaratılışa bile karşı gelen bir garip kafa yapısına sahiptir. Çünkü beşere ilahlık isnadeden kişi hangi çağda yaşarsa yaşasın vahşet hali göstermiş olur.».
İbni Haldun ise «Gulat», İmamlara uluhiyet isnad etmekle imandan çıkmanın ötesinde akıl hududlarını da çiğnerler. İster beşeri ilâh saysın, ister uluhiyetin o beşere hûlul ettiğini (onun içine girdiğini, onda tecelli ettiğini) iddia etsin…» diyor.
Gulat Taifesinin En Belirgin Kanaati:
1-Hulül:
Bu görüş, Gulat’ın en baş ve temel sapma noktasını teşkil eder.
Bu, ilâhın bütünüyle veya cüzi olarak yahut zatıyla veya ruhuyla beşere geçmesi demek olur. «Gulat», bu halin peygamberlerde veya imamlarda vuku bulduğunu savunur. Geçmişte bu oldu. Hristiyanların «Allah İsa şeklinde cesetlendi» demesi. Hint dinlerinde tanrılarının bazı insan ve varlıklarda görünmesine inanışı böyledir. İslâmi dönemde ise bunun mucidi, yahudi dönmesi Abdullah İbni Sebe’dir. Bunlara göre Ali (RA.) gerçek anlamda ilâhtır. Bu Sebeiyye görüşüdür. Beyaniye ise. Ali’ye cüz’î şekilde uluhivvet girmiştir, dolayısıyla o gaybi bilir der.
Hattabiye taifesine göre ise, İmam Ali ilah, Hasan ve Hüseyin’in evladı ise Allah’ın evlatlarıdır. Bu iddia Ca’fer es-Sadık’a ulaşınca onlara lanet etmiştir. Ama Hattabi mel’un bu sefer de kendisinin ilah olduğunu iddiaya kalkmıştır.
Şeriyye zümresi, «Allah; Muhammed, Ali, Hasan-Hüseyin ve Fatîmâ’ya hulûl etti» der.
Nusayrilere göre ise; «Allah Ali’ye hulûl etmiştir. Ali daha yer gök yaratılmadan vardı…» İbn Nusayr, aynı zamanda Ebulhasen Askerinin de tanrı olduğunu savundu.. Kendisinin de peygamber olarak onun tarafından önerildiğini iddia etti.
Gulat hakkında değişik görüşler vardır. Bazısına göre fars kaynaklıdır. Bazılarına göre mesih fikrinden gelir. Her ne olursa olsun tevhid akidesini iptal eden «HulüI» fikrini bütün İslâm uleması şiddetle reddeder.
2 — TENASÜH;
Tenasüh, ruhun cesed değiştirdiğine inanmaktır. Yani ölen insanin ruhu ya bir insana, ya bir bitkiye ve hayvana intikal eder. Orada yeni bir hayata başlar. Bu ölüm ötesini, ahiret hayatını, sevap ve ikabı, cennet ve cehennemi inkâr demektir. Ve zaten bütün Gulat, özellikle Nusayriler bunları inkâr ederler. Ve derler ki; ruh iyi bir cesede geçerse cennet orasıdır, kötü bir cesede geçerse orası da onun cehennemidir. İmam Eş’ari de «makalât» kitabında bunların böyle İnandıklarını ifade etmektedir. Şehristani ise: Gulatın bütün kollarının hulûl ve tenasüh görüşünde ittifak halinde olduklarını; bu fikrin de mecusi (mozdekizm) ve Hint (Brahmanizm) felsefelerinden gelme olduklarını söyler.
Bütün İslâm uleması, bu fikri de şiddetle reddeder. Çünkü tenasuha inanmak, islâmın temel akidesinden kıyamet ve hesap gününü şumüli ile inkâr demektir.
3 — TEVİL:
Bu da bütün gulatın ve bilhassa Nusayriliğin üçüncü büyük ilkesidir. Tevil, Nusayrilerin anlayışında; ilmi manâdaki gibi değildir. Çünkü muhakkak ulemanın anlayışında tevil; bir delile dayalı bir lafzın manasını eıi yakın manâdan az yakın olana yormaktır. Eğer lafzın yorumu yapıldığı o manâyla alâkası yoksa, bir karine de mevcut değilse, o fasit bir tevildir. Nassları oyuncak yapmaktır. İşte gulatın yaptığı budur. Çünkü onlar; Kur’an’ın bir zahiri, bir de batınî olduğunu iddia eder. Batınî manânın esas olduğunu söyler, her lafzın gizli bir manâsını çıkarmağa çalışırlar. Tabii kendi zevk ve anlayışlarına göre..
