NUSAYRİLİĞİN İÇYÜZÜ

Nisan 30, 2023

ALEVİLİK veya NUSAYRİLİK

(Seyyid Abdülhüseyin Mehdi Askerinin (H. 1400 münasebeti) Kuveyt’te yayınlanan eserinin özeti olarak tercümesidir.)

Bilindiği gibi İslâmiyet Arap yarımadasında zuhur etti. Bu bakımdan tabir caizse, ilk muhataplar Araplardı. Dolayısıyla onlar eliyle ve merkezden muhite doğru hızla yayıldı. On yılda bütün Arap yarımadasını tuttu. Ve hemen işaret edelim ki, daha bu noktada bile putperest, hristiyan ve yahudi inançlı birçok kişi ve kabilenin çıkarları haleldâr olmuştu. Bu yüzden de daha o günlerde birtakım suikastler, yıkıcı plân ve gizli teşkilâtlanmalar olmuştu.

Sınırlar; Şam’a, Mısır’a, Irak ve İran’a uzanınca da, daha geniş bir cephe ile karşılaştı. Mecusi, Hindu, Yahudi, Hristiyan vs. gibi çeşitli din mensupları İslâm’a girdi. Bir kısmı eski alışkanlıklarını devam ettirirken, bir kısmı da kasten ve sırf İslâmî İçinden bozmak için eski dinlerindeki bazı ilke ve inanışları İslâmî renkte ve İslâmi tabirlerle yaşatmaya, yaymaya çalıştı.

İşte çeşitli hurafe ve sapık inanışlar, bunlara bağlı mezhepler böyle zuhur etti:

(Bunun en çarpıcı yönü ise, İslâmi temaları ve kutsal mefhumları aşırı noktalara vardırma tutumudur ki, buna «Ğulüv» denir. Bu tür ifratçılara da «Ğulat» veya «Galiye» tabir edilir.) Bunlar ister tarikat, ister mezhep adı altında olsun, İslâm şeriatının hududunu aşan, onu çığırından çıkaran, batıl noktaya vardıran davranış ve düşünüşlerdir. Her devirde de dış düşmandan çok daha zararlı olmuşlardır. Hele bir de «Nusayrilik» gibi özellikle islâmdan intikam almak için ortaya atılmış bir nazariye olursa!…

Nusayrilik türünde; İsmailiye, Safeviyye. Mevlevilik, Bektaşilik, Babailik, Bahailik. Kadyanilik sayılabilir. Ama bizim konumuz ve bütün bunların en eşedi katıksız kâfiri Nusayriliktir ki; şu an Suriye topraklarında on binlerce sünni müslümanın can ve namusunu çiğnemektedir….

Kurucusu ve Tarihçe:

Nusayriliğin kurucusu, «Ebu Şuayb M. bin, Nusayr en-Numeyri el-Basridir. H. III. cü asırda yaşadı. Acem asıllı ve (şiaca meşhur) on iki imamdan Ebulhasen el-Askeri’nin kölesiydi. Onunla beraber; Aliyyül-Hâdi (214-254), Hasenül-Askeri (230-260) ve Muhammed Mehdi; (255 -?) dönemini idrak etti. Onların çevresinde Şii kültürüyle büyüdü.

Ve bu İbni Nusayr, kendisini «Bab» olarak tanıttı. Ama Hasan Askeri’nin vefatından, sonra ve özellikle Mehdi’nin kayboluşuyla fitnesini daha da ileri götürdü ve kaybolan M. Mehdi’nin ölmediğini ve geri geleceğini söylerken fitneci Askerinin de ilah olduğunu ve kendisinin Peygamber olarak gönderildiğini açıkladı.

Çünkü o Gulat’ın inancını esas alıyor. Allah’ın bû zatın şeklinde tecelli ettiğini ifade ediyordu.

Esasen bu iddiasını Hasan Askeri zamanında da ortaya atmıştı ki; o zat bir dostuna yazdığı mektubunda; «İbni Nusayrin dediklerinden teberri ederim, Allah’a sığınırım. Allah ona ve iddiasına lanet etsin…» diye yazıyordu.

Bu Nusayri taifesi bugün, Türkiye’nin güneyinde, Lübnan’ın kuzeyinde, Suriye’nin sahil ve dağlık bölgelerinde, Türkistan ve İran’da oldukça kalabalıktır.

Bu isim (Nusayrilik) dinî ve tarihî bir ünvandır. Ama mahalli olarak değişik isimle anılırlar. Meselâ, Anadolu’nun batısında «Tahtacı», İran’da «Alevi veya Aliye tapanlar» diye tanınırken; Türkistan’da ve Türkiye’de ayrıca «Kızılbaş» tabiriyle de anılırlar. Bir yönüyle Şii istılahlarıyla konuşan ve kullanan bu taife, bir yönüyle de Batıniliğin en aşırısını yaşarlar…

Öte yandan, birçok inanç ve işlerinde de; Yahudi, Hristiyan ve Mecusi gibidirler…

Hal böyle iken; Fransa’nın I. Dünya Savaşı sonrası, Suriye’yi ve Türkiye’nin güney kısmını işgali sırasında bu taifeye dayanmış, buna karşılık da, ilerde Nusayrilere bu bölgede devlet kurma va’dinde bulunmuşlardır. Bu arada, Nusayriliğin, hem şiiler hem sünnilerce kâfir ve mürted sayıldığı için, tutunabilmesi bakımından Fransızlar bu taifeyi «Aleviler» diye tanıtmayı uygun gördü ve Nusayriler de bu ismi benimsediler. Çünkü İmam Ali’ye nisbet edilmiş olmak, İbni Nusayre nisbetten daha garantiliydi…

1 —  «ĞULÜV» ve «ĞULAT»

Ğulüv, bir üslup ve tutum ifade eder. Ama İslâma karşı bir hareketin tavrı ve adıdır… Gayesi; İslâmı içinden vurmaktır. Ve tabii en tehlikeli ve en müessir bir yıkım metodudur bu…

Çünkü İslâma karşı olduğunu belirtme şöyle dursun, ona hizmet onun gerçeğini bulmak sloganıyla meydana çıkıyor… İslâm tabirlerini kullanıyor, İslâm büyüklerinin adını kullanıyor. Meselâ; Hak diyor. Rıza diyor, Muhammed ve Ali diyor, bütünüyle İslâmî savunur görünüyor… En hararetli savunucu gibi…

Ğulüv: aşırılık ve aşırı gitme, işi çığırından çıkarma, çığırtkanlığı ile de hak yoldakileri itham edip hain ve zalim ilân etme manalarını içine alır. Bu anlamıyla, ehli sünnet dışındaki her fırkada bu tavır vardır. Ancak «Galat» ismi, «sevgide aşırı giderek beşeri ilâhlaştıran zümreler» için kullanılmıştır.

Ve ilk bakışta bu tipler belli olur. Meselâ; «salih kişiler, meleklerden de, nebilerden de üstün olur» diyebilen bir Sünni çıkabilir. O ğulüv, yapmıştır. Yahut; «Allah hakkıyla tanıyan ve fena fillah derecesine varan kişiden şer’i sorumluluklar düşer» diyebilen bir ehli tarik çıkabilir. O da ğulüvdedir. Aşırılığa düşmüştür… Yine: «Resulullah, benden sonra nebi yoktur. Allah’ın dilediği müstesna» buyurdu, diyerek; yeni peygamber gelmesine cevaz verenler olabilir. (Mutezile gibi). Habıti (H. 232) nin dediği gibi: «Alkıh kadim Halîktir, Meryemoğlu İsa ise hadis halîk İddiası, domuzun beyni ve yağı helâl diyen, tenasuha inananlar olur. Hariciler gibi; namaz, iki rekat sabah, iki yatsıdan ibarettir diye sadece Hud suresinin 114. ayetini alıp öbür ayetleri pas geçenler bulunur.

Meymuniye (ki yahudi İbni Meymunun kurduğu sistemdir) gibi kişinin torunlarıyla nikâhının caiz olduğunu iddia edenler olmuştur. Halbuki sadece, Yusuf suresini okumak yeterdi, anlamak için… Hepsi ğulüv, aşırılık ve sapıklıktır…

Ama «Ğulüv» adeta Şia mezhebinin asli sıfatı, tavrı ve bir ana prensibi olarak biline geldi… Ve bunun kaynağı ve ilk muharrik sebebi de, imamet meselesidir. Ehl-i beyt sevgisinde aşırı gitmeyle başlar. Ama hemen kaydedelim ki; Şianın bütün kollarında Ehl-i beyt sevgisi ve İmametin evlad-i Aliye vasiyyet edildiği iddiası varsa da, ne İsnaaşeriye, ne de Zeydiye veya Caferiye, Gulat’a benzer. Onlarda Gulüv yoktur. Bunlar arasında, aşırıların bulunabilmesi de toptan bu zümreleri itham etmeyi gerektirmez…

ulüv: Haddi aşmaktır. Bir şeyden maksat neyse, onun dışına taşmaktır. Kur’an-ı Mübin’de: «Dininizde aşırı gitmeyin» buyuruluyor. Hadisi şerifte de: «Dininde ğulüvden menederim, çünkü sizden önce geçen milletler dinde aşırılıklarından battılar» buyuruldu. Çünkü Allah’ın dini orta yoldur, ifrat ve tefriti meneder. Ulema bu tutum ve tavrı çeşitli şekilde tarif eder. Meselâ «Gulat», müslüman görünümünde bulunan ama Ali ve evladına uluhiyet isnad ederek, onlara bağlılığını güya ki böylece ifade eden garip tiplerdir. Onları olduğundan fazla göstermekle bu sapıklığa düşmüşlerdir. Abdülkerim Şehristani’nin ifadesi ise şöyle: «Galiye taifesi, İmam edindikleri zevat hakkında aşırı görüşlere saplanan, yaratılışa bile karşı gelen bir garip kafa yapısına sahiptir. Çünkü beşere ilahlık isnadeden kişi hangi çağda yaşarsa yaşasın vahşet hali göstermiş olur.».

İbni Haldun ise «Gulat», İmamlara uluhiyet isnad etmekle imandan çıkmanın ötesinde akıl hududlarını da çiğnerler. İster beşeri ilâh saysın, ister uluhiyetin o beşere hûlul ettiğini (onun içine girdiğini, onda tecelli ettiğini) iddia etsin…» diyor.

Gulat Taifesinin En Belirgin Kanaati:

1-Hulül: 

Bu görüş, Gulat’ın en baş ve temel sapma noktasını teşkil eder.

Bu, ilâhın bütünüyle veya cüzi olarak yahut zatıyla veya ruhuyla beşere geçmesi demek olur. «Gulat», bu halin peygamberlerde veya imamlarda vuku bulduğunu savunur. Geçmişte bu oldu. Hristiyanların «Allah İsa şeklinde cesetlendi» demesi. Hint dinlerinde tanrılarının bazı insan ve varlıklarda görünmesine inanışı böyledir. İslâmi dönemde ise bunun mucidi, yahudi dönmesi Abdullah İbni Sebe’dir. Bunlara göre Ali (RA.) gerçek anlamda ilâhtır. Bu Sebeiyye görüşüdür. Beyaniye ise. Ali’ye cüz’î şekilde uluhivvet girmiştir, dolayısıyla o gaybi bilir der.

Hattabiye taifesine göre ise, İmam Ali ilah, Hasan ve Hüseyin’in evladı ise Allah’ın evlatlarıdır. Bu iddia Ca’fer es-Sadık’a ulaşınca onlara lanet etmiştir. Ama Hattabi mel’un bu sefer de kendisinin ilah olduğunu iddiaya kalkmıştır.

Şeriyye zümresi, «Allah;  Muhammed, Ali, Hasan-Hüseyin ve Fatîmâ’ya hulûl etti» der.

Nusayrilere göre ise; «Allah Ali’ye hulûl etmiştir. Ali daha yer gök yaratılmadan vardı…» İbn Nusayr, aynı zamanda Ebulhasen Askerinin de tanrı olduğunu savundu.. Kendisinin de peygamber olarak onun tarafından önerildiğini iddia etti. 

Gulat hakkında değişik görüşler vardır. Bazısına göre fars kaynaklıdır. Bazılarına göre mesih fikrinden gelir. Her ne olursa olsun tevhid akidesini iptal eden «HulüI» fikrini bütün İslâm uleması şiddetle reddeder. 

2 — TENASÜH;

Tenasüh, ruhun cesed değiştirdiğine inanmaktır. Yani ölen insanin ruhu ya bir insana, ya bir bitkiye ve hayvana intikal eder. Orada yeni bir hayata başlar. Bu ölüm ötesini, ahiret hayatını, sevap ve ikabı, cennet ve cehennemi inkâr demektir. Ve zaten bütün Gulat, özellikle Nusayriler bunları inkâr ederler. Ve derler ki; ruh iyi bir cesede geçerse cennet orasıdır, kötü bir cesede geçerse orası da onun cehennemidir. İmam Eş’ari de «makalât» kitabında bunların böyle İnandıklarını ifade etmektedir. Şehristani ise: Gulatın bütün kollarının hulûl ve tenasüh görüşünde ittifak halinde olduklarını; bu fikrin de mecusi (mozdekizm) ve Hint (Brahmanizm) felsefelerinden gelme olduklarını söyler.

Bütün İslâm uleması, bu fikri de şiddetle reddeder. Çünkü tenasuha inanmak, islâmın temel akidesinden kıyamet ve hesap gününü şumüli ile inkâr demektir.

3 — TEVİL:

Bu da bütün gulatın ve bilhassa Nusayriliğin üçüncü büyük ilkesidir. Tevil, Nusayrilerin anlayışında; ilmi manâdaki gibi değildir. Çünkü muhakkak ulemanın anlayışında tevil; bir delile dayalı bir lafzın manasını eıi yakın manâdan az yakın olana yormaktır. Eğer lafzın yorumu yapıldığı o manâyla alâkası yoksa, bir karine de mevcut değilse, o fasit bir tevildir. Nassları oyuncak yapmaktır. İşte gulatın yaptığı budur. Çünkü onlar; Kur’an’ın bir zahiri, bir de batınî olduğunu iddia eder. Batınî manânın esas olduğunu söyler, her lafzın gizli bir manâsını çıkarmağa çalışırlar. Tabii kendi zevk ve anlayışlarına göre..

Bu cümleden olarak «Beyaniye» kolunun reisi Beyan İbni Sem’an: «Bu insanlar için bir beyan, müttekiler için hidayet ve öğüttür.» ayeti kerimesini şöyle tevil ediyor: «Beyan benim hidayet de öğüt de benim…» «Allah’ın vechinden başka her şey helak olucudur», «Herkes fani olur, yalnız Rabbinin vechi kalır» ayetlerini de şöyle tevil ediyor; «Allah nurdan bir adamdır, her tarafı yok olur, sadece yüzü kalır.» Başka bir taife de, müttakilere, salihlere kurtuluş vadeden ayeti imama vasıl olanlar şeklinde tevil ederler, cennet imamdır derler. Cehennemse onun zıddıdır. Benzer teville bütün haramları ve bütün şeri ahkâmı tevil ve tağyir ederler, cennet imamdır derler. Cehennemse onun zıddıdır Benzer tevillerle; farzları, haramları ve bütün şeri ahkâmı tevil ve tağyir ederler. Haram birtakım insanların isimleridir. Uymamız gerekir. Harama ise kendilerinden kaçınmamız gereken kimselerin isimleridir… gibi.

Bundan dolayı İmamı Gazali; böyle haşri, hissi cezaları teville inkâr edenleri tekfir etmek caizdir der.

Gulatın ve Nusayrilerin ehlisünnet akidesini ve bütün islâm ahlâkını yıkmakta kullandıkları en güçlü silah da işte bu tevil metodudur. Gulatın en eşeddi ise muhakkak ki Nusayrilerdir. Ve tevil metoduyla en şen’i günahları helal sayarlar. Meselâ: Erkeğin erkekle nikâhı ve cinsi ilişkisi Kişinin kızkardeşi veya torunuyla nikâhlanması. Namaz, oruç ve zekâtın; gereksizliği. Hz. Ebubekr gibi büvüklere lânetle anmaları. Mum söndürme ve toplu zina İçkiyi helâl saymaları…

HEDEFLERİ:

İslâmî yıkmaktır ve şu usullerle:

Dini kargaşa; Bir liderleri şöyle diyor ; «Ben Muharrimed’in dininden bunalıyorum, ordum yok ki onlarla savaşayım. Malım da yok aleyhte harcayayım. Ancak uzun vadeli hile ve plânlarım var. İmkân buldum mu, Muhammed’in dinini karmakarışık ederim.,

Nitekim onlar ilk iş olarak hulûl prensibi ile vahted akidesini gölgelemeğe kalktıkları gibi Muhammed (S.A.V.)’in son peygamber olduğunu da inkâr ettiler. Yeni bir peygamber geleceğini İddiaları bir yana, bizzat kendilerini de peygamber ilan edenler oldu. Öte yandan da Kur’an-ı Kerim’in lafızlarını tevil ederek ahkâmını tahrif ettiler. Yine onda tenakuzlar bulunduğunu söyleyenler oldu.  Ama tabii işlerine geldiği yerde de,  ona başvurmadan geri kalmadılar…

Aynı çizgide sünneti tahrife de kalktılar. Tarihte hadis uyduranların hemen hepsi bu, gulat arasından çıkmıştır. Nitekim İbn’il-Esir şöyle diyor : «İslâm düşmanları ona karşı kuvvet kullanamayınca hileye başvurdular; hadis uydurdular. Bunlarla dinin ana esaslarına zıt fikirler yaymağa çalıştılar. Sahih hadisleri ise tevil veya uydurma ayıplarla örtmek istediler…» Nitekim bu yalancılardan (Abdülkerim bin Ebi el-Avca) idam edilirken 4000 adet hadis uydurduğunu itiraf etti.

İslâm hakimiyetini yıkmak: Bu fitne ve anarşi demektir. Galiye fırkasının her devirde ve her iklimde tutumu bu olmuştur. İslâmî idarelere imkân buldukça başkaldırmışlardır. Ve bilhassa dış müdahalelerde ve istilalarda yabancılara ajanlık yapmış ve gayri müslimlere yardımcı olmuşlardır.

Gulat Hakkında Şer’i Hüküm;

İslâm ulemasının hangi mezhep ve tarikattan olursa olsun. İttifak ettiği ve onlara inanmaksızın hiç bir ferdin mümin sayılmıyacağı üç büyük din temeli var.

1 —  Allah’ın var ve bir olduğu.  Bütün kemal sıfatlarıyla muttasıf, her noksandan münezzeh (sıfatı subutiye sıfatı selbiyye) olduğu.

2 — Bütün peygamberlerin genel olarak. Hz. Muhammed (s.a.s.) ise özel olarak risaletini tasdik.

3 — Ölümden sonra dirilmeye, hesap ve ikaba; bunun için de dünya hayatının fani, kıyametin gelici olduğuna inanmak.

İcmalen bunları tastikle birlikte, Resulullah’in getirdiği dinin, zaruri olarak bilinmesi gereken öbür esaslarına; helâl ve haramlara, farzlara (namaz, oruç… gibi, haram ve helal olan nikâhlar, hırsızlık ve kati… gibi) inanmak da bu üç esasa bağlıdır. Mümin bu ise, kâfir de, bunlardan birini veya zaruriyeti diniyeden birini veya birkaçını inkâr edene denir. Gazali’nin ifadesiyle de; «Resulullah’tan bize tevatüren nakledilen şeylerden birini (Bunun dışındakiler ise füru kabul edilmiş) inkâr eden, sapıktır denmiş. Öte yandan, imanın altı esası, buna bağlı olarak küfre düşmenin sebepleri, çeşitli Sünni ve şii ulemanın kitaplarında tafsilatlandırılmıştır ki; meselâ şafi’i ulemasınca, namazı özürsüz terkeden de küfürdedir…

O halde bir kişinin küfre düşmesi ve kâfir denmesinin şart ve hükmü, asgari olarak başta saydıklarımızdan ibaret bile olsa, gulat için hüküm şu olur «Hulûl» inancıyla: Allah’ın birliği, kemal sıfatları ve noksandan münezzeh olduğu açısından kâfirdirler. «Tenasüh» inancıyla da; kıyamet, ahiret, hesap ve ikabı kaldırmışlardır. Kur’an’in yasak ettiği; kızkardeş, hala, teyze gibi kimselerle nikâhı, erkeğin erkekle cinsi ten temasını caiz görüşleri; namaz, oruç, hac, ibadetlerini teville iptal edişleri, gusle lüzum görmeyişleri de; zaruriyeti diniye veya te’vatüren gelen hükümleri iptalden ötürü kâfirdirler. Ayrıca Resulullah’a izafe ettikleri şeylerle ve bilhassa son nebi olmadığını iddia ile o kapıyı da kapatmışlardır..

Bütün yönleriyle kâfir olan Gulat, paravan olarak İslâmî sloganları kullanıyorsa, bu onlar için bir fazilet değil, çok daha şeni bir suçtur.

Bunun için de başta şia uleması olmak üzere topyekûn ehli sünnette bunların gayri müslim (yahudi, hristiyan ve mecusilerden daha kâfir) oldukları ve yeryüzünün bunlardan temizlenmesi gerektiğinde ittifak etmişlerdir. Ve demişlerdir ki; kadınlar nikâh edilmez, kestikleri yenmez, hatta bunlar islâm toprağına, kadınları müslüman evine misafireten bile sokulmaz…

ÇEŞİTLİ KAYNAKLARA GÖRE NUSAYRİLİK

Şia – Isnaaşeriyeye göre:

Meşhurdur, Suriye’nin batısındaki Nusayri dağları. Yani orta sakinlerinin isminden gelir bu ad. Ama bu zümre, Suriye ve Lübnanda bu isimle anılırken, Türkiye’nin güney kesiminde «Tahtacılar», İran ve Türkistan’da «Anlialıcılar», bazı yerlerde ise «Kızılbaşlar» diye anılır. Bu mahalli isimler bir yana, ilmî adları ve tarifleri «Gulat» veya «Ğaliye fırkası»dır. Tarihi ve kurucusu yönündense «Nusayr bin Numeyr»e izafeten «Nusayriler» diye bilinirler. Adları farklı anılsa da felsefeleri ve yaşayışları birbirine uygundur.

İslâmın «Vahdaniyet» «Risalet» ve «Ahiret» akidesi bunlarda yoktur. İslâmın «helal ve haramları» bunlarda yok. Tüm insanlığın «ahlâk ilkeleri» (Meselâ, dübürden teması meşru saymaları yüzünden) bunlarda yoktur.

Ama yanlışlıkla bunlar «Şia’nın» bir kolu sanılmıştır: Çünkü, başlangıcında «Nusayr bin Numeyri» Şia İsnâaşeriye cemaatı içinde görünmüştü. Ama imamlara uluhiyet atfetmekle, bu cemaattan kovulmuştu. «Alevi» adı ise bunlara, Suriye’yi işgal eden Fransızlarca verildi. Çünkü, Fransa o zümreye dayanarak ülkeyi elde tutuyordu. Daha doğrusu, onlar, sünni kitleye karşı varlıklarını her zaman olduğu gibi Fransız (yabancı) istilasına dayıyarak sürdürme arzusundalardı. Nusayriler de uyanıklık ederek, kendilerini «Alevi» yani Hz. Ali’ye bağlı, yani «Şii» göstermeyi uygun gördüler. Hatta tarihte, 12 imamdan Haşan Askeriye nisbetleri olduğu iddiasıyla İsnaaşeriye kolundan olduklarını yaydılar. Zira «Nusayrilik» ta zamanında Şianın lânetine uğramış, her müslüman onların küfrünü öğrenmişti. Şimdi bir İslâm ülkesinde barınabilmek; özellikle, yabancı istilasından destek olarak iktidar olmak eski sıfatlarıyla asla mümkün değildi. Hatta ehli sünnet uleması bunların temizlenmesini baş vazife diye bildirmişti. Tutunabilmek için, Hz. Ali’ye nisbet daha uygundu, taraftar ve korunma temin ederdi, öyleyse, bu yönüyle en doğru haberi Şii kaynakları verecek.

Nusayrilik Nedir, Ne Zaman Çıkmış? Kimin İcadıdır?

Nevbahtinin, «Firakiş-Şia»sı, Said el-Kımmi’nin «El-Makalat vel-Fırak» adlı eserleri başta gelir. Önce onları konuşturalım:

Sa’d el-Kımmi, Şiiliği, kaynağını, çıkışını, kollarını ve esaslarını tafsilatıyla verdikten sonra, sözü «Gulot»a getiriyor ve İbni Nusayrin ortaya attığı haince tezi inceliyor. Haşan Askeri ile olan alakasını (daha doğrusu alakasızlığını) anlattıktan sonra diyor ki; «Şiiler, Ali’yi sevenlerdir, özellikle imametin nassla ona ve evladına — gizli veya açık— vasiyet ettiğini savunurlar. Onlardan imametin alınmasını da zulüm sayarlar… Bunlar on iki fırkadır. Temelde ise üç kolu vardır. Yani temel ilkelerinde, ğUlat, Zeydiyye ve İmamiyeden, ibarettirler.

Sözü «Galiye» fırkasına getirip: «Bunlar aşırılık gösterip sapan, Mazdek tipi zındıklardır. Dehrilere de benzerler. Allah kahretsin… Hepsi de Allah’ın Rububiyetine dil uzatır. Allah’ın — hâşâ— bedenden bedence gezen bir nur olduğunu söylerlerken; birbine atfederler. Sonra herbiri ötekinden teberri eder onu müfteri ilan edip lânet okur.»

Nusayriler içinse, ifade şudur: «Ali bin Muhammed – El Askeri imametine inananlardan bir gayri meşru zümre ise «M. bin Nusayr en-Numeyri»nin nebi olduğunu iddia edenlerdir. Derler ki, onu Ali bin M. El-Askeri, nebi ve resul olarak gönderdi… Ve bu kişi «Tenasüh» iddia eder. Ebu Haşan (A. bin M. el-Askeri) hakkında müfrit laflar eder: Ona ilahlık atfeder. Haramları hep meşru ve mubah sayar kendilerin birbiriyle nikâhını helâl sayar. Bunu da üstelik tevâzîra gereği addeder. «Mefulluâu» alçak gönüllülük sayar. Allah’ın bunları yasaklamıyacağını savunur. Ve Ibni Nusayrin ölümünden sonra da bunlar üç kola ayrıldılar. Ayrılıkta, bu kişinin ölüm sebebinden başladı…»

Bundan sonra, Nevbahti de aynı olayları nakledip aynı hükme varıyor da, sözünü şöyle tamamlıyor. «Bu fırka gulattan olup, şiadan bazı sloganlar aparmışlardır. Esasında, Mazdekizm, Dehrilik karışımı zındık bir dindir bu. Allah lanet etsin, hepsi de uluhiyeti insana izafede birleşen çeşitli fırkalara ayrılmışlardır…

Ebul-Hasan Askeriye ilahlık izafesinde ve İbni Nusayri peygamber kabul etmede, tenasuha inanma ve haramları mübah saymadaki sapıklıklarını, Nevbahti de tıpkı el-Kıhımî gibi dile getiriyor.

Bir de «Kütübur-Rical»lere bakıyoruz; («Rical’ul-Keşşiy», «Rical’ul-Tusi, «Rical’ül-Hilli», «Min A’lâm-II-Karnirrâbi» gibi). Hepsi de Nusayri liderleri ve özellikle. Haşan Askerinin yaşadığı dönemdeki kurucuları hakkında, birbirini tamamlayıcı bilgi veriyor. Bu meyanda liste veriyorlar.

«Ali bin Haske, Kasım bin Yaktiyn, Hüseyin bin Ali el-Havatımi, Haşan bin Ma’ruf bin Boba ve Muhammed bin Nuseyr en-Numeyri» meşhurlarındandır.

Kaşşi eserinde; mutedil şiadan bazılarının bu konuda görüşlerine temasla, İbrahim bin Şeybe’den naklediyor: Ebu Hasen el-Askeriye mektup yazdım. «Hakkınızda çeşitli şeyler söyleniyor, öyleki, ağza alınmaz ve tekrarı caiz olmaz. Biz bu noktada tevakkuf ediyoruz. Meselâ, «Namaz fahşa ve münkerden korur» ayetini «İmama uyan kurtulur» diye; «Namazı kılın zekâtı verin» mealindeki ayeti ise, «İmama uyup itaat etmek» anlamına geldiği şeklinde batınî manâ veriyor ve bunu da size izafe ediyorlar. Ve diyorlar ki; namaz, zekât, oruç…

Bunlar hep bazı zevatın fitnelerinden kinayedir.

Onlara parayı, pulu, malı mülkü anlatma. Siz bu bağlılarınıza ikazda bulunsanız da, dinlerini berbad eden bu tür fikir ve iddialardan vazgeçseler… Ve İmam muhterem, şöyle cevap verdi; «Bu bizim yolumuz olamaz. Onlardan uzak kalın.»

İmam Hz. ayrıca şu mektubu da yazdı, bir bağlısına: «Numeyri’nin iddialarından Allah’a sığınırınn. İbni Baba da öyle. Ve sizi topyekûn dostlarımı uyarıyorum, bu heriflerden uzak olun. Allah’ın laneti onlara. Bunlar halkın beynini yıkıyor, inancını sömürüyorlar. Allah onları kahretsin. Fitneleri başlarına geçsin de lanetle anılsın bu sahtekârlar.».

Kaşşi daha sonra, Nusayrilik konusu üzerinde duruyor: «M. bin Nusayr el-Fehri en-Numeyri’nin iddiasına göre; kendisi nebidir. Ona da Ebul-Hasen el-Askeri göndermiştir, Böylece bu zata tenasüh ve gulüv isnad eder. Onu Rab sayar. Haram olan şeyleri de nebi kendisne mubah kıldığını  söyler. ..»

Ebu Cafer et-Tusî ise (Ö. 460 H.) : «İbni Nusayr, Ebu Muhammed el’Hüseyin bin Ali’nin cemaatından idi. O ölünce, kendisinin zamanın imamı olduğunu iddiaya kalktı… İlhad ve cehlini ortaya koydu.»

Ebu Talib el-Enbari ise: «İbni Nusayr mahut tavrıyla ortaya çıkınca, Ebu Cafer ona lanet etti ve ondan teberri etti. İbni Nusayr ise Ebu Cafer’e bağlılığını ve sevgisini bildirse de, kabul edilmeyip tard edildi» diyor.

Dr. Eşşeybi’nin «Şia fikri ve Sofilikle Çatışma» adlı eserinde de, çeşitli bilgiler verdikten sonra, tarihçesi şöyle özetleniyor : «Nusayriliğin Doğuşu; Hasan Askeri dönemine rastlar. Ondan sonra ani bir yayılma göstermiş. Daha sonra da, ulemanın tahlil ve tenkitleriyle tepki görmüş, zamanla azalıp bazı bölgelere çekilmişlerdir. Bugün ise Lazkiye dağlık bölgesinde cemaatler halinde yaşarlar. Bu zümrenin, İmam Ali hakkında çok aşırı görüşlere gulüv göstermiş olduğu herkesçe bilinir. Yine Haşan Askeri’nin sağlığında, İbni Nusayr ve bağlılarından teberri ettiği ve bunları lanetlediği de kaynaklarda vardır.»

Nusayrilerin görüşleri bahsinde ise «Nusayriler. Haşan Askerinin çevresindeki kişilerdi. O vefat edince, îbni Nusayr’ın ona vekil olduğunu ileri sürdüler, imam olduğunu söylediler. Allah’a iftirada bulundular. Tenasühü savunup, haramları da mubah gördüler. Ve nihayet bu zümrenin liderleri kendilerini ilâh ilân ettiler.»

EHL-İ SÜNNET KAYNAKLARINDA NUSAYRİLİK

Geçen bahiste görüldü ki, Nusayrilerin şiilerle alâkası yok. Şiiler onları kendinden saymadığı gibi; Nusayriler de şia görüşünü benimsemiyor, oniki imamın görüşleriyle de amel etmiyorlar. Sadece o imamların isimleriyle şia mezhebinin bazı sembollerini kullanıyorlar. Ama tam anlamıyla müâihid ve dehri bir kafayla. İmamlar da onlardan teberri ediyorlar ve onlara lanet ediyor… Bütün bunlar karşısında hâlâ Nusayriler şianin bir koludur, denebilir mi? Hâlâ İbni Nusayr «Bab» olabilir mi? Ama tebaası böyle zannedebilir, babalarının dedelerinin aldandığı gibi aldanabilir…

Ama bir de ehl-i sünnet ulemasını konuşturursak, artık tereddüde mahal kalmaz. Çünkü her şeye rağmen; ehl-i sünnetle şianın mutedil kolları arasında bile anlaşmazlıklar bulunsa da; Sünni ulemanın bu konuda hakkı teslim ettiklerini görüyoruz. Ve şiayı temize çıkarıp, Nusayrilerin ayrı bir din veya dinsizlik olduğunu söylüyorlar.

Şeyh Abdülkadir Bağdadi ( ? – 429 H.) şunu söylüyor: “Bunlar, imamlara uluhiyet izafe eder, şeriatı nefyeder, farzları iskat ederler. Bağlandıkları Numeyriye (İbni Nusayr) de Allah’ın hulul ettiğine inanırlar. Hepsinin de baş hedefi, Tevhid akidesini bozmaktır.”

Ali bin Hazm (456 H.) ise bunların, nübüvvetin bitmediğine inandıklarını söyler. Yine. Ali’yi ilâh sayan bu zümrenin çok garip bir iddialarını da ekler ve «Bu fırka Hz. Ali’nin katili», . İbni Mülcem’in yeryüzünde en üstün kişi olduğunu, çünkü Ali’yi öldürmekle, «Lâhûti Ruhu ceset karanlığından kurtardığını» savunurlar der!.

M. Abdülkerim Şehristani ise, 548 H.) : Bütün Gulat fırkalarını sayıp, Nusayrilere gelince bunların ve İshakîlerin Gulat-ı Şia’dan olduklarını söylüyor. Hepsinin Ehl-i Beyt imamlarına ulûhiyet izafe etmekte aynı olduklarını, izahda farklılaştıklarını belirtiyor. Ve diyor ki; Nusayriler Cebrailin iyi insan, şeytanın kötü insan kılığında görünmesi gibi Allah da (hâşâ) insan sûretinde görünüp (önce Resulullah (s.a.v.), sonra Ali ye Evlâdı) görünüp onun dilinden konusmus, onlara yardım etmiştir, derler. Bunun isbatını da kendîlerince şöyle yaparlar; Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki; «Ben zâhirle hükmederim, Allah ise sırları takib eder» işte bundandır peygamberin müşriklerle savaşması, Ali’nin ise münafıklarla savaşmış olması. Yine derler ki; Ali yerler, gökler yaratılmadan da vardı.

‘Fahruddin Razi ise (544 – 606 H .): gulat çeşitli fırkalara ayrılmıştır.  Bunlardan biri de Nusayrilerdir, bunlara göre Allah zaman zaman Ali’ye hulûl etmiştir. Meselâ: Hayber’in kapısını kopardığı zaman böyle idi.

Bir de çağımızda yetişen ehl-i sünnet alimlerini dinleyelim: Dr. Haşan İbrahim Haşan şunları söyler: «Nusayrîler Gulat-ı Şia’dandır. Yaşadıkları yer Lübnan ve Suriye arasındaki Nusayriye dağları. Hama, Humus ve Halep çevreleridir. Kuzeyde ise Antakya ve Güney Anadoluda yaşarlar. Günümüzde «Aleviler» diye tanınsa da kurucularına nisbetle esas adları Nuseyridir. Bu kişi bir şii fakihi olup Haşan Askerî’nin etbâ’ından idi… Nusayri ismi Nasara ismine tesadüfen benzememiştir. Çünkü büyük miktarda hristiyan inanç ve ahlâkiyyâtından izler görülür. Meselâ: En büyük bayramlarından biri Milad bayramı. Haç bayramıdır… Tarih boyunca da bütün şii ve sünni müslümanlar bunları gayri müslim, mülhid, putçu ve putperest kabul etmişlerdir.» 

Muhammed Ebu Zehra da «İslâm Mezhepleri» kitabında; Nusayrilerin Suriye’de oturan bir taife olduğunu. Ali evlâdının mutlak marifete sahip olduğuna ve yarı ilah olduklarına inandıklarını bâtınîler gibi şeriatın zahir ve batınının olduğunu savunduklarını, bunu ancak imamların bilebileceğini söylüyor ve diyor ki: «Zâhiri kabul etmezler, her ayetten bâtınî manâ çıkarırlar ve bu davranışlarını da şia İmamlarına atfederler. Halbuki Şia imamları onları lanetler ve onlardan teberri eder. Özet olarak; Nuseyriler Ali’nin ilah olduğuna; bazısı onun Ay’da yaşadığına, bazısı da güneşte yaşadığına inanır, ruhun tenasuhuna inanırlar, onlara göre SIR kelimesi üç harflidir (Ayın, Mim, Sin) yani Ali. Muhammed, Selman…. İnanış sistemleri çeşitli din ve mezheplerden müteşekkildir.

Hülâsa; görüyoruz ki bütün Ehl-i sünnet, Nusayriliğin Galiye’den olduğunda ittifak ediyorlar. Hepsi de bunların gayri müslim olduklarını ve aslâ İslâmî bir muameleye layık olmadıklarını ifade ediyorlar. Ibn-i Teymiyye bile bunların; küffar olduklarını, kestiklerinin yenilmeyeceğini, karılarının nikâh edilemiyeceğini, mürted olduklarından cizye ile hayat hakkına sahip olamayacaklarını çünkü ne beş vakit namazı, ne orucu ne de haccı kabul etmediklerini, Allah’ın haram kıldıklarını da helal saydıklarını bildiriyor.

Bir cümleyle Nuseyrilik apayrı bir inanç sistemiyle esasta putperesttirler. Görünüşte İslâm ismini kullanırlar.

MÜSTEŞRİKLERE  GÖRE  NUSEYRİLİK

Müsteşrikler ve misyonerler Nuseyrîliğin sırlarını ortaya koymak için büyük gayret sarfettiler. Onların inanışlarını, kitaplarını ve felsefelerini araştırdılar. Bunlar arasında Amerikalı bir misyoner enteresan bir plânla en gizli sırlarını tespit etti.

Adana’da Süleyman isminde bir genci kandırdı, Adanalı Süleyman önce hristiyan oldu ve Lazkiye vilayetine gittiler. Adı geçen misyoner Adanalı Süleyman’dan aldığı bütün bilgileri değerlendirdi. «Süleymanın Sâfiyeti» adı ile bir kitap neşretti. Beyrut’ta 1863’te neşredilen bu kitapta Nuseyri akaidinin en önemlileri şöylece tespit ediliyordu.

1).Nuseyrilik, Ali’yi ilâh sayan aleviliktir. Bir kısmı onu Ay’da, bir kısmı Güneşte  der. Onun için de bütün yıldızlar Ay ve Güneş kutsaldır.

2).Ruhun cesed değiştirdiğine inanırlar. İyi ruhlar yıldızlara çıkar derler

3).Onlara göre şeyin sırrı olan kelime üç harflidir. 

4 — Nusayrilerin Kur’an’dan başka mukaddes kitapları vardır. Kur’an ikinci derecededir.

5 — Nusayri akidesinin esası, Mezopotamya ve Suriye’de eski çağlardan beri süregelen «VESENİYE» yani yıldızlara tapan putperestliktir. Görünüşte ise müslüman ve şiidirler.

Aynı şekilde bunların kutsal kitaplarından iktibaslar yaparak 1937’de akidelerini topluca anlatan Massignon, 1946’da Hamburg’da kitap neşreden Strothmann ve ötekiler bu konulara eğilmiş ve açıklık getirmişlerdir.

Meselâ: Dr. Filip Hatte «Nuseyrilik eski Veseniye’nin kalıntısı olup Lübnan havalisinde İslâm ve Şii görünümünde devam etmektedir.

Hristiyanlık döneminde bunun tesirinde kalmış, islamın bu ülkelere hakim olmasıyla, yaşama imkânı bulan bu akide İslâmî bir renge bürünerek devam etmiştir. İsimler ve tâbirler değişmiş öz aynen devam etmiştir: Yıldızların kutsal sayılması buna açık misaldir. Nusayriliği İslâmî renkte kuran ise Haşan Askerî’nin hayranlarından birisidir. Bu mezhep gizli bir teşkilât ve batini bir eğitime dayanır. Gulat-ı Şia tabiatında olup Ali’yi ilâh sayar, bunlara Alevi de denir. Ancak bu isim Fransızların bu bölgeyi işgalinden sonra kullanılmaya başlanılmıştır.

Hülâsa; müsteşrik ve misyonerlerin tespitleriyle de, Nuseyriliğin Harranlı Sâbii döneminden beri gelen bir putperest din olup, bugün İslâmî ve Şİİ görünümünde devam etmekte olduğu; kendilerini şii gösteren bu zümrenin şiileri beğenmediği ve yüzeyde kalmakla suçladığı anlaşılmaktadır.

KENDİ KAYNAKLARINA GÖRE NUSAYRİLİK

Geçen bunca izahtan vardığımız netice şudur ki; Nuseyrilik, ta Fenikeliler zamanına kadar uzayan bir geçmişi olan eski bir dinin kalıntısıdır. Yıldızlara perestiş eden «Sâbiiliğin» devamıdır. Nasranilik (Hristiyanlık) da onun üstünden geçip bazı kalıntılar bırakmıştır. İslâm da onu çiğnemiş, onun birçok umdesini değiştirmiş, etkilemiş ama temeldeki şek ve ilhad sürüp gelmiştir. Görünüş ve ifadeleriyle islâm kılığına giren Nusayrilik, ruh ve kalıp olarak aslını korumuştur.

Şimdi biz, bütün bunlara rağmen, gerek şiilerin, gerek sünnilerin, Nusayriler hakkında söylediklerinin asılsız, iftira ve haksızlık olduğunu kabul edelim : Ve farzedelim ki Nusayriler gerçekten müslümandır ve mutedil ve samimi: şiidirler.

Aynı şekilde müsteşrikler de araştırmalarında, Sünni ve şiilere uyarak yazmış ve haksız ifadelerde bulunmuşlardır.

Peki gerçekleri nereden öğreneceğiz? Çünkü sırri bir mezheptir Nusayrilik. Batını esas alırlar, sırlarını ifşa edenleri de diri diri yakarak cezalandırırlar. Onlar içindekilerini asla açıklamaz ve hep olduklarından farklı görünürler.

Bu gizliliklere rağmen; çeşitli vesilelerle onlar arasına girenlerin tesbit ve ifadesiyle; onların hristiyan bayramlarını kutladıkları, hristiyan isimlerini kullandıklarını açıkça görür.

Meselâ: «İydül Kıyame» bayramı, Yuhanna, Matta, Hilâne… isimleri gibi. Eh, diyelim ki, bu tip bir araştırmada da yanılma mümkün. O halde bu mezhebin gerçek yüzü nasıl anlaşılır. Evet, tek yol kaldı, o da kutsal bildikleri kitaplarını incelemek.

Nusayrilik kendilerini Alevi saydıklarına göre herhalde; M. Emin et-Tavil’in «Tarihül-Aleviyyin : Alevilik Tarihi» kitabındaki tespitlere de itiraz etmezler. Çünkü bu zat Türkiyeli bir alevi olup, Suriye’ye göçmüş, orada Lazkiye şehrinin mahkeme azalığına kadar yükselmiş, sayılır bir kişidir. Tarihçidir. Aleviliğindeki taassubundan ötürü bu eseri yazmıştır.

Bu eserini Türkçe yazmış, sonra da kendisi Arapçaya çevirip ilâveler yaparak 1919’da yeniden Suriye’de neşretmiştir. Adamın temel görüş ve hedefi ise : «Tecdid, ıslah ve yeniden selef yolunu taklid» dir. Bu iddia ile çıkan M. Emin, kendi taifesini itimad ettiği bir kişi, eseri de onlarca muteber kaynaktır.

Şimdi nakiller yapalım oradan : «Mehdinin kayboluşuna kadar» Aleviler ve tüm şia, imamlara ittiba eder, onların tavsiyesiyle itminan bulurlardı. Mehdi ortadan kaybolunca halk adeta boşlukta kaldı. Çünkü Resulullah «Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır» ve «İlim arıyan kapıya başvurur» buyurmuştu.

İmam kaybolunca da onun yerini tutacak biri gerekti. İşte on iki imamdan her birinin bir de «BAB»ı vardır:

Ali (imam) — Selman (Bab)

Haşan         » — Kays  bin  Varaka »

Hüseyin         » — Reşid el-Hicri »

Aii Zeynelabidin » — Kenger »

M. Bakır » — Yahya bin Muammer»

C. Sadık » — Cobir bin  Yezid »

Musa Kâzım » — El-Kahilî »

Ali Rıza » — Fadl bin Ömer »

M. Cevad » — M.  bin  Mufaddal »

Ali el-HadI » — El-Kâtibi »

Haşan el-Askerî         » — İbni Nusayr »

Muhammed Mehdinin ise «BAB»ı yok. Çünkü o kaybolurken «BAB» Ebu Şuayb, yani İbni Nusayr mevcuttu, bütün sıfatlar onda toplanmıştı. «BAB» olmak ise elinin esaslarındandır.

Ama bunlar (Bablar) imamlar gibi dini himaye gücüne sahip olmadıkları için birtakım esrar perdelerine bürünmeğe ihtiyaç duymuşlardır. Takva yönünden ise “Bab”lar tamlık gösterir. İmamlardan sonra Babların da sonuncusu, Ebu Şuayb M. bin Nusayr el-Basri en-Numeyri alevilerin baş mercii olmuştur. Ondan sonra M. bin Cündüp Ve Abdullah bin Canbulani gelmiş ve kendi ismiyle anılan tarihi kurmuştur (235, 287 H.). Mısır’a gitti. Orada tanıdığı Husaybi’yi kendine çekti… Husaybi’den sonra iki merkez oluştu aleviler için: Suriye-Halep’te M. Ali el-Cisri reis idi. Bu zat İbni Kasım et-Taberani diye tanınır (358-426).»

Babların izinde aleviler üç kola ayrıldı: Bab olan İbni Nusayr’e bağlananlar. İşte bu kitap onlardan bahseder. Bir de İshakiler var, îshak en-Hahî’ye bağlıdırlar. Bab tanımıyanlar ise, Caferilerdir ki konumuz dışındadır.

Bunlar da gösteriyor ki, «Alevi» tabiri Nusayrileri ifade ediyor. Babiliği kuran İbni Nusayr’dır. Caferiler ise bu prensibi kabul etmezler. Yani Nusayrilik Şiadan ayrılmış aşırı ve kâfir bir fırka olmuştur.

Nusayrilerin Din Kitapları, Eğitim ve Tebliğ Usul ve Esasları:

«Kitabu Ta’limi Diyanet’in. – Nusayriye» adlı risaleden (Paris Millî Kütüphanesi 6182 No.). Sual cevap şeklindeki öğretmeyi görelim;

1  – 4 ‘ Bizi kim yarattı?

—  Emirelmüminin Ali bin Ebi Talib.

2 — Ali’nin ilah olduğunu  nerden  biliyoruz?

— Kendisinin hutbesinden: «… Benim sırların sırrı, göklerin delili ben… Nübüvvet sırrının hâzinesi ben!..»

3 —  Bizi Rabbimizi tanımaya kim çağırdı?

— Muhammed. Çünkü o, «O sizin ve benim rabbim» derken, Ali’yi kasdetmiştir.

4 —  O ilâh ise, nasıl insan gibi göründü?

— Hayır o Muhammed’le perdelendi,  Ali’ye göründü.

 5 — Rabbimiz kaç kere İnsan gibi göründü?

— Yedi kere göründü.

a). Habil ismiyle, Adem olarak.

b). Şit ismiyle, Nuh şahsında.

c). Yusuf ismiyle.  Yakup şahsında.

d). Yuşa ismiyle, Musa’nın şahsında.

e). Asaf ismiyle, Süleyman’ın şahsında.

f). Batıra ismiyle, İsa’nın şahsında.

g). Ali ismiyle, Muhammed’in şahsında,

Ve bu talim sürüp gidiyor, 100 soru ve 100 cevap tam; ilk dokuzu Hz. Ali’nin ilâh olduğunu, 80 kadarı da Hulûl ve tenasühü telkin eder.

90 dan sonrası ise; Peygamberliğin bitmeyip devam ettiğini, içkinin kutsal olduğunu, Takiyye (su tutma) nın önemini, yıldızların kutsallığını… öğretmeğe çalışıyor (bu da dinin Asur, Babil, Akat dinleri gibi uzayda gözlenenlerin etkisiyle temellenen bir din olduğunun açık isbatıdır.

NUSAYRİLİK ve SURİYE’de NUSAYRİ ZULMÜ

Hazırlayanlar:

Ali Gülşehri — Resul Tosun


İslam öncesi Araplarda Bilim, Eğitim ve Kültür-1

Nisan 30, 2023

 İslam’dan Önce Araplarda Bilim ve Eğitim

Arap Yarımadası su açısından oldukça yoksul, çöller ve dağlar açısından zengin bir bölgedir. Toprağın verimsiz olmasından dolayı halkı tarımla uğraşamamıştır. İnsanlar bulundukları ve yaşadıkları ortama göre gelişme gösterirler. Bu yüzden Arap toplumları yaşadıkları susuz ve verimsiz toprakların zorlamasıyla hayvancılıkla özellikle de deve beslemekle geçimlerini temin etmişler ve otlaklar aramak için göçebe bir yaşam sürdürmüşlerdir. Çevre koşullarının zorlamasının sonucunda ortaya çıkan bu yaşam biçiminin etkisiyle göçebelik duyguları, uygarlık duygularına baskın gelmiştir. Yanlarında götürdükleri hayvanlara gereksinimlerinden bunlara sahip olma konusunda aralarında bir yarış oluşmuş bunun sonunda gece gündüz, açık gökyüzü altında birbirlerinin mallarını yağmalamak ve çalıp çırpmakla uğraşmışlar, çadır ve hayvanlarıyla otlaktan otlağa, köyden köye göçmeye mecbur olmuşlardır. Böyle sürekli yer değiştiren ilkel bir toplum, yollar ve otlakların yerlerini belirlemek zorundaydı. Bunun için de yıldızlardan yararlanıyorlardı. Yön ve yer belirleme konusunda yıldızlar onların en önemli kılavuzu olmuştur. Düşmanlarını takip için onların gizli yerlerini bulacak izleri araştırmaya da gerek gördüklerinden “iz sürme” metodunu buldular. Böyle bir yaşamın ve koşulların sonucu olarak yağmur, fırtına vs. gibi hava değişikliklerinden sakınmak işinde ortaya çıkan zorunluluk üzerine yağmur ve rüzgarı önceden tahmin etme metotlarını geliştirdiler ki buna “hava değişiklikleri” ve “rüzgarların estiği yönleri bilme” bilimleri adını verdiler.

Savaş ve yağmaya alışmış olmaları, yandaş gruplar oluşturmalarını gerektirdiğinden birbirleri arasında bağlantı kurabilmek için soy ve sop bilgisine önem verdiler. Bu yüzden “neseb ilmi” doğdu. Yağma ve talan için bir yerden bir yere göçmek iyi silah yapmak ve iyi at yetiştirmeyi de gerektirir. Araplar o devirde uygar bir halde bulunmadıklarından silah yapımı çok gelişmemiştir. Ancak at eğitmek, yetiştirmek ve bakıcılık konularında çok ileri gittiler.

Araplar, eski uygarlığın temellerinden olan Keldaniler, Babilliler, Fenikeliler vs.’nin kardeşleri olduklarından zeka ve akıl yönünden benzer özellikler gösterirler. Onlar gibi Fırat veya Nil vadileri gibi verimli bölgelerde yerleşmiş olsalardı, onların veya komşuları olan Yemen devletlerinin gösterdikleri uygarlığın bir benzerini ortaya çıkarabileceklerdi. Araplar açık gökyüzü altında, parlak bir güneş ve berrak bir çölde yaşam sürdükleri için gök ve güneşleri gibi saf, parlak ve berrak bir zihne sahip oldular. Yetenekleri şiir üzerinde yoğunlaştı ve gelişti. Olayları, neseblerini, duygularını hep şiir ile ifade ederlerdi. Belagat (retorik) yetenekleri de çok fazla geliştiğinden etkili konuşma ve nutuk atmada büyük gelişme gösterdiler. Bu nutuklar halkı gayrete getirmek, savaş veya barışa yöneltmek veya övünme ve büyüklüklerini sergileme yarışmaları düzenlemek için söylenirdi. Arapların yaratılışlarından sahip oldukları akıl ve zeka olmasaydı Kızıldeniz’in batı kıyılarında yaşayan halklardan daha fazla bir yetenek gösteremeyeceklerdi. Sözü edilen bölgede yaşayan halk uygarlık açısından yüzyıllarca önce ne haldeyseler günümüzde de aynıdırlar. Arapların Cahiliye dönemindeki durumları Yunanlıların Homere devrindeki hallerine benzer. Müslüman Araplar uygarlık yoluna girince Yunanlıların benzeri bir uygarlık örneği göstermişlerdir. Bununla birlikte onlar gaibden haber vermek (kehanet ve arafet), kuşlarla fal bakmak (zecr-i tayr) sonra remi atmak (bir çeşit şans oyunu) ve rüyaları yorumlama gibi inanışlarda kendileriyle çağdaş olan büyük ulusların gittikleri yola sapmadan kurtulamadılar. Toplumlarda görülen bu gibi doğal durum ve inanışlar, insanlık gereği olarak her şeyin nedeninin bilinmesi ve açıklanması arzusundan kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, daha önceki halklarda olduğu gibi Araplar arasında da kahinler ve benzeri gaibten haber veren kişiler çoğalmıştı.

Arap Yarımadası’nda lslamiyet’ten önce yayılan bilim ve eğitim, bu bölge ile burada yaşayan halkın tabiatları gereği günlük yaşamda yararlandıkları şeylerdi. Bunlara bilim ve eğitim adını vermemiz diğer uygar uluslarda yer alan bilim ve eğitimle benzerlikleri olması yönündendir. Yoksa Araplar bu ilimleri ne okullarda öğrenmişler ne yazılı olarak okumuşlar ne de bunlara ait bir kitap yazmışlardı. Araplar genellikle ümmi insanlardı ne okumaları ne de yazmaları vardı. Onlarca bu bilgiler yüzyıllar boyunca dilden dile aktarılarak hafızalarında toplanmış, önceki nesillerden sonrakilere aktarılmış, zamanla genişleyip dal budak salmıştır. lslamiyet’in doğuşu zamanında bu ilimler on çeşitten daha fazlaydı. Bunların bir kısmı tabiat, bazıları matematik, edebiyat, kahinlik veya bunlara benzeyen bilimlerden oluşuyordu.

Söz konusu bilim ve eğitim dikkatlice incelenecek olursa bunlardan bazılarının Araplara ait orijinal bilimler olduğu, diğerlerinin ise başka milletlerden alındığı ortaya çıkar. Arapların kendilerine ait olan ilimleri; ensab, şiir ve hitabettir. Diğer milletlerden alınan ilimler (dahili olan) ise ilm-i nücum (astronomi), ilm-i tıb, ilm-i enva (hava durumları), ilm-i hayl (at ve kısraktan anlamak), ilm-i mehab al-rth (hava değişiklikleri), esatir (mitoloji), kehanet, ‘iyafet ve kıyafettir (iz sürme).

İlm-i Nücüm (İlm-i Heyet veya Astronomi)

Keldaniler (yaygın bilinen adlarıyla Keldaniler), astronomi biliminde tüm dünyanın öncüleri ve öğretmenleri kabül edilmektedir. Bu bilimin temelini atan ve direklerini kuran onlardı. Göklerinin berraklığı, havalarının kuruluğu ve ufuklarının genişliği, bu konuda kendilerine yardım ettiğinden kırk asır önce bazı gözlem aletleriyle yıldızları gözetlemişler ve yerlerini belirledikleri gibi burçları ay ve güneşin yörüngesini ve yerlerini resimleyip güneş ve ay tutulmalarını da hesaplamışlardı. Eski uygarlıklarıyla ünlenen Yunanlılar, Hintliler, Eski Mısırlılar ve diğer milletler astronomi bilgilerini Keldanilerden almışlardır. Keldaniler veya Babilliler, milattan 8 yüzyıl önce devlet kurmuş bir toplumdur. Zamanla çağdaşları olan Asurluların egemenliği altına girmişlerdir. Ancak her iki ulusun dil ve dini birbirine benzemesi nedeniyle söz konusu Asur egemenliği Keldanilerin sosyal hayatında hiçbir etki yapmamıştır. Hicri 5. yüzyılda Keldaniler İranlıların saldırısında uğradılar. İranlılar Keldanilerin ülkesini ele geçirip ma’budlarını değiştirdikleri gibi birçok baskı ve zulüm de yaptılar. Yaşam, Keldaniler açısından çekilemeyecek hale gelince birçokları komşu ülkelere özellikle de Arap topraklarına göç etti. Arap toprakları, bir taraftan sıcak çöllerle dış saldırılara karşı doğal bir engel olması, diğer yönden sami dilleri arasında var olan benzerlik etkisiyle çevreden gelen kabilelerin kolaylıkla yerleşip yaşayabilmesine çok uygundu. Bu nedenle özellikle Irak, Mısır ve Şam bölgelerinden gelen göçmenlerin bir sığınak yeri konumundaydı.

Bu göçmenler arasında kuşkusuz kahinler ve astronomlar da vardı. Araplar bu astronomlardan astronomi hakkında önemli bilgiler almışlar, yıldızların isimlerini, burçların yerlerini, ay ve güneşin yörüngelerini bunlardan öğrenmişlerdir. Arapların bu tarihten daha önce kendilerinin gayretleriyle veya Hindistan vs. yoluyla astronomi konusunda bir kısım bilgilere sahip olmaları da mümkündür. Ancak, genel anlamda Araplar astronomi bilimini Keldanilerden almışlardır. Arapların Keldanilere “sabii” (af-tab ve ahterperestler- güneşe ve yıldıza tapanlar) adını vermeleri de bu görüşümüzü güçlendirmektedir. Sabiiler bizzat Keldaniler değilse de herhalde onların takipçileri veya öğrencileri olmaları gerekir. Arap şehirlerinde yaşayan birçok sabii vardı. Hıristiyan ve Yahudilerin bu bölgedeki konumlarına benzer konumlara sahiptiler. Onlar gibi yer ve yurtları vardı. Araplar, bunlardan astronomi bilmini terminolojisiyle birlikte almışlardır. Bununla beraber gezegenlerden büyük kısmının Arapça’daki isimleri Babilce aslına benzemekten oldukça uzaklaşmıştır. Büyük olasılıkla bu durumu gerektiren sebepleri gösteren bilgiler de kaybolmuştur. Bununla birlikte (Merih) Mars gibi gezegenlerden bazıları günümüzde de Babil dilindeki asıllarını göstermektedir. Merih, Babil dilinde kelime ve anlam olarak “Merdah” kelimesinin karşılığıdır. Ancak bu isimlerin çoğu telaffuz benzerliğini kaybetmiştir. Arada yalnız anlam benzerliği kalmıştır. Örneğin Zuhal’in Arapça’daki anlamı (yükseklik) olduğu gibi Keldani dilinde adı olan “kavun” da aynı anlamdadır. Burçlarla ayın menzilleri (ayın felekleri) gelince, bunlar Keldani dilindeki orijinal isimleri Arapça’da da olduğu gibi korumuşlardır.

Burçların yerleri, Araplar ve Keldanilerce verilen adları:

Arapça isimleri Keldani dilindeki isimleri Fransızca isimleri

Hamel veya Kebir              Emr                             Belier

Sevr                                    Sevra                          Taureau

Cevza veya Tevemin          Tami                           Noix

Seretan                            Seretan                          Ecrevisse

Esed                             Arye                           Lion

Sümbüle                            Şibilta                           Epi

Mizan                            Mas asa                   Balance ou Fleau

Akrep                            Akrabu                         Scorpion

Kavs veya Rami            Qastu                         Arc ou Sagittaire

Cedi                             Gedya                        Chevreau

Delv                            Delva                         Urne

Hut veya Semek            Nunu                          Poissones

Ay ve güneşin menzillerinde de gezegenlerin adlarında zamanla olan değişiklik gibi bunların bazılarının adlarında da değişiklikler olmuştur. “Menazil-i kamer ve menazil-i şems” (ay ve güneşin konakları) terimlerine varıncaya kadar bu kural ve terminoloji Keldanilerde ne haldeyse, Araplarda da aynen korunmuştur. Keldanilerden astronomiyi alan diğer uluslar bu terimleri diğerleriyle değiştirmişler ancak yalnız Araplar ve Yahudiler olduğu gibi bırakmışlardır.

Arapların astronomi bilimine karşı duydukları büyük ilgi ve merak tarih boyu ünlüdür. Yukarıda görüldüğü üzere Araplar gezegen ve burçları öğrenmenin dışında, kevakib-i sabite (sabit yıldızların) pek çoğunu da öğrenmişler ve diğer milletlerin astronomlarının görüş ve düşüncelerinden ayrı, kendilerine özgü ayrı bir ekol oluşturmuşlardır. Bu yıldızların Arapça isimlerinin eskiliği, Arapların bu yıldızları çok önceden bildiklerini göstermektedir. Benatna’şi’l-kübra (Filles du Grand Cercuel), diğeri, Benat-ı na’şi’s-sugra (Filles du Pelit Cercuel) (debb-i asgar şeklinde yedi yıldızdan oluşur), Seha (Benat-ı na’ş-i sugra içinde küçük bir yıldız), Zabba (Daim), Rüb’, Ra­ bid, Avaiz, Ze’bin, Nesr, Ferkad, Kadr, Rai, Kelbü’r-Rai, Ag­ nam, Ramih, Semak, Asa’d-diya, Evladü’d-diya, Simak-i Ra­ mih, Haris-i Sema, Azfar, Fevaris, Keff-i Muhdab, Haha’, Uyük, lnez, Cedyin vs. bu yıldızlardan bazılarının isimleridir. Araplar ay konaklarını Hintlilerin yöntemine aykırı olarak, yirmi sekize bölmüşlerdir. Hintlilerde bu yirmi yedidir. Arapların bu bölmeyi yapmaktaki amaçları da farklıdır. Bununla hava değişikliklerini ve dört mevsimde ortaya çıkan iklim değişimlerini anlamak istemişlerdir. Arap toplulukları genel olarak ümmi idiler. Bu nedenle bir şeyi öğrenmek için onu bizzat gözle görmeleri gerekiyordu. Bu nedenle “enva” konusunda görüleceği üzere, bu konakları ve değişiklikleri, daha iyi anlamak için birer alamet veya işaret olarak kabül ettiler. Arapça’da yirmi sekize ayrılmış olan ay konak veya durakları şunlardır:

Süreyya      Cebhe lklil         Sa’dü’s-suCıd

Deberan      Zübre Kalp Sadül ahbiye

Huk’a     Surfe Şule         Fürgu mukaddem

Hen’a Awa   Neaim                Fürgu muahhar

Zira Simak   Belde               Batmıl hut

Nesre Gafr Sadüz zabih Şeretan

Tarf Zübaniyan Sadü bula Butayn

Araplar ayın duraklarını sıralarken iklimlerden dolayı Şeretan’dan başlarlardı. Abbasilerin ilk dönemlerinde aşırı Arap milliyetçileri Arapların astronomide son derecede ileri gitmiş olduklarını ve bu konuda otorite bulunduklarını iddia etmişlerdi. Örneğin lbn Kuteybe, “Arapların Arap Olmayanlara Tercih Edilmeleri Gereği” adı ile yazdığı kitapta Arapların yıldız biliminde vs.’de diğer toplumlardan üstün olduğunu söylemiştir. Bu gibi sözler abartılı olmakla birlikte, en azından Arapların bu ilimlerde oldukça geniş bir bilgiye sahip olduklarını gösterir.

Yıldızlar Arapların yaşamında çok önemli bir yer tutar. Yolculuklarında vs.’de yönleri belirlemek için onların kılavuzluğuna başvurduklarından, Arapların, yıldızların mevkilerini iyi bilmeleri konusunda uzmanlaşmalarını yadsımamak gerekir. Onlar, yolları ve yönleri belirleme işinde yıldızları o kadar yoğun kullanırlardı ki, örneğin bir adam onlardan bir şehre giden yolu sorsa “falan ve filan yıldızların yönüne git. ..” derlerdi. O adam yıldızları takip ederek varmak istediği yere varırdı. Kimi zaman yer tayini için rüzgarların estiği yönleri de kullanırlardı. Bunlara “cihad” derlerdi. Bununla ilgili olarak bir örnek vermek gerekirse; Süleyk b. Sa’d adında biri, Kays ibn Mekşuh Muradi adında bir başkasına karşılıklı olarak kabilelerinin yurtlarını tanımlamayı önerir. Anlaşarak yalan söylemeyecekleri konusunda birbirlerine söz verirler. Kays ibn Mekşuh kendi yurdunun bulunduğu yeri şöyle tanımlar: “Güney ile saba rüzgarları arasında gidersin. Ağacın gölgesi nerededir. Anlayamayacak hale gelinceye kadar yürürsün. Sular kesilince dört gece gidersin. Sonunda bir kumluk yere varırsın. Kumluğun ortasından giderek kavmime ulaşırsın.” Süleyk ise ona karşılık şu tanımı yapmıştır: “Süheyl yıldızının doğduğu yer ile Cüza yıldızının sol tarafı arasındaki yeri tutarsın. Bu yöne doğru gide gide kavmimin yurtlarına varırsın.” Arapların Cahiliye çağında özellikle bazı kabileler astronomi konusundaki derin ve geniş bilgileriyle ün salmışlardı. Mariye ibn Kelb Oğulları, Mürre ibn Hemmam eş-Şeybani oğulları bunlardan ikisidir.

Enva ve Mehabü’r-Riyah (Meteoroloji)

Arapların enva ilmi dedikleri bilim, günümüzdeki hava durumları ve değişiklikleriyle ilgilenen meteorolojidir. Ancak onlar hava ve rüzgar değişikliklerini yıldızların doğuşu ve batışına bağlıyorlardı. Bu açıdan bakıldığında enva’ bilmi astronominin bir dalıdır. Menzilenin doğuşuna “kalkması” diyorlardı. Doğuşun etkisini “barih” ve batışın etkisini de “nev”‘ kelimeleriyle ifade ediyorlardı. Bunlardan birinin doğuşundan, onu takip eden diğerinin doğuşuna kadar üç günlük bir zaman vardır. Yalnız “cephe” menzilesi bu kuralın dışındadır. Zira bu menzile ile onu takip eden menzilenin doğuşu arasındaki müddet 14 gündür. Onların ünlü sözlerine göre: “Zaman esas olarak dörde ve her çeyrek de yediye ayrılmıştır. Ve her yedide doğuda bir yıldız çıkar ve batıda kaybolur. Bir yıldızın doğuşundan diğerinin doğuşuna kadar 13 gecelik bir müddet vardır.”

Bununla birlikte bu konuda uzlaşamamışlardı.

Bazılarına göre bir menzilenin doğuşundan sonra onu takip eden menzilenin doğuşuna kadar her ne etki olursa doğan menzileye bağlamak gerekir. Diğer bazılarının görüşüne göre her menzilenin doğuşu ile yok oluşuna ait bir süre vardır ki bu süre içinde ne olursa ona bağlanır. Bu müddet geçtikten sonra oluşan değişiklikler ona bağlanamaz. Eğer o zamana ait etkiler gözlemlenmezse o yıldız veya menzile sükut etmiş demektir. Çünkü yağmur, sıcak, soğuk ve rüzgarın sebeplerini yıldızlar sanıyorlardı. Hatta bir iş arkasına koşup başarılı olamayanlara atasözü olarak kullandıkları “yıldızın boşa çıktı” sözü buna delil olarak söylenmişti.

Açıkladığımız şekilde yağmur yağınca bu yağmurun o sırada egemen olan yıldızın etkisine bağlandığı o dönemki Arapların birçoğunun sözünde rastlanır: “Mecre yıldızı yağmuru yağdı.” Onlara göre nev’i’den amaç yıldız menzillerinden batıda fecr ile beraber bir yıldızın düşüp ona karşılık ve rakip olarak doğuda bir yıldızın çıkmasıdır. Bu yüzden onlar 28 nev’ veya yıldız mevcut olduğuna inanıyorlardı. Yağmurlara, rüzgarlara, sıcağa soğuğa neden bu yıldızlar sayılıyordu. Bu devirde okuma yazma bilen çok az olduğundan ezberlemeye kolaylık olması için hava durumlarının veya dört mevsimin yıldızların yakınlığı veya doğumuyla ilgisini şiir olarak yazmışlardır. Örneğin; “Ay süreyya ile yakınlaştığı zaman kış geçmiş bulunur. Böylece Debran ? ayın 14’ü ne yaklaşınca dünyanın her yerinde kış olur” vs. derlerdi.

Bununla beraber Keldanilerde olduğu gibi Araplar da yıldızların insanların eylemlerini etkilediğine inanırlardı.

Araplar çoğunlukla bulutların şekil ve renkleriyle yağmur yağıp yağmayacağını çıkarırlardı. Onların inancına göre en az yağmurlu bulut, beyaz renkli çok yağmurlu bulut, kırmızı renkli daha da fazla yağmutlu bulut, siyah renkli bulutlardır. “Beyaz bulut boştur. Kırmızı bulut az yağmurludur. Siyah bulut ise en çok yağmur taşır” cümleleri dillerde dolaşan sözlerdendi.

Araplar yolculuklarda yolları ve yönleri bilmek için rüzgarların estiği yönleri bilmeleri gerektiğinden o yerleri gösterir isimler koymuşlarsa da sayısı konusunda uzlaşamamışlardı. Bir kısmı, rüzgarların isimlerini 6 ya çıkardığı halde diğerleri 4 kabul etmişlerdi. Dört sayanlar; “Kuzeyden esen “saba”; batıdan esen “şimal”; güneyden esen “debur”(?); ve doğudan esen “cenub” olmak üzere dört çeşit rüzgar vardır” derdi. Altı sayanlarsa sözü edilen rüzgarlara kuzeyin yanından esen nekba ve güneyin yanından esen mahve adında iki rüzgar daha eklerdi.

Esatir (Mitoloji)

Avrupalılarca mitoloji adıyla bilinen “ilmi esatir ve hurafat” astronominin bir dalı sayılır. Mitoloji; Kendilerine “ulühiyet” sıfatı verilen yıldızlar arasında, Yunan tanrılarında görülen insani özelliklerin uyuşması ile ilgili rivayet olunan haberleşmeler veya zevac vs.’den ibarettir. Araplar, Yunanlılar gibi gök cisimlerine tanrılık sıfatı vererek onları ma’büd edinmişlerdi. Ancak onların bu konudaki bilgileri kaydedilip düzenlenmediğinden kaybolmuştur. Yalnız putların isimlerine ve bazı adamların ibadet şekillerine ait bize ulaşan şeylerden Araplar arasında o gibi efsanelerin bulunduğunu anlıyoruz. Arapların Cahiliye dönemlerinde Lat adlı putu “Zühre” (çoban Yıldızı Venüs) adına dikilmişti. Zühre’ye, güneşe, aya ve şi’ra’ya tapan birçok kişi vardı. Bu ma’büdlardan hangisinin diğerlerinden daha yüce ve hayırlı olduğu konusunda, aralarında tartışmalar da yapılırdı. lddialarına göre “Şi’ra’ya ilk tapan kişi Ebü Kebşe adında biriymiş. Bu adam; “Şi’ra, gökyüzünü enine olarak geçiyor. Oysa ondan başka gökyüzünü enine olarak geçen bir güneş, ay veya bir yıldız bulamazsınız” dermiş.”

Söz konusu yıldız ve gezegenlerin tesbiti ve insan şekline sokulması Araplar arasında da geçerli bir gelenek ve inançtı. Mitoloji hikayelerinden yayılmış olan üstüreler şöyleydi: “Debran Süreyya’ya nişanlanmak istemiş. Ay da bunları evlendirmeyi istemiş, ancak Süreyya kabul etmeyerek kaçmış. Ay’a ‘parası olmayan bu züğürtü ne yapacağım’ demiş. Bunun üzerine Debran eşyalarını toplayıp servet kazanmaya koyulmuş. Süreyya nereye giderse Debran da onun arkasından koşar ve göçünü mehir olmak üzere önüne koyar.” Yine bu hikayelerden biri: “Ceda, Maaş’ı öldürmüş. lşte bu yüzden Maaş’ın kızları Ceda’nın çevresinde hareket ederek onu yakalamak isterler.” Bir başka hikaye de şöyleydi: “Süheyl ayağıyla Cevza’yı tekmelemiş. Cevza da onu ayağıyla tekmeleyerek bulunduğu yere düşürmüş. Ancak buna karşılık Süheyl de ona kılıçla vurarak ortasından kesmiş.” Yine bununla ilgili olarak: “Şam Şi’ra’sı ile Yemen Şi’ra’sı beraber yaşıyordu. Daha sonra Şam Şi’ra’sı diğerini bırakarak Samanyolu’nu (kehkeşan- hacipler yolu) geçmiş. Yemen Şi’ra’sı onun ayrılığına dayanamamış ve gözleri çapaklanıncaya kadar ağlamış. Bu yüzden ona ‘Çapaklı Şi’ra’ adı verilmiştir.”

Arapların, padişahlar, kumandanlar veya diğer geçmişlerden en büyük ve ünlülerinin bazılarına tanrılık (uluhiyet) sıfatı vermeleri ve diğer bazılarını da melekler veya cinler soyundan saymaları da aynı inanışın bir sonucudur. Örneğin, eski Arapların inanışına göre Belkıs’ın annesi cinlerdendir. Cürhüm ise baba tarafından melek anne tarafından insan, yani melek bir baba ile insan bir anneden doğmuş. Zülkameyn de onların inancına göre insan bir anne ve melek bir babadan doğmuş. Tüm bu inançlar Hintlilerden, Yunanlılardan veya Mısırlılardan alınmış olabilir. Çünkü Keldaniler bu gibi efsane ve hikayelere çok önem vermezlerdi.

Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır. 


Gündelik Hayatımızda Yeme içme-8

Nisan 30, 2023


İçki

Alkolikler, akşamcılar, tektekçiler, burnuna içenler… İçki halen adâbını koruyor. Her sınıfın kendi içkisi ve mekânı bulunması da adâbın ne kadar önemsendiğini, titizlikle korunduğunu gösteriyor. Ismarlaması, sofrası, ikramı, kadehiyle donanımı, içme sırası ve şerefe âdeti, ortak ve sınıfsal öğeleriyle içki kültürünü belirlemeye devam ediyor.

Bu âdetler direncini korurken, içki değişiyor. İçkideki dönüm noktasını mayalanmış içkilerden ispirtolu içkilere geçiş oluşturur. Şarap, bira gibi mayalanmış içkilerin alkol derecesi, ötekilerden on kat düşük. Yani şarap ve biradan cin, viski, konyak ve rakıya geçiş, çok daha kısa sürede çok daha fazla sarhoş olmak anlamına geliyor.

Güney Avrupa’da şarap, kuzeyde bira, modern zamanlara kadar evlerde üretilen ve ciddi beslenme yolu olarak görülen içkiler. Alman köylüsü biranın çorbasını yapıp içerdi. Bu içkilerin tarihi, hasat zamanı törenlerine, Dionysos türü ayinlere kadar gider ve içki kutsanır. İspirtolu içkiler ise, esrar gibi, ilaç niyetine kullanılırken, Sanayi Devrimi’yle birlikte yeni sınıfın tutkusu haline geldi. Mesai saatlerinin kesinlik kazanması, birdenbire kalabalıklaşan şehirlerde başka toplumsallaşma olanağının kalmayışı, işsizler ordusunun büyüklüğü yanında kadın ve çocuk emeğinin yeğlenmesi, tarımdan, yani doğa içinde, kendi cemaatiyle birlikte yaşayarak üretimini ve içkisini yapma geleneğinden sürülen erkekleri, meyhanelerin müdavimi yaptı. Artık akraba ve dostlarla, her kutlama vesilesiyle toplanıp, kendi sofrasında bütün gün içmek, halen düğün vb. gibi özel günlerde taklidi yapıldığı gibi, mümkün değilken, ücretli şehir yaşamının belirlediği çevre ve koşullarda ve hızda içmek gerekiyordu. Vahşi kapitalizm dönemi kapanırken, yeni sınıflar, kökleri çok eskilere giden ritüellerden devraldıklarını yeni alkol dereceleriyle kaynaştırıp ehlileştiler.

Alkolün (Arapça el-kuhl; Parfüm) 9-10. yüzyıllarda Müslüman Ortadoğu’da elde edildiği tarihi kayıtlara geçmişse de, içkinin ilk nerede damıtıldığı tartışmalıdır. Avrupa’da İtalya’nın kimyasal araştırmalarıyla ünlü Salerno tıp okulunda 1100 yılında, Çin’de veya Sasaniler döneminden kalma bilgilere göre ikisinin arasında bulunan İran’da ilk ispirtolu içki üretilmiş olabilir. Aqua vitae (yaşam suyu) adıyla ilaç olarak kalan alkol, 15. yüzyıldan itibaren içki olarak içilmeye başlanmış, Fransa’da damıtma ruhsatı ilk kez 1514’de sirkecilere verilmiştir. Avrupa şarap ticaretinde aslan payını ellerinde tutan Hollandalılar, şarabın bozulma tehlikesine karşı (yanmak ve şarap sözcüklerinden gelen ve İngilizcedeki brandy’den brandi biçimiyle bildiğimiz) brandeuıijn adını verdikleri yeni içkiyi daha kârlı bulmuşlar ve Avrupa’ya yaymışlardır. 16. yüzyılda tahıldan elde edilen öteki damıtılan içki türleri de üretilmiş, 17. yüzyılda piyasa için üretim canlanmış ve teknik geliştirilmiş, 18. yüzyılda popülerlik kazanmıştır.

Kapitalizme geçişin Avrupa veya Batı Avrupa gibi yaşanmadığı, içkinin dince yasak olduğu Türkiye’de de, şiddet ve süresi farklı olmakla birlikte, benzer bir süreçten geçildiği anlaşılıyor, içki türlerinden şarap, rakı, bira ve viskinin tarihi, bu dönüşümü ortaya koyuyor.

Bu zengin konuyu özetleyebilmek için, içki terminolojisinden seçme örneklerle, içki kültürünün tarihi ve geçirdiği evreler hakkında fikir verilebilir:

Osmanlı döneminde içki gedikli meyhanelerde satılır. Lonca sistemine bağlılığı ifade eden gedik usûlü II. Meşrutiyet’te kaldırıldı. Açacak olanlara koltuk meyhanesi denildi. Çaylak Tevfik (1843-1893) Meyhane Yahud İstanbul Akşamcıları kitabında İstanbul’da bulunan 83 gedikli meyhanenin adını sayar. Onun anlatımıyla “zamanımızda olduğu gibi” on dört, on beş yaşındakiler, değil meyhaneye gitmek, Tavukpazarı’ndan güç geçtiklerinden onlara da başında ‘şerbetiye’, üstünde cübbe, peştamal, cübbenin cebinde kadeh, kuşakta gövdesine dolanmış bağırsak içinde rakıyla gezen ayaklı meyhaneler hizmet eder.

“Küfelik” deyimi bu derecede içenleri evlerine götürmek için küfeleriyle meyhane kapılarında bekleyenlerin varlığından gelir. 1960’lı yıllara kadar küfelikler karikatürlere konu olmaya devam ediyordu.

 “Unutma Beni”, Ramazan boyunca kapalı kalan meyhane esnafının, gedikli müşterilerinin evlerine arife ya da bayram günleri gönderdikleri, “gene bekleriz” anlamındaki ikram tepsisinin adıdır. Tepsiye mevsimine göre biber, uskumru dolması gibi yiyecekler konulur.

Ankara yönetimi içki yasağıyla başlamıştır denilebilir. 14 Eylül 1920’de kabul edilen Men-i Müskirat Kanunu ile içki yasaklanmıştır. Yasak boyunca Ankara’da kaçak içki üreten polis müdürü Dilaver Bey, kaçak meyhanelerden birinin sahibi de, ünlü İttihatçı ve o sırada Meclis’te Eskişehir mebusu olan Eyüp Sabri’nin kardeşi Dayko’dur. Yasak 9 Nisan 1924’de kaldırılmıştır.

İspirto ve ispirtolu içkiler 1925 yılında devlet tekeline alınmış, bir yıl boyunca bir Polonya şirketine verilen işletme, 1926’dan itibaren doğrudan İnhisar (Tekel) idaresince yürütülmeye başlanmıştır. Tekel’in bir hedefi de halkı alkol derecesi yüksek olan rakı yerine şarap ve biraya alıştırmak olarak ifade edilmektedir. 1942 yılında şarap imalatı tekel dışına çıkarılmıştır.

Şarap

Yakındoğu, Kafkasya ve Güney Rusya şarapçılığın başladığı yerdir. IO 8000 yılında Türkiye, Suriye’de üzüm yeniyordu. Şarap endüstrisini başlatanlar Eski Mısırlılar oldu, ama Romalılar Yunan şarabını beğenir, Mısır şarabı içeceğimize sirke içeriz derlerdi. Fransa’da yaşayan Galyalılar IO 6. yüzyılda şarap düşkünlükleriyle tanındıkları gibi, Eski Yunanlılar körkütük sarhoş olmayı “İskit gibi içmek” diye tanımladıklarına göre, Rusya’da yaşayan İskitler de iyi içkiciydi.

Ortaçağ Müslüman dünyasında şarap, en azından tarihi bilinen yönetici sınıflar için baş köşeye oturdu. Doğu geleneğine göre şarabı İran şahlarından Cemşid bulmuştu. On beş gündür yedikleri üzümün kaynadığını görünce tadını beğenmemiş, birkaç gün sonra üzüm suyu durulunca zehir diyerek süzüp bir şişeye doldurmuşlardı. Yarımbaş ağrısı çeken bir cariye intihar etmek için bu suyu içince faydası ve tadı görüldü. Bu nedenle şaraba Şahdâru adı verildi. Şarabın Nuh peygamberin gemisinde Tufan sırasında mayalanan üzümle bulunduğu da anlatılır. Türkçede eskiden süci ve çakır da denirmiş.

Alevi inanışları arasında ibadetin bir parçası haline gelen şarabın ve Kırklar Cemi’nin hikâyesi şöyledir: Hz. Muhammed Miraç’tan dönerken bir evde toplantı olduğunu görür. Kapıyı çaldığında içeridekiler kim olduğunu sorarlar, peygamber olduğunu söyleyince, “Aramıza peygamber sığmaz” diyerek kapıyı açmazlar. Peygamber dönüp giderken Hak’tan gelen nida üzerine kapıyı tekrar çalar. Bu defa ‘Bir fukarayım,” diye cevap verir ve içeri alınır. İçeride 39 kişi vardır. “Biz Kırklarız” denince, Peygamber kırkıncıyı sorar. Hz. Ali kolunu uzatır ve neşter vururlar, 39’unun da kolundan kan akar, bir damla kan da dışarıdan gelir. Bu, yiyecek toplamaya giden Salman-ı Farisi’nin kanıdır. Salman-ı- Farisi bir üzüm tanesiyle gelerek Peygamber’den kırka bölmesini ister. Hak’tan Cebrail’e emrolunur, Peygamber’e bir tabak üzüm verir. Peygamber üzümü cennetten gelen nurdan tabakta parmağıyla ezer ve şerbet yapar. Kırklar bunu içerek mest olur ve semaha dururlar.

Ömer Hayyam’ın şiirleri Osmanlı aydınlarınca ezbere bilinirdi. Divan edebiyatında şaraba sayısız ad takıldığı gibi, Bektaşi ve Bekri Mustafa fıkraları da şarap edebiyatını zenginleştirmiştir. İçkiyi, yani özellikle şarabı yasaklayan padişahlar çıktıysa da, bunun Amerikan tarihindeki içki yasaklarından pek farkı yoktur. Yüzlerce anekdot içinde, akıncı beyi Mihailoğlu’nun Avusturya’ya izinsiz akınlar yapmasıyla ilgili şikâyet görüşülürken, Kanuni’ye Galata kadısının söyledikleri şöyle: “Mihailoğlu Ali Bey’i uçbeyi tayin edip Avusturya’ya sefer yapma demek, beni Galata’ya kadı tayin edip şarap içme demeye benziyor.”

Şişeleme, mantar gibi şarabın saklanma ve nakledilmesinde önemli olan yönsem ve teknikler 17. yüzyıl sonlarına kadar bilinmiyor, şarap kısa sürede ekşiyordu. Şarabı yıllandırmak bundan sonra mümkün oldu, ticareti ve kalitesi arttı, dünyaca tanınmış türleri üretildi. Ama kalitesi ne olursa olsun, şarabın halk arasında yaygınlaşması, meyhanelerin açılması, şehir nüfuslarının arttığı 16. yüzyılda başladı.

Rakı

Rakının sofrası olur, meclis içkisidir. Mercimek Ahmet ‘nuklcu (meze, çerez düşkünü) olma’ öğüdünde bulunur ama bol çeşit evde de dışarda da rakıyla aranır. Rakıyı saki koyar, ilk damlasını arındırır. Eskinin şarap meclisi bugün rakıyla devam eder. Şarap bugün ucuzluğu nedeniyle ya öğrencilerin veya toplum dişiliği ifade eden ‘şarapçıların içkisidir. Özel kutlama günlerinin veya lüks yerlerin şarabı Batılı bir tarzı ifade eder.

Rakı yenidir, eski Osmanlı kaynaklarında adı geçmez. Arapça arak’tan geldiği anlaşılmaktadır ve arak Orta Asya’ya kadar girmiştir, Çincede de arak sözcüğü vardır. 1526’da Delhi Sultanı’nın şarap yerine pirinçten yapılan arak içtiği biliniyor. 1638’de Gucerat’ta arak içildiği saptanmıştır. Ahmet Talât Onay rakıyı Afganistan’a tanıtanın, Emanullah Han’ın (iktidarı 1919-29) özel doktoru olan ve bu ülkenin sağlık teşkilatını kuran Çankırılı doktor Rıfkı Kâmil olduğunu bildirir; bu nedenle rakıya Afganistan’da şurûb-ı Rûmî denilmiştir.

Evliya Çelebi, “Leh diyarında bin güne arak olur amma gülfeş ve horlika rakı cümleden kattâldür [çok öldürücü]. Bunun dahi sekri [sarhoşluğu] haramdur yoksa katresi haram değildür,” diye fetvayı verdikten sonra, tarabhane-i gülfesr, nûşhane-i horlika, keyfhane-i fırnâ, ârâmhane-i sü-dînâ, eğlencehane-i poloniyye, nedimhane-i hardaliyye, tevanhane-i ima-miyye gibi on beş arak çeşidi ve esnafını sayar (Evliya Çelebi Seyahatrıâmesi, I. Kitap, s. 314).

Evliya’nın saydığı arakla bugünün rakısı aynı olmasa gerek. Orta Asya’ya kadar yayılmış olan arakın rakıyla aynı olmayışı da bunu gösterir. Rakı, Avrupa’da 17. yüzyıldan itibaren tüketimi artan ve artık kendi türleriyle bugünkü toplumun içkisi olarak mayalanmış içkilerle bir kopuşu ifade eden ispirtolu içki sınıfına girer. Evliya’nın zamanında yaygın bir içki olan ve esrarla karıştırılarak bozahanelerde içildiği anlaşılan boza veya IV. Murad’ın yasağına hedef olan şarap, eski toplumun içkileridir. Zeki Velidi Togan (1890-1970) anılarında, Başkurt toplumunda kımız içmenin nasıl olağan sayıldığını, etkisinden sallanarak namaza durulduğunu, fakat bir Rus düğününde votka içmemek için direnişini ve üstüne votka dökülmesinin bile kendisini ne kadar rahatsız ettiğini anlatır.

Sakızlı rakı mastika ve anasonlu saf rakı düziko, adlarından da belli olduğu üzere İstanbullu Rumların icadıdır. Yunanistan’da da uzo üretilmiştir. Anadolu’da boğma rakı ve Tekirdağ’ın ünlü boğma incir rakısı, Tekel’in kurulmasından sonra yıllarca kaçak üretilmiştir. Tekel rakıyı tescil çalışmalarına nihayet başlayarak, 70’lik ve 35’lik rakıdan sonra litrelik Tekirdağ rakısını da üretti.

İlk rakı fabrikasını yabancı sermaye kurdu. Bomonti kardeşler daha önceki bira fabrikalarından sonra 1912’de İzmir Halkalı’da rakı fabrikası açtılar. 1922’de kurulan bir fabrika Tekel tarafından işletilemedi ve 1926’da yönetimi bir Polonya şirketine verildi. 1929’da Tekel bu şirketin bütün imalathanelerini devraldı ve 1931’de Diyarbakır’da, 1933’de Antep’de rakı fabrikaları açtı. 1940’da Aydın bira fabrikasını alarak burada da rakı üretimine başladı. Özel sektörün de rakı ürettiği dönemde 10, 25, 50 ve 100 santilitrelik rakılar da vardı. Tekel bir ara rakı tüketimini azaltmak için rakıyı iki litrelik şişelerle piyasaya verdiği gibi, 1946’da da ispirto kullanımını azaltmak için rakıyı ucuzlatmıştı.

Bugün eskinin limonata bardağı rakı bardağı olarak biliniyor, karafaki birkaç lokantada kaldı. Fakat artık topluca veya tek tek içkiler için olduğu gibi, rakı adâbını öğreten kitaplar da yazılmıyor değil.

Bira

Tarihi ekmekle iç içe geçen bira IÖ 3000 yılından beri Mısır, Mezopotamya ve Avrupa’da bilinen fakat Eski Yunanlılar ve Romalılarca bilinmeyen, Yunan kaynaklarında Trak ve Frig biraları yoluyla sözü edilen içkidir. Sözcüğün kökü tartışmalıdır, Latince içmek anlamında bibere’den türetilen biber (içki) sözcüğünden geldiği iddia edilir. Avrupa 17. yüzyıl sonlarına kadar güneyde şarap ve kuzeyde bira içen bölgeler olarak ikiye ayrılır. Kaliteli bira üretimi bu yüzyılda Almanya, Bohemya, Polonya’da başlamıştır. Hollandalıların güneye inmeleriyle ve Yedi Yıl Savaşları (1756-63) gibi savaş dönemlerinde güneyde bira tüketimi ve birahaneler artmıştır. Bu yüzyılda güneydeki birahanelerin müşterilerini gene kuzeyliler oluşturmaktadır. 

Türkiye’de bira içildiğine dair bilgiler 1850 Zonguldak’ına gider. Zonguldak’ta kömür üretiminde çalışan çoğu Sırp, Hırvat, Doğu Avrupalı işçiler zor gurbet koşullarına birayla dayanmaktadırlar ve Müslüman yoldaşları da bu kültürü benimsemiş, şehirde kaptan denilen gemi sahibi girişimcilerin Batı modasını yakından takip etmelerinin de katkısıyla daha o zamandan şehir Avrupai birahanelerle dolmuştur. Ankara’ya 1890’ların başında birahane ve biranın girişi de Avrupalı ve gayri Müslim demiryolu işçileriyle olmuştur.

Türkiye’de ilk bira fabrikasının açılışı da 1890’lardadır. İsviçreli Bomonti kardeşlerin İstanbul’da kurduğu fabrikanın ardından birahaneler de çoğalmıştır. 1888’de İstanbul’da faaliyet gösteren birahanelerin toplam sayısı 3l ’dir. 1894’te İstanbul’da 33, İzmir’de 5, Selanik’te 4 ve Ankara’da 3 birahane faaliyet göstermektedir. Bomonti’den önce 1846’da İzmir’de Prokopp birasının üretildiği söylenmekteyse de, bu firmanın Bristoll’den ithal ettiği şişelerin dolu mu geldiği yoksa İzmir’de mi doldurulduğu belli değildir. 1909’da kurulan Büyükdere Nektar Bira Fabrikası kısa süre sonra Bomonti-Nektar Birleşik Bira Fabrikaları adıyla Bomonti’yle birleşmiştir.

Abdülhamid baskısından uzak Selanik’te gazino ve birahaneler ailece gidilebilen, müzikli yerlerdir, ittihatçılar birahanelerde rahatça toplanıp siyaset konuşabilmektedirler. Ali Canip, Beyaz Kule bahçesinde Italyan maestro yönetiminde güzel melodiler çalan Lehli kızlardan pek beğendiği Irma’nın masasına geldiğini, Ziya Gökalp’in ise bu buluşmalar sırasında “önüne bakar, sağ elini sol elinin içine alır, parmaklarını oğuşturur” vaziyette beklediğini anlatır.

1926 yılında Tekel idaresi kurulunca Bomonti-Nektar Tekele bağlanmış ancak 1928’de Bomonti-Nektar A .Ş. adıyla yeniden kurulan firma üretimini 1938 yılına kadar sürdürmüş ve o yıl yeniden Tekel’e devredilmiştir. 1933 yılına kadar tek bira fabrikası olan Bomonti-Nektar’dan sonra 1933-34’de Atatürk Orman Çiftliği bünyesinde ikinci büyük bira tesisi kuruldu. 1939’da Ankara’daki fabrika da Tekel’e devredildi.

Birada devlet tekelinin kalkması 1960’lı yıllarda oldu. 1966’da bira üretme izni alan Erciyes Biracılık ve Malt Sanayi açtığı isim yarışmasının birincisine 5 bin lira ödül vererek Efes Pilsen adıyla 1969’da piyasaya çıktı. Aynı yıl Danimarka patentiyle Türk Tuborg üretime başladı.

Bira tüketimi büyük şehirler ve tatil beldelerinde artarken, 1984’de alkollü içki olduğu kararı alınarak ruhsatsız satışı ve reklamı yasaklandı. Rakının genellikle sofra donatmak gerektirmesine ve törenselliğini korumasına karşın, biranın fast-food ortağı olarak görülmesi, kaçamak yapmaya olanak vermesi, iş çıkışı biracılarını yarattı. Devletin kararı ne olursa olsun, rakı halen gazete kâğıdına sarılmadan bakkaldan alınmazken, biranın yaşadığı serbestlik, ikisinin toplumda ne kadar farklı değerlendirildiğini gösteriyor.