Bu cümleden olarak «Beyaniye» kolunun reisi Beyan İbni Sem’an: «Bu insanlar için bir beyan, müttekiler için hidayet ve öğüttür.» ayeti kerimesini şöyle tevil ediyor: «Beyan benim hidayet de öğüt de benim…» «Allah’ın vechinden başka her şey helak olucudur», «Herkes fani olur, yalnız Rabbinin vechi kalır» ayetlerini de şöyle tevil ediyor; «Allah nurdan bir adamdır, her tarafı yok olur, sadece yüzü kalır.» Başka bir taife de, müttakilere, salihlere kurtuluş vadeden ayeti imama vasıl olanlar şeklinde tevil ederler, cennet imamdır derler. Cehennemse onun zıddıdır. Benzer teville bütün haramları ve bütün şeri ahkâmı tevil ve tağyir ederler, cennet imamdır derler. Cehennemse onun zıddıdır Benzer tevillerle; farzları, haramları ve bütün şeri ahkâmı tevil ve tağyir ederler. Haram birtakım insanların isimleridir. Uymamız gerekir. Harama ise kendilerinden kaçınmamız gereken kimselerin isimleridir… gibi.
Bundan dolayı İmamı Gazali; böyle haşri, hissi cezaları teville inkâr edenleri tekfir etmek caizdir der.
Gulatın ve Nusayrilerin ehlisünnet akidesini ve bütün islâm ahlâkını yıkmakta kullandıkları en güçlü silah da işte bu tevil metodudur. Gulatın en eşeddi ise muhakkak ki Nusayrilerdir. Ve tevil metoduyla en şen’i günahları helal sayarlar. Meselâ: Erkeğin erkekle nikâhı ve cinsi ilişkisi Kişinin kızkardeşi veya torunuyla nikâhlanması. Namaz, oruç ve zekâtın; gereksizliği. Hz. Ebubekr gibi büvüklere lânetle anmaları. Mum söndürme ve toplu zina İçkiyi helâl saymaları…
HEDEFLERİ:
İslâmî yıkmaktır ve şu usullerle:
Dini kargaşa; Bir liderleri şöyle diyor ; «Ben Muharrimed’in dininden bunalıyorum, ordum yok ki onlarla savaşayım. Malım da yok aleyhte harcayayım. Ancak uzun vadeli hile ve plânlarım var. İmkân buldum mu, Muhammed’in dinini karmakarışık ederim.,
Nitekim onlar ilk iş olarak hulûl prensibi ile vahted akidesini gölgelemeğe kalktıkları gibi Muhammed (S.A.V.)’in son peygamber olduğunu da inkâr ettiler. Yeni bir peygamber geleceğini İddiaları bir yana, bizzat kendilerini de peygamber ilan edenler oldu. Öte yandan da Kur’an-ı Kerim’in lafızlarını tevil ederek ahkâmını tahrif ettiler. Yine onda tenakuzlar bulunduğunu söyleyenler oldu. Ama tabii işlerine geldiği yerde de, ona başvurmadan geri kalmadılar…
Aynı çizgide sünneti tahrife de kalktılar. Tarihte hadis uyduranların hemen hepsi bu, gulat arasından çıkmıştır. Nitekim İbn’il-Esir şöyle diyor : «İslâm düşmanları ona karşı kuvvet kullanamayınca hileye başvurdular; hadis uydurdular. Bunlarla dinin ana esaslarına zıt fikirler yaymağa çalıştılar. Sahih hadisleri ise tevil veya uydurma ayıplarla örtmek istediler…» Nitekim bu yalancılardan (Abdülkerim bin Ebi el-Avca) idam edilirken 4000 adet hadis uydurduğunu itiraf etti.
İslâm hakimiyetini yıkmak: Bu fitne ve anarşi demektir. Galiye fırkasının her devirde ve her iklimde tutumu bu olmuştur. İslâmî idarelere imkân buldukça başkaldırmışlardır. Ve bilhassa dış müdahalelerde ve istilalarda yabancılara ajanlık yapmış ve gayri müslimlere yardımcı olmuşlardır.
Gulat Hakkında Şer’i Hüküm;
İslâm ulemasının hangi mezhep ve tarikattan olursa olsun. İttifak ettiği ve onlara inanmaksızın hiç bir ferdin mümin sayılmıyacağı üç büyük din temeli var.
1 — Allah’ın var ve bir olduğu. Bütün kemal sıfatlarıyla muttasıf, her noksandan münezzeh (sıfatı subutiye sıfatı selbiyye) olduğu.
2 — Bütün peygamberlerin genel olarak. Hz. Muhammed (s.a.s.) ise özel olarak risaletini tasdik.
3 — Ölümden sonra dirilmeye, hesap ve ikaba; bunun için de dünya hayatının fani, kıyametin gelici olduğuna inanmak.