Viski

12 Mart öncesinde solcuların rakı değil, viski içtikleri bir dedikodu gibi yayılmış, hatta bazı mahallelerde küfürlü el ilanları bile dağıtılmıştı. TIP listesinden bağımsız aday olarak seçilip Meclis’e giren Çetin Altan’a, milletvekillerince linç edilme girişimini de atlattıktan sonra, 1975’de yayımladığı Viski kitabını yazdıran süreç de herhalde buydu.

Viski pahalı ve Amerikan filmlerinde görülen bir içkidir. Filmlerden ve çizgi romanlardan Kızılderililerin ateş suyu dediklerini öğrendiğimiz bu içki geleneğe göre İS 450’de İrlanda’nın koruyucu azizi St. Patrick tarafından bulunmuştur ama adı, Kızılderilileri doğrular biçimde, Galce yaşam suyu anlamındaki uisgebeathe sözcüğünden gelmektedir. Geleneksel olarak viskiye katılan sherry (beyaz İspanyol şarabı) adını, İngiltere’ye ithal edilen İspanyol şarabının geldiği Xeres (bugün Jerez) limanından alır ve gelenek, bu şarap fıçılarının viski fıçılamakta kullanılmasından kalmıştır.

Türk halkını viskiye yabancılaştıran nedenler vardı. Viskinin kendine özgü törenselliği vardır. Bir kere türünü iyi bilmek, ona göre sek veya buzlu içmek gerekir. Buz hazırlamak bir meseleyken yanında “çocuk gibi” çikolata yenecektir. Sonra viski şişesinin dibi bulunmaz, kaldırılıp dolaba konulur ki, bu da eşi dostu tatmin etmeyecektir. Hem sert hem de pahalı bu içki, bu hazırlıklara karşılık tükettiği zamanın kısalığıyla çelişki yaratır. Kovboyların rakı gibi içtiği viskiyle, gecenin geç saatinde iş adamının içtiği viski arasında bir yer tutturmaya olanak yoktur. Viskinin bu çetrefilliği onu uzun zaman ismi var, kendi yok bir içki yapmıştır. Birileri viski içip tadına varmaktadır ama (örneğin Demirel, 12 Mart paşalarının kendisini danışmak üzere çağırmak zorunda kalmalarını dönüşte arkadaşlarına viski sunarak kutlamıştır) Türk halkına viski uzun zaman tahtakurusunu hatırlatmıştır. Bu çağrışımlarla 1970’lerde siyasete, 1980’lerde lahmacunla viski diye magazin haberlerine konu olmuştur.

Cumhuriyet bürokrasisi Türk viskisini yaratmak için uzun çaba harcamıştır. Ocak 1957’de başlayan çalışmalar Mart 1959’da tamamlanarak 1963’deki resmi muayenede başarılı bulunmuştu. Bundan sonra geniş çapta imal kararı alındı, fakat üç yıl zarfında azar azar piyasaya sürülmesi benimsendi. 1964’de imalata geçildi ve 1968 kalkınma planında viski ithalatının ikame edilebileceği öngörüldü. Turgut Yazıcıoğlu Ankara Bira Fabrikasında Yapılan Viski İmal Denemeleri ve Elde Edilen Viskiler Üzerine Yapılan Araştırmalar adlı kitabını AÜ Ziraat Fakültesi Yayını olarak 1974’de, Çetin Altan’dan bir yıl önce yayımladı.

Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


PEYGAMBERLERİN DAVETLERİNİN ÖZELLİKLERİ

Nisan 29, 2023

Davetin Şekilleri Ve Özellikleri

Peygamberlerin Davetlerinin Özellikleri Nelerdir?

Peygamberlerin (Allah’ın salât ve selâmı onların üzerine olsun) davetlerinde bulunan en önemli özellikleri ve şekilleri kısaca şöyle Özetleyebiliriz:

1).Peygamberlerin daveti Rabbanidir. Yani onların daveti, Şanı Yüce Allah’tan gelen teklif ve vahiy iledir.

2).Peygamberler, Peygamberlik görevini yaparken insanlardan bir ücret istemeyip aksine ücretlerini yalnızca Allah’tan istemeleri,

3).Sırf Allah’ın rızasını kazanmak için uğraşmaları ve ibadeti, yalnızca Şanı Yüce Allah’a yapmaya çağırmaları

4).Davette kolaylık göstermeleri, zorluk göstermemeleri veya sözü anlaşılır bir şekilde söylemeleri.

5).Peygamberlerin, davetinde mevcut olan hedefi ve amacı insanlara açıklamaları.

6).Dünyada zühd hayatı yaşamaları ve ahireti, dünya hayatına tercih etmeleri.

7).Tevhid akidesini insanların arasına yerleştirmeleri ve gayba iman konusunu sağlamlaştırmaları. İşte bunlar, Peygamberlerin davetinde bulunan özelliklerin en önemlileridir. Bu özelliklerden her birini izah ederek açıklamaya çalışacağız. Allah, kendisinden yardım istenilendir. 

Birinci Özellik:

Peygamberlerin davetinin Rabbani oluşuna gelince, bununla anlatılmak istenilen şudur: “Peygamberlerin daveti, Şanı Yüce Allah’tan gelen teklif ve vahiy iledir. Zira Peygamberlerin bu daveti, insanların yaşadığı üzüntü verici halleri araştırma veya onların düşüncelerinin incelenmesi sonucu olmadığı gibi insanların yaşadıkları zamanda ortaya çıkmış zulüm, bağy, sapma ve zorbalığın sosyal unsurlarında bir sonucu da değildir… Bunların aksine Peygamberlerin daveti, Allah’tan gelen bir vahy ve Şanı Yüce Allah’tan gelen bir teklif iledir. Buna göre Peygamberlerin getirdiklerinin hepsinin kaynağı vahiydir. Çünkü Yüce Allah’ın insanlara gönderdiği her Peygamber şöyle söylemekteydi:

“Ben ancak bana vahyolunan şeye uyarım.”

Bu ayeti kerimeden de anlaşıldığı üzere; Peygamberler için, Şanı Yüce Allah’tan kendilerine vahyolunan emirleri ve yasakları insanlara tebliğ etme vardır.

Üstad Ebu’l-Hasen en-Nedvi (Allah onu her türlü kötülüklerden korusun) “en-Nübüvvet ve’l-Enbiyâ” adlı kitabında konuyla ilgili olarak şöyle der:

“Seçkin kimselerin en önemlileri ve ilkleri, Peygamberler topluluğudur. Zira onların, insanların arasına yaydıkları ilim, davet ettikleri akide, insanların arasına yerleştirmeye çalıştıkları dava; onların, zekalarından, izzet-i nefislerinden veya içinde yaşadıkları hayatın, ihmal ettiklerini araştırmalarından yahut önemli hissi duygularından ve feyizli kalplerinden veya hikmet dolu geniş tecrübelerinden kaynaklanmaktadır. Kısacası bunların hiçbirisi değildir. Bunların aksine onların davet ettikleri akide ve insanların arasına yerleştirmeye çalıştıktan davanın kaynağı, vahiy ve risâlettir. Çünkü Peygamberler, bunun için seçilmiş ve bununla değer kazanmışlardır… Bundan dolayıdır ki Peygamberler; filozoflarla, liderlerle, ıslahatçılarla ve insanlığın, düzgün tarihi ile uzun savaşları sonucu yetiştirilen ileri gelenlerinin oluşturduğu sınıfların hiç biriyle ölçülemezler. Çünkü filozof, lider ve ıslahatçıların yaptıkları; içinde bulundukları konumlarının bir sonucu, hikmetlerinin bir fidanı, çevrelerinin bir yankısı ve yaşadıkları toplumlardaki anarşi, bozgunculuk vb. hareketlere karşı koyma şeklinde ortaya çıkan bir harekettir… Bu iki topluluk arasındaki ayırıcı sözü, Kur’ân-ı Kerîm, Peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed (s.a.v)’in lisanıyla şöyle açıklamaktadır:

“(Ey Muhammed!) Deki: ‘Eğer Allah dileseydi, Kur’an-ı size okumazdım. Hiçbir suretle de size onu bildirmezdi.’ Ben, bundan önce içinizde bir ömür boyu yaşamıştım. Siz hala aklınızı kullanmayacak mısınız?”

Yine Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’inde konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

“İşte böylece (senden Önceki Peygamberlere veya sana nitelediğimiz şekliyle vahiy halleriyle) sana da buyruğumuzdan bir ruh vahyettik Sen, kitap nedir? İman nedir? (vahiyden önce) bilmezdin. Fakat Biz, onu (Kur’ân-ı Kerîm’i), kullarımızdan dilediğimizi doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sende dosdoğru bir yol (olan İslam)a davet etmektesin.”

Yine Kur’ân-ı Kerîm, risalet için seçilmiş Peygamberlerin asaletinin tabiatı, başlangıcı ve kaynağı hakkında şöyle açıklamada bulunmaktadır:

“O (Allah), kendi emriyle kullarından kimi dilerse ona ruh (vahiy) ile ‘Benden başka hiçbir ilah olmadığını inzar edin, benden sakının’ diye melekleri indirir.”

İşte bundan dolayı Peygamberler, dahili kişisel unsurlara veya harici-tarihsel olaylara boyun eğmezler. Zira şartlar, durumlar, şekiller ve toplumsal olaylar değiştiği halde Peygamberlerin risâletinde bir değişme söz konusu değildir. Yüce Allah, Resulullah (s.a.v)’e dair şöyle buyurmaktadır:

“(O), kendi arzu ve isteğine göre söz söylemez. Onun konuşması ancak kendisine vahyolunan bir vahiy iledir.”

Bu ayette de görüldüğü üzere; Hz. Peygamber (s.a.v), (ve diğer Peygamberler,) risâletinde ve Allah’ın hükümlerinde bir değiştirme, tahrif etme, eksiltme ve bunları düzeltip daha iyi bir şekli koymaya güç yetiremez. Sadece kendisine vahyolunana tabi olmakla mükelleftir. Yüce Allah, peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v)’e bu konuda hüccet olması sebebiyle telkin ederek şöyle buyurmaktadır:

“(Ey Muhammed) Senden, Kur’an-ı değiştirmeni ve onun yerine başkasını getirmeni isteyenlere: ‘Onu kendiliğinden değiştirmem, benim için olmayacak şeydir. Ben, bana vahyolunandan başkasına tabi olmam. Eğer Rabb’ime isyan edersem şüphesiz büyük gün (olan) kıyametin azabından korkarım ‘ de.’

İşte buraya kadar anlatılanlar; Peygamberler ile filozoflar ve büyük kimseler arasında ortaya çıkan temel farklılıkları göstermektedir. Zira Peygamberlerin risâleti, mücadeleleri, savaşları, çevreleriyle olan durumları, kültürleri ve sünnetleri vardır. Filozof ve büyük kimseler ise devamlı olarak çevreyi, toplumu, şartları ve durumları gözden geçirip menfaati ve politikayı gözetirler. Politika ve menfaati ilgilendiren durumların ve şartların çoğuna da boyun eğerler. Bundan dolayı çıkarları ve menfaatleri için bir çok konularda mücadele ederler, gruplarla pazarlık ederler ve bir çok şeyi menfaat sağlayacak şeylerle değiştirirler ve çoğunun sarıldığı temel prensip ise: “Zaman nasıl dönerse sen de Öyle dön” yani zamana göre hareket et.”

Buna göre Ebu’I-Hasen en-Nedvi’den aldığımız bu alıntı; filozofların, büyük kimselerin ve ıslahatçıların davasının aksine para, mevki, makam, yöneticilik gibi önemli olan konularda, davasından vazgeçmesi şartıyla pazarlığı kabul bile etmeyen peygamberin gidişatındaki ve metodundaki net ve açık farkı bize açıklamaktadır…

Müşrikler de, Resulullah (s.a.v)’a, cömert tekliflerde bulunmuşlardı ki bunlardan bazıları şunlardır:

1). Müşrikler, davasını terk etmesi karşılığında Resulullah (s.a.v) ye; kendilerinin üzerine hükümdar olmasını,

2).Mekkeli kadınlardan dilediği ve istediğiyle evlendireceklerini,

3).Kendilerine ait değerli mallarını ona vereceklerini, 

Resulullah (s.a.v) ise onların bu teklifini de kabul etmedi. Resulullah (s.a.v)’in, bu teklifleri de kabul etmediğini gören müşrikler, bu seferde ondan; Mekke’deki dar vadileri; kıtlık ve sıkıntı veren Mekke’deki dağları kaldırması için Rabbine dua etmesini ve onların yerine, Şam ve Irak’ta olduğu gibi ırmaklar akıtmasını, ovalar yapmasını ve ayrıca geçmiş baba ve atalarını özellikle de Kusay b. Kilab’ı diriltmesini ve kendisinin Peygamber olduğunu tasdik etmesi gibi şeyler istediler.

4).Mal ve kıymetli ticaret eşyalarından dilediğini kendisine vereceklerini söylüyorlardı.

Bunun karşılığında ondan; ilahlarını kötülemekten ve taş ile bakırdan yapılmış putlarıyla da alay etmekten vazgeçmesini istiyorlardı. Resulullah (s.a.v)’in onlara cevabı ne oldu? Ve Resulullah (s.a.v)’in doğruluk payı neydi? Doğrusu Resulullah (s.a.v), onların bu tekliflerine karşı zamanı durduracak şu sözleri söylemiştir:

“Allah’a yemin ederim ki, bu davayı bırakmam için güneşi sağ elime ve ayı da sol elime koyacak olsalar bile, Allah bu davayı tastamam ortaya çıkarmadıkça bu davadan vazgeçmem yada bu davanın yolunda helak olur giderim!!”

İkinci Özellik:

Hz. Peygamber (s.a.v)’in davetlerinin ikinci özelliğine gelince ise o da; Onların, hiç bir kimseden bir ücret istememeleri ve Peygamberlik görevini tebliğ etmede insanlardan bir değer ve para kabul etmemeleridir. Zira onlar, mükafatı ve sevabı yalnızca şanı yüce olan Allah’tan isterler. Peygamberlerden her biri aleni ve açık olarak kavmine ve kavminin ileri gelenlerine, davetine karşılık kendilerinden bir ücret istemediğini ilan etmekte ve davetinin dünyalık bir istek veya mal isteğinde olmadığını bütün açıklığıyla ve netliğiyle açıklamaktaydılar. Kur’ân-ı Kerîm, bu konuda, Hz. Hûd (a.s)’ın, kavmine şöyle hitap ettiğini açıklamaktadır:

“Ey kavmim! Ben (Allah’ın emirlerini ve yasaklarını tebliğ etmek için) bu tebliğe karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait değildir. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?”

Yüce Allah, bu hakikati, Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.v)’e de, açık ve net bir şekilde şöyle bildirmektedir:

“(Ey Muhammedi Onlara:) ‘Bu (tebliğime ve uyanlarıma) karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Sadece Rabbine doğru bir yol isteyen kimseler olmanızı istiyorum’ de.”

Yine Şanı Yüce Allah, Kur’an’m bir başka yerinde, Resulullah (s.a.v)’e, davetiyle ilgili olarak şöyle demektedir:

“(Ey Muhammedi Onlara:) ‘Bu (tebliğime ve uyarılarıma) karşılık sizden bir ücret istemiyorum Ve ben, kendiliğimden bir şey teklif edenlerden de değilim.”

Böylece Peygamberlerin hiçbir kimseye maddi kazanç veya dünyevi kazanç maksadıyla davette bulunmadıklarını görmekteyiz. Zira Onlar, kavimlerindeki hiçbir kimseden bir ücret istemediklerini, ücretlerini ancak Allah’tan istediklerini ilan etmektedirler. Davetlerinde, işi ihlasla yapmaktalar. Nasihatlerinde ve irşatlarında ise övgü ve methiye istememektedirler. Sadece Ahiret sevabını ve Allah’ın rızasını arzulamaktadırlar. Yüce Allah bu konuda Kur’ân-ı Kerîm’inde şöyle buyurmaktadır: “Artık her kim, Rabbine kavuşmayı umuyorsa, salih amel işlesin ve Rabbine ibadette, hiçbir şeyi ortak koşmasın.

Üçüncü Özellik:

Peygamberlerin davetlerinin üçüncü özelliğine gelince o da; Sırf Allah’ın rızasını kazanmak için uğraşmak ve ibadeti yalnızca Şanı Yüce Allah’a yapmadır. İşte bu, bütün Peygamberlerin her asır ile her zamanda ve her durum ile her mekanda davet ettikleri en önemli gayedir, Çünkü Peygamberlerin gayesi; zayıf olarak yaratılan mahluku, kendisini yaratana döndürmeleri ve insanların yönünü, kullara kulluktan kurtarıp Şanı Yüce Rab’lerine ibadet etmeye yöneltmekti. Yüce Allah’ın şu sözü de bunu doğrulamaktadır:

“Halbuki kendilerine kitap verilmiş olanlar, doğruya yönelerek dini yalnız Allah’a mahsus kılarak O’na kulluk etmek, namaz kılmak ve zekat vermekle -Müslüman olmaları-emrolunmuşlardı. İşte bu, en doğru dindir.”

Allah bütün Peygamberleri, bu yüce ve kutsal olan “Tevhid davası” ile ibadet yoluyla niyeti ve ameli yalnızca yüce olan Allah’a mahsus kılmak için göndermiştir. Nitekim Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

“Senden önce hiçbir Peygamber göndermedik ki ona, ‘Benden başka ilah yoktur; şu halde bana ibadet edin’ diye vahyetmiş olmayalım.”.

Büyük Üstad Ahmed Şah Veliyullah ed-Dihlevî, “Hüccetullah Baliğa” adlı kitabında konuyla ilgili olarak şöyle der:

“Her zaman ve her şartta Peygamberlerin davetlerinin ilki ve en büyük amaçları; Yüce Allah konusunda “akideyi düzeltmek ve “kul ile Rab arasındaki bağı sağlamlaştırmak” ve “din ile ibadeti”, bir olan Allah’a mahsus kılmaya çağırmak olmuştur. Bu da zararlı olanı faydalı kılmak, ibadeti, duayı, sığınmayı ve kurban kesmeyi bir olan Allah’a tahsis etmektir… Onların hamleleri; kendi zamanlarında mevcut olan taş ile bakırlardan yapılmış putlara, diri yada ölü kimselerden Salih ve kutsanan zatlara tapmada bütün açıklığıyla çeşitli şekillere bürünmüş putçuluğa yönelmiş olanları durdurmaktı. Çünkü cahiliyyet dönemi halkı; Yüce Allah’ın, bu gibi kimselere, şeref ve şan elbisesi verdiğine, onları bazı özel işlerde tasarruf sahibi yaptığına, her bölgeye bir hükümdar gönderen ve o ülkeyi yönetme hususunda ona görev verdiği hükümdarlar hükümdarı derecesinde kayıtsız-şartsız, onların, kendileri hakkındaki şefaatlerini kabul ettiğine inanmaktaydılar.”

Dördüncü Özellik:

Peygamberlerin davetlerinin dördüncü özelliğine gelince ise oda: Davette kolaylık göstermeleri, zorluk göstermemeleri ve sözü anlaşılır bir şekilde söylemeleridir.

Bu özellik, bütün Peygamberlerin davetinde açık bir şekilde görülmektedir. Çünkü onlar, davetlerini, insanların tabiatına uygun bir şekilde yürütürler. İnsanlara, akılları miktarınca hitap ederler. Bazı büyük kimseler ile ıslahatçıların yaptığı gibi davetlerini zorlaştırmayıp insanların anlayamadıkları veya idrak edemedikleri şeyle insanlara hitap etmezler. Yahut sözleri, insanların anlayabilecekleri bir şekilde söylerler… Peygamberler, büyük kimseler ile ıslahatçıların aksine davet ve tebliğlerinde “Hikmet” yolunu tutarlar. İşte bundan dolayı Kur’an, bunu, Peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed (s.a.v)’in diliyle şöyle haber vermektedir:

“Ben, kendiliğimden bir şey iddia eden kimselerden değilim.”

Nitekim Rabbi, ona, “Hikmet” ile insanları, Allah’a davet etmesini emretmektedir. Şanı Yüce Allah bu konuda ise şöyle buyurmaktadır:

“(Ey Muhammed!) Rabbinin yoluna, ‘Hikmet’le, güzel öğütle davet et. Onlarla en güzel şekilde mücadele et; doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da iyi bilir.”

Davetin başarılı olabilmesi için;

1).Zanaat ve meslek yöntemlerinden sakınmak,

2).İnsanları davet etmede yahut onlara hitap etmede zorluk çıkartmamak,

3).Büyük-küçük, bilen-bilmeyen her türden insanın anlayabileceği mantık ve akli delil ile hüccetin getirilmesi gerekmektedir…

Hz. İbrahim (a.s), keskin delillerini; yolların en kolayıyla, yolunu keserek ve delilleri beynine vururcasına ortaya koyarak azgın ve zalim düşmanına karşı şöyle getirmektedir:

“İbrâhîm, ‘Şüphesiz Allah, güneşi doğudan getiriyor, sende batıdan getirsene’ dedi. (İbrahim’in, meydan okurcasına ileri sürdüğü bu delil karşısında) inkar eden, şaşırıp dona kaldı. Allah, zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.”

Böylece zanaat ve meslek yöntemlerinden, kelamı metodlardan ve zor işlerden uzak olarak yaratılışa hitap eden “Yaratılış Yöntemi”nin, davet yolunda daha başarılı olduğunu görmekteyiz. Hüccetü’l-îslam İmam Gazâlî (rh.a), bu konuda, şu çok güzel sözü söylemiştir:

“Kur’ani deliller, her insanın faydalandığı gıdaların misâli gibidir. Kelamcıların delilleri ise birçok insanın faydalandığı ve çoklarının zarar gördüğü ilaçların misâli gibidir. Kelamcıların delillerinin aksine Kur’ani deliller, bebek ve kuvvetli adamın faydalandığı suyun misâli gibidir. Diğer deliller ise kuvvetli kimselerin bir defasında faydalandığı, başka bir defada ise hastalandığı ve bebeklere kesinlikle fayda sağlamayan yiyeceklerin misâli gibidir.”

İmam Fahreddin er-Râzî de (rh.a) bu konuda şöyle der: “Kelami yöntemleri ve felsefi metodları araştırdığında, hastaya şifa vermediğini ve çoğu kimseyi sulamadığını yani derdine çare olmadığını görürsün. Fakat Kur’an metodunun, Allah’a en yakın yol olduğunu gördüm. Benim gibi (böyle) tecrübe eden, benim bildiğimi bilir.”

Beşinci Özellik:

Beşinci özellik de Peygamberlerin daveti hakkındadır. Bu da; davet hakkındaki gaye ve amacı açıklamaktadır. Bundan dolayı bütün Peygamberler, insanları açık bir amaca ve apaçık bir düşünceye çağırmakta olup davetlerinde şüphe ve gizlilik söz konusu değildir… Yüce Allah, bu konuda, nebilerin ve Resullerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (s.a.v)’e hitaben şöyle buyurmaktadır:

“(Ey Muhammed! Onlara:) İşte bu, benim yolumdur. Ben, bir delil ve hüccete dayanarak (sizleri), Allah ‘a davet ediyorum. Ben ve bana tabi olanlarda (benim sünnetime, siretime ve yoluma) davet ederler. Allah’ı tenzih ederim. Ben, müşriklerden değilim’ de.”

Burada da görüldüğü üzere Peygamberlerin metodu açıktır ve onların davetleri, gündüzleyin öğle vaktindeki güneş gibi ortadadır. İşte bundan dolayı Yüce Peygamber (s.a.v), konu ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

“Ben, sizleri, gecesi, gündüz gibi aydınlık olan dosdoğru bir yol (olan İslam) üzere bıraktım. Benden sonra hiçbir kimse ondan sapmaz, sapan ise helak olur.”

Böylece Peygamberlerin, insanları açık bir amaç ve şerefli bir gaye olan rabbani risâlete davet ettiklerini görmekteyiz. Zira Peygamberler, davetlerinde; maksatlarını ve amaçlarını gerçek ve hakiki şekliyle bilmeyen bazı büyük kimseler ile filozofların durumu gibi, davetin arkasına gizlenmiş amaç ve gaye ile eğrilmiş yolları tutmazlar.

Altıncı Özellik:

Altıncı özellik de: dünyada züht yaşantısı ve Ahireti, dünya hayatına tercih etmektir…

Bu özellik, Peygamberlerin daveti için gerekli olan bir Özelliktir. Buna göre Peygamberlerin gayesi; dünyanın süsü ve ziynetiyle mal kazanmak değildir. İşte bundan dolayıdır ki bütün Peygamberler, dünyada nimetlenmeye ve orada büyük kimselerin yaşayışı şeklindeki bir yaşamaya güçleri yettiği halde, zor şartlar ve sıkıntı içerisinde yaşamışlardır…

Buna rağmen onlar, devamlı olanı (yani Ahiret hayatını), geçici olana (yani dünya hayatına) tercih etmişlerdir. Çünkü onlar, “Allah katında olan daha iyi ve devamlı “(Kasas: 28/60) ve “Allah katında olan şeyler, iyi kimseler için daha hayırlıdır” (Ali İmrân: 3/198)’ de geçenlere şüphesiz yekinen inanırlar ve bilirler. İşte bundan dolayı onlar dünyada zühd hayatı yaşamışlar ve Ahirette de makbul kimselerdendirler. Yüce Allah, Peygamberlerin efendisi olan Hz. Muhammed (s.a.v)’e şöyle hitap etmektedir:

“Kendilerini imtihan etmek için, dünya hayatının süsü olarak bol bol geçimlik verdiğimiz kimselere sakın göz dikme! Rabbinin rızkı daha iyi ve daha devamlıdır.”

Resulullah (s.a.v)’in hanımları, Resulullah’tan, nafakalarını genişletmesini ve geçimlerini artırmasını istemekle; dünyada bolluk, rahatlık ve güzel nimetler içerisinde yaşamakta olan diğer kadınlar gibi hareket etmek istemişlerdir…

Ayrıca onlar Resulullah (s.a.v)’den, -bu, onların hayata göğüs germeleri için bir ders olması gerekirken- kendileri için gökten bir serbestlik indirmesini istediklerinden dolayı Yüce Allah, peygamberine, hanımları serbest bırakmasını şu sözüyle emretmiştir:

“Ey Peygamber! Eşlerine şöyle söyle: “Eğer dünya hayatını ve süslerini istiyorsanız gelin size bağışta bulunayım ve güzellikle salıvereyim. Eğer Allah’ı, peygamberini ve ahiret yurdunu İstiyorsanız bilin ki, Allah, içinizden iyi davrananlara büyük bir mükafat hazırlamıştır.”

Bir adam Nebi (s.a.v)’e geldi ve o’na: “Ey Allah’ın Resulü! Allah’a yemin ederim ki, ben seni, gerçekten seviyorum”, dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.), o adama:

‘Ne söylediğine iyice bir bak!’ buyurdu. Adam sözünü Resulullah (s.a.v)’e üç defa tekrarladı.

Bunun üzerine Resulullah (s.a.v) o adama:

‘Gerçekten beni’seviyorsan, korunmak üzere fakirliğe hazırlan. Şüphesiz ki fakirlik, beni sevene (dağdan ve tepeden) selin akması gibi varacağı yere süratle gelir.’ buyurdu.”

Üstad Ebu’l-Hasen en-Nedvî, “en-Nübüvvet ve’î-Enbiyâ” adlı kitabında konuyla ilgili olarak şöyle der:

“Peygamberlerin daveti, yalnıza dil ile ve yalnızca kendi ümmetlerine olmayıp aynı zamanda sadece ahirete, ahireti dünyaya tercih etmeye ve dünyanın mal ve mülkü ile kıymetinin değersizliğine de değildi. Onların daveti, hem kendileri için ve hem de ümmetlerinin yaşantıları için, bir başlangıç ve bir yöntem idi. Ayrıca onlar, ahirete iman edenlerin ve yaşantılarında davet üzere yürüyenlerin ilkleriydiler. Bundan dolayı onlar dünyada önem vermeyen ve yalnızca ahirete yönelen kimselerdi. Gerçekten de onlar, büyük makamlara ve (yaptıkları daveti) tehlikeye sokacak yerlere de önem vermemişlerdi. Üstelik onlar, kendilerini, davetleri yolunda adamışlardı….

Acaip konuları ortaya çıkaran, nefisleri büyüleyen, kalpleri; büyüklük ve heyecan ile dolduran, davet ve Peygamberlik yolunda yürüyenlere ışıklardan yüce bir ışık saçan Hz. Peygamber (s.a.v)’in geçimi, kendi ve Ehli beytinin hayatı, tarih kitaplarında ve nebevi siyerde bilinmektedir. Davetçinin şiarı ve devamlı olanı şöyle demesidir: “Ey Allahım! Benim için sadece ahiret hayatı vardır, (dünya hayatı yoktur).”

Yedinci özellik:

Peygamberlerin davetlerinin yedinci özelliği ise, “İnsanların arasına Tevhid akidesini yerleştirme ve gayba iman konusunu sağlamlaştırmasıdır.”

Bu, bütün Peygamberlerin davetinde -gören gözler için-bütün açıklığıyla ve genişliğiyle ortaya çıkan apaçık özelliklerden biridir. Zira onların hepsinin mücadelelerinin temel noktası; insanların arasına “Tevhid akidesini” yerleştirme, gayba iman konusunu sağlamlaştırma, Allah’ın vahdaniyetini yani birliğini ispat etmeye ve yaratıcının varlığım ortaya koymaya çalışmak olmuştur. Bundan  “ Yüce Allah, hiçbir insanın içinde iki kalp yaratmamıştır. Peygamberlerin hanımları: “Vallahi, bu meclisten sonra Allah’ın Resulü’nden elinde olmayan bir şeyi istemeyeceğiz” diye yemin etmişlerdi. Kur’an davanın esasını ve sebeplerini tespit için indi. Haddizatında mesele, talep edilen şeyin peygamberin elinde bulunup bulunmanızı değildi. Mesele; Allah’ı, peygamberi ve ahiret yurdunu bütünüyle tercih, yahut dünyanın süsü ve metaını tercih etmekte idi. İster yeryüzünün bütün hazineleri ellerinin allında olsun, isterse evlerinde yiyecek ekmek bulunmasın, eşit idi. Onlar kesin olarak serbest kılındıktan sonrıı Allah’ı, peygamberi ve ahireti tercih ederek Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yanındaki yüce mevkilerini, o ”Büyük Elçinin” evine layık, şerefli ve yüce ufukta korumasını bilmişlerdir. Peygamberimizin bu tercihe memnun olduğuna dair rivayetler vardır. (Seyyid Kutub, Fizilalrl-Kur’an, 12/14-15).

a- Rububiyyet (itikadi) Tevhidi: Rabb içindekilerinin yaratıcısı olduğuna, tasarrufunda bir ortağı bulunmadığına, bu alemin bütününün egemenliğinin O’nun olduğuna, hükmünde hesap vermediğine, her şeyin Rabbinin O olduğuna, her canlıya O’nun rızık verdiğine, bütün işleri O’nun evirip çevirdiğine, yalnızca O’nun yükselttiğine ve alçalttığına, yalnızca O’nun verdiğine ve engel olduğuna, zarar ve yarar verdiğine, sadece O’nu izzetli ve zelil kıldığına. O’nun dışındaki her şeyin ne kendisi için ne de başkası için, ne bir hayra ne de bir şerre ancak Allah’ın dilemesi ve izniyle gücü yettiğine inanmaktır.

b. Uluhiyyet (Ameli) Tevhidi: Bu tevhidin anlamı; ibadette, boyun eğmede, kesin itaatle, ne yerde, ne gökte tek ve ortağı olmayan Allah’ı birlemektir.

Tevhid; rububiyyet tevhidine, uluhiyyet tevhidi katılmadan kesinlikle gerçekleşmez. Bu tek başına yeterli değildir. Müşrik Araplarda, Rububiyyeti, kabul ediyorlardı. Bununla birlikte putlara tapmak suretiyle Allah’a ortak koştuklarından dolayı bu onları, İslam’a sokmadı. Allah ile birlikte başka ilahlar edindiler. Bunların, kendilerini Allah’a daha fazla yaklaştıracağını, Allah katında onlara şefaat edeceğini sanıyorlardı. (Yûsuf Kardavi. Tevhidin Hakikati, s. 20-23)

Tevhid, Allah’ın sıfatlarının bazılarını kabul edip sadece bunlara inanmakla gerçekleşmez. Ve böylesi, Tevhidi parçalayan, tavırlarla bütün peygamberler mücadele etmiştir. Peygamberimizin de gayesi tevhidi yaymaktır. O Tevhide davet etmiş, putçulukla hep mücadele içinde olmuştur.

“La ilahe illallah diyen cennete girer.” (Buharî, İman: l; Müslim. İman 43-45; Tirmizî, İman 2775) müjdesinin muhatabı olamaz. Ayrıca insanlara bu biçimiyle anlam kazanan bir Tevhid inancı içinde Peygamberler gönderilmemiştir; “insanlarla ‘La ilahi illallah’ deyinceye kadar savaşmakla, emrolundum.” (Buharı, Zekat 689; Müslim, İman 32-38; İbn Mâce, Fiten 3927; Nesai, îman 4970; Tirmizî, 2733) ifadesinde anlam bulan Tevhid de, Allah’ı sadece yaratıcı, İlah, Rab veya Melik olarak tanımak değildir. Zira bunların hepsi Tevhidin büyük bir kısmını ifade eder, fakat tamamım değil Dolayısıyla parçacı düşüncelerin hiçbirini, Peygamberlerin tebliğlerinin esasını oluşturan “‘La ilahe illallah”ı kabul anlamına gelmez.

“La ilahe İlallah”ın sadece benimsenen bir söz olarak ifade edilmesinin ise, Tevhid ile hiçbir ilgisi yoktur. Elbette ki “La ilahe İllallah” bir sözdür. Resulullah (s.a.v), insanların, bu sözü söylemelerinin cennete vesile olacağını açıklar. Ancak bu, onu hiçbir anlam ifade etmeyen veya anlamı tam olarak bilinmeyen bir söz olarak ta söyleseniz olur anlamına gelmez. Eğer böyle olsaydı, onun, Mekke müşriklerinin hiç tereddüt etmeden söyleyecekleri bir söz olacağı kesindi. Konuyla ilgili bir çok örnekler vardır… Onlar, muhtevasını çok iyi anladıkları bu sözün, kendilerinin kabul ettikleri Tevhidi unsurların eksik olduğunu, kabul etmekten kaçındıkları ulııhiyyet konusunu da Tevhid ‘in kapsamına aldığını bilirler. Bunun ise sadece bir söz olarak söylenmekle bîr anlam ifade etmeyeceğini, O’nun Öncelikle bireysel ve sosyal yaşantıda açığa çıkması gereken hayat tarzı olduğunu anlarlar. Bu yönüyle de Tevhidin bir defa değil, on defa dahi söyleseler, bir söz olarak kaldığı sürece bir anlam ifade etmediğini. Resulullah (s.a.v)in de bir söz söylemekle sadece söylemeyi kastetmediğini iyi bilirler. (Celalettin Vatandaş. Tevhid ve Değişim, s. 54-55).

Peygamberlerin Sıfatları

Yüce Allah, Peygamberleri; kendisiyle kulları arasında elçiler olmaları ve onları, büyük emanet olan vahiy emanetini yüklenmeleri ile risâleti, kullarına tebliğ etmeleri için diğer mahlukatı arasından seçmiştir… Allah’ın, yüce hikmeti, onları; ahlak bakımından insanların en mükemmeli, ilim bakımından insanların en üstünü, soy bakımından insanların en şereflisi ve güvenirlilik bakımından insanların en yücesi kılmıştır. Ayrıca onları, kendi yardımıyla korumuş, gözetimiyle gözetmiş, bizzat Şanı Yüce Allah onları terbiye etmiştir. Nitekim Şanı Yüce Allah, Peygamberlerin efendisi olan Hz. Muhammed (s.a. v.)’e hitaben şöyle buyurmaktadır:

“(Ey Muhammed!) Rabbinin hükmü, (yerine gelinceye kadar) sabret Doğrusu sen, gözetimimiz altındasın.” 

Nitekim Şanı Yüce Allah, Hz. Mûsâ (a.s)’a hitaben de şöyle buyurmaktadır:

“(Ey Mûsâ!) gözümün önünde yetişesin diye.”

Biz Kur’ân-ı Kerîm’e tabi olduğumuzda, onu inceden inceye düşündüğümüzde ve anlayacak bir şekilde okuduğumuzda ve Peygamberlik müessesesi ile Peygamberlerden haber veren Kur’an’ın ayetlerine yöneldiğimizde onda; Allah’ın, kendilerine Peygamberlik verdiği ve risâleti yüklemek için seçtiği Allah’ın salih kullarından seçilmiş kimseler için övgüler bulmaktayız.

Allah, Peygamberleri; “hidayet” ve “düzeltme” meşalesini yüklenmeleri ve insanlık yoluna girenleri; mutluluğa, emniyet ile selâmete götüren kimseler olmaları için onları diğer mahlukatı arasından seçmiştir.

Biz, övülmüş olan bu kitaba yönelmekteyiz. Bundan dolayı Allah bu kitabı, kainatta ondan daha güzelini yaratmadığı bir örnek ve şekil ile -içindekileri bilsinler diye-bize göndermiştir. Peygamberlerin sözleri ile ilgili Kur’an’ın yöntemini; hayat fışkıran, güler yüzle dolup taşan ve sevgiyle, teşvikle büyüyüp gelişmekte olan bir yöntem olduğunu görmekteyiz… Bundan dolayı Kur’an, onları; güzel övgülerle anlatmış, onları, aklı ve yaratılış sıfatları ile vasıflarının ismiyle nitelendirmiştir. Bütün bunların hepsi; Peygamberlerin, Allah’ın mahlukatı arasından seçilmiş tertemiz kimseler ve insanlık alemi için çıkarılmış mükemmel “yüce bir örnek” olduklarına delalet etmektedir.. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

“O (Peygamberleri), emrimiz altındaki insanları doğru yola götüren önderler yaptık; onlara, iyi işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekat vermeyi vahyettik. Onlar, Bize ibadet eden kimselerdendir.” Yüce Allah, Hz. İbrâhîm Halil (a.s) ile ilgili ise şöyle buyurmaktadır:

“(Ey Muhammedi) Kitab da İbrâhîm ile ilgili anlattıklarımızı da (müşriklere) an. Şüphesiz O, dosdoğru bir peygamberdir.”

Yine Yüce Allah, Hz. İbrâhîm (a.s) ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

(Başlı başına) bir ümmet olan İbrâhîm, şüphesiz Allah’a boyun eğen ve O’na yönelen (ya da önderdi) puta tapanlardan değildi- Rabbinin nimetlerine şükrederdi. Rabbi de onu (Peygamber olarak) seçmiş ve kendisini dosdoğru bir yola iletmişti.

Yüce Allah, Hz. Mûsâ (a.s) ile ilgili ise şöyle buyurmaktadır:

“(Allah) ‘Ey Mûsâ! Ben, seni, risâletim (i tebliğ etmek için sana indirmiş olduğum Tevrat gibi mesajlarım) ve (Benim seninle) konuşmam ile,) seni, (çağdaşın olan)insanlara üstün kıldım. Şimdi sana verdiğim (Peygamberlik şerefin)i al! ve (sana vermiş olduğum nimetlerden dolayı da) şükredenlerden ol’ buyurdu.

Nitekim Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’in başka yerlerinde peygamberi ve kendisiyle konuştuğu Hz. Mûsâ (a.s) hakkında ise şöyle buyurmaktadır:

“(Ey Muhammedi) Kitap’da Mûsâ ‘ya dair (anlattıklarımızı da) an! (Zira o, Allah’ın göndermiş olduğu müjdeleyici ve uyarıcı Peygamberlerinden ve kendileriyle birlikte insanlar arasında anlaşmazlıkları konusunda hükmetmek üzere beraberinde hak kitabı indirdiği kimselerdendir). Çünkü o, ihlasa erditilmiş ve tarafımızdan gönderilmiş bir peygamberdir.”

Şanı Yüce Allah, peygamberi Hz. İsmâîl (a.s) ile ilgili ise şöyle buyurmaktadır:

“(Ey Muhammedi) Kitab ‘da İsmâîl ‘e dair (anlattıklarımızı da) an! Çünkü o, sözüne sadık ve tarafımızdan gönderilmiş bir peygamberdir.”

Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm, kerem sahibi Peygamberlerden bir topluluğu da, güzel övgülerle şöyle nitelemektedir:

“(Ey Muhammedi dinde) kuvvetli ve basiretli kullarımız olan İbrahim, İshâk ve Ya’k’ûb’u da hatırla. Doğrusu Biz, onları, (sahip oldukları bu Özellikle,) ahiret yurdunu hatırda tutmak için (güzel) bir hasletle mahsus kıldık.

İşte böylece Kur’ân-ı Kerîm’i; Peygamberleri, yüce sıfatlarla donatılmış isimlerle vasıflandırır, niteliklerin en mükemmeliyle nitelendirir; sevgi, ikram, seçme vb. öğretilerin, onun satırları arasında ortaya çıktığını görmekteyiz.

Buna göre Kur’an, Peygamberleri; bazen itaat ve yönelme (veya tevbeyle) vasıflandırır; bazen de onları, kendilerini, Allah’ın yoluna adamakla ve ahireti, dünyaya tercih etmekle nitelendirir; bazı yerlerde ise onları, doğrulukla veya kötülüklerden uzak olmakla anlatır. Kısacası bu anlatılanların hepsi, onların durumlarının yüceliğine, mekanlarının yüksekliğine ve risâletlerinin yüceliğine işaret etmektedir. İşte bundan dolayıdır ki Peygamberler, aleme yol gösteren ve insanlığın Önderleridirler.”

Peygamberlerin Vasıfları

Peygamberler -Allah’ın salât ve selâmı onların üzerine olsun-insan olmaları itibariyle; yerler, içerler, sağlıklı olurlar, hastalanırlar, kadınlarla evlenirler, çarşı ve sokaklarda gezip dolaşırlar; insanlara gelen zayıflık, ihtiyarlık ve ölüm gibi arızalar onlara da gelir… Fakat onlar, hususi özelliklerden dolayı insanlar üzerine üstün kılınmışlar ve insanlarda olmayan büyük ve yüce niteliklerle vasıflandırılmışlardır. Bu da ancak onlar için gerekli olan levazımlara ve önemli olan şeylere nispetle olur. Peygamberler ile ilgili olan bu vasıfları kısaca şöyle özetleyebiliriz:

1).Sıdk (Doğruluk)

2).Emanet (Güvenilir olma)

3).Tebliğ

4).Fetanet (Zeki ve akıllı olma)

5).Nefret verici kusurlardan uzak olma

6).İsmet (masumiyet veya masiyet ile günahtan korunmuş olma). 

Sıdk (Doğruluk):

Bu Özellik, Peygamberlik müessesesi için gerekli olan bir özelliktir. Çünkü bu özellik, Peygamberlerin davetine nispetle insanlık içinde zaruridir. Ama bu özellik, Peygamberlerde, yaratılıştan var olan özelliklerdendir. Bundan dolayı herhangi bir peygamberden yalan, hainlik, insanların mallarını batıl yol ile yeme ve daha bir çok çirkin vasıflar gibi kişiliğini zedeleyecek olan bu tür şeylerin meydana gelmesi mümkün değildir. Çünkü bu çirkin vasıflar, normal bir kimse için bile uygun olmadığına göre, nasıl bir nebi ve resul için uygun olabilir?

Peygamberlerden birinde yalan gibi herhangi bir çirkin vasıf meydana gelmesi caiz olsaydı, Şanı Yüce Allah’tan naklettiği yahut vahiy haberlerinden aktardığı konularda insanların kendisine dair bir güvenilirliliği kalmazdı… Eğer böyle bir şey olsaydı bunun, Peygamberlerin getirdikleriyle bizzat kendilerinin karşılaşması yahut daha önceden kafalarında oluşmuş fikirler ile bu yeni getirmiş olduklarına karşı hainlik etme ihtimali olup bunları da -Peygamberlerin böyle bir şey yapacağını onlardan uzak görüp- Allah’a karşı bir yalan ve iftira olarak nispet edebilirler. Bu ise mümkün değildir. İşte böylece Kur’ân-ı Kerîm’i, Allah’a iftira eden veya diliyle Allah’ı yalanlayan herkes hakkında aşağıda gelen bu ayırt edici hükümle hükmediyor. Bundan dolayı Yüce Allah, Peygamberlerin efendisi olan Hz.Muhammed (s.a.v) hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Eğer Bize karşı, kendisine vahyettikîerîmize bazı sözler katmış olsaydı, Biz, onu kuvvetle yakalardık, sonra da onun şahdamarını koparırdık. Hiçbirinizde onu koruyamazdınız. Doğrusu Kur’an, mûttakiler için bir öğüttür.”

İslam Şehidi Seyyid Kutub (rh.a), “FizHali’l-Kur’an” adlı tefsir kitabında konuyla ilgili olarak şöyle der:

“Sonuçta o korkunç tehdit, akide konusunda Allah’a iftira edenlere gelip çatıyor. Halbuki akide konusu boş boğazlığa yer vermeyen ciddi bir konudur. Daha önce geçen ayeti kerime, başka hiçbir ihtimal olmayan biricik ihtimali belirtiyor. Bu biricik ihtimal ise Resulullah (s.a.v)’in tebliğ ettiği hususlarda ‘Emin’ ve ‘sıdk’ (doğru) olduğudur. Yüce Allah’ın, onu, katiyen cezalandırmaması da bunu göstermektedir. Halbuki tebliğ görevinden en ufak bir sapma söz konusu olsaydı, Allah onu muhakkak şiddetli bir biçimde cezalandırırdı. Bu sözün ifade ettiği mana, Hz. Muhammed (s.a.v)’in tebliğ ettiği şeylerde “sıdk” (doğru) olduğu yönündedir.

Eğer Hz. Muhammed (s.a.v) kendisine vahyolunmamış birtakım sözleri Kur’an’a karıştırmış olsaydı, Yüce Allah Onu cezalandırır ve ayetlerin belirttiği şekilde, peygamberini öldürürdü. Hz. Peygamber (s.a.v)’in cezalandırılmasına veya öldürülmesine dair bir şey meydana gelmediğine göre, elbette ki Hz. Muhammed (s.a.v), ‘Sıdk’ (doğru)dur.” (İslam Şehidi Seyyid Kutub’un sözü burada bitmektedir.)

Resulullah (s.a.v), küçüklüğünden itibaren Kureyş kabilesinin içerisinde “Sıdk”ı (Doğruluğu) ve “Emin”liği (Güvenirliği) ile meşhur olmuştu. Hatta Mekkeli müşrikler, Onu, “doğru” ve “emin” diye isimlendirerek; “Doğru” ve “emin” (olan Muhammed) geldi ve “doğru” ve “emin” (olan Muhammed) gitti… derlerdi, İşte Hz. Peygamber (s.a.v) böylece Peygamber olarak gönderilişinden önce Kureyşliler arasında doğruluğu, eminliği ve makamının yüceliğiyle bilinmekteydi.