İcmalen bunları tastikle birlikte, Resulullah’in getirdiği dinin, zaruri olarak bilinmesi gereken öbür esaslarına; helâl ve haramlara, farzlara (namaz, oruç… gibi, haram ve helal olan nikâhlar, hırsızlık ve kati… gibi) inanmak da bu üç esasa bağlıdır. Mümin bu ise, kâfir de, bunlardan birini veya zaruriyeti diniyeden birini veya birkaçını inkâr edene denir. Gazali’nin ifadesiyle de; «Resulullah’tan bize tevatüren nakledilen şeylerden birini (Bunun dışındakiler ise füru kabul edilmiş) inkâr eden, sapıktır denmiş. Öte yandan, imanın altı esası, buna bağlı olarak küfre düşmenin sebepleri, çeşitli Sünni ve şii ulemanın kitaplarında tafsilatlandırılmıştır ki; meselâ şafi’i ulemasınca, namazı özürsüz terkeden de küfürdedir…
O halde bir kişinin küfre düşmesi ve kâfir denmesinin şart ve hükmü, asgari olarak başta saydıklarımızdan ibaret bile olsa, gulat için hüküm şu olur «Hulûl» inancıyla: Allah’ın birliği, kemal sıfatları ve noksandan münezzeh olduğu açısından kâfirdirler. «Tenasüh» inancıyla da; kıyamet, ahiret, hesap ve ikabı kaldırmışlardır. Kur’an’in yasak ettiği; kızkardeş, hala, teyze gibi kimselerle nikâhı, erkeğin erkekle cinsi ten temasını caiz görüşleri; namaz, oruç, hac, ibadetlerini teville iptal edişleri, gusle lüzum görmeyişleri de; zaruriyeti diniye veya te’vatüren gelen hükümleri iptalden ötürü kâfirdirler. Ayrıca Resulullah’a izafe ettikleri şeylerle ve bilhassa son nebi olmadığını iddia ile o kapıyı da kapatmışlardır..
Bütün yönleriyle kâfir olan Gulat, paravan olarak İslâmî sloganları kullanıyorsa, bu onlar için bir fazilet değil, çok daha şeni bir suçtur.
Bunun için de başta şia uleması olmak üzere topyekûn ehli sünnette bunların gayri müslim (yahudi, hristiyan ve mecusilerden daha kâfir) oldukları ve yeryüzünün bunlardan temizlenmesi gerektiğinde ittifak etmişlerdir. Ve demişlerdir ki; kadınlar nikâh edilmez, kestikleri yenmez, hatta bunlar islâm toprağına, kadınları müslüman evine misafireten bile sokulmaz…
ÇEŞİTLİ KAYNAKLARA GÖRE NUSAYRİLİK
Şia – Isnaaşeriyeye göre:
Meşhurdur, Suriye’nin batısındaki Nusayri dağları. Yani orta sakinlerinin isminden gelir bu ad. Ama bu zümre, Suriye ve Lübnanda bu isimle anılırken, Türkiye’nin güney kesiminde «Tahtacılar», İran ve Türkistan’da «Anlialıcılar», bazı yerlerde ise «Kızılbaşlar» diye anılır. Bu mahalli isimler bir yana, ilmî adları ve tarifleri «Gulat» veya «Ğaliye fırkası»dır. Tarihi ve kurucusu yönündense «Nusayr bin Numeyr»e izafeten «Nusayriler» diye bilinirler. Adları farklı anılsa da felsefeleri ve yaşayışları birbirine uygundur.
İslâmın «Vahdaniyet» «Risalet» ve «Ahiret» akidesi bunlarda yoktur. İslâmın «helal ve haramları» bunlarda yok. Tüm insanlığın «ahlâk ilkeleri» (Meselâ, dübürden teması meşru saymaları yüzünden) bunlarda yoktur.
Ama yanlışlıkla bunlar «Şia’nın» bir kolu sanılmıştır: Çünkü, başlangıcında «Nusayr bin Numeyri» Şia İsnâaşeriye cemaatı içinde görünmüştü. Ama imamlara uluhiyet atfetmekle, bu cemaattan kovulmuştu. «Alevi» adı ise bunlara, Suriye’yi işgal eden Fransızlarca verildi. Çünkü, Fransa o zümreye dayanarak ülkeyi elde tutuyordu. Daha doğrusu, onlar, sünni kitleye karşı varlıklarını her zaman olduğu gibi Fransız (yabancı) istilasına dayıyarak sürdürme arzusundalardı. Nusayriler de uyanıklık ederek, kendilerini «Alevi» yani Hz. Ali’ye bağlı, yani «Şii» göstermeyi uygun gördüler. Hatta tarihte, 12 imamdan Haşan Askeriye nisbetleri olduğu iddiasıyla İsnaaşeriye kolundan olduklarını yaydılar. Zira «Nusayrilik» ta zamanında Şianın lânetine uğramış, her müslüman onların küfrünü öğrenmişti. Şimdi bir İslâm ülkesinde barınabilmek; özellikle, yabancı istilasından destek olarak iktidar olmak eski sıfatlarıyla asla mümkün değildi. Hatta ehli sünnet uleması bunların temizlenmesini baş vazife diye bildirmişti. Tutunabilmek için, Hz. Ali’ye nisbet daha uygundu, taraftar ve korunma temin ederdi, öyleyse, bu yönüyle en doğru haberi Şii kaynakları verecek.
Nusayrilik Nedir, Ne Zaman Çıkmış? Kimin İcadıdır?
Nevbahtinin, «Firakiş-Şia»sı, Said el-Kımmi’nin «El-Makalat vel-Fırak» adlı eserleri başta gelir. Önce onları konuşturalım:
Sa’d el-Kımmi, Şiiliği, kaynağını, çıkışını, kollarını ve esaslarını tafsilatıyla verdikten sonra, sözü «Gulot»a getiriyor ve İbni Nusayrin ortaya attığı haince tezi inceliyor. Haşan Askeri ile olan alakasını (daha doğrusu alakasızlığını) anlattıktan sonra diyor ki; «Şiiler, Ali’yi sevenlerdir, özellikle imametin nassla ona ve evladına — gizli veya açık— vasiyet ettiğini savunurlar. Onlardan imametin alınmasını da zulüm sayarlar… Bunlar on iki fırkadır. Temelde ise üç kolu vardır. Yani temel ilkelerinde, ğUlat, Zeydiyye ve İmamiyeden, ibarettirler.
Sözü «Galiye» fırkasına getirip: «Bunlar aşırılık gösterip sapan, Mazdek tipi zındıklardır. Dehrilere de benzerler. Allah kahretsin… Hepsi de Allah’ın Rububiyetine dil uzatır. Allah’ın — hâşâ— bedenden bedence gezen bir nur olduğunu söylerlerken; birbine atfederler. Sonra herbiri ötekinden teberri eder onu müfteri ilan edip lânet okur.»
Nusayriler içinse, ifade şudur: «Ali bin Muhammed – El Askeri imametine inananlardan bir gayri meşru zümre ise «M. bin Nusayr en-Numeyri»nin nebi olduğunu iddia edenlerdir. Derler ki, onu Ali bin M. El-Askeri, nebi ve resul olarak gönderdi… Ve bu kişi «Tenasüh» iddia eder. Ebu Haşan (A. bin M. el-Askeri) hakkında müfrit laflar eder: Ona ilahlık atfeder. Haramları hep meşru ve mubah sayar kendilerin birbiriyle nikâhını helâl sayar. Bunu da üstelik tevâzîra gereği addeder. «Mefulluâu» alçak gönüllülük sayar. Allah’ın bunları yasaklamıyacağını savunur. Ve Ibni Nusayrin ölümünden sonra da bunlar üç kola ayrıldılar. Ayrılıkta, bu kişinin ölüm sebebinden başladı…»
Bundan sonra, Nevbahti de aynı olayları nakledip aynı hükme varıyor da, sözünü şöyle tamamlıyor. «Bu fırka gulattan olup, şiadan bazı sloganlar aparmışlardır. Esasında, Mazdekizm, Dehrilik karışımı zındık bir dindir bu. Allah lanet etsin, hepsi de uluhiyeti insana izafede birleşen çeşitli fırkalara ayrılmışlardır…
Ebul-Hasan Askeriye ilahlık izafesinde ve İbni Nusayri peygamber kabul etmede, tenasuha inanma ve haramları mübah saymadaki sapıklıklarını, Nevbahti de tıpkı el-Kıhımî gibi dile getiriyor.
Bir de «Kütübur-Rical»lere bakıyoruz; («Rical’ul-Keşşiy», «Rical’ul-Tusi, «Rical’ül-Hilli», «Min A’lâm-II-Karnirrâbi» gibi). Hepsi de Nusayri liderleri ve özellikle. Haşan Askerinin yaşadığı dönemdeki kurucuları hakkında, birbirini tamamlayıcı bilgi veriyor. Bu meyanda liste veriyorlar.
«Ali bin Haske, Kasım bin Yaktiyn, Hüseyin bin Ali el-Havatımi, Haşan bin Ma’ruf bin Boba ve Muhammed bin Nuseyr en-Numeyri» meşhurlarındandır.
Kaşşi eserinde; mutedil şiadan bazılarının bu konuda görüşlerine temasla, İbrahim bin Şeybe’den naklediyor: Ebu Hasen el-Askeriye mektup yazdım. «Hakkınızda çeşitli şeyler söyleniyor, öyleki, ağza alınmaz ve tekrarı caiz olmaz. Biz bu noktada tevakkuf ediyoruz. Meselâ, «Namaz fahşa ve münkerden korur» ayetini «İmama uyan kurtulur» diye; «Namazı kılın zekâtı verin» mealindeki ayeti ise, «İmama uyup itaat etmek» anlamına geldiği şeklinde batınî manâ veriyor ve bunu da size izafe ediyorlar. Ve diyorlar ki; namaz, zekât, oruç…
Bunlar hep bazı zevatın fitnelerinden kinayedir.
Onlara parayı, pulu, malı mülkü anlatma. Siz bu bağlılarınıza ikazda bulunsanız da, dinlerini berbad eden bu tür fikir ve iddialardan vazgeçseler… Ve İmam muhterem, şöyle cevap verdi; «Bu bizim yolumuz olamaz. Onlardan uzak kalın.»
İmam Hz. ayrıca şu mektubu da yazdı, bir bağlısına: «Numeyri’nin iddialarından Allah’a sığınırınn. İbni Baba da öyle. Ve sizi topyekûn dostlarımı uyarıyorum, bu heriflerden uzak olun. Allah’ın laneti onlara. Bunlar halkın beynini yıkıyor, inancını sömürüyorlar. Allah onları kahretsin. Fitneleri başlarına geçsin de lanetle anılsın bu sahtekârlar.».