Rivayet edildiğine göre; Kureyş’in ileri gelenlerinden birisi, Mekke sokaklarından birinde Ebu Cehil ile karşılaşır. Onu durdurarak: “Ey Ebu’l-Hakem! Şu anda burada senden ve benden başka hiçbir kimse yok. Muhammed ‘in doğru mu? Yoksa yalancı mı? olduğunu bana Allah’ın adıyla söyle” der. Ebu Cehil ise ona bütün açıklığıyla şöyle cevap verir:

“Allah’a yemin ederim ki, Muhammed gerçekten ‘doğru’ sözlüdür. O hiç yalan söylememiştir.”

Ebu Cehil’in bu sözü üzerine o adam:

“Sizi, Ona uymaktan alıkoyan şey nedir?” diye sorar. Bunun üzerine Ebu Cehil, o adama:

“Şimdiye kadar biz ve Haşim oğulları şan ve şeref hususunda yarışır ve malın çokluğu ile övülmede de çekişip dururuz. Onlar hacılara yemek yedirdiklerinde, biz de yedirdik,  Onlar hacılara su dağıttıklarında, biz de su dağıttık. Onlar (Kabe’yi örtme vb.) çeşitli görevler üstlendiler, biz de üstlendik. Onlar insanlara bir şeyler verdiler ve iyilik ettiler, biz de verdik ve iyilik ettik. Develer üzerinde, karşılıklı diz çöküp yarış atları gibi yarıştık durduk. Daha sonra onlar bize, şu eklemeyi yaptılar: ‘Bizden (kendisine gökten vahiy gelen) bir Peygamber gönderildi’ dediler. Biz onlara nereden bir Peygamber getirelim? Allah’a yemin ederim ki, bundan dolayı biz, Ona, asla inanmayız ve Ona tabi olmayız” cevabını verdi. Bunun üzerine Şanı Yüce Allah, peygamberi Hz. M uhammed (s.a.v)’i teselli etmek için şu ayeti indirmiştir:

“(Ey Muhammedi) Onların söylediklerinin, seni üzeceğini elbette biliyoruz. Doğrusu onlar, seni yalancı saymıyorlar. Fakat zalimler, Allah’ın ayetlerini bile bile inkar ediyorlar.” (En ‘am: 6/33).” İşte bundan dolayıdır ki, Allah’ın düşmanı olan Ebu Cehil, Resulullah (s.a.v)’in doğruluğunu kabul ediyor ve ayın zamanda itiraf da ediyor. Fakat onu, Resulullah (s.a.v)’e tabi olmaktan alıkoyan şey; kavmi arasındaki liderliği, şan ve şerefidir. Şöyle söyleyen gerçekten de doğru söylemiştir:

“Üstün kimse; düşmanlarının, kendisinin doğruluğuna şahitlik ettiği kimsedir.”

Rum kralı Herakliyüs, Müslüman olmayışından önce Ebu Süfyan’a; Muhammed’in, Peygamber olduğunu söylemesi hakkında şöyle soru sormuştu:

“Siz, Onu bu iddiasından önce hiç yalan ile itham ettiniz mi?” Ebu Süfyan’da, ona:

– “Biz, Onda, kesinlikle bir yalan görmedik”!! der. Ebu Süryan’ın bu sözü üzerine Herakliyüs, ona, şöyle çok muhteşem bir cevap vermiştir:

– “O, ne insanlara ve ne de Allah’a yalan söyleyecek biri değildir.”

İşte bu, büyük kimselerin, bir Peygamber hakkındaki düşüncesi ve gerçek ile yanlışı ayırıcı bir sözüdür.

Emanet (Güvenirlilik):

Bu, yüce Allah’ın insanlara gönderdiği herhangi bir peygamberin vahiy konusunda emin olması ve Allah’ın aşağıda gelecek olan sözüne sarılarak Yüce Allah’tan aldığı emirleri ve yasakları; ziyadesiz, noksansız, tahrif etmeksizin ve değiştirmeksizin Allah’ın yarattığı kullarına tebliğ etmesiyle ilgilidir. Yüce Allah, bu konuda şöyle buyurmaktadır:

“Allah’ın göndermiş olduğu (vahiyleri) tebliğ eden (Peygamberler; Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka (hiçbir kimseden) korkmazlar. Allah hesap görücü olarak yeter.”

Bundan dolayı Peygamberlerin hepsi, vahiy konusunda güvenilir kimseler ve kendilerine nazil olduğu şekilde Allah’ın emirlerini ve yasaklarını tebliğ eden kimselerdir. Bundan dolayı Yüce Allah’ın, kendilerine yapmakla emrettiği şeyleri gizlemeleri ve bunlara hainlik etmeleri mümkün değildir. Çünkü hainlik, emanet ile birlikte bulunmaz. Buna göre peygamberin, kendisine emanet edilene hainlik etmesi, Peygamberlik olarak gönderildiği ümmetine nasihat etme ve Allah’ın kendisine gönderdiği vahiyleri tebliğ etmemesi” bir Peygamber için hiç uygun olur mu? Buna binaen bütün Peygamberler, en mükemmel şekilde emaneti yerine getirirler. Zira Yüce Allah’ın gönderdiği her Peygamber, kavmine şöyle demekteydi:

“Ben sizin için güvenilir ve sizin iyiliğinizi isteyen bir kişiyim.”

Bu konuda Şanı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Peygamber, görülmeyenler hakkında söylediklerinden ötürü töhmet altında tutulamaz.”

Yani Peygamber, vahiy ve gayb hakkında söylediklerinden ötürü töhmet altında tutulamaz demektir. Eğer Peygamberler de emanet (güvenirlilik) vasfı olmasaydı, kendilerine, Allah tarafîndan gelen risâletin ortaya çıkmasında değişmeler vuku bulurdu. Ama müminler, inmekte olan vahye inandılar… İşte bundan dolayı Hz. Aişe (r. anha) şöyle demektedir:

“Eğer Hz. Muhammed (s.a.v), kendisine inen vahiyden bir şey gizleseydi: “Allah ‘ın (yakında) açığa vuracağı (Zeynep ile evlenmeye dair) şeyi içinde saklıyordun. İnsanlar (a bunu söylemek) ten çekmiyordun. Oysa Allah’tan çekinmen daha uygundur. ” (Ahzab: 33/37) ayetini gizlerdi.” Aynı şekilde Yüce Allah’ın, Hz. Muhammed (s.a.v)’in bizzat kendisini azarlayan şu ayetleri gizlerdi: “Yanına kör bir kimse geldi diye Peygamber yüzünü astı ve geri çevirdi.”

Yine aynı şekilde şu ayeti de gizlerdi:

“Hiçbir Peygamber, yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanmadan esirler alması yaraşmaz. (Sizler) geçici dünya malını istiyorsunuz. Allah ise ahireti istiyor. Allah, Aziz’dir. Hakim’dir. Eğer daha önceden (Bedir savaşına katılanlar günah işledikleri takdirde bile) Allah’ın geçmiş bir hükmü olmasaydı aldıklarımızdan dolayı size büyük bir azab dokunurdu.”

Emanet vasfının, vahyin selâmeti ve peygamberin getirdiği -o da yalnızca Yüce ve Hakim Allah’ın katındandır- her şey de, nefsin mutmain olarak gölgelendirilmesi için her nebi ve resulde çokça bulunması gerekmektedir. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmuştur:

“O, kendi istek ve arzusuna göre söz söylemez Onun konuşması ancak kendisine vahyolunan bir vahiy iledir.”

Tebliğ:

Bu, Peygamberlere -Allah’ın salât ve selâmı onların üzerine olsun – mahsus bir özelliktir. Bununla, Peygamberlerin, Allah’ın, kendilerine indirmiş olduğu hükmünü tebliğ etmesi kast olunur. Zira onlar, kendilerine gökten inen vahyi insanlara tebliğ ederler. Bundan dolayı da onlar, insanlara yaptıkları tebliğ sırasında büyük eziyetler ile kötü ve günahkar kimselerin zorluklarıyla karşılaşsalar bile yüce Allah’ın, kendilerine vahyettiği hiçbir şeyi gizlemezler. Kur’ân-ı Kerim, Hz. Nûh (a.s)’ın kıssasında bunu şöyle dile getirmektedir.

“(Bunun üzerine Nûh): ‘Ey kavmim! Bende hiçbir sapıklık yoktur. Fakat ben, alemlerin Rabbi (tarafından size gönderilmiş) bir peygamberim. Size, Rabbimin (bana) vahyettiklerini tebliğ ediyorum, size nasihat ta bulunuyorum. Ben, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri, Allah ‘tan (gelen vahiy ile) biliyorum’ dedi.

Hz. Salih (a.s)’dan ise bunu şöyle haber vermektedir:

“Bunun üzerine O (Salih) da kavminden yüz çevirdi ve: ‘Ey kavmim! And olsun ki ben size Rabbimin (bana) göndermiş olduğu vahyi tebliğ ettim ve size nasihatta bulundum. Fakat siz, nasihat edenleri sevmezsiniz’ dedi.”

Hz. Şuayb (a.s) hakkında ise şöyle demektedir:

“(Bunun üzerine (Şuayb) kavminden yüz çevirip (kendi kendine): ‘Ey kavmim! And olsun ki ben size, Rabbimin elçiliğini tebliğ ettim ve size nasihat ta bulundum. Artık ben, siz kafirler topluluğuna nasıl tasalanıp üzülürüm?’ dedi.”

Peygamberlerin hepsinin bütün açıklığıyla ve genişliğiyle; Allah’ın, kendilerine verdiği elçilik (risalet) görevini tebliğ ettiklerinin belirtilerini görmekteyiz. Zira onlar, Allah’ın risaletini tebliğ etmekte ve kavmi içerisindeki insanlara nasihat etmektedirler. Hatta Yüce Allah, Peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed, (s.a.v)’e, risaletini etmesini emretmektedir. Yüce Allah, ona hitaben şöyle buyurmaktadır:

“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni (tebliğ et Eğer bu görevini yerine getirmezsen O’nun elçilik (görevini) yapmamış olursun. Doğrusu Allah, kafirleri doğru yola iletmez.”

Her Peygamber, Allah’ın, kendisine indirdiği risâleti ve daveti, tebliğ etmekle mükelleftir. Buna göre Peygamberlerden her birinin, kendisine inenden herhangi bir harfi eksiltmesi ve bunlara bir harf eklemesi mümkün değildir. Eğer bir Peygamber, bunlardan birisini yaparsa Allah’ın emrine muhalefet etmiş olur ve yerine getirmekle emrolunduğu emanete hainlik etmiş olur. Bundan dolayı bazı surelere ve ayetlere, Yüce Allah’ın “Kul” = (“De” – “Söyle”) sözüyle başladığını görmekteyiz. Bu ise Allah’ın emrini, kendi ümmetine tebliğ etmesi için peygambere yönelik bir emirdir. İşte bundan dolayı bir Peygamber, kendisine ineni eksiksiz ve fazlasız olarak tebliğ etmektedirler. Yüce Allah bu konuda bir örnek olması için şöyle buyurmaktadır:

“De ki: Benim yolum, budur; ben ve bana uyanlar bilerek insanları Allah ‘a davet ederiz.”

Yine Yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

“De ki: Ey Kafirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam.”

Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“De ki: Tan yerini ağartan Rabbe sığınının.”

Yine Yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

“De ki: İnsanların Rabbine sığınırım”

Hz. Peygamber (s.a.v)’in bizzat kendisine hitap edildiği (emir sığasındaki) bu lafızlar olmasa da, Hz. Peygamber (s.a.v)’in sadece ilahi emirleri insanlara tebliğ etmesi de yeterlidir. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v), vahiy konusunda güvenilir olduğundan dolayı Rabbinin risâletindeki bir harfi bile değiştirmeksizin, fazlalaştırmaksızın ve eksiltmeksizin -kendisine vahyedildiği şekilde- insanlara tebliğ etmiştir. Buna göre Hz. Peygamber (s.a.v), “İşte bu, benim yolum budur. Ben yalnızca Allah’a davet ediyorum” (Yûsuf: 12/108) ve “Ben, tanyerini ağartan Rabbe sığınırım.” (Felak : 113/1) veya “İnsanların Rabbine sığınırım” (Nas: 114/1) dememiştir. Ancak harflerin ve sığanın kendisiyle, yüce Allah’tan kendisine yöneltilende “emir sığasını” da kullanmıştır. İşte bu, (Allah’ın, kendisine vahyettiği) risâleti ve daveti tebliğ hususundaki “güvenirliliğine” delildir.

Tebliğden maksat; Allah’ın, kıyamet gününde insanların (bizzat kendilerinin- suçsuz olduklarına dair) ileri sürebilecekleri hüccetlerini boşa çıkarması ve hiçbir kimsenin mazeretini beyan etmemesi anlaşılmaktadır. Çünkü Yüce Allah, insanlara kendisi tarafından Peygamberler gönderip risâleti tebliğ ettirmeden önce azab etmekten ve insanlara, günah işlememiş olduğu halde azab etmez. O en keremli ve en merhametli olandır. Nitekim yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: “Biz, Peygamber göndermedikçe hiçbir kimse (veya bir topluluğa) azab etmeyiz.”

Yine Şanı yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

“Rabbin, kendilerine ayetlerimizi (vahyimizi) okuyacak bir peygamberi, memleketlerin ana şehirlerine (yani asıl olanlarına yahut büyüklerine veya başkentlerine) göndermedikçe, (hiçbir zaman) o memleketleri helak edici değildir. Zaten Biz, (ancak zulümleri sebebiyle azabı hak eden) halkı zalim memleketleri helak etmişizdir. “

Şanı Yüce Allah, Peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (s.a.v)’i; alemlere uyarıcı olması için göndermiş ve aynı zamanda Yahudi ve Hıristiyanların, “bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmemiştir” şeklindeki mazeretlerini boşa çıkarmak için Peygamberlerin arası kesildiği bir sırada göndermiştir. Yüce Allah bu konuda Yüce kitabı Kur’ân-ı Kerim’inde şöyle buyurmaktadır.

“Ey kitap ehli! Peygamberlerin arası kesildiğinde, ‘Bize bir müjdeci ve bir uyarıcı gelmedi’ dersiniz diye, size açık anlatacak Peygamberimiz (Muhammed) geldi. Şüphesiz O, size müjdeci ve uyarıcı olarak gelmiştir. Allah her şeye Kadir’dir.”

Resulullah (s.a.v), Rabbinin davetini tebliğ ettiği sırada ona, yüce ve büyük Rabbinin şu ayeti inmiştir:

“Şimdi sen, ne ile emrolunuyorsan, (müşriklere) apaçık bildir. Müşriklere de aldırış etme. ” Resulullah (sav), Rabbinin davetini açıklamaya ve risaletini tebliğ etmeye koyulmuştu. Böyle bir sırada Safa tepesine çıkarak kabileleri ve Kureyş’in içindeki toplulukları şöyle davet etmeye başladı:

“Ey Abdulmuttalib oğulları! Ey Fihr oğulları! Ey Ka’b oğulları!.. Nihayet herkes oraya toplandı.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v), onlara:

“Ben, size, şu vadiden veya dağın eteğinden atlıların çıkıp geleceğini ve size saldıracaklarını haber versem, beni tasdik eder miydiniz?” diye sordu. Onlarda:

“Evet, şimdiye kadar senin yalan söylediğini görmedik” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.):

“Ben, size, (tebliğ ettiklerimi kabul etmediğiniz taktirde) önünüzdeki şiddetli azabı haber veriyorum…” dedi. Bunun üzerine amcası Ebu Leheb:

“Ey Muhammedi yazıklar olsun sana! Bunun için mi bizi buraya topladın?” diyerek Hz. Peygamber (s.a.v)’e hakaret etti. Bunun için Yüce Allah, onun bu sözüne karşılık olarak şu sureyi indirmiştir:

“Ebu Leheb ‘in elleri kurusun; zaten kurudu da! Malı ve kazandığı kendisine fayda sağlamadı, (Yaptıklarından dolayı) alevli ateşe yaslanacaktır. Karısı da (yaptıklarından dolayı) boynunda bir ip olduğu halde ona odun taşıyacaktır.” (Tebbet:! /2-5)” 

Fetanet (Zeki ve Akıllı Olma):

Fetanet zeki ve akıllı olmak demektir. Buna göre Peygamberlerden her biri, mükemmel bir akıl ve doğru görüşlülüğün yanı sıra akıllı, zeki ve harikulade bîr şekilde gönderilmişlerdir. Yüce Allah, Hz. İbrahim Halil (a.s)’ın vasfı hakkında şöyle buyurmaktadır:

“And olsun ki daha (Peygamberlik verilmezden) önce İbrâhîm’e, ‘doğru görüşlülüğü’ verdik. Biz, Onu (n buna uygun olduğunu) biliyorduk.”

Yine bu konuda Hz. İbrâhîm (a.s)’ın, kavmi içerisindeki müşriklere delil getirmedeki doğruluğuna bakıldığında, Onun seçkinliğine ve zekililiğine dair deliller bulunmaktadır. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Derken ona başvursunlar diye; (büyük puta başvurup bu putları kıranın kim olduğunu sorarlar, böylelikle putun acizliği ortaya çıkar diye) içlerinden büyüğü müstesna hepsini paramparça edip bıraktı. (Geri dönüp İbrâhîm’in put kırma eyleminin sonucu olan manzarayı gördüklerinde,) ‘bunu ilahlarımıza kim yaptı? Doğrusu bunu yapan zalimlerden biridir’ dediler, (ibrâhîm ‘in, putlarına karşı bir tuzak hazırlayacağına dair yemin ettiğini işiten kimseler) dediler ki: ‘İbrâhîm denilen bir gencin onları diline doladığını duymuştuk. (Emretme yetkisini ellerinde bulunduranlar) dediler ki: ‘O, halde onu halkın gözü önüne getirin. Belki (ondan işitilen sözleri söyleyerek onun aleyhine) şahitlik ederler. ‘(İbrâhîm, onların huzuruna getirilerek): ‘Ey ibrâhîm! İlahlarımıza bu işi sen mi yaptın?’ dediler. (O da, kırmaksızın bıraktığı putu kastederek: ) ‘O işi, şu büyükleri yapmıştır! Konuşabiliyorlarsa onlara sorun!’ dedi. Bunun üzerine kendi kendilerine dönüp, ‘Doğrusu siz zalimlersiniz. Konuşmayan bu putlara tapmakla hakka karşı zalimlik ediyorsunuz)’ dediler. Sonra (kendilerinin, zalim olduklarını kabul ettikten) tekrar kafalarında olan eski inanca (küfre) döndürüldüler ve: ‘Ey İbrâhîm! Bunların konuşamayacağını, and olsun ki, sende bilirsin’ dediler. (Onlar bunu itiraf edince, ibrahim’de, onlara karşı şöyle bir delil getirdi:) ‘O halde Allah ‘ı bırakıp ta size hiç bir fayda ve zarar veremeyecek şeylere ne diye taparsınız? Size ve Allah’ı bırakıp ta taptıklarınıza yazıklar olsun! Daha hala akıllanmayacak mısınız?’ dedi.

Bir gerçek olarak Hz. İbrâhîm (a.s.)in, büyüğü hariç bütün putları paramparça etmesine dair hakkında tecelli eden bu ayetler, onun zekiliğiyle ve seçkinliğiyle sona ermektedir. Zira Hz. İbrâhîm (a.s), eliyle putları kırmış ve daha sonrada kavmine delil gösterebilmek için baltayı büyük putun boynuna asmıştı… Bunun üzerine muhakeme etmek için, halkın ve kendilerinin huzuruna getirdiklerinde ona şu soruyu sormuşlardı:

“İlahlarımızı paramparça ederek kıran ve onları kırmaya gelen kimdir? ‘Yoksa Ey İbrâhîm! bunu sen mi yaptın?’ Bunun üzerine Hz. İbrâhîm (a.s), onlara:

“Onları, ben kırmadım. Fakat sizinde gördüğünüz gibi büyük put, onları kırmıştır. Çünkü büyük put, sizin, kendisiyle birlikte şu küçük putlara da tapmanıza razı olmadığından dolayı onları o kırmıştır. Buna delil ise baltanın büyük putun boynuna konulmasıdır. Eğer benim sözümü tasdik etmezseniz, bu işi kimin yaptığını, onlara sorun…’ dedi.

Burada Hz. İbrâhîm (a.s), hedefine ulaşmıştı. Zira akıllarının kıtlılığından ve kendilerini gülünç bir duruma soktuktan sonra onlara delilini getirmişti. İşte bu, Peygamberlerin düşüncesidir.

Hz. İbrâhîm (a.s)’ın başka bir doğruluğu ise, Allah’ın mülkünde çekişen Tağut Nemrut ile olan mücadelesidir. Zira Nemrut, kendisinin ilah olduğunu ve Allah’ın dışında, kendisine tapılması gerektiğini savunuyordu. Halbuki Allah, Nemrut gibi kendisine tapılan kimselerin de Rabbiydi. Buna göre Hz. İbrâhîm (a.s)’ın, Nemrut’a karşı doğru görüşlüğü ve zekiliği nasıldı? İnatçı düşmanı, Hz. İbrâhîm (a.s)’in sözü karşısında nasıl şaşırıp kalarak delilsiz kalmıştı? Yüce Allah bu konuyu şöyle anlatmaktadır.

“Allah, kendisine hükümranlık verdi diye İbrahim’le Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi? İbrâhîm, Ona: ‘Benim Rabbim dirilten ve öldürendir’ demişti. O da: ‘Bende diriltirir Öldürürüm’ dedi. Bu defa İbrâhîm, ‘Şüphesiz Allah, güneşi doğudan getiriyor, (haydi bakalım) sende onu batıdan getirsene’ dedi. (Allah’ın varlığını, kanun koyma yetkisini ve ilahlığını) inkar eden (bu delil karşısında) şaşırıp dona kaldı. Allah, zalimleri doğru yola eriştirmez.”

İşte bu, batılın sırtını yere vuran keskin bir delildir. Bundan dolayı Allah, Hz. İbrâhîm (a.s)’ı, apaçık “Hakk Nur”unu açıklayıcı kılmıştır.

İşte bütün nebiler ve resuller, böyledir. Zira Allah onlara, akıl ve doğru görüşlülük vermiştir. Bundan dolayı onlar, zekililik ve akıllılık şekillerinin en mükemmel örnekleridirler. Çünkü Yüce Allah, onlara, kavimlerini hidayete getirmeye dair delil getirmede güç yetirebilmeleri için zekililiği, harika olmayı, fetaneti ve akıllılığı tahsis etmiştir. Hakk ışığını insanlara açıklamak ve Allah’ın davetini insanlara ilan etmek için akıl bakımından insanların en mükemmel olanını, zeka bakımından onların en geniş olanını, delil ve kanıt bakımından da onların en kuvvetli ve güçlü olanını, risâlete seçmede, Allah’ın ezeli hikmeti, böyle tahakkuk etmiştir. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

“Allah, Peygamberlik vereceği kimseyi (herkesten) daha iyi bilir. Suç işleyene, Allah katından bir aşağılık ve hilelerinden ötürü de şiddetli bir azab erişecektir.”

İnsanoğlunun kendisine zafiyet geldiğinde ve akli melekeleri zayıfladığında, bazen insanlardan bir kısmı ihtiyarlık çağına ulaştıklarında bunama gibi bir hal onlara hasıl olur… Buna göre Peygamberler, -her ne kadar ömürleri uzun olursa olsun-mükemmel bir akıldan ve güçlü bir düşünceden dolayı büyük bir mevkide gölgelenmektedirler. Çünkü Yüce Allah onları, inayetiyle kuşatmış ve gözetimiyle onları korumuştur. Bundan dolayı da onların, düşünce hislerinin zayıflaması ve akli sezgilerinin ihmal edilmesi mümkün değildir. İşte bu, Allah’ın dilediğine verdiği üstünlüktür. Doğrusu Allah, büyük fazilet sahibidir.

Nefret Verici Kusurlardan Uzak Olma:

Bu özellik, Peygamberlerin Özelliklerindendir. Çünkü insanların onlarla bir araya gelmelerinde, onlara tabi olmalarında ve onların davetlerini işitmede, nefret verici fıtri ve ahlaki kusurlardan herhangi birisinin Peygamberlerde olması mümkün değildir. Nitekim alaca hastalığı, cüzzam ve vücudun çirkinleşmesi gibi insanlara nefret verici hastalıklar; Peygamberlerden, hiç birinde meydana gelmez. Zira onlar, her kadar insan olsalar da; insanlardan birine isabet eden arızalar, onlara da isabet eder. Ancak Şanı Yüce Allah, onları, nefret verici kusurlardan korumuş ve insanlara tiksinti verecek çirkin hastalıklardan uzak tutmuştur.

Rivayet edildiğine göre; “Hz. Eyyüb (a.s), hastalanmış ve hastalığı, onun her tarafını kaplamış. Nihayet vücudu bulmuş ve kurtçuklar vücudundan çıkmaya başlamış. Karısı ise onun bu halinden hoşlanmamış.” Hz. Eyyüb (a.s) hakkındaki bu ve benzeri anlatılan rivayetlerin tamamı, tasdik edilmesi ve inanılması doğru olmayan İsrailiyattan nakledilen yalan ve batıl rivayetlerdir. Çünkü böylesi rivayetler, Peygamberlerin vasıflarıyla birlikte bulunması mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerîm ise Hz. Eyyüb (a.s)’ın bu hastalığına dair hiçbir şeyi bize anlatmamıştır. Ancak Hz. Eyyüb (a.s)’ın vücuduna, bir derdin isabet ettiği ve dert ve kederin, onun vücudunun tamamını kapladıktan sonra kendisinden kaldırması için Rabbine dua ettiği, bunun üzerine Allah’ın, keder ve beladan isabet edeni ondan kaldırdığı anlatılmaktadır. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

“Eyyüb’ü de (an)! Hani Rabbine (dua ederek) ‘başıma bir dert (sıkıntı, hastalık, zayıflık vb.) geldi. Ve Sen, merhametlilerin en merhametlisisin’ diye dua etmişti. Bizde onun (bu) duasini kabul etmiş uğradığı derdi kaldırmıştık. Katımızdan bir rahmet ve ibadet edenlere de, bir ibret olsun diye” ona, hem ailesini ve hem de onlarla birlikte bir mislini vermiştik.

Hz. Eyyüb (a.s)’a isabet eden derdin, hem kendi vücudunda ve hem de ailesinde meydana geldiği; ayeti kerimede açıklanmaktadır. Bu çeşit dert, hem insanlarda ve hem de Peygamberlerde bulunabilir. Çünkü ölüm, nasıl ki Peygamberlere gelmekteyse, hastalığında onlara gelmesi mümkündür. Böyle bir hastalığın -Hz. Eyyüb (a.s)’ın vücudunun tutması ve vücudundan kurtçukların çıkması şeklinde değildir- onlarda ortaya çıkması, onların kudretlerinden bir şeyi eksiltmez ve onların makamlarına zarar vermez.

PEYGAMBERLER TARİHİ

Muhammed Ali Sabuni


KARMATİ HAREKETİNİN ORTAYA ÇIKIŞI VE SEBEPLERİ-9

Nisan 28, 2023


Hindistan’da Karmati Propagandası ve Multan Karmati Devleti

Gaznelilerin hakimiyeti altındaki bölgelere İslam, ilk olarak Dört Halife döneminde girmeye başladı. Bu dönemde İran’ın tamamı İslam ile tanışmış olup Hemedan, Kazvin, Rey, Azerbeycan, Merv, Belh ve Nişabur’u içine alan Horasan (641-642) ile Kirman, Mekran ve Sistan Halife ömer döneminde (643) Afganistan ve Pencap’da 664 da fethedildi. Daha sonra akınlar Hindistan’a yönelerek 705-715 yılları arasında Buhara, Semerkant, Fergana dahil olmak üzere bütün Maveraünnehir, Kaşgar ile bazı Afgan ve Hint şehirleri alındı. Müslüman akınları Multan içlerine kadar ilerledi. Bölgenin İslamlaşma süreci, dört halife döneminde başlamış olup, fethedildikten sonra üç asır boyunca Hindistan İslam’ın ileri karakolu olma özelliğini korudu. Halife Abdülmelik döneminde (705-715) Irak Valisi Haccac b. Yusufun komutanlarından Muhammed b. Kasım Sakafi Hindistan fethiyle görevlendirildi. Muhammed b. Kasım, 711 yılında Sind’in Brahman Racası Dahir’i yenilgiye uğratmış, 713 yılında da Multan’ı ele geçirerek bütün Pencab’a hakim duruma geldi. Aynı şekilde 921-711 yılında, Sind bölgesi uğradıkları zararları telafi edilmeyen bazı Müslüman tacirlerin muhatap oldukları kötü muamelelerin intikamını almak üzere, Halife el-Velid’in emri ile Muhammed b. Kasım Sakafi tarafından istila edildi. Bu dönemde Nerankot ( Haydarabat) şehri, Daybul limanı ve Ravar şehrini zaptetti. Daha sonra başşehir Aror veya Alor’u ve 713’te Multan’ı aldı. Bu esnada 715 yılında Halife Velid ölmüş yerine Süleyman geçmiştir. O da Sakafi’yi azletmiştir. Bundan sonra Sind üzerinde arka arkaya Müslüman valiler hüküm sürdü. Bu valiler döneminde memleketin idari işleri yerlilere terkedilmiş olduğu gibi dinleri hususunda da serbest bırakıldılar. Görüldüğü gibi Sultan Mahmud, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz zamanında başlayan ancak sonraki dönemde bazı olumsuz tutumlar sebebiyle hemen hemen eski durumuna dönülen Hint kıtasında İslam’ı yeniden yaymak için görülmemiş bir mücadele vermek zorunda kaldı. Bu mücadelede yalnızca Hindistan’daki putperest yapı ile ulaşılmamış aynı zamanda İslam dünyasında çıkmış olan bazı aşırı hareketlerle de mücadele edilmiştir.

İsma’ili-Karmati dailerinin Hindistan’daki Faaliyetleri

İsma’ili tarihi, Cafer es-Sadık’ın ölümünden itibaren Ubeydullah el-Mehdi’nin Mehdi olarak ortaya çıktığı döneme kadar olan devre gizlenme dönemi (Setr Dönem) olarak değerlendirilmektedir. Setr döneminde dailer tarafından kurulup yönetilen gizli ihtilal teşkilatı hareketin yayılmasında önemli rol oynamıştır. İbn Rizarn’a göre, Abdullah davasına başından beri Hüseyin el-Ahvazi sayesinde inanmış olan Hamdan b. El Aş’as Karmat’ın bulunduğu yer olan Kufe Sevad’ına dailerini gönderdi. Daha sonra 261/874 yılında Kufe Sevad’ında Hamdan ile haberleşmek için Alamut’un batısında yer alan Talikan’a oğullarından birini hami olarak atadı. 264/877-78 yılında İsma’ili davet Küfe’de Hamdan Karmat tarafından geliştirildi. Kayınbiraderi Abdan ise çalışmalarında ona yardım etti. Hamdan’ın taraftarları daha çok Karmatiler olarak adlandırılmıştır. Karargah olarak Selemi ye seçilmiştir. Buradan İslam dünyasının her tarafına propagandacılar gönderiyordu. Abdullah, davetini yaymak için Selemiye’yi merkez edinmiş, buradaki propaganda organizasyonun başına oğlu Hüseyin’i getirmişti. Diğer oğlu Ahmed Ebu Şelale ise bazı Irak şehirlerinde özellikle Kufe ve Bağdat’taki propaganda faaliyetlerinin başkanlığına, oğullarından birini de İran’daki faaliyetlerin başına tayin etmişti. Bu bölgelerde yeni öğenciler kazandılar, imamları propagandaya devam ettiler. Hatta bu dailer sayesinde devlet dairelerine bile sızmaya başladılar. 286/899 yılında Selemiye’de İmametin kendisine ve dedelerine ait bir hak olduğunu ileri süren Ubeydullah el-Mehdi’nin bu iddiasından dolayı mezhep bünyesinde önemli bir bölünme ortaya çıktı.

Hamdan ve Abdan, Ubeydullah tarafından propaganda edilen yeni İsma’ili doktrininden desteklerini kestiler. Kendi adlarına faaliyetlerini yaygınlaştırmaya başladılar. Bu süreçten itibaren Hamdan başkanlığındaki gruplar merkezden bağımsız bir hareket olarak kendi ideolojilerini yaymak için faaliyet gösterdiler. İslam dünyasındaki bu durum halifenin Sind eyaleti üzerindeki nüfuzunun gevşediği 257/871 yılına kadar sürdü. Bu dönemde Yemen daisi İbn Hevşeb 270/883’te yeğeni Heytem’i dai olarak Sind’de görevlendirmişti. Hindistan’daki propaganda faaliyetleri merkezi liderliğe bazı Yemen’e gönderilen dailerce başlatıldı. Yemen’de Karmatilik, 269/879-880’de iki ünlü İsma’ili daisi tarafından başlatılmıştı. Bu dailer, biri Yemenli Şii olan Ali b. Fadl, diğeri daha sonradan Mansur el-Yemen adıyla tanınacak olan, Ebu’l Kasım Hasan b. Ferec b. Hevşeb el Kufi’dir. Bu iki dainin arkadaşlığı Kerbela’da, İmam Hüseyin’in türbesini ziyaret ederken başlamış bir dönem yakın işbirliği içinde çalışmışlar. Daha sonra her ikisi de hareketi yürütebilmek için ayrı ayrı Dar’ül Hicr’lerini yapmışlar. İbn Hevşeb, 280/893’te kendi devletlerini kurmuş olan yerel Zeydi imamlarına bölgeyi bıraktı. İbn Hevşeb, 270/883’te yeğeni Heytem’i dai olarak Sind’e göndermesiyle başlayan Hindistan Karmatiliği Karmati tarihinde apayrı bir öneme sahiptir. Hareket buradan Hind alt kıtasının diğer bölgelerine de yayılmıştır. Karmatiler, Kufe, Basra, Yemen, İran, Kuzey Afrika, Bahreyn, Suriye ve Sind bölgelerine dailerini gönderdiler. Bu bölgeler, İsma’ili propagandanın yerleştiği ikinci derecedeki merkezler olmuştur.

İncelemeye çalıştığımız bölge, Karmati-İsma’ili misyonerlerin faaliyet gösterdikleri saha oldu. Bu sıralarda iki Arap kabilesi Multan ve Mansura’da müstakil devletler kurmuş iseler de, Gazneli Mahmud’un Hindistan’a sefer yaptığı sıralarda Sind ve Multan’ı elinde bulunduran Ebu’l-Davud Abbasi halifeliğine Ebu Davud, dailerin propagandaları sayesinde Karmatiliği seçerek Multan’ı da Karmatilerin önemli bir üssü haline getirdi. Bir dönem Multan kenti Hindistan’da İslamiyet’in ileri bir karakol rolünü oynadı. M. 900 yılına doğru buranın hükümdarı Bağdat’a karşı bağımsızlığını ilan etti. Bu bölgede bir çok önemli kişi harekete kazandırılarak hareketin yayılması sağlandı. Bu yolla yalnızca Sind bölgesinde bir dönem hakimiyet kazanabildiler. Burada, Fatımilerin yüksek egemenliğini tanıyan İsma’ililer, yerel yöneticiyi de yanlarına çekerek başkentleri Multan’da bir yönetim kurarak çevre bölgelere yayıldılar. Yine bu dönemde Abdullah el-Karmati tarafından bölge zapt edilerek Karmatilerin önemli bir mukavemet merkezi oldu. Sonunda bu gruplar, Gazneli Mahmud tarafından mağlup ve tard edildiler.

Gazneli Hükümdarlarının Karmatilerle Mücadelesi

Abbasiler devrinde İran-Horasan sahasında kurulan devletlerden biri de Samaniler idi. 261-389/874-999 tarihleri arasında hüküm süren bu devletin altıncı hükümdarı I. Abdülmelik b. Nuh 345-350/954-961 döneminde, Samani ordusundaki Türk kölelerinden biri olan Alptegin başarılar göstererek temayüz etti. Pek çok kabiliyet ve meziyete sahip olan Alptegin kısa zamanda kendisini kabul ettirerek Abdülmelik’in hacibi oldu. 344/955 yılında da Herat valiliğine getirildi. Alptegin’den sonra temayüz eden Alptegin’in kölesi ve damadı Sebüktegin, akıl, zekası, dindarlığı, cesareti ve olgunluğu sebebiyle Gazneli tahtına çıkarıldı.

Sebüktegin (366-387/976-997) tarihleri arasında aktif bir siyaset takip etti. Sebüktegin Afganistan’ın büyük bir bölümüne hakim oldu. Bundan sonra Hindistan’a gözünü çevirdi. Afganistan’daki bu gelişmeler Kuzeybatı Hindistan’a sahip olan Caypal’ı endişelendirmişti. Caypal’ın hakimiyeti bu bölgede İslamiyet’in yayılmasına engel oluyordu. Bütün bunlar sonunda Gazne ve Hind hükümdarlarını karşı karşıya getirdi. 369/979’da yapılan bir savaşta Caypal yenildi. Sebüktegin, Lamgan’ı istila etti. Savaştan sonra iki hükümdar arasında antlaşma yapıldı. Antlaşmaya göre Caypal’ın Gazne hükümdarına yıllık vergi vermesi ve 50 fil göndermesi kararlaştırıldı. Bu antlaşma sulhun devamını sağlayamadı. Gazneliler, bu dönemde Afganistan ve Hindistan’da yapılan fetih faaliyetlerinde tamamen bağımsız hareket ettiği halde yine de Samaniler’in hakimiyetini tanıyordu. Sebüktegin’in yaklaşık 986’daki galibiyetten sonra Lamgan ve Peşaver arasındaki bölgeyi kendi topraklarına katmasıyla, İslam dini de bölgede önemli bir yer edinmeye başladı. Sebüktegin’den sonra Afganistan ve Hindistan’ın İslamlaşma süreci oğlu Mahmud tarafından sürdürüldü. Sultan Mahmud, bir şehzadenin öğrenmesi gereken dini tahsil ve diğer hususları öğrenmişti. Sultan Mahmud’un Kur’an’ı ezbere bildiği, İslami geleneklere de aşina olduğu bilinmektedir. Ayrıca boş ve hareketsiz duran büyük bir ordunun çıkarabileceği isyan ve kargaşayı da tahmin ettiği için orduyu yalnızca asli görevlerini yapması amacıyla din uğruna (gaza) savaşmayı kendisine hedef edinmişti. Bu amaçla Hindistan’daki putperestlerle mücadele etmek ve İslamiyet’i doğru bir şekilde bölgede yaymağı hedef edindi. Bu hedefin bir başka ayağı da bölgede Sünniliği koruma fikridir. Batılı tarihçilerden P. Spear, Hindistan ve çevresine esaslı bir şekilde İslam’ı getiren topluluğun Türkler olduğu belirterek bu hakikati ifade etmiştir. Aynı şekilde Spuler ise Türklerin İslam dinine girmelerinin sadece birkaç asırlık geçmişi olmasına rağmen İslam dinini, Arap veya Araplaşmış insanların vasfı olmaktan çıkararak yaygın ve evrensel bir din haline getirmiş olduğu şeklinde açıklamaya çalışmıştır. Hindistan’daki İslamlaşma süreci Sultan Mahmud’un Horasan’ı ele geçirip, Karahanlı hükümdarı ile bir anlaşma yaparak Amu-Derya’yı iki devlet arasında sınır kabul etmek suretiyle, kuzey cephesini emniyete aldıktan sonra yaklaşık olarak 1000 yıllarında ilk Hind seferine çıktı. Pencab bölgesinin ele geçirilmesi ve Yayhand Racası Caypal’ın bozguna uğratılarak vergiye bağlanması bu sürecin devamı niteliğindedir. Özellikle Multan, bir türlü istikrara kavuşmadı. Kent, Gazneli Mahmud dönemine kadar dini-politik çalkantılar içersinde kaldı. Multan, bu dönemde Karmati olan Ebu’l Fütuh Davud’un elinde idi. Multan’a gelen gazilerden olan Ebu’l-Fütuh Davud, Karmati hareketine katılarak Multan ve çevresine Karmati düşüncelerini yayma gayreti içine girmişti. Bu gayretler Sultan Mahmud’un bölgeye sefer yapmasını zorunlu kılmıştır. Sultan Mahmud’un Bhatıya bölgesinden dönerken Ebu’l-Fütuh Davud’un kötü davranışı bu seferin yapılmasına neden olmuştur. Sultan, Gazne’den Mart-Nisan 1006 tarihinde hareket etti. Suların taşkın oluşundan İndus nehrini aşağıdan geçmenin tehlikeli olacağı düşüncesiyle Peşaver’den geçerek Multan’a gitmek istedi. Sultan Mahmud bu maksatla da Pencap Racası Anandpal ‘dan topraklarından geçiş izni istedi. Anandpal, bunu kabul etmediği gibi, sultanın nehirden geçmesini önlemek için Peşaver’e doğru ilerledi. Sultan Mahmud bu durum karşısında önce onun üzerine yürümek zorunda kaldı. Anandpal, Sultan Mahmud ile yaptığı savaşta yenildi. Keşmir’e kaçarak canını kurtardı. Sultan ise geçtiği yerleri yağmalayarak Multan üzerine yürüdü. Ebu’l-Fütuh, şehri terk ederek 396/1006’de İndus nehri üzerindeki Serendip (Seylan) adasına kaçtı. Fakat şehirdeki birlik kendilerini savunmaya karar vermişti. Bir haftalık kuşatmadan sonra Sultan Multan’ı aldı ve bölgedeki Karmatileri cezalandırdı. Ayrıca onlarla her yıl yirmi milyon dirhem veya diğer bir rivayete göre de yirmi bin dirhem almak şartıyla bir antlaşma yaptı. Sultan Mahmud, Caypal’ın esirliği sırasında Müslüman olmuş olan ve Nevasaşah adıyla meşhur torunu Suhpal’ı Multan ve civarının valiliğine getirdi sonra da süratle Gazne’ye döndü.

Sultan Mahmud’un Karahanlılar ile mücadelesinden istifade eden Multan valisi Suhpal, Sultana itaat etmekten cayarak tekrar Hindu dinine dönmüştü. Sultan bu haberi Ocak 1008 tarihinde aldığı zaman, onun bu tavrını devlet ve ümmet bütünlüğü açısından tehlikeli bulduğu için Suhpal’in irtidat olayını ihmal etmedi. Olayın meydana geldiği kış mevsimin şiddetine rağmen derhal Multan üzerine yürüdü. Sultan Mahmud şehrin önüne geldiğinde, Suhpal mukavemet etmeye çalıştı ise de yenilmekten kurtulamadı ve akrabası olan Anandpal’ın yanına sığınmaya çalıştı. Fakat Sunpal yakalanarak Sultan’ın huzuruna getirildi. Sultan Mahmud dört yüz bin dirhem para vermek karşılığında onun canını bağışladı ise de serbest bırakmayarak tutukladı. Bu sırada Sultan, Karmatileri de tekrar cezalandırdı. Sultan bölgeyi emin ellerde bırakmak amacıyla Multan havalisinin idaresini kumandanlarından Tegin’i Hazin’e bıraktıktan sonra Gazne’ye döndü. Sultan Karmatiler üzerine yapmış olduğu seferlerde istediği neticeyi tam olarak alamadığı için dördüncü Hind seferinin bir mütemmimi olarak sayılabilecek sekizinci Hind seferini düzenledi. Sultan Mahmud 1006 yılındaki dördüncü Hind seferinde hiçbir zorlukla karşılaşmayarak bu bölgeyi bütünüyle itaat altına almıştı. Buradaki Karmatiler’e ağır darbe indirerek onlardan birçoğu öldürülmüş veya tutuklanmıştı. Sultan Mahmud, Multan ve çevresindeki karışıklıkları körükleyerek misyoner faaliyetlerde bulunan Ebu’l Fütüh Davud’u yakaladı ve beraberinde Gazne’ye getirdi. Davud daha sonra Gürek kalesine hapsedildi ve orada öldü.

Gazneli hükümdarları İslam toplumunu Karmati saldırılarına karşı korumak istemişlerdi. Güvenliği sağlamak amacıyla önemli çalışmalar yapmışlardır. Irak ve Horasan bölgesinden hacca gitmek isteyenlerin zaman zaman Arap çapulcuları ve Karmatiler tarafından yolları kesilmekte idi. Bu nedenle hac farizalarını rahatça yerine getiremiyorlardı. Nitekim 1021 tarihinde Horasan ileri gelenlerinden bir grup bilgin, Sultan Mahmud’a başvurdular ve ona:

“Sen Müslümanların en büyük hükümdarısın cihad hususundaki gayret ve faaliyetin herkesçe bilinmektedir. Bildiğiniz gibi hac kesintiye uğradı. Bu olay ile ilgilenin”, dediler. Sultan Mahmud onların bu isteklerini kabul etti ve ülkenin baş kadısı Ebu Muhammed en-Nasihi’yi Hac emiri olarak tayin etti. Sultan, baş kadıya sadaka olanların dışında Araplara dağıtmak üzere otuz bin dinar verdi. Ayrıca Horasan’dan hacca gitmek isteyenlerin hazırlanmaları için tellal dolaştırdı. Hacca gitmek isteyenlerden büyük bir kalabalık toplanarak yola çıkarıldı. Horasanlı hacılar Feyd bölgesine ulaştıkları zaman, saldırıya uğradılar. Hac Emiri Ebu Muhammed onlara beş bin dinar para verdiyse de buna razı olmadılar ve hacıları tutuklamaya karar verdiler. Ancak Horasanlı bir gencin ok atarak reislerini öldürmesi üzerine çapulcular dağıldılar. Bu suretle kurtulan Horasan hacıları hacca gidip sağ salim ülkelerine dönebildiler. Aynı şekilde Sultan Mahmud’un son yıllarında Büveyhi hükümdarı Mecdüddevle’nin annesi Seyyide’nin ölümü üzerine yerine geçen oğlu devlet işlerinde aciz kalmış ve orduyu zapt edememiş ve neticede karışıklıklar çıktı. Bunun üzerine Mecdüddevle, Sultan Mahmud’u çağırır; O’da 29 Mayıs 1029’da Rey’e girer. Mecdüddevle ile oğlunu Hindistan’a yollar. Bundan sonra Sultan Mahmud, Karmati ve Batıni grubuna ait birçok kimseyi saf dışı ederek oğlu Mes’ud’u Rey’de bırakarak Şii propagandasını yapan Büveyhilerin idaresi altındaki bölgeleri alması için görevlendirdi. Mes’ud bu dönemde Kazvin’i 13 Eylül 1029, Hemedan ve İsfehan’ı 1030’ların başında aldı.

Gazneli Devleti, Batıni, İsma’ili, Karmati gibi hareketlerin dini hizip perdesi altındaki ayaklanma ve soygunculukları önlemeye çalıştı. Toplumun refahı ve güvenliği için bu mücadeleyi temel bir görev olarak gördü.