Kaşşi daha sonra, Nusayrilik konusu üzerinde duruyor: «M. bin Nusayr el-Fehri en-Numeyri’nin iddiasına göre; kendisi nebidir. Ona da Ebul-Hasen el-Askeri göndermiştir, Böylece bu zata tenasüh ve gulüv isnad eder. Onu Rab sayar. Haram olan şeyleri de nebi kendisne mubah kıldığını söyler. ..»
Ebu Cafer et-Tusî ise (Ö. 460 H.) : «İbni Nusayr, Ebu Muhammed el’Hüseyin bin Ali’nin cemaatından idi. O ölünce, kendisinin zamanın imamı olduğunu iddiaya kalktı… İlhad ve cehlini ortaya koydu.»
Ebu Talib el-Enbari ise: «İbni Nusayr mahut tavrıyla ortaya çıkınca, Ebu Cafer ona lanet etti ve ondan teberri etti. İbni Nusayr ise Ebu Cafer’e bağlılığını ve sevgisini bildirse de, kabul edilmeyip tard edildi» diyor.
Dr. Eşşeybi’nin «Şia fikri ve Sofilikle Çatışma» adlı eserinde de, çeşitli bilgiler verdikten sonra, tarihçesi şöyle özetleniyor : «Nusayriliğin Doğuşu; Hasan Askeri dönemine rastlar. Ondan sonra ani bir yayılma göstermiş. Daha sonra da, ulemanın tahlil ve tenkitleriyle tepki görmüş, zamanla azalıp bazı bölgelere çekilmişlerdir. Bugün ise Lazkiye dağlık bölgesinde cemaatler halinde yaşarlar. Bu zümrenin, İmam Ali hakkında çok aşırı görüşlere gulüv göstermiş olduğu herkesçe bilinir. Yine Haşan Askeri’nin sağlığında, İbni Nusayr ve bağlılarından teberri ettiği ve bunları lanetlediği de kaynaklarda vardır.»
Nusayrilerin görüşleri bahsinde ise «Nusayriler. Haşan Askerinin çevresindeki kişilerdi. O vefat edince, îbni Nusayr’ın ona vekil olduğunu ileri sürdüler, imam olduğunu söylediler. Allah’a iftirada bulundular. Tenasühü savunup, haramları da mubah gördüler. Ve nihayet bu zümrenin liderleri kendilerini ilâh ilân ettiler.»
EHL-İ SÜNNET KAYNAKLARINDA NUSAYRİLİK
Geçen bahiste görüldü ki, Nusayrilerin şiilerle alâkası yok. Şiiler onları kendinden saymadığı gibi; Nusayriler de şia görüşünü benimsemiyor, oniki imamın görüşleriyle de amel etmiyorlar. Sadece o imamların isimleriyle şia mezhebinin bazı sembollerini kullanıyorlar. Ama tam anlamıyla müâihid ve dehri bir kafayla. İmamlar da onlardan teberri ediyorlar ve onlara lanet ediyor… Bütün bunlar karşısında hâlâ Nusayriler şianin bir koludur, denebilir mi? Hâlâ İbni Nusayr «Bab» olabilir mi? Ama tebaası böyle zannedebilir, babalarının dedelerinin aldandığı gibi aldanabilir…
Ama bir de ehl-i sünnet ulemasını konuşturursak, artık tereddüde mahal kalmaz. Çünkü her şeye rağmen; ehl-i sünnetle şianın mutedil kolları arasında bile anlaşmazlıklar bulunsa da; Sünni ulemanın bu konuda hakkı teslim ettiklerini görüyoruz. Ve şiayı temize çıkarıp, Nusayrilerin ayrı bir din veya dinsizlik olduğunu söylüyorlar.
Şeyh Abdülkadir Bağdadi ( ? – 429 H.) şunu söylüyor: “Bunlar, imamlara uluhiyet izafe eder, şeriatı nefyeder, farzları iskat ederler. Bağlandıkları Numeyriye (İbni Nusayr) de Allah’ın hulul ettiğine inanırlar. Hepsinin de baş hedefi, Tevhid akidesini bozmaktır.”
Ali bin Hazm (456 H.) ise bunların, nübüvvetin bitmediğine inandıklarını söyler. Yine. Ali’yi ilâh sayan bu zümrenin çok garip bir iddialarını da ekler ve «Bu fırka Hz. Ali’nin katili», . İbni Mülcem’in yeryüzünde en üstün kişi olduğunu, çünkü Ali’yi öldürmekle, «Lâhûti Ruhu ceset karanlığından kurtardığını» savunurlar der!.
M. Abdülkerim Şehristani ise, 548 H.) : Bütün Gulat fırkalarını sayıp, Nusayrilere gelince bunların ve İshakîlerin Gulat-ı Şia’dan olduklarını söylüyor. Hepsinin Ehl-i Beyt imamlarına ulûhiyet izafe etmekte aynı olduklarını, izahda farklılaştıklarını belirtiyor. Ve diyor ki; Nusayriler Cebrailin iyi insan, şeytanın kötü insan kılığında görünmesi gibi Allah da (hâşâ) insan sûretinde görünüp (önce Resulullah (s.a.v.), sonra Ali ye Evlâdı) görünüp onun dilinden konusmus, onlara yardım etmiştir, derler. Bunun isbatını da kendîlerince şöyle yaparlar; Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki; «Ben zâhirle hükmederim, Allah ise sırları takib eder» işte bundandır peygamberin müşriklerle savaşması, Ali’nin ise münafıklarla savaşmış olması. Yine derler ki; Ali yerler, gökler yaratılmadan da vardı.
‘Fahruddin Razi ise (544 – 606 H .): gulat çeşitli fırkalara ayrılmıştır. Bunlardan biri de Nusayrilerdir, bunlara göre Allah zaman zaman Ali’ye hulûl etmiştir. Meselâ: Hayber’in kapısını kopardığı zaman böyle idi.
Bir de çağımızda yetişen ehl-i sünnet alimlerini dinleyelim: Dr. Haşan İbrahim Haşan şunları söyler: «Nusayrîler Gulat-ı Şia’dandır. Yaşadıkları yer Lübnan ve Suriye arasındaki Nusayriye dağları. Hama, Humus ve Halep çevreleridir. Kuzeyde ise Antakya ve Güney Anadoluda yaşarlar. Günümüzde «Aleviler» diye tanınsa da kurucularına nisbetle esas adları Nuseyridir. Bu kişi bir şii fakihi olup Haşan Askerî’nin etbâ’ından idi… Nusayri ismi Nasara ismine tesadüfen benzememiştir. Çünkü büyük miktarda hristiyan inanç ve ahlâkiyyâtından izler görülür. Meselâ: En büyük bayramlarından biri Milad bayramı. Haç bayramıdır… Tarih boyunca da bütün şii ve sünni müslümanlar bunları gayri müslim, mülhid, putçu ve putperest kabul etmişlerdir.»
Muhammed Ebu Zehra da «İslâm Mezhepleri» kitabında; Nusayrilerin Suriye’de oturan bir taife olduğunu. Ali evlâdının mutlak marifete sahip olduğuna ve yarı ilah olduklarına inandıklarını bâtınîler gibi şeriatın zahir ve batınının olduğunu savunduklarını, bunu ancak imamların bilebileceğini söylüyor ve diyor ki: «Zâhiri kabul etmezler, her ayetten bâtınî manâ çıkarırlar ve bu davranışlarını da şia İmamlarına atfederler. Halbuki Şia imamları onları lanetler ve onlardan teberri eder. Özet olarak; Nuseyriler Ali’nin ilah olduğuna; bazısı onun Ay’da yaşadığına, bazısı da güneşte yaşadığına inanır, ruhun tenasuhuna inanırlar, onlara göre SIR kelimesi üç harflidir (Ayın, Mim, Sin) yani Ali. Muhammed, Selman…. İnanış sistemleri çeşitli din ve mezheplerden müteşekkildir.
Hülâsa; görüyoruz ki bütün Ehl-i sünnet, Nusayriliğin Galiye’den olduğunda ittifak ediyorlar. Hepsi de bunların gayri müslim olduklarını ve aslâ İslâmî bir muameleye layık olmadıklarını ifade ediyorlar. Ibn-i Teymiyye bile bunların; küffar olduklarını, kestiklerinin yenilmeyeceğini, karılarının nikâh edilemiyeceğini, mürted olduklarından cizye ile hayat hakkına sahip olamayacaklarını çünkü ne beş vakit namazı, ne orucu ne de haccı kabul etmediklerini, Allah’ın haram kıldıklarını da helal saydıklarını bildiriyor.
Bir cümleyle Nuseyrilik apayrı bir inanç sistemiyle esasta putperesttirler. Görünüşte İslâm ismini kullanırlar.
MÜSTEŞRİKLERE GÖRE NUSEYRİLİK
Müsteşrikler ve misyonerler Nuseyrîliğin sırlarını ortaya koymak için büyük gayret sarfettiler. Onların inanışlarını, kitaplarını ve felsefelerini araştırdılar. Bunlar arasında Amerikalı bir misyoner enteresan bir plânla en gizli sırlarını tespit etti.
Adana’da Süleyman isminde bir genci kandırdı, Adanalı Süleyman önce hristiyan oldu ve Lazkiye vilayetine gittiler. Adı geçen misyoner Adanalı Süleyman’dan aldığı bütün bilgileri değerlendirdi. «Süleymanın Sâfiyeti» adı ile bir kitap neşretti. Beyrut’ta 1863’te neşredilen bu kitapta Nuseyri akaidinin en önemlileri şöylece tespit ediliyordu.
1).Nuseyrilik, Ali’yi ilâh sayan aleviliktir. Bir kısmı onu Ay’da, bir kısmı Güneşte der. Onun için de bütün yıldızlar Ay ve Güneş kutsaldır.
2).Ruhun cesed değiştirdiğine inanırlar. İyi ruhlar yıldızlara çıkar derler
3).Onlara göre şeyin sırrı olan kelime üç harflidir.