Gaznelilerin Karmati-İsma’ili ve Fatımilerin Yakınlaşma Çabalarına Karşı Tutumları

Gazneli devleti cihad temeli üzerine kurulmuştur. Alptekin ve Sebüktekin’in buna çok önem verdikleri gibi Gazneli Mahmud da bunu önemli bir noktaya taşımıştır. İslam dünyasında önemli bir konuma sahip olan halife ile iyi geçinmek ve onunla dayanışma içinde olmak Sultan Mahmud ve Mesud’un ana politikaları olmuştur. Ancak Sultan Mahmud’un zaman zaman halifeyle ihtilafa düştüğü hususlar da oldu. Gazneliler, kendilerinden önce ve sonra İslam dünyasında birçok karışıklıklara neden olan Batıni, İsma’ili ve Karmati gibi hareketlere karşı çok kesin tavır koyarak ve bu grupları  kökten temizlemeyi temel hedef edinmişlerdi. Bu mücadele yürütülürken çeşitli yollar izlenmeye çalışıldı. Gaznelilerin mücadele tarzı zaman zaman Gazneli idarecileriyle Abbasi halifesi arasında problem oluşturdu. Gazneliler’in Fatımiler’e karşı tavırları bu konulardaki hassasiyetlerinin derecesini göstermesi açısından kayda değerdir.

Sultan Mahmud, Abbasi devleti ile iyi münasebetler içinde olmayı temel prensip olarak kabul etmişti. Sultan Mahmud, 998’de tahta geçtikten sonra Herat, Belh, Bust ve Kabil bölgelerindeki hakimiyetini sağlayarak, Horasan’a hakim olarak Abbasi Halifesi Kadir Billah (991-1031) adına hutbe okutmaya başladı. Samaniler, Kadir Billah’ı halife olarak tanımadıkları için Sultan Mahmud’un bu tavrı Halifeyi son derecede mutlu etmişti Sultanın Halife’ye elçiler göndererek devrin anlayışının gereği olarak iktidarın meşruiyeti için Bağdat halifesini tanımasını istedi. Abbasi halifesi ona, hil’at, taç ve bayrak ile birlikte hükümdarı olduğu ülkelerin fermanını gönderdi. Ayrıca Sultan Mahmud’a “Veliyyu Emiri’l-Mu’minin”, “Yeminüddevle” ve “Eminülmille” lakaplarını verdi.

Halife, Sultan Mahmud’un İslam dinini yaymak için putperest Hintlilere karşı yaptığı gazaları memnunlukla izlemiş ve Mahmud’a bu gayretlerinden dolayı da ”Nizamü’d-Din” ve “Nasırü’l-Hakk” unvanlarını vermişti. Sultan Mahmud, Abbasi Halifesi’nin bu tavrına paralel olarak O’da Fatımi halifeliğine yüz vermedi. Gazneli ülkesinde Fatımi halifesiyle haberleşen gizli bir teşkilat yakalanarak birçok kimse öldürüldü. Muhtemelen bu teşkilat İsma’ili-Karmati gruplarınca oluşturulan dai teşkilatıdır. Karmati-İsma’ili propagandacılarınca kurulan dai teşkilatı, bulundukları bölgelerde faaliyet göstererek, bölgenin siyasi, sosyal ve politik durumunu merkeze bildirmek amacıyla çalışmalar yapmakta idiler. Sultan Mahmud’un bu konudaki kararlığını, Fatımi Halifesince h. 403/m. 1012-13 yılında elçi olarak gönderilen Taherti’ye yapılan muameleden de anlamaktayız. Bu dönemde Fatımiler İslam dünyasının birçok bölgesinde yoğun bir şekilde propaganda yapmakta idiler. Fatımilerin yürütmüş oldukları propaganda sayesinde Musul, Medain ve Kufe gibi birçok yakın şehirde belli bir süre de olsa Mısır Halifesi adına hutbe okutulmaya başlandı. Gazneli Sultanının Taherti meselesinde almış olduğu tavır Abbasi Halifeliğine yakınlığını gösteren bir husus olarak görülebilir. Kerramiyye Fırkası’nın reisi Ebu Bekr Muhammed’in de etkisiyle de Taherti’nin Sultan’ın ülkesinde İsma’ili propaganda yaptığı gerekçesiyle yargılanarak idam edildi. Sultan Mahmud, Abbasi Halifesi’ne yazdığı mektupta et-Taherti’nin getirdiği mektubu yırttığını ve ona hakaret ettigini belirtti. Taherti’nin halkı gizlice İsma’ili mezhebine davet ettiği sırada bindiği ve değişik zamanlarda çeşitli renklerde göründüğü belirtilen bir katırından söz edilmektedir. Bu kişinin idam edilmesi üzerine Sultan Mahmud’un onu, Kadı Ebu Mansur Muhammed’e bağışladığında, “O’na mülhitlerin reisi binmekteydi, şimdi ona muvahhitlerin reisi binsin”  diyerek Taherti ve faaliyetleri hakkındaki hassasiyetini göstermişti.

Abbasi halifesiyle Gazneliler arasındaki ilişkiler sürekli bu minval üzerinde olmamıştır. Abbasi halifesi Kadir Billah’ın zaman zaman aşırı alıngan tavırlarına karşı bile Sultan Mahmud Sünni anlayışından dışarı çıkmadı. Sultan Mahmud ile Abbasi halifesi arasındaki ilişkiler, iki olay üzerine bozuldu. Sultan Mahmud, Karahanlılar’a ait Semerkand şehrinin fermanının kendisine verilmesini istemesi üzerine açıldı. Halife “Bunu yapamam ve eğer bu işi benim fermanım olmadan yapmaya kalkışırsan, bütün dünyayı sana karşı ayaklandırırım” demişti. Sultan Mahmud, daima desteklemiş olduğu Halife’den böyle bir cevap alınca kızmış ve Kadir Billah’ın elçisine ” Bin fil ile Bağdat’ı yok etmek isteğinde olduğunu” belirtmişti. Ancak bir müddet sonra Halife’den gelen üç harfli bir mektubun tefsir edilmesiyle Sultan Mahmud bu davranışından dolayı mahcup oldu. Mektup açıldığında; dua ve “elif, lam, mim” harflerinin yazılı olduğu görüldü. Herkesin şaşkınlığı arasında Ebu Bekir Kuhistani adındaki bilgin, bunun Kuran’daki “Elemtere Keyfe” süresine işaret olduğunu ve bu sürede Habeşistan hakimi Necaşi’nin Yemen valisi olan şahıs tarafından Kabe ‘yi yıkmak için gönderilen ve önünde “Mahmud” adını taşıyan bir fil bulunan ordunun başına gelenlere işaret ettiği şeklinde yorumladı.

Halife ile Sultan Mahmud’un arasını açan diğer olay da, Mekke’ye 1024 yılında gönderilen Horasan hacılarının başında Hac Emiri olarak, Nişabur’un ileri gelen ailesi Mikail oğullarından Hasenek denilen Ebu Ali Hasan b. Muhammed bulunuyordu. Hasenek dönüşte çöl yolunun tehlikeli olacağı düşüncesiyle Fatımi hakimiyetinde bulunan Suriye ve Filistin yolunu takip etti. Mısır Fatımi halifesi ez-Zahir onu ve öteki hacıları hararetle karşılayıp, onlara hediyeler ve hil’atler vermişti. Abbasi Halifesi, Hasenek’e hediyeler verilmesini hoş karşılamamış, bunun Sultan Mahmud’un bir tertibi ve bir Gazneli-Fatımi yakınlaşması olarak değerlendirdi. Nitekim Abbasi Halifesi bu sebeple Hasenek’in Karmati olduğunu öne sürerek idamını istedi. Sultan Mahmud bu iddiaya son derece kızmış ve saçma bulmuştu. Ancak elçilerin gidip gelmesinden sonra, Abbasi Halifesini tatmin etmek için Fatımi Halifesinin verdiği hediye ve hil’atleri Bağdat’a yolladı. Gönderilen hediye ve hil’atler halkın önünde 1025’de yakıldı. Bu olaya son derece canı sıkılan Sultan Mahmud ölünceye kadar Halife’ye karşı içinde gizli bir nefret besledi. Sultan belki de bu nefretin tesiriyle bir müddet sonra Hasenek’i vezir yaptı. Bütün bu olumsuzluklara rağen Sünniliğin tam bir koruyucusu olan Sultan Mahmud daima Halife’nin ismini paralara bastırmaya, seferlerinden sonra elde edilen ganimetten Bağdat’a hediyeler göndermeye dikkat etmişti.

İslam ve Türk Tarihi ‘nin büyük ve seçkin devlet adarnlarından biri olan Sultan Mahmud, bu olayı Abbasi Halifesinin yaptığı gibi büyütmeyip savaştığı topluluklara karşı Abbasi Halifeliği ve devleti arasındaki köprülerin sağlam tutulmasına gayret gösterdi.

Hindistan Kökenli Tüccar Ve Göçmenlerin Karmati Propagandasındaki Rolleri

Karmatiler için Hindistan bölgesinde yapılan faaliyetler önemli olduğu gibi, Hindistan bölgesinden İslam dünyasının diğer bölgelerine gelen tüccarlar ve göçmenler özellikle köleler, Karmatiler üzerinde etkili olmuştur. Bu etki, Hindistan kökenli olan dailerin zamanla hareketin idaresini eline almalarıyla daha kuvvetlenmiştir. Ebu Hatim el-Zutti, bu tür bir yolla Irak Sevad’ına yerleşmiş, hareketin önemli bir üyesi olarak, bölgede faaliyet yapmakta idi. 295/907-8 yılında, Sevad bölgesinden bir dai olan Ebu Hatim el-Zutti, onları organize eden dai’den sonra Buraniyye diye isimlenen belli bir İsma’ili gruplar arasında aktif idi. Buraniyye ismi, Kufe Sevadında Hamdan ve Abdan’ın ilk dailerinden biri olan İshak el­ Burani’yi göstermesi daha çok muhtemeldir. Ebu Hatim el-Zutti taraftarlarına sarımsak, soğan, pırasa ve turp yemeyi, hayvan kesmeyi yasakladı. Ebu Hatim’ in taraftarları daha sonraları et yemekten kaçınanlar veya vejeteryanlar manasına gelen Bakliyya olarak anıldılar. Ebu Hatim el-Zutti köken olarak Hindistan’dan gelme idi. Bu bölgedeki insanların yeşil sebzeleri ve kökleri içeren diyet ve hayvan kesmek ve yemenin yasaklığına inanıyorlardı. Bununla birlikte sarımsak, soğan, pırasa ve turp’un yasaklanmasının arkasındaki fıkir, çok açık değildir. Muhtemelen Ebu Hatim bu ürünleri yerel bir şekilde tüketmekten ziyade ihraç etmek istemesinden kaynaklanmakta idi. Bu yılın sonunda Ebu Hatim tamamen görme gücünü kaybetti ve taraftarları arasında fikir ayrılıkları başladı.

Bu Karmati koalisyonu İsa b. Musa ve Mes’ud b. Hureyth gibi liderlerin idaresi altında Güney Irak’ta birkaç dönem yaşadı. 312/925 yılında beklenilen Mehdi gibi görünen bir adamın çevresinde bir grup belirdi. Bu grup Abbasilerce bozguna uğratılarak dağıtıldı. Daha sonra 316/928 yılında Karmatiler (Bakliyya) Sevad’da tekrar isyan etti. Bu isyanı çıkaran İsa b. Musa, Abbasi güçlerince yakalandı; Fakat 320/932 yılında hapishaneden kaçtı. Misyonerlik faaliyetlerine tekrar başladı. Sonuçta İranlılara karışan Bakliyya kolu, Ebu Tahir el-Cannabi’nin güçlerine katılmak amacıyla Bahreyn’e gittiler ve orada Acemiyyun olarak adlandırılmaya başlandılar..

Karmati Hareketinin Bahreyn’e Girişi ve Bahreyn Karmati Devleti’nin Kuruluşu

Bahreyn adalarının karşısında, Basra körfezinin batı sahilindeki Arap eyaleti Nesturi halkın yaşadığı Bahreyn’e, İslamiyet’in girişi barış yoluyla olmuştur. Bahreynli el-Eşec diye tanınan Münzir b. Aziz el Abdi beraberinde yirmi kişiden oluştuğu tahmin edilen bir heyetle Medine’ye gelerek Hz. Peygamber’ i ziyaret etmiş ve heyettekiler açıklanmamakla birlikte Müslümanlığı kabul etmişlerdi; Amr b. Abdülkays da bu gizli Müslümanlardandır. Mekke’nin fethinden sonra Hz. Peygamber, VIII. hicri yılda Bahreyn’e Ali b. Abdullah İmad el Hadrami’yi gönderdi. Hz. Peygamber’in davet mektubunu götüren Ali el-Hadrami, Bahreyn hakimi Münzir b. Sava ile görüştü ve Belazuri’de nakledildiğine göre Arap ve İranlılardan oluşan ada halkının çoğu İslam’ı kabul ettiler. Münzir b. Sava’dan sonra Carud ve Hutam el Abdi Bahreyn hakimi oldular. Daha sonra Arap ve İranlı olmayan unsurları olan Hutan ile Bekir b. Vail ve Rebia kabileleri birleşerek Ridde hareketini başlattılar. Emeviler döneminde idari yönden Basra’ya bağlandı. Daha sonraki yıllarda ise Necde b. Amir ve Ebu Fudeyk idaresindeki Hariciler Bahreyn’e hakim oldukları görülmektedir. Emevi ve Abbasi döneminde de bu devletlere bağlı kalmakta beraber zaman zaman bölgede Şiilerle Hariciler güçlenerek kendi başlarına hareket etmişlerdir.

Karmatilerin Bahreyn’de ortaya çıkışını Sabit b. Sinan b. Kurra ve İbnü’l Esir, H. 281’de Yahya b. el Mehdi adında bir kişinin el Katif bölgesine gelip Ziyadiler ile dostluk kurmasıyla başlatırlar. Yahya b. el Mehdi Şiilikte aşın taassup sahibi olan Ali b. el Mualla b. Hamdan’ın yanına gelerek kendisinin Mehdi’nin elçisi olarak tanıtması Bahreyn’deki Karmati dailerin ilk faaliyeti olarak kaynaklarda ifade edilmektedir. Yahya b. el Mehdi, Mehdi’nin bu bölgede bulunan destekçilerini emirlerine uymaya davet etmeye çalışmış ve Mehdi’nin ortaya çıkışının yakın olduğu bildirmeye geldiğini açıklamıştır. Bunun üzerine Ali b. Mualla Kaifte bulunan Şiilere bu durumu haber vermiş ve Yahya b. el Mehdi’nin yanında bulunan Mehdi’den gelen yazılı metni okumuştur. Onlar da bu emirlerin bütününe itaat ve icabet ettiklerini beyan ederek her ne zaman çıkarsa onunla beraber olacaklarını bildirmişlerdi. Ali b. el Mualla bu yazılı emri Bahreyn’deki diğer bölgelerde yaşayanlara da tevcih etti. Nitekim onlar da bu emre icabet ettiler. Yahya b. el Mehdi bir süre ortadan kayboldu. Daha sonra Mehdi’den halka yazılan bir mektupla ortaya çıktı. Sabit b. Sinan mektubun içeriğini: “Elçim Yahya b. el Mehdi, sizlerin emrime süratle icabet ettiğinizi bana bildirmiş bulunmaktadır. O halde her biriniz ona 675 dinar versin” şeklinde açıklarken İbnü’l Esir: “Elçim Yahya b. el Mehdi bana bağlılığınızı ve işimi yürütmedeki çabukluğunuzu bildirdi, buna son derece sevindim. Elçim olan Yahya’ya her birinizin altı dinar ve ikişer adet de üçte bir vermenizi tavsiye ederim” şeklinde izah eder.

Her iki içerik de Mehdi tarafından halka ödenmesi gereken vergi ve miktarı hakkında bilgi verilmektedir. Halk bu vergilerin ödenmesi emrini yerine getirerek, Mehdi’nin elçisine vergilerini ödemişlerdir. Yahya b. el Mehdi (bir ara) tekrar gözlerden uzak kalmış, geri geldiğinde de bir mektup daha getirmişti. El Mehdi bu mektubunda onlara şöyle diyordu: “Mallarınızın beşte birini Yahya’ya teslim ediniz.” Onlar da mallarının beşte birini (humus’u) ödemeye başladılar. Yahya el Mehdi, Mehdi’den geldiğini iddia ettiği yazılı emirler ile Abdu’l Kays kabilesine sürekli gidip geliyordu. Yahya b. el Mehdi’den sonra Sabit b. Sinan ve İbnu’l Esir’de, Yahya b. el Mehdi’ye icabet edenler arasında gösterilen Said el Cennabi’nin ismi de vermektedir.

İsma’ili davası Arabistan’ın doğusuna 281/894 hatta belki daha da erken, 273/886 yılında ulaşmıştı. Ebu Said el-Cennabi, Güney İran’daki ilk faaliyetlerinin ardından Hamdan tarafından hareketi orada da örgütlemek amacıyla Bahreyn’e gönderilmişti. Bahreyn’de Ebu Said’den önce muhtemelen İbn Hevşeb tarafından gönderilmiş bir başka İsma’ili daisi olan Ebu Zekeriyya el Temami (ya da Zemami) bulunuyordu. Ebu Zekeriyya’yı zamanla devreden çıkaran Ebu Said, bölgenin etkili ailelerinden birinin reisi olan Hasan b. Sanbar’ın kızıyla evlendi ve kısa zamanda gerek Bedeviler gerek İranlılar arasında yandaşlar kazandı. Abdülkays boyundan Rebiaların desteğini sağlayan Ebu Said’in 286/899 yılına doğru Bahreyn’in geniş bir bölgesini ve Doğu Arabistan’ın kıyı bölgesindeki Katifi denetimi altına alması Basra’ daki Abbasi idarecilerini telaşlandırdı. 287/900 yılında ise Karmatiler, Bahreyn’i eski başkenti ve Abbasi valisinin ikamet yeri olan Hecar’ın dış mahallelerini ele geçirmişti. Halife el Mutedid’in giderek büyüyen bu tehlikeye karşı gönderdiği 2000 kişiden oluşan ve katılan gönüllülerle daha da büyüyen Abbasi ordusu, Karmatiler önünde ağır yenilgiye uğradı. Hecar, uzun bir kuşatmadan sonra, 288/901 yılında Karmatilerin eline geçti. Ebu Said karargahını el-Ahsa’da (el Hasa) kurmuştu. Burası kendisinden sonra gelen ikinci dainin yönetimi sırasında, 314/926 yılında güçlü bir surla çevrilerek Bahreyn’ deki Karmati devletinin başkenti olacaktır. Karmatiler, Bahreyn’in ardından Yemame ve Umman’ı da kapsayan komşu bölgeleri denetimleri altına aldılar. Bu başarılarının sonunda Ebu Said yaklaşık iki yüz yıl yaşayacak ve yalnızca Abbasiler için değil, Fatımi halifeliği için de tehdit oluşturacak bir devletin temelini atmış oluyordu. Ebu Said’in yaydığı dava, açıkça belirli bir toplumsal program içermiyorsa da özelikle, mülkiyet, tarımsal toprakların kullanımı, kamu harcamalarının dağılımı ve yoksullara ve acizlere yönelik çeşitli biçimlerdeki devlet yardımları bakımdan eşitlikçi ve komüncü ilkelerin Bahreyn Devletinin örgütlenmesinde önemli bir rol oynamış olduğu anlaşılmaktadır. Kamuya ait işlerin yönetiminde Ebu Said ve ardıllarının önemli kararları bazı üst düzey görevlilerle etkili ailelerin temsilcilerinden oluşan İkdaniyye denilen bir meclise danışılarak alınmakta idi.

Karmati toplumunun refah ve huzurundan devletin sorumlu olması ve Bahreyn’de kurulan dikkate değer düzen İbn Havkal’in beğenini kazanmıştır. Ayrıca 1051 yılında el-Ahsa’yı ziyaret eden Nasır-ı Hüsrev bölgede hala Karmatilerin ilk liderlerinden birinin adıyla anılan (Ebu Saidiler) Karmatilerinin faaliyetlerini hayranlıkla ifade etmiştir.

287/900 yılının Nisan (rebiülahır) ayında Karmatiler, Bahreyn’de oldukça büyük bir güce sahip oldular. Artık köylere akınlar düzenlemeye başladılar. Karmatiler Bahreyn’in eski başkenti ve Abbasi valisinin ikamet yeri olan Hecar’ın dış mahallelerini ele geçirmişler ve halka bir hayli eziyet etmeye başlamış ve bir kısmı da Basra’ya kadar yaklaşmışlardı. Bunun üzerine Muhammed el Vasiki halifeye bir mektup yollayarak yardım istediğini belirtmişti. Halife, içinde üç yüz kişi bulunan birkaç gemi yolladı. Ayrıca Mutezıd Basra işlerini yönetecek birisinin seçilmesini emretmişti. Bunun üzerine el Abbas b. Amr el Ganari Fars bölgesindeki görevinden azledilerek kendisine Yemame ve el Bahreyn ikta edilip emrine 2000 asker verilerek Karmatilerle muharebe etme talimatı verilmişti. Abbas b. Amr el Ganavi Basra’ya doğru hareket etmiş bu vesileyle el Abbas’ın etrafında çok sayıda gönüllü asker ve hizmetçi toplanmıştı. Abbas b. Amr el Ganavi yanındaki ve emrindeki bu kuvvetlerle önce Ebu Said el Cennabi üzerine yürüyüp onunla akşam üzeri karşılaşmış ve iki taraf hemen savaşa başlamışlardı. Ancak gece karanlığının bastırması üzerine birbirlerinden uzaklaşmışlardı. Gece olunca Abbas’ın yanında bulunan ve sayıları üç yüz olan Beni Dıbba Arapları el Abbas’ın ordusundan ayrılıp Basra’ya kaçmaya başladılar. Bunları gören Basra gönüllüleri de hemen bunların peşlerine takılıp ordudan ayrılıp gitmeye başladılar. Ertesi sabah el Abbas erkenden savaşa başlamış ve aralarında şiddetli çarpışmalar meydana gelmişti. Bu çarpışmalar sırasında el Abbas’ın yanında bulunan Ahmed b. İsa b. eş-Şeyh’in kölesi Necah, sol kuvvetlerinin başında yanında bulunan yüz adamla birlikte Ebu Said el Cennabi’nin sağ kuvvetleri üzerine harekete geçmişti. Onları, ilk anda dağıtır gibi oldularsa da son fertlerine kadar yanındakilerle birlikte ölüp gitmişlerdi. Bunun üzerine Cennabi yanındakilerle birlikte el-Abbas’ın askerleri üzerine hücuma geçmiş, onları mağlup ederek el-Abbas’ı da esir almışlardı. Ayrıca el Cennabi el Abbas’ın ordugahında bulunan herşeye de el koymuştu. Ertesi gün bütün esirler el Cennabi’nin huzuruna getirilmiş ve hepsinin öldürülmesini ve sonra yakılmasını emretmişti. Savaş Ağustos (Şaban) ayının sonlarına doğru sona erdi. el-Cennabi zaferinden sonra Hecer kentine girmiş ve halkına eman vermişti. Savaştan kaçıp kurtulmayı başaran yiyeceksiz insanlar, Basra’ya doğru yola koyulmuşlardı. Yolda Benu Esed kabilesinden beraberinde yiyecek, giyecek ve su bulunan yaklaşık 400 kişilik bir atlı ile karşılaştılar. Benu Esed kabilesi savaştan kaçıp kurtulan bu insanları öldürdüler.

Cennabi el Abbas’ı yanında birkaç gün tuttuktan sonra onu serbest bırakmış ve ona; “Haydi Kalk! Adamının yanına git ve gördüklerini ona anlat” diyerek bir deveye bindirip sahile kadar ulaştı. Cennabi, oradan da gemiye binerek Ubulle’ye, Ubulle’den Bağdat’a bu yılın Ramazan (Eylül) ayında ulaşmıştı. El-Abbas ise Ramazan’ın yedisinde Halife Mutezid’in huzuruna vardı. Halife ise derhal onu görevden azletti. Böylece bu uzun kuşatmadan sonra Hecer 288/901 yılında Karmatilerin eline geçti. Ebu Said karargahını el Ahsa’da (el Hasa) kurmuştu. Daha sonra Yama’yı aldı sonra da Omar’a taarruz etti. Bu yılın Ekim-Kasım ayında, et­ Tevi’nin kölesi olan Bekr, Karmatiler üzerine yürüyüp onları gafil avlamış, Meysan ve çevresindeki yerleşim bölgelerinde onlardan çok kimseyi öldürmüştü. Ancak bunların büyük bir kısmı çiftçilikle uğraştıkları için Sevad bölgesinin harap olacağını düşündüğünden daha fazla üzerlerine varmamış, yalnız reislerinden birini yakalatıp öldürtmüş ve onlara karşı bir zafer elde etmişti. 290/902-903 yılında Bahreyn emiri (valisi) İbn Banu, Karmatilerin kapandığı bir kaleye hücum ederek Ebu Said el Cennabi’nin bir yakınını burada yakalayıp onlarla savaşa girişmiş Karmatileri mağlup etmişti. İbn Banu bu muharebede Ebu Said el Cennabi’nin veliahdını katletmiş ve başını keserek İbn Banu ‘ya göndermiştir. İbn Banu bu kesik başı alıp el Katifin önüne giderek şehri fethetmiştir.

301/913-914 yılında Karmatilerin lideri Ebu Said el Hasan b . Behram el Cennabi öldürüldü. Sicilyalı hizmetçisi el-Cennabi’yi hamamda öldürmüştü. Cennabi’yi öldürdükten sonra hizmetçi dışarı çıkmış orada bulunan Karmatilerin ileri gelen reislerinden birinin kulağına “Efendimiz sizi istiyor” demiş, adam içeri girdiğinde hizmetçi bunu da aynı şekilde öldürmüş. Hizmetçi dört kişiyi bu şekilde öldürdükten sonra beşinci kişi durumdan şüphelenmiş ve hizmetçinin elinden tutarak bağırmaya başlamış, bu sesleri duyan çevredeki insanlar olayın bulunduğu yere gelmişler. Olayı öğrendiklerinde önemli Karmati reisleri ölmüş geriye ise bunlara sebep olan hizmetçiyi öldürmek kalmıştı. Ebu Said el Cennabi’nin öldürülmesi olayında, kendisini Mehdi olarak ilan eden ve Bahreyn Karmatilerin faaliyetlerini kendisi için tehlike olarak gören büyük reis Ubeydullah’ın tertip ettiği ileri sürülmüştür. Bu durum Fatımi-Bahreyn Karmati ilişkilerini sarsmıştır. Ebu Said el Cennabi kendisinden sonra yerine geçmek üzere veliahtlığa oğlu Said’i tayin etmişti. Said evlatlarının en büyüğü idi. Ancak büyük oğlu idareyi yürütemeyince küçük kardeşi Ebu Tahir Süleyman babasının liderlik koltuğuna oturdu.

Ebu Said el Cennabi’nin öldürülmesinden önce Bahreyn’in Hecer, el Ahsa (Lahsa, el Hasa) el-Katif ve et-Taif gibi şehirlerine tamamen hakim duruma gelmişti. Abbasi halifesi el Muktedir Karmati reisi Ebu Said’in İslam bütünlüğünü zedelememesi için arayı düzeltmek istemiştir. Bu amaçla halife Muktedir, Karmati lideri Ebu Said’e son derece yumuşak bir üslupla bir mektup yazıp Müslüman esirlerden yanında kimlerin bulunduğu sormuş, ayrıca mektubunda onunla münazara yapabileceğini bildirmiş ve girdiği bu mezhebin sapık bir mezhep olduğu konusunda deliller ileri sürüp kendisine tatlılık ve yumuşaklıkla yaklaşmıştı. El-Muktedir, elçilerle birlikte Ebu Said’ e verilmek üzere bir mektup göndermiş ancak giden elçiler Basra dolaylarına vardıklarında Ebu Said’in öldürüldüğü haberini almışlar, bunun üzerine el Muktedir’e haber gönderip Ebu Said’in öldüğünü söylemişler, ancak el Muktedir elçilere gönderdiği haberde yollarına devam etmelerini ve mektubu yerine geçen oğluna götürmelerini emretmişti. Ebu Tahir Süleyman’a mektubu ulaştırmışlar, o, esirleri serbest bırakarak elçilerle birlikte Bağdat’a göndermiş ve gelen mektuba cevap yazmıştı.

Muktedir’in halifeliği, İbn Furat ile İbn Cerrah arasındaki tartışmalarla geçti. Halifeliği esnasında Fatımi, İhşidi ve Hamdani devletleri kurulmuş ayrıca Karmatiler yeniden ayaklanmıştır. 307 (919/920) ve 311 (923/924) yılının Rebiülahir ayında Ebu Tahir Süleyman b. Ebi Said el Heceri Basra’ya doğru harekete geçerek 2700 kişi ile şehrin önüne gelmiş ve ellerinde bulunan kıldan örülü ip merdivenleri şehir surlarına atarak adamlarıyla birlikte şehrin surlarına tırmanmış ve kapıları açıp nöbetçileri öldürmüşlerdi. O dönemde Basra valisi Sebük el Müflih’i idi. Seher vaktine kadar şehre girenlerin Karmati olduklarının farkına varamayıp bedevi Araplar olduğu zannetmişti. Hemen harekete geçerek onlarla çarpışmaya girişmiş, ancak Sebük el Müflihi’yi öldüren Karmatiler, Basra halkını kılıçtan geçirmeye başlamışlardı. Halk çöle doğru kaçmaya başlamış, savaşabilenler de Karmatilerle on gün kadar savaşmışlardı. Karmatiler, Basra halkına karşı galip gelerek onlardan bir hayli adamı öldürmüşlerdi. Bir çok kimse kaçıp kurtulmak için kendisini nehre atmış ve boğularak öldürülmüştü. Ebu Tahir Basra’da on yedi gün kadar ikamet edip taşıyabildiği mal, eşya, kadın ve çocukları alıp kendi memleketine geri döndü. Bu olaydan sonra el Muktedir Basra valiliğine Muhammed Abdullah el Fariki’yi tayin etti. Karmati el Beceri’nin Basra’dan ayrılmasından sonra yeni vali Basra’ya gitti.

Yine 311 (924-925) yılının hac mevsiminde Mekke’den dönmekte olan hacıları karşılayıp yakalamak ve yollarını kesmek üzere Ebu Tahir el Karmati askerleriyle birlikte “Hebir” denilen yere gitmiş ve ilk gelen hac kafilesine (Hubeyr) saldırmıştı. Bu hac kafilesi de yılın en büyük kafilesi idi, kafilede Bağdat ve diğer vilayetlerin hacıları da vardı. Ebu Tahir el Karmati kafilenin yolunu kesip mallarını yağmalamıştı. Karmatilerin bu hac kafilesini bastığı haberini alan diğer hacılar “Feyd” denilen yerde bulunuyorlardı. Bunun için burada ikametlerine devam etmiş ellerindeki yiyecekleri tükeninceye kadar burada kalmışlardı. Ancak yiyecekleri tükenince süratle hareket ederek yollarına devam etmişlerdi.

Ebu’l Heyca b. Hamdan, Hacılara Feyd şehrinde kalmalarını veya Vadi’l Kurra’ya dönmelerinin kendileri için daha faydalı olacağını önerdi. Ancak onlar yolun uzayacağını düşünerek bu önerileri dikkate almayıp Kufe’ye giden yolu takip ettiler. Dolayısıyla Karmatilerin ağına düşmüş oldular. Karmatiler bu kafileye hücum ederek Ebu’l Hayca, Ahmed b. Keşmird, Nihrir’de el Muktedir’in annesinin amcası olan Ahmed b. Bedr’i esir almışlardı. Karmati reisi Ebu Tahir, hacıların elinde bulunan bütün develere ve mallara el koyarak kadınları ve çocukları esir alıp Hecer’e geri dönmüş ve hacıların erkeklerini çölde açlık ve susuzlukla baş başa bırakmıştı. Şiddetli sıcağın etkisinde çoğu vefat etmişti. Karmati reisi Ebu Tahir o zaman on yedi yaşlarında bir genç idi. Hacılara saldırmış olması Abbasileri alt üst etti. Halife el Muktedir, Karmatilerin Kufe’ye girmelerini engellemesi için Yakut’un buraya gitmesini emretmiştir. Bunun üzerine Yakut, Muzaffer ve Muhammed isimlerindeki iki oğlunu alarak harekete geçmiş ve bu ordu için muazzam masraflar yapılmıştı. Ancak tam o sırada Karmatilerin geri döndüğü haberi ulaşınca Yakut Kufe’ye gitmekten vazgeçmişti.

312 /924-925 yılında Karmati reisi Ebu Tahir Kufe’ye girdi. Ebu Tahir daha evvel esir aldığı ve aralarında İbn Hamdan’ın da bulunduğu hacıları serbest bırakıp, el Muktedir’e haber göndererek kendisine Basra ve Ahvaz’ı vermesini istemiş, ancak el Muktedir onun bu isteğini reddetmişti. Bunun üzerine Ebu Tahir hacca gitmek üzere Hecer’den hareket etti. Halife, Karmati belasından kurtulamayınca 314 yılında Yusuf b. Ebi’ s Sac’ı İslam devletinin bu problemli bölgelerin yönetimine getirmiştir. Bu bölgenin vergilerini toplayıp komutan ve askerlere harcamasını emretmiştir. Daha sonra Azerbaycan’dan Bağdat’a yanına gelmesini istemiştir. Halifenin Yusuf b. Ebi’s Sac’ı Bağdat’a çağırmasının sebebi Vasıt’ a gidip orada Karmati reisi Ebu Tahir ile savaşmak üzere Hecer’e gitmesini sağlamaktı. Bunun üzerine Yusuf b. Ebi’ s Sac Vasıt’a yönelmiştir. Bu sıralarda Mu’nis el Muzaffer, Vasıt’ta bulunuyordu. Yusufun buraya gelmesi üzerine Mu’nis Bağdat’a çekilip orada karargah kurmuştu. Diğer Karmatilere karşı ordusunu besleyip onlarla iyice savaşabilmek ve askerlere yardım etmek üzere Yusuf b. Ebi ‘s Sac ‘a Hemedan, Save, Kum, Kaşan, Basra ve Kufe ile Masebezan gibi yerlerin gelirleri ve haraçları kendisine verilmişti. Tabii bu memleketlerin haracının Yusuf b. Ebi’ s Sac’a tahsis edilmesi fikri ve bu tedbirlerin alınması için işleri yoluna koyan yeni vezir Ebu’l Abbas el Husaybi idi.

Abbasi halifesi bunları organize ederken Karmati reisi Ebu Tahir de aynı yıl içinde 314/926-927 Mekke’ ye doğru yönelmeye başladı. Bunu haber alan Mekke halkı çoluk çocuklarım ve mallarını korkularından dolayı Taif ve diğer şehirlere taşıdılar. Karmatilerin kentlere saldırması ve yağmalarının sonu gelmiyordu. Bir yıl sonra 315 (927-928) yılında ise Ebu Tahir el Karmati askerlerinin Hecer’den hareket ederek Kufe’ye doğru hareket ettikleri haberi el Muktedir’e ulaşmıştı. Bir süre sonra Basra’dan gelen haber Karmatilerin artık Kufe yakınlarında konuşlandığını gösteriyordu. Bu haberler üzerine Halife el Muktedir Yusuf b. Ebi’s Sac’a yazdığı mektupta gelen haberleri anlatmış Kufe’ye doğru harekete geçmesini emretmişti. Yusuf da Vasıt’tan hareket ederek bu yılın (Ramazan ayı sonu) 927 Kasımının sonunda Vasıt şehrinden Kufe’ye doğru hareket etti. Sultanın vekilleri, Yusuf b. Ebi’s Sac ve askerlerinin konuşlanacağı yeri temin etmeye başlamışlardı. Ancak Karmati reisi Ebu Tahir’in Kufe’ye ulaşması üzerine sultanın askerleri buradan kaçmış ve Karmatilerin reisi Ebu Tahir, Kufe’ye ve burada kurulan karargahlar ve karargahlardaki yiyecek ve silahlara el koydu. Ele geçirilen bu yiyecek maddelerinden yüz Irak ölçeği un ve bin Irak ölçeği de arpa vardı. Karmatilerin elindeki yiyecek ve yem maddeleri tükenmiş olduğundan ele geçirdikleri bu un ve arpa ile yeni baştan güç kazanmıştı.

Yusuf b. Ebi’s Sac, Karmatilerin Kufe’ye ulaşmasından bir gün sonra 8 Şevval (6 Aralık) Cuma günü Kufe’ye ulaşarak Karmati ve Kufe arasına yerleşti. Yusufb. Ebi Sac Kufe’ye gelir gelmez Ebu Tahir’e halife’ye itaat etmesini içeren bir mektup yazmıştı. Bunu yapmadığı taktirde pazar günü onlarla savaşmak üzere vaatleşmişti. Bunun üzerine Ebu Tahir de: ” Allah’tan başkasına itaat etmeyiz. Yarın sizinle muharebe edeceğiz,” diyerek halifeye itaati reddetmişti.

(928-929) yılında Karmatiler Enbar’dan çekilince Mu’nis el Hadım da Bağdat’a geri dönüp, 3 muharrem (27 Şubat 928) günü Bağdat’a ulaşmıştı. Ebu Tahir el Karmati ise Fırat Nehri yoluyla ed Daliye’ye doğru gitmiş, orada yaşayan halkın bir kısmını katlederek oradan Rahba’ya hareket etmişti. 4 Mart (8 Muharrem) günü Rahba’ya vararak halkının karşı koyması üzerine onlara karşı şiddetle savaşmış ve sonunda galip gelmişti. Bundan sonra Mu’nis el Muzaffer’e Rahba’ya doğru harekete geçmesi emredilmiş hemen Sefer (Mart-Nisan) ayında harekete geçip Musul yolu ile Rebiülevvel (Nisan-Mayıs) ayında bölgeye varıp karargahını kurmuştu. Bu arada Karkisya halkı Ebu Tahir’ e haber gönderip ondan eman dilemişler, o da vermişti. Ancak bu eman karşılığnda Ebu Tahir gündüzleri hiç kimsenin evinden çıkmamasını istemiş ve bu isteği kabul edilmişti.

Ebu Tahir, el Cezire bölgesinde yaşayan bedevi Araplar üzerine bir askeri birlik göndererek buraları yağmalamış ve mallarına el koymuştu. Ayrıca Ebu Tahir, her yıl Hecer’ e gönderilmek üzere adam başına bir dinar vergi ödemelerini şart koşmuştu. Sonra Ebu Tahir, Rahba’ya doğru hareket etmiş ve adamları Rabaz’a girerek şehir halkından otuz kişiyi öldürmüşlerdi. Ancak er Raleka halkı er Rabaz (Rabz) halkına yardım etmiş, böylece Karmatilerden bir grubu öldürmüşlerdi. Onlarla üç gün müddetle savaştıktan sonra Karmatiler, Rebüiülevvel ayının sonlarına doğru geri çekilmişlerdi. Karmatiler kuzeye doğru Resu’l Ayn ve Kefertusa’ya askeri birlikler sevk etmiş, buranın halkı Karmatilerden eman dilemiş, onlar da vermişlerdi. Diğer taraftan Sincar üzerine yürüyen Karmatiler, Cibal bölgesini yağmalayarak Sincar’da karargah kurmuşlar ve halkının isteği üzerine Sincarlılara eman vermişlerdi. Mu’nis ise bu sıralarda Musul’a varmış ve Karmatilerin Rakka’ya doğru hareket ettiklerini haber almıştı. Bunun üzerine süratle yoluna devam edince Ebu Tahir Raleka’dan Rahba’ya geri dönmüştür. Karmatilerin Raleka’dan ayrılmasından sonra Mu’nis buraya varmıştı. Karmatiler Heyt’e ulaşmış, fakat buranın halkı şehir surlarını iyice tahkim ettiklerinden Karmatilerle savaşa tutuşmuşlar ve sonunda Karmatiter Heyt’ten Kufe’ye dönmüşlerdi. Karmatilerin Kufe’ye geri döndükleri haberi Bağdat’a ulaşınca onlarla savaşmak üzere Harun b. Garib ve Benni b. Nefıs ile Nasr el Hacib onlara karşı çıkmışlardı. Ancak Karmatiler İbn Hubeyre köşküne kadar ulaşmış ve burada yaşayan bir gurup adamı öldürmüşlerdi. Nasr el Hacib Karmatiler üzerine giderken yolda ateşli bir hastalığa tutulmuş ve bir hayli soğuk almıştı. Karmatiler onlara yaklaştığında Nasr’ın savaşabilme yerinden hareket edebilme gücü bulunmuyordu. Bu nedenle yerine Ahmed b. Kiğlak (Kayığlık)’ı görevlendirmişti. Bu arada Nasr el Hacib’in hastalığı bir hayli şiddetlenmiş ve bu yüzden dili tutulunca Bağdat’a geri götürülmüştü. Nasr Ramazan ayı sonunda yolda öldü. Nasr’ın yerine ordu komutanlığına Harun b. Garbi tayin edilmiş ve el Muktedir’in hacibliğine de Nasr’ın oğlu Ahmed getirilmişti. Bundan sonra Karmatiler buradan çekilip el Beriyye’ye doğru hareket etmişler, Harun b. Garib de askerleriyle birlikte geri dönerek Şevval ayının bitimine sekiz gün kala Bağdat’a girmişti.

Yine bu yıl içinde Sabit b. Sinan’a göre Ebu Tahir hareketine devam etmiş ve Sevad’dan on bini aşkın kişiyi mezhebine katmıştır. Bunların başına da Vasıt’ta bulunan Hureys (Haris) b. Mesud’u başkan yapmıştı. Aynı şekilde Aynu’t Temr şehrinden de birçok kişi Ebu Tahir’in mezhebine girmişti. Bunların da başına İsa b. Musa’yı tayin etmişti. Zira İsa b. Musa Mehdi’ye taraftar toplayanlardan biriydi. Ebu Tahir bunu Kufe’ye yollamış ve oradaki yöneticileri görevden alarak haracın kendisi tarafından toplanmasını emretmişti. Haris (Hureys) b. Mesud’u ise el Mevfıki (el Muvaffaki) arazilerine yönetici olarak atamıştı. Dolayısıyla Haris bu bölgeyi istila etmiş kadınları köle olarak kullanmış malları yağmalamış ve istediğini asıp kesmişti. İbnü’l Hureys (Haris) b. Mesud’un el Muvaffaki (veya el Mevfiki) arazilerinde büyük bir ev yaptırarak ona Daru’l Hicr adını vermiş buradan propaganda faaliyetlerini yürütmüş ve aynı zamanda bölgeyi yağmalamaya çalışmıştır. Fakat Hureys b. Mesud ve İsa b. Musa’nın bu keyfi uygulamaları belli bir süreye kadar devam etti. Bu dönemde harp işlerinin başında bulunan Benni b. Nefis onlarla savaşmaya giriştiyse de mağlup edilmişti. Bunun üzerine el Muktedir Billah Hureys b. Mesud ve yanında bulunanların üzerine Harun b. Garib’i; İsa b. Musa ve yanındakilerin üzerine Kufe’ye de Safi el Basri’yi göndermişti. Harun ve Safi üzerlerine gönderildikleri Karmatileri mağlup ederek dağıtmışlardı. Ayrıca onlardan bir kısmını esir almış ve esirlerden çok daha kalabalık bir kitle de öldürülmüş, sancaklarına da el konulmuştu. Bu sancak beyaz bezden yapılmış olup üzerinde Kur’an-ı Kerim’den bir ayet yazılmış idi.  Bu sancaklar da halifenin ordusu tarafından alınıp Bağdat’a getirilmiştir. Böylece Karmatilerin Sevad bölgesindeki hakimiyetlerine son verilmiş ve böylece insanlar onların tahriplerinden kurtulmuş oldular.

317/929-930 yılında Halife’nin emriyle Mensur ed-Deylani önderliğinde bir hac kafilesi Bağdat’tan Mekke’ye hareket etti. Hacılar yolda hiçbir engelle de karşılaşmamışlardı. Ancak Ebu Tahir arkalarına düşmüş ve onlara Terviye gününde Mekke’ ye ulaşmıştı. Hacıların Arafat’ a çıkışlarından birkaç saat önce onlara saldırmış, onlarla savaşmış, onlardan bir kısmını kılıçtan geçirmiş ve mallarını yağmalamıştı. Bunlarla da yetinmeyen Ebu Tahir Karmati, diğer bir kısmını da bizzat Beytü’l Harem’in içinde katletmiş ve katlettiği kişilerin cesetlerini de Zem­ zem Kuyusuna atmıştı. Daha sonra da Kabe ‘nin oluğunu sökmesi için bir adamını yukarı çıkarttı, ancak adam çıktığı yerden düşerek öldü. Geri kalan ölülerin hepsi namazları kılınmadan ve kefenlenmeden Mescidü’l Harem’de defnedilmişti. Akabinde Ebu Tahir, Kabe’nin örtüsünü almış kendi yandaşları arasında pay etmiş ve Mekke halkının evlerini talan ederek kendi yandaşları arasında bölüştürmüştü. Ayrıca Kabe’deki Hacerü’l Esved’i sökmüş ve Hecer (Hicr)’e yollamıştı.

Karmatilerin yapmış olduğu bu son olay İslam dünyasının tepkisini çekmiştir. Hatta aynı ideolojik temele dayanan İfrikiyye’de bulanan Ebu Muhammed el Mehdi, olayı işitince Ebu Tahir’in bu yaptıklarını kınamış, Ebu Tahir’i lanetlemiş ve kendisine: “İsmini gece ve gündüzlerin silemeyeceği kara bir lekeyle tarihe yazdırdın” diyerek onu lanetleyerek uyarmıştır: “Yapmış olduğun bu iğrençliklerden ötürü devletimize, şiamıza ve davetçilerimize küfür, zındıklık ve inkar sıfatlarıyla tanınmalarına neden oldun. Şayet Mekke halkının talan edilmiş mallarını geri vermez, Hacerü’l Esved’i yerine götürmez ve Kabe’nin örtüsünü iade etmez isen bilmiş ol ki karşı koyamayacağın bir ordu üzerine yollarım. Ve bilmiş ol ki karşı kayamayacağın dünya ve ahirette şeytandan beri olduğum gibi senden beriyim, yapmış olduğun bu kötü işlerden Allah’a sığınırım. Eğer emrettiğim şeyleri yapmaz isen aramızda kılıçtan başka bir şey olmayacaktır, ey Allah’ın ve bütün insanların düşmanı”

Ebu Tahir el Karmati bu mektubu alınca, ileride kaydedeceğimiz gibi Hacerü’l Esved’i iade etmek zorunda kalmışlardır. 317/929-930 yılında Irak hacıları Karmatilerin Mekke yolunu kesmeleri üzerine Mekke’ye Şam yoluyla gitmişler ve Ramazan ayının başında Musul’a oradan da Şam’a gitmişlerdi. 322/933-934 yılında Halife’nin hacibi Muhammed b. Yakut, Karmatilerin reisi Ebu Tahir’e bir mektup yazarak onu halifeye itaat etmeye davet etmiş, buna karşılık elinde bulundurduğu toprakların kendisine bırakılacağı ve arzu ettiği herhangi bir eyaletinde başına tayin edileceğini bildirdi. Ayrıca kendisine bir sürü İhsanlarda da bulunulacaktı. Ebu Tahir’den bütün bunlara karşılık hacılara saldırmaktan vazgeçerek Hacerü’l Esved’i Mekke’ye geri getirilmesi isteniyordu. Ebu Tahir hacılara saldırmamayı kabul etmiş, yollarını kesmeyeceğini söylemiş, ancak Hacerü’l Esved’i Mekke’ye götürme teklifini reddetmişti. Aynca Hecer bölgesinde halife adına hutbe okutması karşılığında kendisine Basra’dan gıda maddelerinin gönderilmesini teklif etmişti. Bu yıl hacılar Mekke’ye gidip gelmiş ve Karmatiler onlara saldırmamıştı.

934 yılında Ebu Tahir el Karmati’nin adamlarından bir grup Tevvac dolaylarına gemilerle gelip karaya çıkarak etrafa dağılmışlardı. Bunlar gemilerden uzaklaşınca buranın valisi gemileri yakmak üzere adamlarını göndermiş ve halkı Karmatilerle savaşmaya davet edip onlarla çarpışmalara girişerek bir kısmını öldürmüş, bir kısmını da esir almıştı. Esir alınanlardan birisi Karmatilerin ileri gelenlerinden ve reislerinden olan İbn el Gumur idi. Tevvac valisi, yakalanan bu Karmatileri el Kahir Billah’ın döneminde Bağdat’a göndermiş ve el Kahir bunları hapse atmıştı. Daha sonra bunların, el Kahir’in görevinden azli sırasında önemli bir rol oynamışlardır.

Daha sonra Sabit’in yıl olarak H. 323 olarak verdiği İbnü’l Esir’in de H. 324//934-935 tarihini verdiği olay vuku buldu. Bu yılda Bağdat’tan çıkan hacılar Kadisiye’ye vardıklarında 12 Zilkade (13 Ekim) günü Ebu Tahir Karmati ile karşılaşmışlar ve kim olduğu bilmeden onunla çarpışmalara girişmişlerdi. Halifenin askerleri Karmatilere karşı hücuma geçerken hacılar da onlara yardım etmiş, ancak çarpışmalar neticesinde hacılar Kadisiyye’ye sığınmak zorunda kalmışlardı. Bunun üzerine Kufe ‘de bulunan Şiiler hacılara dokunmaması için Ebu Tahir’ e aracılıkta bulunmuşlar, o da hacılara saldırmaktan vazgeçmiş ancak bu yılda hac etmeyip Bağdat’a geri dönmüşlerdi. Böylece Irak’tan bu yılda hacca giden kimse olmamıştı. Daha sonra Ebu Tahir Kufe’ye hareket ederek burada birkaç gün ikamet etmişti.

Bu sırada İbn Raik ile el Beridi arasında çeşitli sebeplere dayanan anlaşmazlıklar ve çatışmalar ortaya çıkmıştı. Karşılıklı suçlamalar ayrıca el Bendi’nin Mehdi kalesine yardım ettiği iddiası çatışmanın boyutunu değiştirmiştir. El Beridi de İbn Raik el Kufi’yi el Berid ile işbirliğiyle suçlayarak azletmek istemişti. Ancak İbn Raik’in son derece güvendiği Ebubekir Muhammed b. Mukatil, böyle davranışına engel olmuştu bundan dolayı da İbn Raik hemen Kufi’ye emir verip el Beridi ‘ye mektup yazarak yapmış olduğu bütün işlerden dolayı kınamasını ve askerlerini Mehdi kalesinden çekmesini istemişti. El Kufi bu emre uyup el Beridi’ye gerekli şekilde mektup yazmış, ancak el-Beridi verdiği cevapta kendisinin buraya asker yığının sebebinin Basra halkının Karmatilerden korkması olduğu. İbn Yezdad’ ın Basra halkını korumaktan aciz düştüğü ve Basralılann bu korkusundan dolayı askerlerine yapışıp kaldıklarını yazmıştı. Bu arada Ebu Tahir el Karmati, 23 Rebiülahir (10 Mart) günü Kufe’ye gelmiş, İbn Raik de hemen askerleriyle birlikte İbn Hubeyre karşısına çıkıp el Karmati’ye haber göndermiş, ancak aralarında herhangi bir görüşme ve mektuplaşma olmadan el Karmati kendi memleketine geri dönmüş, İbn Raik de oradan Vasıt’a doğru hareket etmişti. Ebu Tahir el Karmati, Kufe’ de birkaç gün kaldıktan sonra burayı da terk etmişti.

Artık Karmatilerin durumu iyice bozulmaya başlamıştı. Zira birbirlerini öldürmeye başlamışlardı. 326/937-938 yılı bu rahatsızlıklar artık gün yüzüne çıktı. Hatta İbnü’l Esir bu yılın 12 Zilkade gecesinde yani Ebu Tahir el Karmati’nin hacılara saldırdığı gecede daha önce benzeri görülmemiş bir sürü yıldızın gökyüzünde kayıp durmasını Karmatilerin durumunun kötüye gittiğinin bir göstergesi olarak görmüştür. Karmati reisi Ebu Said’in yakın adamlarından ve onun sırlarını bilen ileri gelenlerinden İbn Sencer adında bir kişi vardı. Karmati grubu içindeki rekabetten kaynaklanan rahatsızlıkla İbn Sencer, Ebu Hafs eş Şerik ile arasında bir düşmanlık bulunuyordu. Bu çatışma Ebu Tahir’in koltuğunu da sarsacak bir boyuta gelmişti. Bu amaçla Ebu Tahir bu tarzdaki hareketleri önlemek için kardeşleriyle birlikte katı kurallarla karışıklıkları önlemeye çalışmıştır.

330/941 -942 yılında el Beridi Bağdat’ı istila etti ve adamlarıyla birlikte şehri yağmaladılar. Halk perişan bir duruma düşmüştü. El Beridi’nin bu istilası esnasında onunla birlikte hareket eden, onun yanında olan bir grup Karmati bulunuyordu. Bu Karmatilerle Türkler arasında çarpışmalar meydana gelmiş, Karmatiter mağlup olup şehri terk etmişlerdi. 332/943-944 yılında Abdullah el Beridi’nin ölümü üzerine kardeşi Ebu’l Hüseyin yerine geçmiş, halka ve askerlere karşı son derece kötü davranmıştı. Bundan dolayı askerler ona karşı isyan etmiş ve onu öldürüp yerine kardeşi Abdullah’ın oğlu Ebu’l Kasım’ı getirmek istemişlerdi. Bunu haber alan Ebu’l Hüseyin kaçıp Hecer’e gitmiş ve Karmatilere bildirerek yardım istemişti. Ebu Tahir el Karmati’nin taraflarından bir grup onunla birlikte Basra’ya yönelmiş, fakat Ebu’l Kasım’ın burayı ele geçirip koruma altına aldığını görmüşlerdi. Zaten Basra’ya varır varmaz onlara karşı koyup geri püskürtmeye çalışmışlar, fakat Karmatiler şehri bir müddet muhasara altında tutmuşlardı. Karmatilerin bu muhasaradan bir hayli canları sıkılınca Ebu’l Kasım ile amcası arasını bularak geri dönmüşler, Ebu’l Hüseyin Basra’ya girip buradan bir hayli adamını donatmış ve Bağdat’a giderek Tüzün’ün emrine girmişti.

332/943-944 yılının Ramazan ( Nisan-Mayıs) ayında Karmatilerin reisi Ebu Tahir el Heceri çiçek hastalığına yakalanarak öldü. Ebu Tahir’in üç kardeşi vardı. En büyükleri Ebu’l Kasım Said b. el Hasan olup diğer kardeşi Ebu’l Abbas el Fazi b el Hasan ile Ebu Tahir’ e destek olup onunla aynı görüşleri paylaşıyor ve Karmatiler arasında ileri seviyede yer almakta idi. Ancak üçüncü bir kardeşleri vardı ki, onlara pek katılmıyor, sürekli olarak içki ve eğlenceye kaptırmıştı. Karmatiler 339/950-951 yılında Hacerü’l Esved’i Mekke’ye iade ettiler. Bu olayı anlatan Sabit b. Sinan ve İbnü’l Esir; Beckem’ in Hacerü’l Esved’i geri getirmeleri için Karmatilere elli bir dinar para ödemeyi teklif etmişse de bu teklifi kabul etmediler. Ancak bu yılın Zilkade (951 Nisan-Mayıs) ayında herhangi bir şey talep etmeksizin önce Kufe’ye getirip Kufe Camiine asmışlar, halk görsün diye burada bir müddet kaldıktan sonra Mekke’ye geri götürülmüştür. 317 yılında Kabe’den almış oldukları Hacerü’l Esved’ i 339 yılında Mekke’ye iade etmişlerdir. Bu iade işleminde Afrika’daki Fatımi halifesi’nin ısrarı da etkili olmuş olabilir.

Bu olay İslam dünyasının Karmatilerle ilgili değerlendirmelerinde de etkili olmuştur. Sunni İslam dünyası Fatmi-Karmati yakınlaşmasına kendi siyasi ve sosyal hedefleri açısından olumsuz bakmışlardır. Nitekim Selçukluların Abbasi halifelerini koruma çabaları Selçuklular ile İsma’ili-Fatımilerin karşı karşıya gelmesine neden olmuştur. Fatımi faaliyetleri 447/1055’de Sünni Selçuklular döneminde bile, propaganda edilerek başarılı bir şekilde doğu topraklarında devam ettirilmiştir. Fatımı halife-imamı el-Mustansır’ın (427-487/1036-1094) ilk on yıl hakimiyeti döneminde Fatımi propagandası Karmati gruplarının varlığının neredeyse tamamının durdurulduğu İran dünyasının birçok topraklarında tesis edilmişti. Bu dönemde Fatımi daileri Irak’ta ve İran’ın çeşitli bölgeleri, özellikle Fars, İsfehan, Rey ve Cibal’in diğer alanlarında etkin oldular. Horasan ve Maveraünnehr’de de aynı şekilde İsma’ili propagandası Samanilerin 395-1005’de yıkılışından sonra, Karahanlı ve Gaznelilerin Samani topraklarını aralarında paylaştığı dönemde başarılı oldu. Bu 436-1044’te Orta Sırderya vadisi toprakları üzerinde doğu Karahanlı devletini kurmuş olan Buğra Han’ın kendi bölgesinde Fatımi daileri tarafından kandınlmış birçok İsma’ili’yi ortadan kaldırmıştır.

Bundan sonraki süreçte Selçuklu devletinin ayrılıkçı gruplarla mücadele ettiğini görmekteyiz. IX.-XII. yüzyıllar arasında ise İslam aleminde, eşitlik esasına dayanarak geniş bir sosyal ve adalet hareketlerinin savunucusu ve uygulayıcıları olarak ortaya çıkan Karmatiler, özellikle kalabalık çiftçi kitleleri arasında geniş ve etkili propagandalara girişerek bazı halk kitlelerinin kendilerine katılmalarını sağlayan gruplarla hem siyasi hem de sosyal alanda mücadele ettiler. Halife Muktefi Biemrillah, dönemin süper gücü kabul edilen Selçuklu sultanı Melikşah’tan yardım istemişti. Bu dönemde Ahsa Karmatileri ayaklanma halinde idi. Bölgede anarşinin mevcut olduğu H. 468/1075’de, Katif ve Üval adasının hakimi Yahya b. el-Abbas idi. Sultan Melikşah’ın mabeyincisi Kiçkine’nin hizmetinde bulunmakta olan İbnüzzerrad adlı bir Şii Basra’da bulunduğu sırada, Katif şehri ileri gelen birkaç kişiyle karşılaşmıştı. Katifliler, İbnüzzerrad’a “Eğer sultan, emirimiz Yahya b. el­ Abbas’a 200 atlı verecek olursa o, bu kuvvetle ve kendi askerleriyle Ahsa’yı Karmatilerden alacak, adına hutbe okutacak ve her yıl da düzenli bir şekilde vergi vereceklerini” belirttiler. İbnüzzerrad bu durumu daha detaylı inceleyebilmek maksadıyla İbn Mahariş el-Ukayli’nin adamlarından Gudaf adlı bedevinin de yardımıyla Katifliler ve Gudaf ile birlikte Katife giderek emir Yahya b. el-Abbas ile durumu müzakere etti. İbnüzzerrad, durumu netleştirdikten sonra Sultan Melikşah ve vezir Nizamülmülk’e bir mektupla durumu bildirdikten sonra Basra’ya döndü. İbnüzzerrad, bu teşebbüsünde başarılı olmadığı için Sultan Melikşah’ın Saray Hacibi Kiçkine’yi, Karmatilerin bulunduğu bölgeleri fethetmesi için teşvik etti. Bunun üzerine Kiçkine, Sultan Melikşah ve vezir Nizamülmülk’ün iznini aldıktan sonra söz konusu bölgenin fethi için hazırlıklara başlayarak Basra’da bulunan İbnüzzerrad’a “Karmati seferi için Basra’da toplanacak kuvvetlere kendisinin de katılacağını ve İsfehan’ dan oraya gelip de yapılacak işler hakkında bir karar verilinceye kadar bu kuvvetlerin başında bulunmasını”, bildirdi. Bunun üzerine İbnüzzerrad ikinci defa Katife gidip döndükten sonra Bağdat’a hareket etti. Bu dönemde Bağdat şahnesi olarak Sadudddevle Gevherayin görev yapmakta idi. İbnüzzerrad, Gevherayin’in Karmati seferi için manevi desteğini almayı başardı. Yapılan antlaşmaya göre Gevherayin’i savaşa katılmayacak, Arapların yardımını sağlayacak ve onların herhangi bir vesileyle yapacakları bir ayaklanmaya mani olmak maksadıyla Basra’da oturacaktı. Gevherayin ve İbnüzzerrad beraberindeki kuvvetlerle Vasıt’a geldiğinde daha önce anlaştığı Gudafda onlara katıldı. Aralarında yapılan antlaşmaya göre, sefer sırasında ele geçirilecek olan ganimetierin on birde birer hissesi halife ve sultana, aralarında bölüşmek üzere, on birde bir hissesi vezir Nizamülmülk ve Saduddevle Gevherayin’e, geri kalan sekiz hisse de dörder hisse halinde, Kiçkine ile İbn Muhariş’in adamlarına verilecekti. Çok geçmeden, daha önce yapılan antlaşma gereğince, Gevherayin’in Basra’ya gelmesi üzerine, Kiçkine, İbnüzzerrad ve Gudaf el-Bedevi, mancınık ve çeşitli silahlarla donattıkları küçük bir orduyla Katife hareket ettiler. Daha sonra kalabalık bir grup halinde Kays ve Kubas kabileleri, onlara karşı yoğun saldırılarına başladılar. Yapılan savaşta başlangıç da kabileler üstün gelmesine rağmen daha sonra Kiçkine’nin kuvvetleri üstün gelerek savaşı kazandı. Kiçkine’nin bu savaşta eline geçen başta çocuk ve kadın tutsakları ait oldukları kabilelere geri vermesi, Kays ve Kubas kabilelerinin reisleri Kiçkine’ye şükranlarını bildirmekten başka değerli armağanlar ve Karmati seferi için kendisine yardım edeceklerini bildirdiler. Aynca 500 atlıyı da onun emrine verdi. Kiçkine’nin güçleri katılımlarla arttı. Katife yaklaştığında kentin emiri Yahya b. Abbas’a Karmatilerle mücadele etmek amacı ile geldiklerini bildirdi. Bu haberden pek de hoşlanmayan Yahya b. Abbas, Kiçkine’ye tehdit dolu bir mektup yazdı.

Yahya b. Abbas mektubunda, “İbnüzzerrad aracılığıyla yapmış olduğumuz antlaşmaya göre, sultan, bana sadece 200 atlı gönderecekti. Ben bunları kendi askerlerim gibi yönetecektim. Başında kumandanı olan bir ordu istemedim. Seninle Karmati mücadelesi için işbirliği yapamam, işbirliği yapacak olsam bu bölgede kendimi güvende hissedemem. Ayrıca Kays ve Kubas kabileleriyle savaş yapmakla çok fena bir iş yaptın. Artık onlar ne sana ne de bana güvenebilirler. Sen, şimdi etrafı düşmanlarla çevrili bir orman içinde kuşatılmış olan bir aslan’a benziyorsun. Senin için burada kalmak veya geri dönmek imkansızdır. Eğer bana emrindeki kuvvetleri verirsen senin Basra’ya sağ, salim geri dönmeni sağlarım. Bana vermiş olacağın kuvvetlerle Ahsa’ya Karmatilere karşı saldırıya geçer, burasını aldıktan sonra Halife ve Sultan adına hutbe okutur ve her yılda düzenli vergi öderim. Benim önerimi kabul etmez isen işte çöl, istediğin gibi yapabilirsin.” Böylece Yahya b. Abbas daha önce yapmış olduğu antlaşmayı bozmuş olmakta idi. Yahya ve Kiçkine arasında birkaç kez mektup ve cevaplar gönderildi ise de bir antlaşma olmadı ve çok geçmeden, aralarında yapılan savaşta ise Yahya yenildi. Buna rağmen o, Kays ve Kubas kabilesi mensupları ile diyaloga girerek Kiçkine’nin ordusuna ait içinde yiyecek maddelerinde bütün ağırlıkları yağma etmeyi başardı. Bundan sonra zayıf düşen Kiçkine kuvvetlerine ani baskın yaparak onları çöl içlerine kaçmak zorunda bıraktı. Böylece Kiçkine ve müttefikleri dağıldı. Kiçkine ve beraberindeki güçler binbir güçlük ve sıkıntı içinde perişan bir halde H. 468/1076 Basra’ya varabildiler. Selçukluların bu girişimi Katif emiri Yahya b. Abbas’ın olumsuz tavrı sayesinde sonuçsuz kalması; terörist faaliyetleri, yağmalamaları, sahip oldukları fikirleriyle İslam alemini kargaşa içinde bırakan Karmatilerin ortadan kaldırılması gecikmiş oldu.

Kiçkine ve müttefiklerinin başarısızlığından sonra Karmatilerle mücadele Abdullah b. Ali el-Uyuni, yıllarca sürdürdü. Abdullah b. Ali el-Uyuni, Ahsa’nın güneyinde bulunan el-Uyun kasabasının sahibi Abdü’l Kays kabilesine bağlı Beni Malik kabilesinin kardeşleri olan Beni Murre b. Amir b. Haris kabilesine mensup bulunan İbrahim b. Muhammed ailesinden idi. Abdullah b. Ali el-Uyuni H. 462/1069-1070 yılında 400 kişilik bir kuvvetle 80 Karmati reisinin idare ettiği Ezd ve Amir-Rebia kabilelerinden teşekkül eden bir Karmati ordusunu yenip perişan etmişti. Fakat yapmış olduğu başarılı mücadelere rağmen Ahsa’yı almak ve Karmatilere son darbe vurmak için yeterli güce sahip değildi. Bu yüzden Abdullah, Sultan Melikşah ve veziri Nizamülmülk ile temasa geçti. Abdulah, Karmatilerle yapmış olduğu mücadeleyi anlattıktan sonra Ahsa ve Bahreyn’de hutbeyi Abbasi Halifesi ve Sultan adına okutmak için mücadeleye devam edeceğini bildirerek yardım istedi. Melikşah hem Kiçkine’nin öcünü almak hem de Karmatilere kesin bir darbe vurmak amacıyla teklife olumlu baktı.

Melikşah sultan olduğu dönemde Anadolu’yu fetihle meşgul olan Türkmen beyleri arasında dikkati çeken Artuk Bey, Sakarya dolaylarında Bizanslılarla mücadele yapmış, Orta Anadolu’nun yerleşime açılmasında önemli rol oynadı. Daha sonra 469 (1076-1077)’de Melikşah’ın emriyle Anadolu’dan ayrılarak kendisine verilen Hulvan (Luristan) bölgesine gitti. Bölge Basra’ya kadar uzanmakta idi. Sultanın talimatı üzerine buradan güneye inecek, Ahsa ve Bahreyn bölgesinde oturan Karmatiler üzerine sefer düzenleyecekti. Bu amaçla Artuk Bey, beraberindeki Türkmenlerle birlikte Hulvan’a geldikten sonra 7000 kişilik bir kuvvetle Karmatiler üzerine sefer düzenlemek ve Katif emiri Yahya b. Abbas ‘tan Kiçkine’nin intikamını almak için Katife doğru hareket etti. Kiçkine’nin çöl şartlarından dolayı düşmüş olduğu sona kendisinin de düşmemesi için çöl seferine hazırlık amacı ile deve ihtiyacını karşılamak amacı için Basra’ya uğradı. Basra’ya varan Artuk Bey’in kuvvetleri şehir dışında bulunan her şeyi yağmaladılar. Basra’nın yağmalanmasından korkan halk şehrin kapılarını sımsıkı kapattılar. Üç günlük kuşatmadan sonra şehirde su sıkıntısı baş göstermesi üzerine, şehrin ileri gelenleri Artuk Bey’e gelerek yapılanların doğru olmadığını söylediler. Artuk Bey, Basra’da kalmak niyetinde olmadığını, Karmatilerle mücadele etmek için Ahsa’ya gideceğini, fakat kendisine bin binek devesine, 500 tane su taşımak için hayvana, 500 bin batman una, aynı miktarda arpa ve hurmaya ve son olarak da 10.000 dinara ihtiyacının olduğunu, söyleyerek bunları almadan muhasarayı kaldırmayacağını belirtti. Heyet, Artuk Bey’in isteklerini kabul ettiklerini belirterek bunları temin etmek için hemen harekete geçtiler. Kısa bir sürede isteklerinin bir kısmının temin edildiğini gören Artuk Bey, bu erzakla ordusunun yiyecek ve özellikle çöl seferi için ihtiyacı olan develeri de aldıktan sonra H. 469 yılının Recep ayında (1077 Ocak) Katife hareket etti. Daha sonra Kiçkine’ye yapmış olduklarının cezasız kalmayacağını bilen Yahya b. Abbas, Artuk Bey’in geldiği haberi alır almaz şehri boşaltarak Üval adasına sığındı. Hiçbir mukavemet görmeden Katifi alan Artuk Bey, burada fazla durmadan Ahsa kalelerine sığınmış olan ve Abdullah b. Ali ile savaşan Karmatilerin üzerine yürüdü. Artuk Beyin gelişi yıllardan beri Abdullah b. Ali ile savaşan Karmatiler, müdafaadan vazgeçerek barış istediler. Yapılan barış antlaşmasına göre;

1- Hakim olduğu bölgelerde Abbasi Halifesi ve Büyük Selçuklu Sultanı adına hutbe okutmak.

2- Harb tazminatı olarak istenilecek oran miktarını ödemek.

3- Kendilerinden istenilecek miktar parayı temin için bir ay veya daha az bir müddet muhasarayı kaldırmak.

4- Sulh şartlarına sadık kalacaklarının delili olarak 13 kişiyi rehin olarak vermek.

Artuk Bey, rehineleri aldıktan sonra barış gereğince muhasarayı kaldırdı. Karmatiler bundan yaralanarak civar bahçelerdeki gizli depolarındaki yiyecekleri kalelerine taşıdılar. Bundan sonra Türkmenlerin bu sıcak bölgede daha uzun bir süre için kalamayacaklarını düşünerek antlaşmanın hilafına tekrar kenti müdafaaya başladılar. Artuk Bey, Karmatilerin bu tavırlanna karşılık rehine olarak almış olduklarından bir kısmını öldürdükten sonra bir kısmını da hapsettirdi. Karmatilerin tekrar yiyecek yardımı almamaları için civar köyleri tamamen yağmalattırarak muhasarayı sıkı bir şekilde sürdürdü. Fakat Türkmen askerlerinin bölge sıcaklığına fazla dayanmamaları ve yurtlarına dönmek istemeleri üzerine, Artuk Bey buradan ayrılmak zorunda kaldı. Abdullah ile yapmış olduğu antlaşma gereği kardeşi Alpkuş’un kamutasında 200 kişilik atlı bir grubu bırakmış ve beraberindeki birliklerle Basra’ya döndü. Sonra Bağdat’a gelen Artuk Bey Halife Muktedi Biemrillah’ın divanına çıkmış, Ahsa ve Bahreyn Karmatilerine karşı giriştiği mücadeleyi anlattıktan sonra temel hedefinin Ahsa’yı almak olduğunu bildirdi. Durum Halifeye arz edilince Halife, Artuk Bey’in Karmatilere karşı sürdürdüğü mücadelelerinin bir nişanesi olarak bir ferman (tevki) yazılmasını emretti.

Artuk Bey’in Basra ve Bağdat’ta bulunduğu sıralarda Karmatilerle mücadele devam etti. Artuk Bey’in kuvvetlerinin büyük bir çoğunluğunun Ahsa’dan ayrılması, Arap Ezd ve Amir Rebia kabilelerinde desteğini alan Karmatiler, büyük bir saldırıya geçtiler. Alpkuş ve Abdullah b. Ali’nin kuvvetleriyle Beynerrahbeteyn denilen bölgede yapılan savaşta, Karmatiler şartsız olarak teslim oldular. Kalelerini de Alpkuş ve Abdullah b. Ali ‘nin kuvvetlerine bırakmak zorunda kaldılar. Bu savaşın sonunda Abdullah, Alpkuş ve Türkmen atlılarını kaleye sokmadı. Soydaşı Araplara da son derece iyi davranışlarda bulunmuş ve alınan tutsakları serbest bıraktı. Fakat bütün bunlara rağmen çok geçmeden Karmatilerin kışkırtmaları ile Ezd ve Amir-Rebia kabilelerinin kuvvetleri 1077’de Ahsa’da Muhallem ve Süleysil çayları arasındaki yörede yapılan savaşta, Alpkuş ve Abdullah’ın taktik gereğince azgın develeri davul ve deflerle ürkütmeleri sonunda, Karmatiler ve Amir-Rebia kuvvetleri bir kez daha yenilgiye uğratıldılar. Savaş sonucunda 4000 kadar at ve deve ele geçirildi, pek çok kadın ve çocuk da tutsak alındı. Bu savaş sonucunda Karmatiler ve müttefikleri iki Arap kabilesine tekrar, artık bir daha harekete geçemiyecekleri ağır bir darbe indirildi. Karmatilerle yapılan mücadelede Alpkuş ve Türkmenlerden yararlanan Abdullah b. Ali, savaşın sonunda onlara karşı tutumunu değiştirdi. Alpkuş’u hapse attırdı ve kısa bir süre sonra da H. 470’de orada öldürttü. Abdullah b. Ali ‘nin böyle bir davranışı sergilemesinde temel faktör Ahsa ve Bahreyn hakimiyetini tekeline almak isternesi olarak açıklanabilir.

Son gelişmelerden haberdar olan Artuk Bey 2000 kişilik bir Türkmen atlı kuvvetiyle yeniden süratle Ahsa’ya gelerek kalesine çekilip direnişe geçen Abdullah b. Ali’yi kuşattı. Abdullah’ın yönetimi ele aldıktan sonraki uygulamalarından rahatsız olan Arap emirleri, kuvvetleriyle birlikte Artuk Bey’in saflarına katıldılar. Artuk Bey, Abdullah’a kardeşi Alpkuş’un kanının diyeti olarak büyük oğlu Ali’yi kendisine teslim ettiği takdirde, kuşatmayı kaldırıp Ahsa’dan ayrılacağını bildirdi. Abdullah bu teklife yanaşmayıp tespit etmiş olduğu diyetin iki katını ödemeye hazır olduğu bildirdiyse de durumdan haberdar olan Abdullah’ın büyük oğlu Ali, “ülkem ve kabilem için canımı feda etmekten çekinmem” diyerek gizlice kaleden çıkıp Artuk Bey’e teslim oldu. Bahreyn Karmatileri, Artuk Bey’in ikinci seferi sonucunda, tamamen sindirilmiş, isyanları da sona ermiş oldu. Beraberindeki kuvvetlerle Ahsa’dan ayrılan ve Basra yoluyla yönetim bölgesi olan Hulvan’a gelen Artuk Bey, Sultan Melikşah’a Karmati seferi hakkında geniş bilgi verdi.

Artuk Bey Karmatilerle mücadeleyi Bahreyn haricinde de devam ettirrniştir. Özellikle Fatımi-İsma’ili propagandası, Karahanlıların batısında, Semerkant, Buhara, Fergana ve Maveraünnehir’in diğer bölgelerinde etkin idi. Bu bölgedeki yerel Karahanlı emiri Ahmed b. Kidr Semerkant’ta 488/1095’te (yada daha erken 482/1089) İsmailizm’e kazandırıldığı suçlamasıyla idam edilmiş olması XI. Yüzyılın sonlarında da bölgede İsma’ili-Karmati propagandasının mevcudiyetini göstermektedir.

Selçuklular, aykırı kabul edilen gruplarla siyasi mücadeleleri sürdürmekle birlikte, bu mücadele tarzından belki de daha önemlisi bu gruplarla yapılacak mücadelenin askeri önlemlerle sınırlı kalmaması için politik, sosyal, dini, iktisadi bir takım önlemler alarak mücadele etmişlerdir. 

Horasan, Maveraünnehr ve Çevre Bölgelerde Karmati Faaliyetleri

İsrna’ililik, Araplarca Cibal diye adlandırılan Rey, Kum, Aba, Kaşan ve Hemedan gibi bölgelerin ve İran’ın orta, batı ve kuzeydoğusunda da yayılmıştı.

Hareketin merkezi liderliğinin Cibal’e dailer göndermesi, Irak’ın Karmati liderlerinin faaliyetlerine başladıkları 260 yılından kısa bir süre sonraya rastlar. Hareket buradan da Horasan ve Maveraünnehir de yayıldı. Karmatiler 261 ‘de Talakan’da (Deylem) bir merkez yaptılar. Sahip el-Hallac el-Kunt atanmıştı. Daha sonra bölgede oğlu Ebu Ca’fer Mahrum, Ebu Sa’id (Giyas) Şa’rani ( 307) ve ünlü Ebu Hatim Razi, Merdevic (ölm. 323) 316 de Ebu Hatim Razi ile Rey’de münazara yapmadan önce bölgede propaganda yaptılar. 4/10. yüzyılın başlarına dek hareketin bölgedeki baş dailerinin adlarını da içeren en ayrıntılı anlatım, 485/1092’de Nizarilerin suikastına kurban gidecek olan Selçuklu veziri Nizamü’l Mülk’ün eserinde yer almaktadır.

Cibal’deki İsma’ili davasının merkezi olan Rey bölgesinde ilk örgütlenme, Halef el Hallac adlı bir dai tarafından başlatılmıştı. Stern Halefin Abdullah b. Meymun tarafından Rey, Aba, Kum, Kaşhan, ve Tabaristan ve Mazandaran bölgesine gönderilme nedeni olarak bu bölgelerde çok sayıda Şii grubun bulunmasına bağlar. Bu görevlendirme üzerine Halef Rey yakınlarındaki Peşaguya bölgesindeki Kuleyn köyünde karargah kurarak bölgedeki faaliyetlerine başlar. İlk olarak Halef, Kaim Muhammed b. Abdullah adına gizli faaliyete başladı. Harekete geçmesinden kısa bir süre sonra Sünni yetkililerce açığa çıkartıldı, bunun üzerine Rey’e kaçarak gizlenmek zorunda kaldı. Ölümünden sonra hareket önce oğlu Ahmed, ardından da Ahmed’in baş yardımcısı ve Kuleyn’in yedisi olan Giyas tarafından sürdürüldü. Hadis bilgisinde Arap edebiyatında uzman olan ve dinsel terimler hakkında Kitab el Beyan adında bir çalışma kaleme alan Giyas, yerel Sünnilerle dini konularda tartışmalara girişmiş, Kum ve Kaşan kentlerinde müritler edinmişti. Sonunda Sünni hukukçulardan Zaferani’nin Rey halkını başta kendisi olmak üzere İsma’ililiğe karşı kışkırtması üzerine Horasan’a kaçmak zorunda kaldı. Burada Merve’l Rud bölgesinde Hüseyin b. Ali el Mervezi ile tanıştı. Onu İsma’ili davaya kazandırdı. Sonradan dailiğe getirilen bu güçlü bey sayesinde komşu Talikan, Meymane, Herat, Gürcistan ve Gur illerinin sakinlerinden çoğu İsma’ililiği kabul etti. Giyas, bir süre sonra Rey’e döndü ve Peşapuye de bilgili bir kişi olan Ebu Hatim Ahmed b. Hamdan el Razi’yi yardımcı olarak seçti. Ebu Hatim daha sonra Rey bölgesinin baş daisi ve ilk İsma’ ililerin en önemli otoritelerinden biri oldu. Giyas’ın gizemli şartlar altında ortadan yok olmasıyla yerine Halefin torunlarından Ebu Cafer-i Kebir geçti. Ancak bu kişinin melankoliye tutulması üzerine Ebu Hatim zorla duruma el koyarak Rey’in beşinci baş daisi ve Cibal’deki propagandanın lideri oldu. Bu görevleri üstlenen Ebu Hatim, İsfehan, Azerbaycan, Taberistan ve Gurgan’a sayısız dailer göndererek örgütlenmeye hız verdi. Bu arada 307-311/919-924 arasında Rey valisi olan Emir Ahmer b. Ali’yi İsma’ililiğe çekmeye başardı. Sünni Samanilerin Rey’i ele geçirmesinden sonra, 313/928 yılı dolaylarında Ebu Hatim, Abbasilerden kaçan çok sayıda Alevi’nin sığındığı Hazar Denizi ‘nin güneyinde dağlık bir bölge olan Taberistan ‘a çekildi. Deylemliler, Deylem bölgesine sığınan Ali evladı sayesinde Müslüman oldular. Burada Dai el Seğir diye bilinen yerel Zeydi İmam Hasan b. el Kasım karşısında kısa bir süre için Taberistan, Rey, Gurcan ve çevresinin hakimi olan Deylemli Eşfer b. Şeraveyh’in (öl. 319/931) yanında yer aldı. Eşfer, 316/928’de sözü geçen Zeydi imamı öldürttü ve bölgeyi ele geçirdi. Çok sayıda Şii’yi ittifak kurduğu Samani emiri Il. Nasr’a teslim etti. Ebu Hatim ise bu arada aralarında Eşfer ve daha sonra isyan ederek Rey çevresinde Ziyariler adıyla kendi hanedanını kuracak olan sağ kolu Merdavic b. Ziyar’ın (öl. 323/935) da bulunduğu çok sayıda Deylem ve Gilanlı’yı yanına çekmişti. Dai el Kinnani’ye göre, filozof Ebu Bahir Muhammed b. Zekeriyya el Razi arasındaki ünlü tartışma Merdavic ‘in huzurunda gerçekleştirdi. Merdavic başlangıçta Ebu Hatim’i desteklemişti ancak sonradan belki de Ebu Hatim’in Mehdi’nin zuhuru için belirlediği tarihin yanlış çıkmasının etkisiyle denetimi altındaki bölgede İsma’ili karşıtı bir politika benimsedi. Bunun sonuncunda Rey’e geri dönmüş olan Ebu Hatim bir kez daha kaçmak zorunda kalarak Azerbaycan’a geçti ve burada Muğlib adı verilen bölgede etkin olan bir beye sığındı. Ebu Hatim’in 322/934’te ölümüyle Cibal İsma’ilileri kargaşaya düştüler ve sonuçta hareketin liderliği iki ayrı kişiye geçti. Biri Girduh’ta oturan Abdül Melik el Kevkabi, diğeri de Rey’de oturan belki de Ebu Yakub İshak b. Ahmed el Sicistani ile aynı kişi olan İshak adındaki dailer etkin bir rol oynadılar.

Giyas’ın kendi inisiyatifiyle çok sayıda yandaş kazandığı Horasan’da İsma’ili propagandasının resmen başlaması ise hicri üçüncü yüzyılın son on yılına M. 903-913 rastlar. Bu tarihte dai Ebu Abdullah el Hadim bölgedeki faaliyetine başlamıştır. Bir başka dai Ahmed b. el Kayyal’ın imamlık iddiasıyla İsma’ililikten kopup bağımsız çalışmasına başlaması da muhtemelen bu tarihe denk düşmektedir. Karmaşık bir kişiliğe sahip bir Şii gnostik olarak kabul edilen bu kişi, Il. Nasr’ın hükümdarlığı döneminde (301-331/914-943) Samani yönetiminin teveccühünü kazanmış ve Maveraünnehir’de hatırı sayılır bir taraftar kitlesi edinmişti. Abu Abdullah el Hadim ise, hareketin Horasan’daki ilk baş daisi olarak karargahını Nişabur’da kurmuştu. Hadim’in yerini 307/919 dolaylarında Ubeydullah el Mehdi tarafından gönderilen Ebu Said el Şarani aldı. Bu dai Horasan’ın önde gelen askeri kişilikleri arasında önemli sayıda mürid kazandı. Kuzeydoğu İran ve komşu bölgelerin bir sonraki daisi ise, harekete Giyas tarafından kazanılan Hüseyin b. Ali el Mervazi oldu. Onun yönetimi sırasında hareketin bölgesel merkezi Nişabur’dan Merv el Rud’a taşındı. Hüseyin Mervezi Samanoğullarının saray yıllıklarından iyi tanınmaktadır. Samanoğullarından Ahmed b. İsmail’in yönetimi sırasında (295-3011907-914) Mervezi Sistan’daki (Sicistan) Samani askeri gücünün komutanıydı. Ahmed’in ölümünden sonra yerine oglu II. Nasr’a karşı 306/918’de Herat’ta ayaklandı ve yenilgiye uğradı. Yenilgiden sonra affedilerek bir süre Samanilerin sarayında yaşadı, ardından Horasan’a dönerek İsma’ililerin baş dailiğine getirildi. Hüseyin el Mervezi, ölüm döşeğinde kendi yerine dai olarak, Orta Asya’daki Neksab (Arapçalaşmış haliyle Nesef) kasabasının Barden köyünden parlak bir filozof olan Ahmed el Nesefi’yi (ya da Neksabi) atadı. İsma’ililiğe yeni Platoncu görüşleri getiren dai olarak kabul edilir. Bu dai Hüseyin el Mervezi’nin ölmeden önce verdiği nasihate uyarak, Buhara’daki Samani yöneticilerini İsma’ililiğe kazandırmaya çalışmak düşüncesiyle kısa bir süre sonra karargahını Maveraünnehir’ e taşıdı. Merv ile Ruda vekili olarak Rey’li bir İsma’ili olan İbn Sefade’yi bıraktı. Buhara’da kısa ve verimsiz bir dönem olarak adlandırılabilecek bir süre kaldıktan sonra el Nesefi memleketi Nekşab’a yerleşti. Burada Samani sarayına sızma çabalarında daha başarılı oldu. Samani emirinin yakın çevresinden özel katip Ebu Eşat da olmak üzere Samani emirinin yakın çevresinden birçok mürid kazandı. Bunun üzerine yeniden Buhara’ya giderek kendisine çektiği etkili saraylılarının yardımıyla genç emir II. Nasr ile vezirin gönlünü aldı. İsma’ili daisi Samanoğullarının başkentinde büyük etki almış ve öğretisini açıktan açığa yaymaya başlamıştı. Bu arada İsma’ili örgütlenmesini kendisine bağlı bir dai aracılığıyla Sistan’a yaydı. Bu gelişmeler devletin Sünni yöneticilerinin ve sarayın Türk muhafızlarının hoşnutsuzluğunu uyandırdı. Bunlar bir darbe düzenleyerek II. Nasr’ı devirdiler ve yerine oğlu I. Nuh’u geçirdiler. Horasan ve Maveraünnehir İsma’ ililerine karşı ağır baskılara girişildi. El Nesefi ile başlıca yardımcıları tutuklanarak Nuh’un tahta geçişinden kısa bir süre sonra Buhara’da idam edildiler. İsma’ ili örgütlenmesi bu felaketi atlatmasını bildi ve bir süre sonra, el Nesefi’nin Dilıkan lakaplı oğlu Mesud ile aynı zamanda Rey’deki örgütlenmenin de başında olan Ebu Yakub el Sicistani gibi diğer dailerin önderliği altında isma’ili propagandayı yeniden canlandırdı. El-Nesefi, oğlu Mesud, Ebu Yakub el Sicistani ve Ebu Hatim el-Razi ‘nin bölgedeki Karmati­ İsma’ ili propagandası bölgede siyasi ve sosyal sorunların çıkmasına sebep olmuştur. Özellikle Sünni Samani ve Türkler ve yerel hanedanlıklar arasında başlayan mücadelelere Karmati dailerin propagandaları da eklenince bölgede siyasi ve sosyal bir keşmekeşlik başladı.

Karmati-İsma’ili dailerin kaderi hassaten el-Nesefi’nin ve Horasan ve Maveraünnehr’deki propagandanın kaderi, Samani ulemasının Sünni ulemasıyla birlikte hareket eden Türk askerlerinin isyanının getirdiği olumsuz sonuçlar ile tersine döndü. Emir Il. Nasr’ın oğlu ve halefi Nuh b. Nasr altında el Nesefi ve onun gizli dostları Buhara’da 332-943’te idam edildi. Taraftarlarına şiddetli bir şekilde zulmedildi. Samani devletinin Sünni uleması Karmatileri kafirlikle itham ederek onlara karşı kutsal savaş ilan etmişti. Bu baskılara rağmen Karmati propagandası Nesefi ‘nin oğlu Mesud liderliğinde Horasan ve Maveraünnehir’ de önemli başarılar elde etti. Özellikle Ebu Yakup el-Sicistani’nin faaliyetleriyle 300-310/912-923 tarihleri boyunca Rey’in beşinci daisi olarak farz edilen Ebu Hatim el-Razi İsma’ili propagandasını Azerbaycan ve Deylem’e kadar yayılmasına yardımcı oldu. Ebu Hatim, başta Rey hakimi Ahmed b. Ali (311/919-924) olmak üzere özellikle birkaç yerel hükümdarı harekete kazandırmada başarılı oldu. Rey’ in Sünni Samaniler tarafından fethedilmesinin getirdiği olumsuz havanın ardından Ebu Hatim, yerli Zeydi İmam el-Dai el-Seğir’e karşı desteklediği Eşfer b. Şiraveyh (öl. 319/931) bulunduğu Taberistan’a gitmiştir. Ebu’ l Hatim Eşfer’ı ve kısa bir süre sonra birçok takipçi tarafından fethedilen Taberistan’da ve daha sonra bu Deylemi emir tarafından idare edilen diğer Kuzey İran bölgelerinde yayıldı. Yine Ebu’l Hatim Esfar’ın baş vekili olup daha sonra efendisine isyan eden ve Taberistan ve Cürcan Ziyari hanedanını kuran Merdevic b. Ziyar (öl. 323/930)’ı tarafına çekti. Dai Ebu’l Hatim ve fizikçi-filozof Ebu Bekr Muhammed er-Razi arasındaki meşhur tartışmalar, Merdevic’in hazır bulunduğu bir toplantıda gerçekleşmişti.

Ebu’l Hatim Nesefi sonunda muhalif Karmati gruplarıyla hareket ederek çağdaşı Abdullah el-Mehdi’nin imamlığını kabul etmedi. O Bahreyn Karmati devleti lideri Ebu Tahir el Cennabi ile mektuplaşıp diğerleri gibi Mehdi ‘nin 316/928 yılında ortaya çıkacağını iddia ediyordu. Ebu’l Hatim gizli Mehdi’nin vekili olduğu bile iddia etmişti. Mehdi’nin ortaya çıkışı hakkındaki Ebu’l Hatim’in tarihinin yanlışlığı ortaya çıkınca Merdevic, dai ve grubuna karşı cephe aldı. Daha sonra Ebu Hatim Azerbaycan’da yerli bir hükümdar olan Muflih’e sığndı ve 322/934’te Kuzey İran bölgesinde öldü. Ebu’l Hatim’in ölümüyle Cibal Karmatileri kargaşaya sürüklendi ve sonunda liderlikleri Darogan yakınındaki daha sonra Nizari İsma’ililerin kalesi olan Girduh’a bağlı olan Abdu’l Melik el-Kavkabi’ye geçti. Bu dönemde Rey de ise dai olarak İshak adında bir Karmati propaganda faaliyetlerini sürdürmekte idi. Bu son dai belki de Nesefi’nin öğencisi ve onun Horasan’daki halefi Ebu Yakub İshak b. Ahmed el-Sicistani olabilir. Ebu’l Hatim el-Razi’nin Deylem’deki başarıları sayesindedir ki hareketin propagandası Alamut’un Radbar yada Custani hanedanının merkezi olan Deylem’e yayıldı. İlk dönem Custani hükümdarlarından biri olan Yalısudan b. Marbuzan 3./9. yüzyıl dotaylarında Nizari İsma’ili propagandası ve devletinin ana karargahı haline gelen Alamut kalesini inşa etmişti. Custaniler geleneksel olarak Taberistan Zeydi Ali hükümdarlarının Şiizmini desteklemekte idiler. Siyahşahın olarak bilinen Mehdi b. Hüsrev Firuz 307/919’dan sonra Alamut’ta babasından sonra yönetimi ele alan muhalif Karmati kolunun İsmailizmini ilk benimseten Custani oldu. Deylem’in güçlü Musafiri hanedanı tarafından bozguna uğratıldıktan sonra Siyahşahın, 316/928 ‘de taraftan Eşfer b. Şihraveyh ile birlikte sığınacak bir yer aradı. Fakat kısa bir süre içerisinde Rudbar’ı hakimiyetine almaya yönelen Eşfer tarafından katledildi. Siyahşahın’dan sonra Custanıler, Azerbaycan ve Arran’da olduğu kadar Deylem’de de hüküm süren güçlü Musafıri veya Sallaridler tarafından geride bırakılmaya başlandı. 330/991 ‘de Musafıri hanedanının kurucusu Taruro’daki Şahmiran kalesini elinde tutan Muhammed b. Musafir oğulları Vashudan ve Merbuzan tarafından azledildi. Bu iki Musafiri Rey daisi tarafından harekete kazandırıldı. 343/954-955 yılındaki nümizmatik kanıtlar onların Karmatizme bağlı kaldıklarını ve Muhammed b. İsmail’in mehdiliğini çağdaş Fatımi halife-imamının imamlığından daha fazla kabul ettiklerini kabul ettiklerini teyit etmektedir. Yalısudan b. Muhammed (330-35/941-66) daha nüfuzlu olan kardeşi Marbuzan (330-46/941-57) Ermenistan ve diğer Transkafkasya bölgeleri ve Darbend’i olduğu kadar Azerbaycan ve Arran’ı da fethettiği sırada Sahmiran’da kaldı ve Tarum’u idare etti ve merkezini Kuzey İran’daki Erdebil’den Musafıri hakimiyetine doğru genişleterek idare etmeye başladı. Abbasilerin inancı doğrultusunda idare eden 317/929’da Sacoğullarının tarih sahnesinden çekilmesinden sonra Ebu’l Hatim er-Razi’ye sığınak veren ve mühtedi dailerden biri olan Sacoğullarının bağlı bir idareci olan Muflih de dahil olmak üzere bölgedeki bağımsız yerel hükümdarlar arasında Azerbaycan rekabetin sahnesi haline gelmişti. 326/938’e kadar Harici Deysem İbrahim b. Kürdi Azerbaycan’ı kontrolü altına almıştı. Deysem ile onun veziri Ali b. Ebu’l Kasım Ali b. Cafer arasındaki kopukluğun getirdiği olumsuz havada 330/941’de ikincisi Tarum’a kaçtı ve Musaf’ırilerin hizmetine girdi. Başlangıçta Sacoğullarının mali memuru olarak hizmet eden Ebu’l Kasım Kuzeydoğu İran’da bir Karmati daisi olarak gizlice faaliyette bulunmakta idi. O, Merbuzan b. Muhammed’in, Azerbaycan’ı fethi konusunda onu cesaretlendirmede etkili olmuştu. Burada Deylem ileri gelenleri ve Deysem’in hizmetindeki ordudaki bazı görevliler daha önceden kazanılmıştı. Ebu’l Kasım’ın içinde birçok Karmati mühtedileri barındıran Deysem’in ordusunu kışkırtması ona karşı sadakatlerini bozmalarına ve Merbuzan’ı terk etmelerine sebep oldu. Bir süre sonra Marbuzan Ebu’l Kasım’ı kendi veziri olarak atadı ve ona Musafıri bölgelerinde birçok başarı kazandırdı. Karmati propagandası açık bir şekilde yapılmaya başlandı. Kendisi de gizli bir Fatımi daisi olan ve 344/955 yılında Azerbaycan çevresini ziyaret eden İbn Havkal, orada birçok Karmati gurubun varlığı hususunda bilgi vermektedir. Karmatilik açık bir şekilde, sonunda Tarum’a son Musafirilerin himayesi altında yayıldı. Selçuklulara boyun eğen Musafıri hamedanı sonunda Şahmiran ‘ı kendi bölgesine katan ve Rudbar’ daki dağ kaleleri de dahil olmak üzere Tarum’un diğer istihkamları Alamut Nizarileri tarafından ortadan kaldınldı. Aynı zamanda, Karmatizm, son Samanilerin egemenliğinde Maveraünnehir ve Horasan’da da devam etti. Kaynaklar, el Nesefi ve oğlundan sonra Doğu İran topraklarında gizlice çalışan dai yazarlar bazı bölük pörçük bilgileri eserlerinde korumaktadırlar. Bir İsma’ili fılozofu ve şairi Cürcan’dan Ebu’l Haytam Ahmed b. el Hasan el Cucani ve onun öğencisi Muhammed b. Surk el-Nisaburi’den başka Ebu’l Fal, Zangurz ve Atik gibi dailer vardı. Yine Horasan’dan pek az tanınan Nesefi’nin muhalif okuluna mensup Ebu’l Tammam vardı. Her şeyden önce, Ebu Yakub İshak b. Ahmed el-Sicistani Karmatilik propagandasını kendi özgün tarzıyla Horasan ve Sistan’da yapmaya çalıştı. O propagandaya belki Irak’ta olduğu gibi Ebu’l Hatim el-Razi’nin başarısıyla birlikte Cibal’de de başkanlık etmiştir. Fatııni halife-imamı el-Muizz’in bir çağdaşı olan dai el Sicistani, son kitabını tamamladıktan kısa bir süre sonra Safanlerin Sistan emiri Halef b. Ahmed (352-1003)’in emriyle bir kafir olarak idam edilmiştir.