4 — Nusayrilerin Kur’an’dan başka mukaddes kitapları vardır. Kur’an ikinci derecededir.
5 — Nusayri akidesinin esası, Mezopotamya ve Suriye’de eski çağlardan beri süregelen «VESENİYE» yani yıldızlara tapan putperestliktir. Görünüşte ise müslüman ve şiidirler.
Aynı şekilde bunların kutsal kitaplarından iktibaslar yaparak 1937’de akidelerini topluca anlatan Massignon, 1946’da Hamburg’da kitap neşreden Strothmann ve ötekiler bu konulara eğilmiş ve açıklık getirmişlerdir.
Meselâ: Dr. Filip Hatte «Nuseyrilik eski Veseniye’nin kalıntısı olup Lübnan havalisinde İslâm ve Şii görünümünde devam etmektedir.
Hristiyanlık döneminde bunun tesirinde kalmış, islamın bu ülkelere hakim olmasıyla, yaşama imkânı bulan bu akide İslâmî bir renge bürünerek devam etmiştir. İsimler ve tâbirler değişmiş öz aynen devam etmiştir: Yıldızların kutsal sayılması buna açık misaldir. Nusayriliği İslâmî renkte kuran ise Haşan Askerî’nin hayranlarından birisidir. Bu mezhep gizli bir teşkilât ve batini bir eğitime dayanır. Gulat-ı Şia tabiatında olup Ali’yi ilâh sayar, bunlara Alevi de denir. Ancak bu isim Fransızların bu bölgeyi işgalinden sonra kullanılmaya başlanılmıştır.
Hülâsa; müsteşrik ve misyonerlerin tespitleriyle de, Nuseyriliğin Harranlı Sâbii döneminden beri gelen bir putperest din olup, bugün İslâmî ve Şİİ görünümünde devam etmekte olduğu; kendilerini şii gösteren bu zümrenin şiileri beğenmediği ve yüzeyde kalmakla suçladığı anlaşılmaktadır.
KENDİ KAYNAKLARINA GÖRE NUSAYRİLİK
Geçen bunca izahtan vardığımız netice şudur ki; Nuseyrilik, ta Fenikeliler zamanına kadar uzayan bir geçmişi olan eski bir dinin kalıntısıdır. Yıldızlara perestiş eden «Sâbiiliğin» devamıdır. Nasranilik (Hristiyanlık) da onun üstünden geçip bazı kalıntılar bırakmıştır. İslâm da onu çiğnemiş, onun birçok umdesini değiştirmiş, etkilemiş ama temeldeki şek ve ilhad sürüp gelmiştir. Görünüş ve ifadeleriyle islâm kılığına giren Nusayrilik, ruh ve kalıp olarak aslını korumuştur.
Şimdi biz, bütün bunlara rağmen, gerek şiilerin, gerek sünnilerin, Nusayriler hakkında söylediklerinin asılsız, iftira ve haksızlık olduğunu kabul edelim : Ve farzedelim ki Nusayriler gerçekten müslümandır ve mutedil ve samimi: şiidirler.
Aynı şekilde müsteşrikler de araştırmalarında, Sünni ve şiilere uyarak yazmış ve haksız ifadelerde bulunmuşlardır.
Peki gerçekleri nereden öğreneceğiz? Çünkü sırri bir mezheptir Nusayrilik. Batını esas alırlar, sırlarını ifşa edenleri de diri diri yakarak cezalandırırlar. Onlar içindekilerini asla açıklamaz ve hep olduklarından farklı görünürler.
Bu gizliliklere rağmen; çeşitli vesilelerle onlar arasına girenlerin tesbit ve ifadesiyle; onların hristiyan bayramlarını kutladıkları, hristiyan isimlerini kullandıklarını açıkça görür.
Meselâ: «İydül Kıyame» bayramı, Yuhanna, Matta, Hilâne… isimleri gibi. Eh, diyelim ki, bu tip bir araştırmada da yanılma mümkün. O halde bu mezhebin gerçek yüzü nasıl anlaşılır. Evet, tek yol kaldı, o da kutsal bildikleri kitaplarını incelemek.
Nusayrilik kendilerini Alevi saydıklarına göre herhalde; M. Emin et-Tavil’in «Tarihül-Aleviyyin : Alevilik Tarihi» kitabındaki tespitlere de itiraz etmezler. Çünkü bu zat Türkiyeli bir alevi olup, Suriye’ye göçmüş, orada Lazkiye şehrinin mahkeme azalığına kadar yükselmiş, sayılır bir kişidir. Tarihçidir. Aleviliğindeki taassubundan ötürü bu eseri yazmıştır.
Bu eserini Türkçe yazmış, sonra da kendisi Arapçaya çevirip ilâveler yaparak 1919’da yeniden Suriye’de neşretmiştir. Adamın temel görüş ve hedefi ise : «Tecdid, ıslah ve yeniden selef yolunu taklid» dir. Bu iddia ile çıkan M. Emin, kendi taifesini itimad ettiği bir kişi, eseri de onlarca muteber kaynaktır.