Kuzey Afrika’da Karmati Propagandası ve Fatami Devleti’nin Kuruluşundaki Rolü

Fatımiler, 909-1171 yılları arasında Kuzey Afrika, Mısır ve Suriye’de hüküm süren bir İsma’ililik hareketine dayanan bir devlettir. Bu bölgedeki İsma’ili propagandası İsma’ili daisi İbn Hevşeb’in Abdullah eş-Şii’yi göndermesiyle doruk noktasına ulaşmıştır. 270/883’te İbn Hevşeb yeğeni Heytam’ı dai olarak Sind’e gönderirken Karmatilerin Magrip’teki iki daisi Hulvani ve Ebu Süfyan’nın ölüm haberini alınca yanında davet tekniklerini öğrenmiş olan ve ileride Fatımi devletinin temellerini atacak olan dai Abdullah eş-Şii’yi bölgeye gönderdi.

El-Şii olarak bilinen bu dai Ebu Abdullah Hüseyin b. Ahmed’in İsma’iliğe Güney Irak’ta kazandırdığı bir Yemen’li idi. İsma’iliğe geçtikten sonra Yemen’e dönerek bir süre, İbn Hevşeb ile çalışmıştı. 279/892 yılından Mekke’de hac için bulunduğu sırada, Kutama Serberilerinden bir grup hacı ile tanıştı. İbn Hevşeb’in talimatıyla dönüş yolculuklarında onlara katılarak, 280/893 yılında Magrib’e vardı. Kutama Serberileri daha önce İmam Cafer’in göndermiş olduğu iki dai aracılığıyla Şii düşüncelerle tanışmış olduğu anlaşılmaktadır. Başlangıçta Sedifin kuzeyindeki dağlık bölgedeki ikean’da yerleşen Ebu Abdullah, bugünkü Cezayir’in Küçük Kabiliye denilen bölgesinde yaşayan Kutama boyları arasında, Mehdi adına İsma’ili davasını yaymaya başladı. İsma’ili propagandası, Kutama Serberilerinin yanı sıra, Aglebilerin bu bölgede etkili bir denetimlerinin olmayışının da yardımı ile hızlı bir başarı kazandı. Ardından karargahını Tazrut’a taşıyan Ebu Abdullah burada Kutama’daki müritleri için, Irak ve Yemen’deki önceki dailerin yolundan giderek bir Dar’ül Hicre yaptı. Ebu Abdullah, Kutameliler’e yönetimini kabul ettirip, onları her biri güvenilir bir başkanın yönetiminde yedi bölük olarak örgütledikten sonra, İfrikiyye’nin fethini ve Sünni Aglebi hanedanın devrilmesini öngören ikinci aşamasını uygulamaya koydu.

Bu amaçla öncelikle planının gereği olarak, İfrikiyye’nin Aglebi yöneticisi II. İbrahim’i (261-2811874-901) kendi yanına çekmeye çalıştı. Bu gayreti boşa çıkınca O’nun üzerine bir orduyu (287/899) de gönderdi. Ancak bu harekatı da başarısızlıkla sonuçlandı. 289/902 yılında Mile ‘yi kolayca ele geçirdi ve kendisine yönelen iki Aglebi saldırısını püskürttü. Bir yıl sonra kendisi karşı saldırıya geçerek Aglebilerin batı topraklarındaki Serif, Tubra, Bilizume ve diğer kasabaları ele geçirdi. 291/904 yılında Magrib’in birçok şehri, bu Şii propagandacılarının eline geçti. Aglebi emirlerinden önce II. İbrahim’in ertesi yıl oğlu Ebu’l Abbas’ın ölümleri, bunun üzerine Aglebi tahtına Ebu’l Abbas’ın eğlenceye düşkün oğlu III. Ziyadetullah’ın (290-296/903-909) oturması ve devlet ricalinin, ülke halkının çoğunun kabul ettiği Şii mezhebi akidelerini benimsemesi, Ebu Abdullah eş-Şii’nin başarısına yardımcı oldu.

Nitekim Magrib’te propagandanın ilerlemesi bu hızla devam ederken hareketin merkezi Selemiye’de durum o kadar iç açıcı değildi. 289/902’de Karmatiler, Ubeydullah ile son dönemdeki ayrılıklarından dolayı Selemiye’ye saldırmak niyetinde idiler. Karmatilerden Zikreveyh ve oğulları 289/902’de Selemiye’yi ele geçirmelerinden hemen önce Ubeydullah bölgeden kaçarak Kuzey Afrika yolculuğuna başladı. Ubeydullah yanında oğlu Ebu’l Kasım Muhammed, başdai Firuz, kahyası Cafer ve az sayıda güvenilir adamlarıyla birlikte Filistin’de Remle’ye gitti. Ardından Zikreveyh ve oğullarının Selemiye giderek halkına ve Ubeydullah’ın geride bıraktıkları akrabalarına karşı vahşet uyguladı. Ubeydullah’ın Selemiye’de olanları duyması hızlı bir şekilde hareket etmesini zorunlu kıldı. Muhtemelen 291/903-904 yılında Mısır’a vardı . Burada, bir süreden beri kendi talimatları doğrultusunda İsma’iliği yaymakta olan dai Ebu Ali tarafından karşılandı. Mısır’da kalışı sırasında Firuz imamı terk ederek Yemen’e kaçtı ve orada Ubeydullah’a karşı ayaklanmayı kışkırttı . Yemen’in baş dallerinden İbn el-Fadl’ın desteğini alan bu ayaklanmaya, Ubeydullah’a sadık kalan diğer baş daisi İbn Hevşeb karşı çıktı. Abbasilerin izini sürmesi üzerine, Ubeydullah Mısır’da daha fazla kalamayacağını anladı ve yol arkadaşlarının beklediğinin aksine, Yemen’ e gitmek yerine daisi Ebu Abdullah’ın Kutame Berberileri arasında hatırı sayılır bir başarı kazandığı Mağrib’e gitmeye karar verdi. Aslında Yemen yolunun tercih edilmemesi Abbasilerce ve isyancı Karmatilerin yarattığı tehlikeyle karşılaşma riski olması nedeniyle idi. Bu tercihinin akıllıca olduğu da yolculuk sırasında ortaya çıktı. Ubeydullah Batıya doğru giderek Trablusgarb’a ulaştı. Ancak Kutamelerin yaşadığı bu ülkede Ebu Abdullah ile hemen buluşmayı başaramadı. Yoluna devam ederek Fas’ın doğusundaki Sicilmase’ye vardı. Bu bölge 772 yılından itibaren Mikrase’li berberi hanedanı Beni Mikrar’ın hakimiyetinde idi. Magrib’in bir kenarında adı geçen hanedanın yönetiminde küçük Tafilalt devletin başkenti idi. O sırada yönetim bir harici olan Alisa b. Mirdar’ın elinde idi. 292/905 yılına kadar Sicilmase’de kaldı. Yerini ve planlarını bildirmek için Ebu Abdulah’ın kardeşi Ebu’l Abbas Muhammed’i, Ebu Abdullah’a gönderdi. Ancak Ebu’l Abbas kardeşine ulaşmadan önce Kayravan’da Mağrib’in İfrikiyye denilen doğu bölümünü 184/800/ ve 296/909 yılları arasında Abbasiler adına yöneten yerel hanedan Ağlebilerin eline düştü. Bu arada, Sicilmase’de kalan Ubeydullah, Abbasilerin baskıları üzerine Mirdari emiri tarafından tutuklanmış yada ev hapsine konulmuştu. Ebu Abdullah’ da 296/909 yılında Kafsa ile Kastiliye’yi alarak, Kutamelerin tam desteğiyle Ağlebi başkenti Kayravan’ ı tehdit etmeye başladı. Aynı yıl Afrika’nın kilidi konumundaki Urbus’unda (Laribus) düşmesi son Ağlebi emiri III. Ziyadetullah’ı umutsuzluğa sürükledi. Emir, başkent Kayrevan’ın bitişiğindeki saltanat şehri Rekkasa’yı Ebu Abdullah’ın girişinden hemen önce terk ederek kaçtı. Abbasilerden yardım temin edilmeyince bu sonu hazırlamada etkili olmuştu. Son Ağlebi hükümdarı III. Ziyadetullah 296/909’da Mısır’a sürüldü. İfrikiyye’deki konumunu sağlamlaştıran ve kardeşi Ebu’l Abbas’a yardımcı olarak orada bırakan Ebu Abdullah, iktidarın dizginlerini, o ana kadar yüzünü görmediği liderine teslim etmek üzere Sicilmase’ye yürüdü. Sicilmase’deki Ubeydullah’ı özgürlüğe kavuşturdu. Ebu Abdullah, Sicilmase’ye giderken yolda bir başka yerel hanedan ile de mücadele etti. 777’den bu yana Batı Cezayir’deki Tahert merkez olmak üzere bir beylik kuran Rüstemiler Sünni Arap liderlerinin hakimiyetine bir reaksiyon olarak, radikal ve eşitlik prensiplerine uygun bir yapılanma içinde yer aldılar. Mağrip’deki diğer mahalli hanedanlar için olduğu kadar Hariciliğin ibadi koluna mensup olan Rüstemiler için de Ebu Abdullah’ın faaliyetleri olumsuz etkileri olmuştu. Nihayet 296/909’da Tahert, Ebu Abdullah ve Kutame Berberileri, Rüstemiler’e öldürücü darbeyi indirdi. Birçok Rüstemi katliama uğradı, geri kalanlar da güneye doğru Vargla vahasına kaçtılar.

Rebiyülahir 297/0cak 910’da taraftarların başında muzaffer olarak Rebaye’ya giren Ubeydullah İfrikiyye’nin önde gelenlerinin tümünün biatiyle halife ilan edildi. El-Mehdi unvanını alarak ilk Fatımi halifesi oldu. Kurduğu devlete veya alternatif halifeliğe Peygamber’in kızı Fatıma’nın soyundan geldiklerini iddiasına izafeten Fatımiler adı verildi. İsma’ilileri bu noktaya taşıyan dai Ebu Abdullah’tan Abbasiler’in Ebu Müslim Horasani’den kurtulmak istemelerine beraber şekilde İmam Mehdi’de kendisine İfrikiyye’nin yolunu açan Abdullah eş-Şii’den kurtulmak istemiştir. Ubeydullah’ın yalnız başına yönetime hakim olmasıyla İsma’ili hareket Ubeydullah’ın son dönemde ortaya attığı İmamlık ve Mehdilik ile ilgili değerlendirmesi ve ona karşı çıkıp itiraz eden Hamdan Karmat ve Abdan, Zikreveyh ve oğullarının isyanı ve sonunda Ubeydullah’ın kaçışı neticesinde Kuzey Afrika’da 20 yıl geçmeden devlet kurmayı başarmıştı. Böyle kısa bir sürede, Maliki Sünniliğin kalesi olan İfrikiyye’de (bugünkü Tunus) Fatımi halifeliğini kurdu. Böylece Şiileri iki buçuk yüzyıllık özlemleri, sonunda Afrika’nın bu bölgesinde yönetime geçtiler. Özellikle de İsma’ililer İslam dünyasının önemli bir bölümünde etkili oldular. Bu İsma’ili-Karmati grupları Irak, Suriye-Mezopotamya’da yapamadıklarını Bahreyn ve Afrika’da gerçekleştirmişlerdir.

Bu olayla İsma’ili-Karmati tarihinin ilk dönem olarak adlandırılan gizlilik dönemi, (devr-i setr) sona ermiş, İsma’ili imamının açıkça toplumunun başında olduğunu açık dönem, (devr-i zuhur/devr el-keşf) başlamış oldu.

Nasır-ı Hüsrev ve Bedahşan Karmati ve İsma’ilileri

Mustansır döneminin bir başka önemli İranlı daisi Nasır-ı Hüsrev idi. Ortaçağ İslam dünyasının önemli bir ilim adamı ve seyyahı olan Nasır-ı Hüsrev aynı zamanda İran topraklarındaki felsefik İsmailizmin önemli bir temsilcisidir. Nasır-ı Hüsrev 394/1004’te Belh yakınlarında doğdu. Gençliğinde Gazneliler ve onların halefleri olan Selçukluların hakimiyetindeki Merv’de idari görevlerde bulundu. Kırk iki yaşında olmasına rağmen Nasır, İsma’ililerin içinde yer aldığı bir ayaklanmaya şahit oldu. Bu ayaklanmadan kısa bir süre sonra 437/1045’te görevinden ayrılarak zahiri sebebi Mekke’ye hac yapmak olan uzun bir yolculuğa başladı. Bu yedi yıllık seyahati Sefername adlı eserinde özetledi. Nasır-ı Hüsrev 439/1047’de Fatımi merkezine ulaşmıştı. Aynı yıl dai Muayyed de oraya ulaşmıştı. Nasir, dai olarak yoğun bir şekilde eğitim aldığı Kahire’de üç yıl kaldı. Bu dönemde el­ Mustansır’ı gördü ve aynı zamanda Fatımi-İsma’ili propagandasının merkezinde danışmanlık görevinde bulunan ve kendisine birkaç şiirini ithaf ettiği Muayyed ile de iyi ilişkiler kurdu. 444/1052’de Nasır-ı Hüsrev, Belh’e döndü ve bir Fatımi daisi olarak yada kendi söylemiyle Horasan hucca’sı yada baş daisi olarak göreve başladı. O, Belh’te gizli karargahını kurdu ve buradan İsma’ili propagandasını Kuzey İran’daki Taberistan (Mazandaran)’a olduğu kadar Nişabur’a ve Horasan’ın diğer şehirlerine yaydı. Bununla birlikte 452/1060 yılında Sünni ülema tarafından Nasır bir mülhidlikle suçlandı ve evi yakıldı. Nasır bunun üzerine Bedahşan bölgesindeki Yumgan vadisine kaçtı. Orada Bedahşan’ın özerk bir İsma’ili emiri olan arkadaşı Ebu ‘l Mahalli Ali b. Esad ile sığınacak bir yer bulmaya çalıştı. Hakkında pek bilgi bulunmayan Yumgan dönemi, Nasır’ın hayatında 465/1072’den sonrasındaki ölümüne kadar sürdü.

İran topraklarında ve diğer bölgelerdeki Fatımi-İsma’ili daileri gibi Nasır-ı Hüsrev de Kahire’deki propaganda merkezi ilişkilerini sürdürdü. Uzakta bulunan Yumgan’da bile Nasır ilk dönem İsma’ili edebiyatıyla ilgilendi. Özellikle yazılarında onun fikirlerini açıkladığı el-Sicistani’den etkilendi. Bu sürgün dönemi boyunca, eğer daha erken değilse, Nasır İsma’ili öğretiyi Bedahşan’da yayılmasını sağladı.

Bedahşan İsma’ilileri ve onların Bindikuş bölgesindeki organizasyonun da kurucusu sıfatıyla Nasır-ı Hüsrev sorumlu idi. Aynı zamanda Nasir, 453/1067’de yazdığı Zubdatu ‘l Musafirin’i de içine alan şiir ve birçok felsefik-teolojik çalışmayı kapsayan, Cami el-Hikmateyn’i Bedahşan’daki İsma’ili koruyucusunun isteği üzerine 462/1070’te tamamladı.

Yine bu dönemde bölgede etkin olan bir başka İsma’ili daisi Abdulmalik b. Attaş’tır. O, 460/1070’lerin başlarına kadar Selçuklu hakimiyetindeki topraklarda İran İsma’ililerin tek baş daisi idi. Abdulmelik b. Attaş Selçukluların ana merkezi İsfehan’da gizli bir karargaha sahipti. Bilgili bir dai olan İbn Attaş İsma’ili propagandayı Kirman’dan Azerbaycan’a İran’da Selçuklu bölgelerinde bulunan çeşitli İsma’ili guruplarını merkezi bir şekilde organize eden ilk dai olarak görünüyor. O bu dönemde Irak’taki propagandanın da sorumlusu olabilir. Fakat onun merkezi idaresi Kuzey Horasan, Bedahşan ve Orta Asya’daki komşu bölgelerdeki faaliyetlerle sınırlı olma ihtimali vardır. Emirlerini Kahire’den alan İbn Attaş, aynı zamanda halefi olan ve gelecekteki bağımsız Nizari İsma’ili propagandanın ve Alamut merkezli devletin kurucusu Hassan Sabbah’ın kariyerini başlatmaktan sorumlu olan kişi olarak tarihçilerce kabul edilmektedir.

Bu bölgedeki İsma’ili-Karmatilerden günümüze ulaşmış yapılar mevcuttur. Özellikle dağlık bir bölge olan Pamirler’de (Gomo-Bedahşan Otonom Cumhuriyeti) bölgedeki İsma’ili halk tarafından saygı gösterilen birçok kutsal yer bulunmaktadır. Bu yerler İsma’ili Nasır-ı Hüsrev’in hatırasına bağlıdır. İlki Garm Çesme (Sıcak Sular) adlı kutsal pınarlar. İkincisi Çeşman-ı Nasır (Nasır’ın çeşmeleri) dır. Her ikisi de çok sayıda ziyaretçi gelmektedir. Birincisi, kaplıca (turaf); ikincisi de son dönemlerde sinema-tiyatro, kulüp ve mahalli entellijansın üyelerinin önemli bir eğitim faaliyeti yürüttükleri bir kültür parkına dönüştürülmüştür.

.

ORTADOĞU’DA MARJİNAL BİR HAREKET: KARMATİLER

(Ortadoğu’da İlk Sosyalist Yapılanma)

Yrd. Doç. Dr. Abdullah EKİNCİ


AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-7

Nisan 26, 2023

AĞAÇ PERİLERİ DRİYAD’LAR

Akdeniz coğrafyasındaki bütün bitkiler, özellikle ağaçlar, insan gibi canlı varlıklar olarak algılanageldi hep… Çünkü onların gövdelerinde ve yapraklarında, Driyadlar denen perikızları yaşardı. Bu güzel mi güzel perikızları, bedenlerinde bulundukları ağaçlarla birlikte yaşar ve bütün canlılar gibi günü geldiğinde toprağa karışıp özsuya dönüşürlerdi. Sonra da onu kökleriyle emen diğer bitkilerin bedenlerine geçerlerdi yeniden… Böylece Driyadlar; bedenden bedene geçerekten yaşamlarını sonsuzca sürdürüp giderlerdi…

Geceleri karanlık iyice bastığında onlar, yaşadıkları o gür ormanlardaki ağaç bedenlerinden ayrılıp el ele tutuşurlar, birlikte söyledikleri çok ince ve dokunaklı bir ezginin eşliğinde oyunlar oynar ve yaşam denen o evrensel hazineyi, ürpertici bir sevinç çığlığına dönüştürürlerdi… Sonra da ayrıldıkları ağaçların ve bitkilerin bedenlerine yeniden dönerlerdi… O yüzden insanlar gibi aşkları, sevinçleri ve gözyaşları olan ağaçların ve büyük ormanların bol olduğu Akdeniz ülkeleri; bütün canlılarda var olan yaşama sevincini dillendiren tiyatrolar ve stadyumlarla dolup taşıyordu… Çünkü Akdeniz coğrafyasındaki dağlardan denizlerden yaşama sevinci püskürürdü hep! Gene o yüzden soylu ozanların alınlarını defne dalından, yengi kazanmış sporcularınkini ise zeytin dalından çelenklerle süslerdi oralı halklar…

Zaten ağaçların dilini anlayanlar, onlara balta vurulduğunda Driyadların kanlarının aktığını, ağlayıp inlediklerini rahatça görüp duyabilirlerdi! O yüzden ormanlar ta eski çağlardan beri, barış içinde, kardeşçe yaşayan mutlu halkların simgeleri olarak algılanageldi hep. Buna karşın Mısır coğrafyasında örneğin, orman yokluğu yüzünden, yaşam sevinci ve ölümsüzlük; mumyalanıp mezarlara, ehramlara gömülmüştü hep…

İşte bu bağlamda, Akdeniz ülkelerinin birinde bir zamanlar Kliti (Klity) adındaki güzel mi güzel bir kızın serüvenleri, hep dilden dile dolaştı. Kliti, çok zaman tek başına, evlerine yakın tarlalara gidip oralarda gezer tozar; çiçeklerle böceklerle oynaşır, sonra da çimlerin üzerine uzanıp gün boyu gökyüzünde tanrı Helyos’un atlı arabasıyla koşturduğu güneşi izlerdi… Çünkü güneşe ve onun ışığına tapıyordu Kliti. Onsuz bir dünyanın varolamayacağını duyumsuyordu iliklerine dek. Ne var ki uzun süre bakamıyordu gökyüzüne; çünkü gözleri yanıp sulanıyordı o renk renk ışık hengâmesinden…

Bir gün Kliti, çok sevdiği güneşin atlı arabasında tanrı Apollon’un da oturduğunu öğrendi sabah yıldızından… Buna çok sevinen Kliti, o gün hep güneşin arabasını ve orada oturan tanrı Apollon’u izledi… Bu arada Kliti’ye tutulan Apollon da, kendisini gökyüzünde izlerken onun gözlerini yakıp sulandırmaz oldu. Ve sık sık tanrı Helyos’la birlikte aynı arabada, güneşi gökyüzünde koşturmaya başladı Apollon. Böylece Kliti de artık her gün gözleriyle tanrı Apollon’u akşama dek güneşin arabasında izliyor ve karşı dağın arkasına çekip giderken, ertesi sabah buluşmak üzere eliyle vedalaşıyordu.

Bir süre sonra Kliti’ye sırılsıklam tutulan ışık tanrısı Apollon da, hep beni gözleriyle izlesin diye bu güzel sarışın kızı, sapsarı bir çiçeğe dönüştürüverdi!.. Ve bu güzel sarı çiçeğe, “güneşçiçeği” adını taktı yöre halkı. Ama kimileri de “ayçiçeği” ya da “gündöndü” diyordu… İşte bu sarı çiçek, ta o zamandan beri güneşten yüzünü ve gözlerini ayıramaz oldu… Artık gökyüzünde güneşin arabası hangi yörüngede koşuyorsa, o da o yöne dönüp onu hep başıyla ve bakışlarıyla izliyordu…

Gene bu güzeller güzeli Kliti’nin dillerden düşmeyen serüvenine benzer bir serüven yaşadı Driyope ile İole adlı iki güzel kız kardeş… Driyope evliydi ve bir de bebeği vardı. Bir gün bu iki kız kardeş, bebekleriyle birlikte köyün ortak pınarına su almaya, biraz gezip tozmaya çıktılar… Pınara geldiklerinde kucağındaki bebeğiyle oynarken Driyope, yanında tepeden tırnağa çiçek açmış limon ağacından bir dalı, ne yaptığının bile ayırdında olmadan çekip koparıverdi! Ne var ki dalın koptuğu yerden ağacın kanı olan özsuyun damla damla akmaya başladığını görünce, eli ayağı birbirine dolaştı! Çünkü ağacın bedeninde yaşayan perikızı Driyad’ın çığlığını da duymuştu… Haliyle korkuya kapılıp kucağındaki bebeğiyle canhıraş koşarken, bir süre sonra aniden toprağa gömülmeye başladığını sezinledi. Bir eliyle bebeğini sıkıca tutmaya çalışırken öteki eliyle de; “Eyvah, ben ne yaptım?” diye saçını başını yoluyordu… Ne var ki eline bakınca saç yerine bir tutam limon yaprağı gördü avucunda…

Ağlayan bebeğini emzirmek isteyince de memelerinin katılaştığını ve sütünün kesildiğini anladı! Yanına koşarak gelen kız kardeşi İole; gittikçe dal budak sarıp ağaçlaşan kız kardeşine sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Az sonra da bütün bedenini bir kabuk tabakası sardı Driyope’nin… Zar zor; “Hiç de günahım yok benim!” diye bir şeyler söylemeye çalıştı…

“Çocuğumu alın hemen! Bir süt nineye verin. Sık sık onu dallarımın altına getirin. Gölgemde koşup oynasın; burada yanımda büyüsün!.. Ama ağaçların dallarını, yapraklarını koparmasın sakın! Onlar da benim gibi bir anadır.” Sözlerinin burasında sustu… Çünkü yüzünü, dudaklarını bir kabuk sarıp kapatmıştı!..

Driyope artık arkadaş edindiği bütün ağaçlarla ve bedenlerinde yaşayan Driyadlarla birlikte kardeşçe yaşayıp gidiyordu.

Gene Driyope, gölgesinde bütün çocuklar güle oynaya büyüsünler, kardeşçe yaşamayı öğrensinler diye yapraklarını avuç içi gibi açıp günışığıyla besleniyor; renk renk çiçeklerle, çeşit çeşit meyvelerle donanıyordu… Kardeş edindiği bütün ormanların ağaçları gibi… 

Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan


MEVLEVİLİKTE KUTSAL YAPILARIN MİMARİSİ: ALLAH’A ADANMIŞ YERLER

Nisan 26, 2023

Mevlevi Tekkesi

Mevlevi Tarikatı inananlardan, dervişlerden oluşan bir tarikattır ve Sufilik sadece bir felsefe değildir. Sufi öğretileri ve uygulamaları hayatın bir parçasıdır ve yaşandıkları özel mekanlar vardır. Kısacası tarikatlar, var olmak ve yayılmak için binalara ihtiyaç duyar. Mevlevi tarihinin de birçok diğer tarikat gibi kendine has coğrafi yerleri ve mimarisi vardır. Kutsal olan, mimariye girdiğinde materyal olarak değer bulur. Eğer bugün tarikatın genel tarihi üzerine batı zorlamalarla çalışılıyorsa, bunun sebebi her tekkenin mimarisinin özel bir etüt alanı olmasıdır. Bu konuda yazılı olan materyaller oldukça fazladır ve Mevlevi Tarikatı’nın tarihinin, her mimari eserin çalışılması ile yeni bir ifade kazandığı söylenebilir. Mevlevi Tarihi’nin bu konudaki problemleri bir yana, tekkeler hakkındaki her bilgi sanat tarihinin alanına girer. Ayrıca İslam şehirlerini düşünecek olursanız, bu dini mekanların şehirdeki dini eğitimin ve ona bağlı olan bütün dini uygulamaların merkezi olması amacı ile kurulduğunu fark edersiniz. Konstantinopolis’in dini politikası, Türkler tarafından fethedildikten sonra yönetimin kontrolü ile gerçek bir İslam şehrine dönüşmek olmuştur. Mevlevihanelerin mimari yapılarını inceleyerek Mevlevilerin iç dünyasına girmeye gayret edelim.

Mevlevi Tarikatı’nın binalarını tanımlayan altı temel kelime şudur:

«tekke, zaviye, hankah, dergah . asitane, Mevlevihane” . Tekke, zaviye ve dergah gibi bazı terimler diğer tarikatlarda da kullanılmaktadır; ancak her zaman aynı anlama gelmeyebilir. “Zaviye” kelimesi “Sufi mekanı” demektir ve Arapça kökenli bir kelimedir. “Ribat” kelimesi de -Mevlevi geleneğinde kullanılmasa da- Arapça kökenlidir ve “Sufiliği yayan kişilerin durakladıkları küçük yer” anlamına gelir. Bu mekanlar mimari olarak sadedir. Aslında “zaviye” kelimesi, “Mevlevi Manastırı”nın tümü anlamına gelen dergahların her bir bölümüdür. Ancak zaviyelerde derviş adaylarına eğitim verilmez. Bu adaylar eğitim verilen özel tekkelerde ders alırlar. “Zaviye” için, Mevlevi misyonerlerin yolculukları sırasında kaldıkları hanlardır, denilebilir, Zaviyelerde birkaç gün kalınabilir ve Mekke’ye hac yolcuğuna gitmek için burada bekleme yapılabilir. Osmanlı İmparatorluğu’nun bir bölgesindeki tekkeden başka bir bölgesindeki tekkeye gitmek için yolculuk ederken de zaviyelerde kalınabilir. Osmanlı ve Mevlevi terminolojisine girmemiş bir kelime olan “ribat” kelimesinin anlamı aslında ülkeyi düşmanlardan korumaya yarayan birliktir. Belki de Mağripli Sufilerin kendi bölgelerindeki kıyıları ve toprakları silahlı olarak korumakla görevli olduklarından dolayı, önceleri “ribat” askeri bir kelime olarak kullanıldı; ancak daha sonra “küçük Sufi binası” anlamı kazandı. “Ribat”, daha sonraki dönemde Sufilerin Tanrı’ya giden yollarını tıkayan tutkularından ve benlik gururlarından kurtulmak için savaş verdikleri küçük tekke olarak kabul edildi.

Sema eden dervişler için “dergah” kelimesinin çok özel bir anlamı vardır. “Dergah”, Farsça bir kelimedir ve der “kapı” anlamına gelir. “Dergah”, kısa zamanda, “dervişlerin ve şeyhin oturduğu yer” anlamını kazanmıştır. “Dergah”, tarikata girmek isteyen adayların kabul edildiği zaviyedir. Bir de “hankah” kelimesi vardır ve “ev, hane” anlamına gelir; burası eğitim verilen bir mekandır. Mevlevi terminolojisinde eğitim verilen binanın tam karşılığı “asitane”dir. Dergah’ın değeri, içinde oturan kişilere ve onların manevi kudretine bağlıdır. Ayrıca dergah, çoğu zaman tarikatın temellerini atan mistik kişi, kutsal kurucu Rumi’yi de simgeler. Mevlevi Tarikatı’nda dergah kelimesi Konya Mevlevihanesi’ni betimlemek için de kullanılmıştır. Nitekim orada Rumi’nin türbesi bulunmaktadır. Dergah içinde onu Sufi manastırı yapan bazı kısımlar bulunur. Konya’dan sonra birçok Mevlevi mekanı olan tek şehir lstanbul’dur. lstanbul’daki beş Mevlevihane’den dördü dergahtır: Galata, Yenikapı, Kasımpaşa ve Bahariye (Beşiktaş). Üsküdar’daki Mevlevihane ise bir zaviyedir. Asitane dergah ya da hankahlar, eğitim verilen tekkelerdir ve derviş adaylarının meşhur 1001 günlük inzivalarını yapmaları için gereken her şey buralarda mevcuttur. Osmanlı topraklarına yayılmış olan yüz kadar tekkenin arasında pek de fazla asitane bulunmamakta, yalnızca on kadar asitane tüm tarikatın eğitim ihtiyacını karşılamaktadır. Birçok aday, tarikata günlük ihtiyaçları karşılansın diye, yani karınları doysun diye girmek isterdi. Asitaneler, hiç şüphesiz ayrılışlarına kadar orada kalan öğrencilerin, orada yaşamayı seçen dervişlerin ve hizmet edenlerin yiyecek ihtiyaçlarını karşılıyordu.

“Mevlevihane” terimi daha geniş bir tabirdir, bu bakımdan eğitim verilen yerlerden- (asitane) ve zaviyelerden ayrılır. Mevlevi. Tarikatı’na ait olan tüm binalar Mevlevihane’dir. Genellikle insanların ikamet ettikleri merkezlerden uzakta kurulan Mevlevihaneler, şehirlerin büyümesi ile o şehrin birer parçası olmuşlardır. Mevlevi tekkelerinin şehirlerin dışında kurulmuş olması dervişlerin halktan ayrılma isteklerini açıkça gösteriyor. Dervişler halk ile aralarına bir mesafe koymak ve ruhsal beklentilerinin farklı olduğunu, dünyasal meşguliyetlerden uzaklaştıklarını göstermek istemişlerdir.

Bu kutsal binaların mimarisi ile Mevlevi terminolojisi iç içe geçmiş olup birbirinden bağımsız bina ve bölümlerden oluşan bu mimari kompleksini bir dış duvar çevreler. Bu kompleksin içine Mevlevi terminolojisinde “cümle kapısı” denilen kapıdan girilir. İstisnasız herkes bu kapıdan içeri girebilir ve orada bulunan türbeye ya da kutsal kurucu dervişin mezarını onurlandırabilir. Konya Mevlevihanesi’nde de kalabalıkların, dervişlerin tekkesini gezmek için doldurdukları bu kapı, bugün de ayaktadır. Bazı durumlarda, Konya’ da olduğu gibi, Çelebi’ye özel bir kapı da bulunur. Yenikapı Mevlevihanesi’nin mimarisinde, cümle kapısı dışında padişaha özel bir kapı da bulunur. Bu kapı, padişahın ziyaretlerinde resmi olarak giriş yapsın diye konulmuştur. Kapı maddi olarak değersiz ve sıradan gibi görünse de Sufi doktrini bu alana özel bir önem verir. Allah ile birlik ve hakikate götüren Sufi yolu çeşitli menzillere aşamalara, mertebelere ve fiziksel mekanlara uğrar.

Büyük de olsa küçük de olsa bir Mevlevihane’ye girildiğinde karşılaşılan dünya farklıdır; ancak tüm Mevlevihaneler bir uyum içindedir. Bu Mevlevihanelerden birçoğu müzeye dönüştürülse de uzun yıllar bu onamlarda hüküm süren Mevlevi ruhu kendini hala hissettirir. Valeria Ferraro, doktora tezinde (2008) dervişlerin yaşadıkları kutsal mekanların 20. yüzyıl boyunca müzeye dönüştürülmelerini analiz etmiştir. Ziyaretçiler, müzeye dönüştürülen tekkeleri gezdiklerinde soğuk ve cansız bir onamlar karşılaşırlar; ancak yaşanmış olan gelenek hala canlı durmaktadır.

Girişte karşılaşılan bahçe tüm bölümleri çevreler. Merkezde bulunan semahane, Mevlevilerin sema yaptıkları yerdir. Genelde bahçenin hemen yanında bir mezarlık bulunur. Avrupalı gezginler tarafından en çok ziyaret edilen tekkelerden biri olan Galata Mevlevihanesi’ne girildiğinde, yol sizi Mevlevilerin ve bazı ünlülerin mezarlarının olduğu kabristana götürür. Bu patika izlenerek bütün kabristan gezilebilir. Mevlevihaneler ile kabristan iç içedir. Kabristanın girişinde “Hamuşhane” yazar. Bu “sessizlik evi” anlamına gelir. Derviş kabristanında ölüler, diriliş ümidi ile istirahat ederler. (Dervişler, semadan sonra da seremoninin devamı olarak genelde burada toplanırlardı.) “Hamuşhane” terimi: Farsça “hamuş”, “sessizlik” ve “ölüm” anlamına gelir. Rumi’nin çok değindiği ölümün derin bir sessizlik olduğu düşüncesi Mevlevihanelerin kutsal mimarisinde de yer bulmuştur. Mezarların üzerinde genelde ölünün soyundan bahsedilir ve mezarlar bambaşka bir araştırma ve çalışma konusudur. Burada, dervişlerin haricinde bir ermişin yanına gömülmek istemiş olan birinin mezarı ile de karşılaşılabilir. (Bakırcı, 2007) Osmanlı mezar yazıları İslam geleneğinde yeni bir olaydır ve bu yazılarda kesinlikle ölü hakkında övücü sözler bulunmaz; öyle ki ölü mezarında insani bir övgü olmaksızın sessizce istirahat edebilsin.

Mevlevi dergahının kalbi, hiç şüphesiz semahane, yani sema için yapılmış özel yuvarlak biçimli salondur. Bu salon büyük, yuvarlak ya da sekizgendir. Semahanede kıbleyi gösteren bir mihrap da bulunur. Dua edilirken dönülecek olan Mekke’nin yönü burada işaret edilir. Dervişlerin sema ettiği salonun merkezinin zemini genelde ahşaptır. Semahanenin tavanında bir kubbe bulunur ve bu kubbe evreni, dünyayı ve kozmik dansı simgeler. Duvarlarda dekorasyon amacı ile mistik ve Sufi yazılar bulunur. Örneğin Yenikapı Semahanesi’nde semanın Allah aşıklarının gıdası olarak çok değerli olduğu yazılıdır. Semahanelerde genelde ziyaretçilerin ve kadınların, tamamen kendilerinden geçen dervişlerin dikkatini dağıtmadan semayı izleyebilecekleri kapalı bir bölüm de bulunur. Üst katta bulunan bu bölümün yanında ”mutribhane” (enstrüman locası) vardır. Burada müzisyen olan dervişler tüm tören boyunca müzik yapar ve ritim verir. Bu salonlar camiye benzerler. Mihrap haricinde kürsü (minber) da semahanenin kısımları arasındadır. Nitekim semahaneler cami gibi bir dua yeri olarak da kullanılabilir. Semahanenin giriş kapısı mihrabın tam karşısındadır ve Ayin-i Şerif boyunca şeyh burada durur. Yeni yapılmış olan İstanbul tekkelerinin semahaneleri Anadolu’daki eski semahanelerden daha farklıdır. İstanbul’daki semahanelerde sema alanı, salonun tam ortasında bulunur. Bu sema dairesinin tam üstünde kubbe bulunur ve bu kubbe Kudüs’teki Mescid-i Aksa Camisini hatırlatır. İstanbul’daki semahaneler ve bu caminin büyük benzerliği, semahaneleri yapan mimarların Peygamber’in miracından esenlendikleri varsayımını doğurur. Mucizeye göre Miraç, kutsal şehir olan Kudüs’te, bu caminin olduğu yerde bir gece vakti vuku bulmuştur.

Sufiler için geceleri hacılık yolculuğu yapmak çok önemlidir. Bu yüzden o cami ile semahanelerin mimarisi arasında bir bağ olduğu düşünülebilir. (Tanman, 2007, s. 110-2)

Türkiye’de hala ziyaret edilebilen semahanelerin güzelliği Osmanlı devrinde Ayin-i Şerife katılmanın ne kazar güzel olacağı konusunda fikir veriyor. Gelibolu’daki Mevlevihane’nin tamamı semahane olarak inşa edilmiştir, yani Mevlevihane tek ve çok büyük bir semahaneden oluşur. Mevlevihanelerin kalbi işte bu semahane denilen yerlerdir. Mevlevihane ruhaniyetinin merkezi budur. Burada namaz da kılınır, sema da yapılır; Kur’an da Mesnevi de okunur.

Mutfak (matbah) hem dervişlerin beslenmesi için hem de derviş adaylarının (nevniyaz) ruhsal eğitimleri için çok önemlidir. Burada hem sanat hem de Mevlevi mistisizmi öğrenilir. Mutfak için “değerli, şerefli anlamına gelen “şerit” sıfatı kullanılır. Bu yerin tekkedeki adı Matbah-ı Şeriftir. Matbah-ı Şerifin ruhsal sorumlusu Ateşbazı-ı Veli’dir (Aziz Baş Aşçı). Bu isim, Rumi’nin zamanında yaşamış olan Şeyh Muhammed Hadim’den beri devam etmektedir. Derviş olmak isteyen adaylar “Ateşbaz-ı Veli”ye emanet edilirlerdi ve yolun başında olan bu zatların eğitimlerinden ve olgunlaşmalarından o sorumlu olurdu. Mutfakta iki koyun postu bulunurdu ve bunlar Ateşbaz-ı Veli’yi simgelerdi. Postlardan birisi “Sertabbah” denen eğitim sorumlusunun otoritesini, diğeri de şeyhin yardımcısı olan “Kazancı dede”nin otoritesini temsil ederdi. Matbah-ı Şerifin yanında, Meydan-ı Şerif denilen oda bulunurdu. Dervişler sabah namazı için burada buluşurlar ve namazın akabinde sessizce dua ederlerdi. Buradaki postlardan kırmızı olan Sultan Veled’in, beyaz olan da Ateşbaz-ı Veli’nindir. Mevlevi hayatında yetki sahibi olan kişilerin pozisyonları sade bir post ile simgelenirdi. Matbah-ı Şerif’te dervişler için ve derviş adayları için yemek pişerdi. Ancak misafirler ve ziyaretçiler için şeyhin hareminde bulunan mutfakta yemek pişirilirdi. Matbah-ı Şerif ruhsal inziva yeriydi. Çilehane de burada bulunurdu ve derviş adayı burada 1001 gün süren çilesini çekerdi. Aday bu çilehanede, ilk üç gün boyunca dua eder vaziyette hareketsiz dururdu. Bu üç günün sonunda Mevlevi Tarikatı’na girmek istediğini göstermiş olurdu, aday olarak kabul edilirdi.

1001 gün süren eğitimini tamamlayan adaylar dede, yani her anlamda derviş olurlardı. Sonrasında tekkede kalmayı tercih edebilirler ve bekar kalabilirlerdi. İsteyenler dünya yaşantısına da dönebilirdi. Tekkede kalan dervişler günün belli bir zamanını hücrelerinde dua ederek ve öğrencilerini yetiştirerek geçirirlerdi. Manastır hücrelerine benzeyen bu küçük oda dervişlere özel olan ortak bir koridora açılırdı. Koridorun girişinde ayakkabı koymaya yarayan bir yer bulunurdu. Sağda ya da solda bir ocak bulunur ve burada kahve içilirdi. Tarihi anlatılara göre kahve tüketimi Sufiliğin geçmişinde vardır. Kahve, Sufiler için öncelikli içecekti. Gece dua etmekte olan Sufilerin meditasyonuna yardımcı oluyor, içerdiği kafein onların uykuya dalmasını önlüyordu. Sufi yaşantısı için her zaman şu söylenmiştir: “az yemek, az uyku, az konuşma.” Mevleviler bu üç emri uygulamıştır. Dergahların kutsal mimarisi de bu sürekli çileci yaşamını yansıtmaktadır. Bu yeri kutsal kılan başka bir öge ise hiç şüphesiz dervişlerin intisap yolunda ulaştıkları mertebeyi simgeleyen postlardır.

Mevlevi mimarisinin daha başka karakteristik özellikleri de vardır. Semahane cami olarak kullanılmasa da mescit olarak kullanılabilir. Müslümanlar beş vakit ibadetlerini burada yerine getirebilirler. Küçük bir dua salonu dergahın içinde olabileceği gibi, bir evliyanın türbesinde de olabilir.

“Meşkhane”, Mevlevihane’de bulunması şart olmayan bir odadır. Anlamı “alıştırma yeri”dir. Burası dervişler için sema pratiği yapma yeriydi. Bu dairesel dönüşün tekniğini öğrenmek isteyen semazenler tahta üzerine çakılmış bir çivi üzerinde pratik yaparlardı. Bu dönüş sırasında yapılması gereken hareketlerin öğrenilmesi için bir zaman ayrılmalı ve özel bir yer hazırlanmalıydı. Bu eğitimden sonra semazen semahanede daha yaşlı dervişlerin yanında sema yapabilirdi. Mevleviler, yeni sema edecek olanlara meşkhanede “başlangıç seremonisi” (müptedi mukabelesi) yaparlar, akabinde Ayin-i Şerifte aralarına alırlardı.

Mimari kompleksi içinde ayrı ve en dünyevi olan onam şeyhin haremi idi. Burada şeyhin ailesinin kullandığı odalar haricinde bir mutfak ve misafir odası da bulunurdu. Dervişlerin eşleri ve anneleri de bu alanlarda misafir edilebilir, erkek ve kadınlar arasındaki ayrım ve sessizliğe zarar vermeden misafir edilebilirlerdi. Haremin yanında “Selamlık” denilen yer de bulunabilirdi. Şeyh burada misafirlerini ve davetlilerini kabul eder, onlara hoş geldiniz konuşması yapardı. Şeyh bu odada dervişleri de resmen kabul ederdi, burada dervişlere ünlü Mevlevi başlığı olan “sikkeyi” giydirirdi. Sikke giydirilmesi, kişinin tarikata girişinin törensel bir mührü gibiydi. Misafirler eğer biraz uzun bir süre kalacaklarsa burada misafir edilir, tekkenin günlük akışındaki olaylara katılırlardı. Ayrıca bu salonda sınıf farkı gözetilmeksizin dervişler, Osmanlılı yöneticiler, zavallı dilenciler aynı masada oturup yemek yerlerdi. Yenikapı Mevlevihanesi’nin tarihinde Farsça yazılmış şu beyitteki gibi:

“Bu sofrada halk ile soylu ayrımı yoktur/herkesin doyduğu sofradır bu.” (Arpaguş, 2009, s. 98)

Bahsetmemiz gereken en son yer, tekkede bulunan Sikkehane’dir. Sikke denilen derviş başlığı bu odada üretilir ve bu oda sadece Konya Dergahı’nda bulunur. Sikkehane, büyük ihtimalle ana salonun bir kat altında bulunmaktaydı; ancak 1816 yılında yapılan yenileme çalışmaları ile ortadan kalkmıştır. (Erol, 1 996, s. 283-6) Bu yüzden 18. yüzyıla ait bazı evraklar sayesinde, sembolik olarak çok önemli olan bu parçanın üretilmesi için özel bir bölüm olduğundan haberdarız.