Şimdi nakiller yapalım oradan : «Mehdinin kayboluşuna kadar» Aleviler ve tüm şia, imamlara ittiba eder, onların tavsiyesiyle itminan bulurlardı. Mehdi ortadan kaybolunca halk adeta boşlukta kaldı. Çünkü Resulullah «Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır» ve «İlim arıyan kapıya başvurur» buyurmuştu.
İmam kaybolunca da onun yerini tutacak biri gerekti. İşte on iki imamdan her birinin bir de «BAB»ı vardır:
Ali (imam) — Selman (Bab)
Haşan » — Kays bin Varaka »
Hüseyin » — Reşid el-Hicri »
Aii Zeynelabidin » — Kenger »
M. Bakır » — Yahya bin Muammer»
C. Sadık » — Cobir bin Yezid »
Musa Kâzım » — El-Kahilî »
Ali Rıza » — Fadl bin Ömer »
M. Cevad » — M. bin Mufaddal »
Ali el-HadI » — El-Kâtibi »
Haşan el-Askerî » — İbni Nusayr »
Muhammed Mehdinin ise «BAB»ı yok. Çünkü o kaybolurken «BAB» Ebu Şuayb, yani İbni Nusayr mevcuttu, bütün sıfatlar onda toplanmıştı. «BAB» olmak ise elinin esaslarındandır.
Ama bunlar (Bablar) imamlar gibi dini himaye gücüne sahip olmadıkları için birtakım esrar perdelerine bürünmeğe ihtiyaç duymuşlardır. Takva yönünden ise “Bab”lar tamlık gösterir. İmamlardan sonra Babların da sonuncusu, Ebu Şuayb M. bin Nusayr el-Basri en-Numeyri alevilerin baş mercii olmuştur. Ondan sonra M. bin Cündüp Ve Abdullah bin Canbulani gelmiş ve kendi ismiyle anılan tarihi kurmuştur (235, 287 H.). Mısır’a gitti. Orada tanıdığı Husaybi’yi kendine çekti… Husaybi’den sonra iki merkez oluştu aleviler için: Suriye-Halep’te M. Ali el-Cisri reis idi. Bu zat İbni Kasım et-Taberani diye tanınır (358-426).»
Babların izinde aleviler üç kola ayrıldı: Bab olan İbni Nusayr’e bağlananlar. İşte bu kitap onlardan bahseder. Bir de İshakiler var, îshak en-Hahî’ye bağlıdırlar. Bab tanımıyanlar ise, Caferilerdir ki konumuz dışındadır.
Bunlar da gösteriyor ki, «Alevi» tabiri Nusayrileri ifade ediyor. Babiliği kuran İbni Nusayr’dır. Caferiler ise bu prensibi kabul etmezler. Yani Nusayrilik Şiadan ayrılmış aşırı ve kâfir bir fırka olmuştur.
Nusayrilerin Din Kitapları, Eğitim ve Tebliğ Usul ve Esasları:
«Kitabu Ta’limi Diyanet’in. – Nusayriye» adlı risaleden (Paris Millî Kütüphanesi 6182 No.). Sual cevap şeklindeki öğretmeyi görelim;
1 – 4 ‘ Bizi kim yarattı?
— Emirelmüminin Ali bin Ebi Talib.
2 — Ali’nin ilah olduğunu nerden biliyoruz?
— Kendisinin hutbesinden: «… Benim sırların sırrı, göklerin delili ben… Nübüvvet sırrının hâzinesi ben!..»
3 — Bizi Rabbimizi tanımaya kim çağırdı?
— Muhammed. Çünkü o, «O sizin ve benim rabbim» derken, Ali’yi kasdetmiştir.
4 — O ilâh ise, nasıl insan gibi göründü?
— Hayır o Muhammed’le perdelendi, Ali’ye göründü.
5 — Rabbimiz kaç kere İnsan gibi göründü?
— Yedi kere göründü.
a). Habil ismiyle, Adem olarak.
b). Şit ismiyle, Nuh şahsında.
c). Yusuf ismiyle. Yakup şahsında.
d). Yuşa ismiyle, Musa’nın şahsında.
e). Asaf ismiyle, Süleyman’ın şahsında.
f). Batıra ismiyle, İsa’nın şahsında.
g). Ali ismiyle, Muhammed’in şahsında,
Ve bu talim sürüp gidiyor, 100 soru ve 100 cevap tam; ilk dokuzu Hz. Ali’nin ilâh olduğunu, 80 kadarı da Hulûl ve tenasühü telkin eder.
90 dan sonrası ise; Peygamberliğin bitmeyip devam ettiğini, içkinin kutsal olduğunu, Takiyye (su tutma) nın önemini, yıldızların kutsallığını… öğretmeğe çalışıyor (bu da dinin Asur, Babil, Akat dinleri gibi uzayda gözlenenlerin etkisiyle temellenen bir din olduğunun açık isbatıdır.
NUSAYRİLİK ve SURİYE’de NUSAYRİ ZULMÜ
Hazırlayanlar:
Ali Gülşehri — Resul Tosun
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.