Dışsal Ortam ve İçsel Eğitim

Mevlevi mimarisi, oldukça sembolik karakterde yapısal bir komplekstir. Dışarıdaki insanların betimlemeleri ve Mevlevilerin yaptıkları bazı mimari tanımlamalar ile Sufilerin şekil ve geometri dünyalarındaki kutsallığa biraz aşina olabiliriz. Dervişler estetik olarak güzel olan bu yerlerde sadece yaşamaz. Mevleviler bu şekilleri içselleştirir. Bu mekanlar kurulmadan önce zaten içsek bir ruhsal evrende mevcutturlar. Mevlevi mimarisi Sufi düşüncesi ve mistisizminin bir koludur. Bu düşünce ve mistisizm farklı türlerdeki yapılarda açığa çıkmıştır. Bu mimari aynı zamanda dervişe dolaylı bir etkide bulunur ve kendisi ile binadaki ögeleri mukayese etme imkanı verir. Hümeyra Uludağ, araştırmasında tekke yazıları konusunu incelemiş ve iç dekorasyonda kullanılan öğelerin Sufi düşüncesi ile olan ilişkisini işlemiştir. Çok ince işlenmiş levhaların, cama boyanmış kutsal resim, yazılar ve tarikatlarda kullanılan eşyaların kullanıldığı iç dekorasyon, Sufilerin ruhlarını tanımamıza yardımcı oluyor. Hiç şüphesiz tüm tarikatlardaki gibi Mevlevi tekkelerinde de uygun bir dekorasyon yapılması beklentisi vardı. Binaların dışında ve içinde çok yazılar vardır. Dekoratif öğeler ve hat yazıları Mevlevi binalarını donatmıştır. Bu kadar farklı öğenin iç içe geçtiği dışsal mimari ile Mevlevilerin faaliyetleri arasında çok büyük bir bağ vardır. Mevlevi geleneğinde bir mühür gibi iz bırakan bu objeler, mistik evrenin yaradılışının son aşamasının ögeleridirler. Nitekim bu öğelerin arasında yaşayan derin, iç dünyasını da bu kendi geleneğinin getirdiği dışsal onama uydurma ihtiyacı hissetmiştir. Sufi işte bu şekilde dünyaya Mevlevi perspektifiyle bakar ve günlerinin her anını bu bakışla geçirir. Sufi eğiliminin ve disiplininin de amacı budur. Tekke binalarının mimari ve dekoratif olarak bakımının yapılması ve zenginleştirilmesi, çilecilik yolunun bir parçasıdır.

Binaların girişinde her zaman vakıf ya da tekke olduğu yazılıdır. Galata Mevlevihanesi’nin girişindeki yazıda 1791 yılında Padişah 3. Selim ve kurucusu İskender Paşa zamanında tekkenin kurulduğu 36 dize ile anlatılmaktadır. Ana giriş kapısının karşısındaki tuğrasında padişah, tekkenin doğru ellerde olduğunu ve dervişlerin de onun kurumsal gölgesi altında himayesinde olduğunu ifade eder. Elimizdeki bilgiler bizi tarihi ve ruhsal açıdan oldukça aydınlatıyor ve dönemin politik ve dini durumu hakkında genel bir tabloyu önümüze seriyor. Bugün bu mekanları ziyaret eden kişiler yazıların manasını anlayamıyorlar; ancak Osmanlı devrinde Mevleviler bu yazıları anlayabilecek sosyal, estetik ve yazımsal yetiye sahiplerdi. Binaların her yerinde yazılar var, girişten iç kısımlara kadar. Semahanenin girişindeki yazı, Mevlevileri Rumi’nin “Ya Hazret-i Mevlananın naatı ile karşılar. Sufilik yolunun kalbi olan tarikata girmek sadece kurucu Rumi’nin aracılığı ile vuku bulur. Bu çile yolunu işaret eden ve Allah ile bir olmaya götüren odur·, Bu naat sema sırasında söylenmenin yanında, birçok yerde yazı ve iç dekorasyon olarak karşımıza çıkar. Tüm bu yazılar Rumi’ye atıfta bulunur ama Mevlevi Tarikatı’na ait sembollerle süslenmişlerdir. Bu sembollerden biri Mevlevilerin ünlü başlığı sikkedir. Tekkelerin kendine has hat yazıları, Mevlevi kültürünün bir parçasıdır ve her türlü zemin üstüne işlenmişlerdir. Örneğin Konya’da bulunan eşsiz hat yazıları semahanenin duvarları üzerine uygulanmıştır ve özellikle Yeşil Kubbe’nin içini doldurmuştur. Bu yazılarda bir renk cümbüşü vardır ve altın rengiyle yazılmış Arap harfleri duvarı bir mozaik eserine dönüştürmüş, Rumi’nin büyüklüğünü yansıtmaktadır. Örtü, cam, kumaş üzerine işlenmiş olan hat yazıları Mevlevilerin sanatsal olarak ne kadar üretken olduklarını göstermektedir.

İç dekorasyona amropolojik olarak bakarsak, Sufileri iç dünyasında gerçekten harekete geçirecek ve dua etmelerini sağlayacak bir öğe olduğunu söyleyebiliriz. Hat sanatı İslam ve Sufilik dünyasında çok değerlidir. İslam’da ikonaların yerini bu yazılar tutar. İslam sanatında insanın resmedilememesi, başka teknik ve motiflerin çıkmasına engel olmamıştır. Hat sanatı kutsal evreni sanat yolu ile ifade etme arzusu sonunda doğmuştur. Minyatür sanatı da bu şekilde Rumi’nin ve Mevlevilerin mesajını yansıtmıştır. Bazı marjinal gelenekler harflere ezoterik değerler ve simgeler yüklemiş ve yazdıkları yazılarda insan resmi ve yüzü figürleri ortaya çıkmıştır. Mevlevi Tarikatı’nda Ortodoks denebilecek -Bektaşi gibi- bazı gruplar bundan uzak durmuştur; ama onlar da hat sanatı eserleri üretiminden tamamen çekilmemişlerdir. Bu tipik hat sanatı eserlerinin örnekleri, hem mezarlıklarda hem türbelerde hem de semahanelerin yanlarında görülebilir. Türbelerdeki sandukalar yeşil renkli bir örtü ile örtülür ve bu önünün yamaları altın rengi ip ile işlenir. Örtünün üzerine farklı ayet ve Arapça dua içeren cümleler yazılır.

Allah’ın Adı, dört halifenin adı, Rumi’nin adı ve Allah’ı simgeleyen isim (Hu) her yerde nakışlanır, özellikle de semahanede. Bu yerler nötr olmaktan çok uzaktırlar, canlılıkları ve estetik yanları da yoktur. Duvarlar oldukça sadedir. Bir hat panosu, yazı, nakış içeren bir tablo koyularak duvardaki monotonluk kırılmaya çalışılmıştır. 19. yüzyılın sonundan 20. yüzyılın başına doğru -bugün bazı müzelerde görüleceği gibi- iç kısımlarda şeyhin fotoğrafı kutsal bir kişi olarak asılmaya başlandı. Şeyhin yüceltilmesi, Sufilerin mürşitleri ile yaptıkları biatleşmenin dışsal bir gösterimidir. Daha yakın zamanlarda ise Sufi öğretisini kuran en önemli kişilerin fotoğrafları tekkelerin iç kısımlarına asılır oldu. (Uludağ, 2005)

Duvarlara aydınlatma amacı ile asılmış olan kandiller bugün müzelerde sergileniyor; ancak zamanında bu kandillere de sanatsal başyapıt olarak yaklaşılırdı. Kandiller de değişik maddelerden yapılabilirdi: dallardan, üzerine hat işlenmiş camlardan … Mevlevi müzelerinin kataloğuna bir göz atarsak, kandillerin sadece aydınlatma gereci olarak görülmediğini anlarız. Sonsuzluğu simgeleyen devekuşu yumurtası bu tekkelerin duvarlarına süs olarak asılmıştır ve bunlar sema sırasında havayı değiştirmek amacı ile buhurdan olarak kullanılmıştır. Tüm bu aksesuarlar Mevlevilerin maddesel kültürüdür ve tarikattaki tipik hayat atmosferine aittirler.

Bu iç mimariyi oluşturan ögeler Mevlevi öğretisini ve uygulamalarını yansıtmaktadır; Tanrı ilk plandadır. Tanrı’nın ismi tekkenin her yerine işlenmiştir ve böylece dervişler gün boyunca nerede olursa olsun o ismi anmaktadır. İkinci planda olan figür Mevlevi Tarikatı’nın kurucusu olan Rumi’dir. Tekkenin birçok yerinde onun beyitleri hat sanatı ile işlenmiştir. Bu beyitler hiç şüphesiz okunuyor ve melodi ile söyleniyordu. İç mimaride bunların dışında tarikatın sembolleri de kullanılmıştır. Sikke denilen uzun tarikat başlığı sembolü çok kullanılmıştır. Son olarak tarikatın son dönemlerinde tekkenin bazı bölümlerinin girişine görkemli fotoğraflar konulmuştur. Şeyhin öğretisi ve ruhsal rehberlik vazifeleri ile Tanrı. Rumi ve tarikat figürleri iç içe geçmiştir.

Bir hipoteze göre dergahın iç mimarisi bir anlam taşımamakta da olabilir. Bazı alanların birbiri ile ilgisi olmayan birçok dekorasyon ürünü ile doldurulmuş olduğu doğrudur. Bunun tek amacı boş bir duvarı doldurmak da olabilir. Bir başka düşünceye göre de birçok farklı element doğru şekilde yerleştirilirse anlamını kaybetmez ama bu elementler birbirini destekler. Antropolojik tarihe göre tarikatın tüm dönemlerini kapsayan değişimleri göz önüne alırsak bu düşüncenin geçerli olduğunu söyleyebiliriz. 17. yüzyılın en üretken yazarı ve tüm Mevlevi tarihinin en önemli teorisyeni olan Ankaravi’nin metinlerinden aldığımız bilgilere göre iç dekorasyona özel bir önem verilmemesi gerekiyormuş. Buna rağmen Ankaravi, tarikatın sembolojisinin yansıtılması konusuna ısrarla değinmiştir. Daha ileriki zamanlarda, 19. yüzyılda tekkelerin içindeki yaşam zirveye ulaşmış, tarikatın sembolleri iç mimaride de uygulanmış, artık semboller ikinci planda kalmamıştır. Bu son devreye gelindiğinde, iç mimari daha önceki dönemlerde hayal edilebilecek olandan çok daha önem kazanmıştır. Osmanlı sanat tarihçileri gün geçtikçe bu mimarinin Batı dünyasından ve Avrupa’dan etkilenip etkilenmediğini sormaktadırlar. Bazı “sanatsal” ifadeler Avrupa kıtasının sanat formları ile kolaylıkla eşleştirilebilir. Bu soru oldukça ilginç ve karışık görünse de, tekkelerin iç mimarisi ve dekorasyonunun dervişlerin içsel yapıları ve içsel eğitimleri için önemli bir etki yaptığı bir gerçektir.

Giyimden Objelere: Eşya Kültürü Ruhu

Sufi öğretisi ile dünya malları arasındaki ilişki incelenmek istenirse, tarikatın kullandığı malların özel bir kültür mirası olduğu analiz edilmelidir. Ancak bunu yapmadan önce yazılı tarihe bir göz atmak gerekir. Sufilik ve İslam tarikatlarına ilişkin yakın döneme ait yazılı tarih, Mevlevilerin ruhsal dünyalarında kullandıkları araç ve gereçlere pek fazla değinmiştir. Aynı yaklaşım ile örneğin Katolik tarikatlara ve gruplara bakılacak olursa, sadece yazılı tarihe değil, sözlü tarihe, kişilere ve objelere de çok değer verildiği görülecektir. Avrupa’da yapılan araştırmalar tarikat ve grupların gelişimini ve önemli tarihsel problemleri oldukça fazla çalışmış ve analiz etmişse de maddi objelerin değeri konusundaki yazılı tarihe de o kadar az değinmiştir. Bu alanda çalışma yapan Türk araştırmacıların kesinlikle büyük çoğunluğu Mevlevi Tarihi konusunda çalışmaktadır. Bu araştırmacılar on yıllar boyunca Mevlevi Tarikatı için çok önemli olan bazı objeler, sanat tarihi ve artistik olarak etüt ermişler ve çok çaba harcamışlardır. Bu araştırmaların amacı marjinal bir bulguya ulaşmak değil, Sufileri ve dervişlerin kültürleri hakkındaki önemli noktalara dikkat çekmektir. Giysiler, yiyecekler ve objeler her kültürde var olan temel öğelerdir; çünkü sosyal grubun kendi içindeki ilişkisini ortaya koyarlar. Aynı zamanda dünyadan uzak denebilecek yüksek ve özel bir ruhaniyetin parçalarıdırlar. Bu yüzden maddesel kültür ve semboloji, Mevlevi tarihinin ve yazılı tarihinin kalbidir.

Dervişlerin hayatlarındaki anları ve yaşadıkları alanları ayıran kutsal mimari ve Sufi öğretisinin prensiplerini içselleştirmeye davet eden dekorasyon dışında, günlük hayatta kullanılan objeler de ruhsallığın maddesel hal alışının son aşamasını oluşturur. Rumi’nin biyografisinde, giysinin önemi hakkında şu sözler bulunur:

Şems ortadan kaybolduktan sonra, Mevlana kendisi için bir tünik (ferace) ve altın renkli yünden bir başlık yapılmasını emretti. Akabinde gömleğini açtı ve beline bir kuşak doladı, kuşağın uzunluğu yere kadar değdi (şekeraviz). Tipik Mevlevi pabucu giydi ve tuniğini düzeltti. Altı telli keman (rebap) getirilmesini emretti ve semaya başladı. (Yazıcı, 2003-04, s. 13-4)

Başlık: Mevlevi giysisi Sufi öğretisi ile ilişkili birçok semboller içerir.   Yukarıdan başlayarak bu giysiye değinelim. En üstte birçok ismi olan ünlü başlık bulunur. Mevlevi Tarikatı’nda bu başlığa genelde “sikke” denir; ancak bu başlığa teknik olarak, biçiminden ötürü “Mevlevi Külahı da denir. Sikke’nin bir diğer adı da “destar”dır. Sikkeye sade iken de ayaklara kadar inebilen kuyruklu ya da kuyruksuz bir yeşil kumaş dibine sarıldığında da destar denilebilir. Sikke oldukça basit bir koni biçiminde ve bal rengindedir. Bu başlık, el ile yapıldığı için ve konik şeklinin verilmesi için çok sıkı dokunması gerekmekte, bu da çok uzun zaman almaktadır. Bu sembolik giysinin taşınmasındaki mana kendi formunda gizlidir. Diğer tüm tarikatların başlıkları, üzerlerinde bulunan kumaş katları ile birbirinden ayrılır; ancak Mevlevi başlığında kumaş bulunmaz ve bulunmalıdır. Dervişlerin başlığı olan sikke, Allah tarafından Muhammed Peygamber’e açıklanan Tek Allah inancını sembolize etmektedir. Mevlevi sikkesi katlı değildir. Çünkü Tanrı çok değil tektir. Sikkelerin birbirinden farklı oluşu, tarikat içerisindeki mertebe farklılıklarına işaret eder. Sade semazenler, yani kutsal semaya katılan dervişler sadece sikke takarlar; ancak, onların şeyhi destar takar, yani sikkenin dibi daha kıvrıktır ve omuzlara kadar inebilen kırmızı renkli bir kuşakla çevrilidir. Derviş, kırmızı renkli kuşağı 1001 günlük çilesinin sonunda alır ve bu kuşak dede olduğunu simgeler. Eğer bu şeyh Peygamber’in soyundan geliyorsa kuşağının rengi yeşil olur. Ancak günümüzde sema töreni sırasında yeşil renkli destar kullanma geleneği benimsenmiştir. Bazen bu yeşil kuşak, sikkenin tam ortasına bağlanır ve konik biçim ikiye bölünmüş olur. Bu bölünme semanın başka bir temel prensibine atıfta bulunmadır; kuşak bu durumda ufuk çizgisini (Hatt-ı istiva) temsil eder ve yuvarlak olan salonu simgesel olarak ortadan ikiye böler. Bu, ruhun Tanrı’dan bedene inişini ve bedenin tutsağı olan ruhun Tanrı’ya dönüşünü bir yay biçiminde simgelemektedir.

Sikke: Tüm tarikatı birleştiren ortak bir noktadır, çünkü inisiyatik bir biçimde ölmeyi ve Tanrı ile buluşmayı simgeler. Sema da Peygamber tarafından “ölmeden önce ölünüz” sözünün gerçekleşmesini sembolize eder. Semada Mevleviler bu çilesel ve inisiyatik ölümü sahneler, başındaki başlık da mezar taşını simgelemektedir. Nitekim mezarlar da üzerlerine yapılan mezar taşları ile birbirlerinden ayrılırlar. Türk kültüründe bir saygı ifadesi olarak başa şapka takılır ve her bireyin şapkası ait olduğu sosyal grubu işaret eder.

Asırlar boyunca Mevlevi Tarikatı’nı simgeleyen başlık sikke olmuştur. Sikkenin şekil ve simge olarak kullanılması her yerde Mevlevi kültürünü betimlemiştir. Edebiyat ve şiirde de bu sembol bolca kullanılmış, Mevlevi tarihinde asırlar boyunca bu simgenin açıklandığı birçok yazı yazılmıştır. 20. Yüzyılın başında bir şairin şiiri şöyledir:

Nüsha-i kübraya zinettir külah-ı 

Mevlevi Alem-i ekberde heybettir külah-ı 

Mevlevi istemem Allah bilir ben 

başka zıb-ü saltanat En mukaddes 

cac-ı devlettir külah-ı Mevlevi 

Dalkavuk olmaz deden serpüşu yüksek olsa da 

İzzet-i nefse işarettir külah-ı Mevlevi

Eşrefi hakka erenler iktisa eyler onu

Vuslat-ı kurb delalettir külah-ı Mevlevi

(Ömer Faruk Huyugüzel, Şerife Çağın. Eşref Bütün Eserleri, 1 . baskı 2006, Dergah Yayınlan, s.465)

Tercümesi: Mevlevi’nin külahı, binanın kubbesine benzer. Külah; başı arşa dek yükselmiş; ariflerin binlercesini altında barındıran bir kubbedir. Külah, velilik şahının sikkesi kabul edilerek hal ehlinin, aşk mihrabını altında bulabileceği bir köşkün veya vahdet köşkünün kubbesidir. O kubbenin altında, salik, vecit olma ve kendine gelme hallerini yaşamaktadır.

(Hilmi Yücebaş, Şair Eşref, İstanbul, 1984, s.371-372)

Üstlük: Siyah olan bu giysiye hırka denir ve bu giysi Sufi öğretisinde ve tarihinde Peygamber’den haleflerine ve oradan da zincirin en son halkası olan tarikatın şeyhine geçen ruhsal kudret ve kutsamayı simgeler. Bu giyim aksesuarı yalnızca Sufi ve Mevleviler tarafından kullanılır. Rengi siyahtır ve bu renk başlangıcından beri İslam’ın gözde rengi olmuştur. Ayaklara kadar inen bu Mevlevi hırkası, yalnızca ritüellerde kullanılmaz, aynı zamanda bir üniformadır. 20. yüzyılın başında çekilen bir fotoğrafta, dervişlerin semaya başlarken bu mantoyu çıkardıklarını ve beyaz giysileri ile kaldıkları görülür, bu üzerinde düşünülmesi gereken bir harekettir.

Destegül ve gömlek: Destegül bir tür beyaz cekettir. Yakasızdır ve boyun kısmı V şeklinde açıktır. Düğmesi bulunmaz, biraz geniştir ve bele kadar inmez. Dervişler bu ceketin altına gömlek giyerler. Gömlek beyaz, kolsuz ve yakasızdır. Mevlevilerin Vücutlarının üst kısmını sarar.

Tennure: Giysinin bu kısmı Arapça “tennur” kelimesinden gelir. Kelime anlamı “ekmek pişirilen fırın”dır. Bu işte giyilen giysinin bu şekilde olduğu düşünülmektedir. Tennure tüm Vücudu kaplayan bir giysidir. Bu parçanın üst kısmında yaka ve kollar bulunmaz. Sadece gömleğin ve ceketin kolları bulunur. Bu giysi bele kadar iner ve belden itibaren çok geniş bir etek haline gelerek ayaklara kadar ulaşır. Mevlevi bu etek sayesinde sema sırasında bir hafiflik ve dairesellik atmosferi yaratabilir. İki çeşit tennure vardır. Birinci türdeki tennure günlük işleri yaparken giyilir ve eteği çok geniş değildir, sadece dizlere kadar iner. Rengi siyah ya da kahverengi -yeşilimsi bir renk olabilir. İkinci türdeki tennure ise sadece semaya özeldir. Beyaz olabileceği gibi gök mavisi, kırmızı ya da yeşil de olabilir. Sema, mistik ölümün sembolik ve inisiyatik temsili olarak yorumlanır. Sikke nasıl mezar taşını simgelerse, tennure de Müslüman’ın ölüm soyunuşunu ve kefenini simgeler.

Elif nemed: Mevlevilerin bellerine sardıkları kumaş kuşağa “elif nemed” denir. Bu 10 santimetre genişliğinde ketenden bir kuşaktır ve olukça uzundur. Bele dolandığında geniş alan kaplar. İsmi Arap alfabesinin ilk harfi olan “elif”ten türemiştir. Derviş adayları tarikata girdikleri anda bu kuşak bellerine bağlanır. Kuşak beli en az iki kere dolaşacak kadar uzundur. Artan kısımlara düğüm atılır ve bu fazlalık “Destegül” altına gizlenir.

Mest ve pabuç: Mest deriden yapılmış bir tür ayakkabı anlamına gelir ve ayakları bileklere kadar örter. Ayağın şeklini tamamen alır ve böylece dervişler semahanede rahatlıkla dönebilirler. Dervişler bu kutsal alanın dışında pabuç denilen hafif deri ayakkabıları giyer.

Mevlevi giysisinin bu bölümlerine tespih gibi objeler de eklenmiştir. Bu tespih ile Müslüman müminler, Allah’ın birbirinden güzel 99 adını zikrederler. Mevlevi Tarikatı’nda tespihler, cemaatin duasında ve bireysel dualarda çok farklı biçimlerde ve farklı sayıdaki boncuklarla kullanılmıştır. Bazı Mevlevi tekkelerinde binden daha fazla sayıda boncuğu olan tespihler bulunmuştur (en uzunu 1754 boncukludur). Bu objelerden en az tanınanı ise “mütteka”dır. Bu, sapı olan tahta bir sopadır ve alın buna dayanır. Böylece uzun dua saatleri sırasında uykuya dalınmaz. Dervişlerin uykuya dalmadan uzun dualar yapabilmeleri için özel teknikler geliştirdikleri bilinmektedir.

Sufiliğin bir başka tipik objesi, önce Kalenderiler tarafından kullanılan ve daha sonra Mevleviler tarafından benimsenen, dilenci kutusu diye de bilinen “keşkül”dür. Bir çeşit Hindistan cevizinin kabuğundan yapılan bu kap, derviş tarafından beline asılırdı ve derviş dilenirken karşılaştığı insanlardan aldıklarını buraya koyardı. Bu objenin sembolü hacılıktır; daha doğrusu dervişin içsel ve dışsal yolculuğu, göçebeliğidir.

Sufi ve Mevleviliğin diğer objeleri de “sancak” denilen tarikat bayrağı ve “alem” denilen bayrak direğidir ve ikisi de sembollerle doludur. “Teber”, ruhsal savaşı simgeleyen sembolik baltadır. “Pazarcı maşası ise tekke için alışverişe giden Mevlevi’nin taşıdığı bir obje idi.

Mevlevi Tarikatı’nın yaşamında yer etmiş olan bu objelerin oluşturduğu eşya kültürü, tarikatın hayatını ve ruhaniyetini öğrenmek için somut bir araştırma alanı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bugün bu objeler müzelerde bulunuyor ve ziyaretçiler ile Mevlevi Tarikatı’nın geleneğini yeniden yaşamak isteyen kişilerin dikkatini çekiyorlar. Bu eşyaların Mevlevi Tarikatı’nın kültürü ve ruhsal geleneğinin aktarılması için birer araç olduğu unutulmamalıdır. Rumi’nin entarileri Konya Müzesi”nde birer ruhsal hatıra eşyası olarak muhafaza edilmekte, hayranlık ve bu ermiş ile yakınlık hisleri uyandırmaktadır. Aynı objeler biçiminde hediyelik eşyalar da yapılmakta ve böylece Mevlevi Tarikatı’nın kültür mirası yayılmaktadır. Örneğin “sikke”, çok değerli bir sanat eseri olarak altından ya da gümüşten kolye ucu olarak işlenip satılır, Müslüman kadınlar ve Rumi’nin düşüncesine hayran olanlar tarafından takılır. Sikke, kişinin bu ideali yaşadığını sembolize eden rozetler olarak da bulunmaktadır. Günümüzde yapılan hat yazılarında (levhalarda) öncelikle sikke olmak üzere bu simgelere yer verilir. Levhalarda Rumi’ye bir yakarış olan “Ya Hazreti Mevlana” duası da bolca işlenir.

Ruhsal kültürün destekleyicisi olan bu maddesel kültürü oluşturan objeler, Osmanlı devrinde Mevlevi tarikatının atmosferini yaşamak için ısrarcı bir davetiye gibiydiler. Aynı objeler Cumhuriyet döneminde de sessiz bir çığlık gibi varlıklarını sürdürmektedirler.

ALBERTO FABIO AMBROSIO

DERVİŞLER TARİHİ, ANTROPOLOJİSİ, MİSTİK YÖNÜ

Çevirmen: Buğra Poyraz


NASIL ÖLDÜRÜLDÜLER-6

Nisan 25, 2023

GAZNELİ SULTAN MESUD  (1041)

Gaznelilerin büyük hükümdarı Mahmud’un vefatından sonra yerine küçük oğlu Muhammed geçtiyse de, ağabeyi Mesut kısa bir süre sonra onu tahtından indirip hükümdar oldu. Mesud, Muhammed’in gözlerine mil çektirip bir kalede hapsetti ve uzunca süre tahtta kalmayı başardı. Fakat sonunda Dandanakan Meydan Muharebesi’nde Selçuklulara yenilince gücünü kaybedip kaçtı. Ordusunun da isyanı üzerine hapiste bulunan kardeşi Muhammed ikinci kez sultan yapıldı. Mesut yakalanarak esir edildi, zincire vuruldu, hanımı Sare Hatun ile beraber Gîri Kalesi’ne hapsedildi ve bir müddet sonra da bu kalede öldürüldü. (17 Ocak 1041) Oğlu Mevdud, amcası Muhammed’e isyan ederek Gazne’ye girdi ve henüz dört ay kadar tahtta oturabilmiş olan sultanı yakalayarak öldürttü.

Gazneliler bundan sonra da taht mücadeleleri ile iyice yıprandılar ve nihayet 1191 yılında son Gazneli Sultanı Hüsrev Melik ve oğlu Behramşah, Gur Hükümdarı Gıyaseddin Muhammed tarafından esir edilip öldürülünce bu Türk devleti tarih sahnesinden çekilmiş oldu.

ALPARSLAN (1072)

Büyük Selçuklu Devleti hükümdarlarındandır.

1071 yılında kazandığı Malazgirt Meydan Muharebesi ile Anadolunun kapılarını Müslüman Türklere açmış,  bir  çok zaferler kazanarak devletini, imparatorluk haline getirmiştir. Selçuk Bey’in oğullarından Çağrı Bey’in küçük oğlu olup, iki ağabeyi ile giriştiği mücadeleden galip çıkarak ve onların hayatlarına dokunmayarak sultan olmuştur. 1072 yılında kalesini muhasara ettiği Yusuf Harizmî isimli bir kumandan tarafından, kendi çadırında, hançerlenerek şehid edilmiştir. Gerçek bir cani ve batinî olan Yusuf Harizmî daha fazla mukavemet edemeyeceğini anlayınca içkili bir eğlence tertip etmiş; gece yarısı, ele geçmesinler diye eşini ve üç çocuğunu öldürmüş,  sabaha doğru teslim olacağını ve Alparslan’la görüşmek istediğini bildirmiştir. Sultanın kendine olan aşırı güveninden istifade ederek yanına kadar sokulmuş ve çizmesi içine gizlediği hançeri  ile Alparslan’ı göğsünden vurarak şehid etmiştir. Tabi hemen yakalanan Yusuf Harizmî de oracıkta katledilmiştir.

Alparslan’ın, Yusuf  Harizmî’nin  hançerini yedikten sonra ihtiyatsız davrandığını itiraf ettiği ve “gururum yüzünden bu aciz duruma düştüm. Halbuki herhangi bir sefere girişirken daima Allah’tan yardım dilerdim” dediği rivayet edilmiştir.

Alparslan’ın hançerlendikten sonra dört gün daha yaşadığı ve cenazesinin Merv’e nakledilerek defnedildiği bilinmektedir.

ROMONES DİOGENES (1072)

Sultan Alparaslan’ın Malazgirt Meydan Muharebesi’nde mağlup ettiği Bizans imparatorudur.

Daha sonra serbest bırakılmış, fakat tekrar tahta çıkmasına müsade etmeyen üvey oğlu tarafından gözlerine mil çekilmek suretiyle Kınalıada’da hapsedilmiş ve 1072 yılının Ağustos ayında feci şekilde öldürülmüştür.

KUTALMIŞ OĞLU SÜLEYMAN ŞAH  (1086)

Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucusudur. Pek çok mücadelelerden sonra Melikşah’ın kardeşi Tutuş’un ordusuyla, Halep yakınlarında girdiği savaşta öldürülmüş, cesedi bulunarak Halep Kalesinin dibine defnedilmiştir. İkinci bir rivayete göre Süleyman Şah savaşı kaybedince kaçmaya çalışmış, ıssız bir yerde atından inip kalkanını bir tarafa fırlatmış ve kendisini yakalamaya gelen Tutuş’un adamlarını görünce hançerini çekip kendi bağrına saplayarak intihar etmiştir.

MELİKŞAH (1092)

Büyük Selçuklu hükümdarı Melikşah, Alparslanın oğludur.  Babasının şehid edilmesinden sonra tahta oturmuş,  bir çok zaferler kazandıktan sonra, genç denilecek bir çağda; henüz 37 yaşında iken, bir takım saray entrikaları ve Batinîlerin gizli gayretleri sonucu Bağdat’ta zehirlenerek öldürülmüştür. (20 Kasım 1092) Bu ölümde, hanımı Terken Hatun’un, Bağdat’tan çıkmaya zorlanan Halife Muktedî’nin ve nihayet bir ay kadar önce Batinîler tarafından hançerlenerek katledilen büyük Nizamülmülk’ün adamlarının payı olduğu rivayet edilmektedir. Sultanın zehirlenmesi işi yakın kölelerinden Hurdek isimli biri tarafından gerçekleştirilmiştir.

Cenazesi İsfahan’a getirilen Melikşah, mansıp kavgalarına girişen devlet erkanınca adeta unutulmuş  ve  sultanlara  yaraşır  bir  cenaze merasimi yapılmadan kabrine  defnedilmiştir.

NIZAMÜLMÜLK (1092)

Büyük Selçuklu Devleti’nin ünlü veziri Nizamülmülk, hem Alparslan hem de Melikşah zamanında devletin en yetkili ikinci şahsı olarak faaliyet göstermiş,  tarihe mal olmuş büyük hizmetleri ve  “Siyasetnâme”  isimli  eseriyle unutulmazlar arasına girmeyi başarmış yüksek bir şahsiyettir.

Ömrünün son günlerinde, Melikşah’ın hanımı Terken Hatun ve yerine geçmek isteyen hasmı Tacü’l-Mülk’ün entrikalarıyla görevinden alınan Nizamülmülk buna ziyadesiyle üzülmüş ve nihayet 96 yaşında iken Nihavend denilen şehirde, kendisine bir arzuhal vermek istediğini söyleyen Batinî bir suikastçı tarafından, göğsünden hançerlenerek şehid edilmiştir.  1092 yılının  Ekim  ayında vuku  bulan  bu  cinayet üzerine Sultan Melikşah’ın çok üzüldüğü ve eski veziri için Bağdat’ta üç gün yas ilan ettirdiği rivayet edilmiştir.

TERKEN HATUN (1093)

Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın hanımı olan bu kadın son derece büyük bir hırs ve cesaret sahibi idi. Devlet işlerine doğrudan müdahale ederek ve uzun yıllar Selçuklu hanedanı arasında kan dökülmesine sebep olarak faaliyet göstermiş; başta Nizamülmülk olmak üzere bir çok insanın bedduasını almış ve nihayet kendisine daha fazla tahammül edilemeyeceği anlaşılınca bir suikast sonucu öldürülmüştür. Bazı kaynaklarda hastalanarak öldüğü rivayet edilmiştir.

CAKA BEY (1095)

Anadolu Selçuklularının ilk dönemlerinde, Kutalmış  oğlu  Süleyman  Şah’ın valisi  olarak İzmir ve yöresinde hüküm süren Caka Bey, ilk Türk  denizcilerinden  büyük  bir  şahsiyettir, Süleyman  Şah’ın vefatından  sonra müstakil olarak hareket etmeye başlamış; Caka Beyliği’ni kurmuş, kısa zamanda büyük güç ve zenginlik kazanarak Bizans imparatorluğunu yıkma planları yapmaya başlamıştır. Bu arada kızını I. Kılıçarslan’la da evlendiren Caka Bey, Bizansın entrikaları sonunda, damadı tarafından çağrıldığı İznik’te, onuruna verilen bir yemek sırasında öldürülmüştür.

I. KILIÇARSLAN (1107)

Anadoluyu  Haçlılara  mezar eden  Sultan  I. Kılıçarslan,  Kutalmış  oğlu  Süleyman  Şah’ın oğludur.  1107 yılında Habur Nehri civarında, Büyük Selçuklu Devleti’ne bağlı Çavlı Bey’in askerleriyle savaşa tutuşmuş, ordusunun dağılması üzerine,  bizzat Çavlı Bey üzerine saldırdıysa da müthiş ok yağmuru altında Habur Suyu’na yönelmek zorunda kalmış, karşı kıyaya geçip kurtulmayı düşünürken, atı ve kendisi zırhlı olduğundan, nehrin ortasında suya gömülerek boğulmuştur. Cesedi bir tabuta konularak Silvan’a nakledilmiştir.

ŞAHİN ŞAH (1117)

Sultan I. Kılıçarslan’ın oğludur. Babasının Habur Nehri’nde boğulduğu sırada 11 yaşında idi ve yakalanarak Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar’ın yanına gönderilmişti. Isfahan Sarayı’nda yetiştirildikten sonra 13-14 yaşlarında iken saltanat mücadelesine girişmiş, saraydan kaçıp Anadolu’ya gelmiş, Konya’yı ele geçirip, Anadolu Selçuklu Sultanı olmuştur. 6 yıl kadar çeşitli mücadeleler vererek sultanlık yapan ve henüz 20 yaşlarına ulaşmış olan Şahin Şah, kardeşi Sultan Mesud’la giriştiği taht kavgaları sonunda mağlup edilip yakalanmış; önce gözlerine mil çekilerek kör edilmiş, fakat görme duyularını tam olarak yitirmemiş olabileceği düşünülerek, kardeşi Mesud’un emriyle ve yay kirişiyle boğulmak suretiyle öldürülmüştür.

İNANÇ HATUN (1133)

Doğu Anadolu’da 1100 yılından 1207 yılına kadar ayakta kalan Sökmenliler Beyliği’ni kuran Sökmen’in hanımıdır. Kocasının vefatından sonra, beyliğin başına geçen oğlu Zahirüddin İbrahim zamanında nüfuzu iyice artmış; hırs ve ihtirasla, iktidarı tek başına ele geçirmek istemiştir.

Zahirüddin İbrahim, annesinin gölgesi altında 14 yıl kadar hükümdarlık yaptıktan sonra 1126 yılında ölmüş ve yerine kardeşi Ahmed yahut Yakup hükümdar olmuştur. Bu oğullarının değil de, torunu II. Sökmen’in tahta çıkması için siyasî faaliyetlere girişen İnanç Hatun, emelini gerçekleştirdikten sonra bizzat idareyi ele almayı başarmıştır. Devlet adamları, bu ihtiraslı kadının bir süre sonra torununu da öldürerek tam istiklal ile devlete hakim olmak niyetinde bulunduğunu öğrenince, 1133 yılında onu boğarak öldürmüşlerdir.

DAVUD ŞAH (1151)

Doğu Anadolu’da kurulan Türk beyliklerinden Mengûcek Oğulları’nın kudretli beylerinden biridir. Melik İshak’ın oğullarındandır. Babasının ölümünden sonra onun memleketini kardeşleri ile bölüşmüş,  Erzincan’da hüküm sürmeye başlamıştır.

Erzincan Beyi Davud Şah, 1151 senesinde karısı tarafından yay kirişi ile boğdurulmuş ve bu kadın Davud Şah’ın Divriği’de hüküm süren kardeşi Süleyman Şah’ı çağırarak onunla evlenmiş ve memleketi onun idaresine teslim etmiştir.

KUTBEDDİN İSMAİL (1151)

Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın amcası olan Yakutî’nin oğludur.  Melikşah’ın zehirlenerek öldürülmesinden sonra hanımı Terken Hatun, İsmail ile evlenmiş, İsmail, Azerbaycan Türkmenlerini ve orada hüküm süren büyük emir  Sav Tekin’in  askerlerini  yanına  alarak İsfahan’a gitmiş ve Terken Hatun’la evlenerek siyasî mücadelelere girişmiştir. İsmail’in, sultan ilan edilen şehzade Mahmud’a rağmen daha geniş yetkilerle hareket ettiği görülünce Halep emiri Aksungur ve Urla emiri Bozan Beyler’e emir verilmiş ve onlar Kutbeddin İsmail’i yay kirişiyle boğarak öldürmüşlerdir.

BEG-TİMUR (1197)

Sökmenli Beyliği’nin son hükümdarlarından Beg-Timur, bin dinar altına satın aldığı kölesi Ak-Sungur’a çok değer vermiş, kısa zamanda onu kendi emirlerinden biri haline getirmiş, hatta kızı Ayna Hatun ile evlendirmiştir. Ne var ki, eline geçen fırsat ve imkanlarla iyice şımaran Ak-Sungur, kölelikten hükümdarlığa çıkma düşüncesiyle velinimeti ve kayınbabası Beg-Timur’u hunharca katlederek tahta oturmayı başarmış ve kısa bir süre hükümdarlık yaptıktan sonra 1197 senesinde ölmüştür. Bazı kaynaklarda Beg-Timur ile Ak-Sungur’un aynı tacirden satın alınan iki köle oldukları, Sökmenli Beyliği’ni ele geçirdikten sonra taht kavgasına tutuştukları Ve Beg – Timur’un, Batinîler tarafından öldürüldüğü yazılıdır.

GAZİ BELEK  (1124)

Artuklu Beyliği hükümdarlarından İl Gazi’nin yeğeni Belek kahraman, cesur, mert ve dindar bir kimse idi. Haçlılarla girişilen birçok savaşta büyük yararlıklar göstermiş, komutan olarak görev yapmış ve nihayet Harput ve Palu’ya sahip olarak kendine ait bir beylik kurmuştu. 1124 yılında, Halep yakınlarında, Haçlıları büyük bir bozguna uğrattığı sırada göğsüne saplanan bir okla şehid oldu. Bu düşman okunu vücudundan bizzat kendi eliyle çıkarmış, fakat oracıkta vefat etmiştir. Nâşı Haleb’e götürülerek defnedilmiştir.

NASIL ÖLDÜRÜLDÜLER?

YAZAN: AHMET EFE


Gündelik Hayatımızda Yeme içme-7

Nisan 25, 2023


Tütün

Mısır’ın ünlü mumyası, İÖ 1300’den kalma II. Ramses 1979’da Paris’te bilim adamlarınca incelendiğinde birçok bitkiyle doldurulmuş bağırsaklarında kıyılmış tütün yaprakları da bulundu. Eski Mısır’da tütün içilmediği bilinse de, bu buluş tütün bitkisinin varlığını kanıtlıyordu. Ama tütünü ilk tüttürenler Kızılderililerdi ve beyazların ilk kez Amerika’da karşılaştıkları koka gibi, törensellik atfettikleri bu bitkinin esiri olmuş değillerdi.

1492 yılı Kasım ayında Küba’ya yaklaşan Kristof Kolomb’un gemisinde Rodrigo Yerez adlı bir İspanyol Yahudisi de vardı. İspanya’da Yahudilerin sürgün edildiği bu yılda Rodrigo gemiye İbranice, Arapça, Keldanice bildiği için alınmıştı, çünkü ada halkından bu kadim dillerden hiç olmazsa birini bilenin çıkacağı umuluyordu. Yerez yurduna döndüğünde ağzından burnundan duman çıkıyordu, ilk tütün tiryakisi beyaz adam, içine şeytan girdiği suçlamasıyla hapsedildi ve tütün tanınana kadar hapiste kaldı.

Tütün bilimsel adı ‘Nicotiana tabacum’un tabacum kısmını Orta Amerika Tabago adası ya da Yukatan’ın tütün bölgeleri Tabaco ve Tabas-co’dan almıştır. Nicotiana ise Fransa’nın Portekiz elçisi Jean Nicot’nun (1530-1600) adından gelir; tütünü 1560’larda Fransa’ya getiren odur.

Tütün önce süs bitkisi olarak bahçelere ekildi, sonra öksürük, astım, baş ağrısı, kusma, aybaşı ağrılarına iyi geldiği iddia edildi. Doktorlar tütün yetiştiriyordu, hatta Vatikan’ın bahçesine de dikilmişti. 

1586’da Virginia kolonisinde bir buçuk yıl yaşam mücadelesi veren göçmenler pes edip İngiltere’ye döndüler. “Fena halde kokan buhardan başka bir şey olmayan tütün dumanını eğlence ve sağlıklarını sürdürebilmek için büyük bir şevkle çeken ve ağız ve burunlarından tekrar dışarı üfleyen” göçmenler tütünü hızla yaydılar. Ama tütün pahalıydı. Pipoyla içiliyor ve tabagieen denilen bir tür birahanede pipolar elden ele dolaşıyordu. Ceviz kabuğunu oyup kamış takanlar da vardı, gümüşten pipo yaptıranlar da. Zengin gençler için pipo içmek, dans etmek, ata binmek, kâğıt oynamak gibi bilinmesi gereken meziyetlerden biri olmuştu. Tütün içmesi öğreniliyor, dumanından halkalar yapılıp savruluyordu.

Tütünün paraları havaya savurmak olduğu tartışması başladı. 1605 yılında Oxford Üniversitesinde kralın da katıldığı felsefi bir toplantı düzenlendi. Kral kendisi de söz aldı ve tütünün medeni ülkelerde bulunmadığını, barbarlara özgü olduğunu savundu. Üniversite profesörlerinden Doktor Cheynell ise ağzında piposuyla kürsüye çıkarak, kahkahalar arasında tütünün yararlarını anlattı.

1619’da tütün ekimi yasaklandı. Virginia’da altın bulamayıp tütün yetiştirmeye başlayan göçmenler, kralın Ispanyollarla işbirliği yaptığını düşünmeye başlıyor, tütün taşıyan İspanyol gemileri yağmalanıp ganimet İngiltere’de satılıyordu. 1625’de yeni kral ithal tütünden vergi alma yolunu seçti. 1643’de tütün tekeli ihaleye çıkarılarak ekimi serbest bırakıldı ve vergiler arttırıldı.

Tütün İtalya’ya 1615’de girdi ve Venedik’te 1622’de olmak üzere şehir devletlerinde vergiye bağlandı. Otuz Yıl Savaşları tütünün yayılmasında büyük etken oldu. İsveçliler tütünü I630’da savaşa katılarak öğrendiler. Savaşın sonunda “bir kısmı tütünü içer, bir kısmı yer, bazıları burnuna çeker, kulağına sokana tesadüf etmediğime hayret ediyorum… Her biri onu niçin kullandığını ve niye kendisine iyi geldiğini söylemeyi iyi bilir. Bir kısmının gözlerine kuvvet verir, diğerinin dimağını açar, diş ağrısını, kulak uğultusunu def eder, uykusuzluğu, susuzluğu önler…” diye yazan Alman yazar Grimmelshausen tütünün ne derece yayıldığına tanıklık ediyordu.

Fakat savaştan sonra yasak dönemi geldi. Alman şehirlerinin çoğunda tütün yasaklandı. Eczane dışında satışına ve kullanılmasına cezalar getirildi. Yasak 1634’de Rusya’ya girdi; tütün içenlerin burnu yanlıyor, kırbaçlanıyorlar, mallarına el konuyordu.

Tütünü Osmanlı topraklarına Cenevizli tüccarlar getirdi. Kısa sürede herkes çubuk sahibi oldu. Tütün düşmanı IV. Murad’ın Iran seferiyle tütün bu ülkeye de girdi. Şah da tütün içmenin cezasını idam olarak belirledi. Portekizliler tütünü Hindistan, Filipinler, Çin ve Japonya’ya taşımışlardı. Yasaklamalar da başladı. Tütün Çin’e 1567’de girdi, 1641’de yasaklandı. Fakat 1644 Mançu işgalinden sonra yasak unutuldu. Japonya tütünle 1596’da tanıştı, yasak 1607’de geldi ve 1625’de pirinç ve sebze yetiştirilen yerler dışında ekimi serbest bırakıldı. 1630’a gelindiğinde misafire tütün ikram etmemek ayıp sayılmaya başlamıştı.

İtalya’da tütünün günah olup olmadığı tartışıldı. Papazlar kürsüde tütün içiyorlar, ayin boyunca cemaat aksırıp tıksırıyordu. 1642’de papalık tütün içmeyi yasakladı. Fakat bu yasağın, bu konuda soru soran Seville kiliseleri için olduğu söylendi. 1650’de ikinci yasak kararı geldi; bunun da St. Pierre Kilisesi için getirilmiş olduğu savunuldu. İtalya’da günah ve yasak tartışmaları 1655’de tütün tekeli şarap tekeliyle birlikte ihaleye çıkarılana kadar devam etti.

Tütün tekellerinin kurulmasıyla yasaklar kalkmaya başladı. Büyük Petro İngiltere’de tütüne alışmıştı, din adamlarının günah kararına karşı zevkle tütün içiyordu; 1698’de İngiltere ile tütün anlaşması yaptı ve tekel hakkını Mençikov’a verdi. Alman devletleri dışında tütün artık serbestti. Silahdar Fındıklık Mehmed Ağa, 1687 yılında hazine sıkıntı içinde olduğundan içki emanetinin yeniden kurulduğunu, meyhanelerin açıldığını ve tütüne de izin çıkarılarak gümrük konduğunu yazar. Tütüncülerin esnaf loncası halinde örgütlenmesi de 1725 yılında olmuştur. Bu dönemde yeni bir moda başladı. Soylular artık pipo içmiyor, enfiye çekiyorlardı. Dumanı başkasının yüzüne gözüne üflemek artık ayıp olmuştu. Osmanlı üst sınıfları da enfiyeye başlamıştı, yolda birbirine rastlayan tiryakiler hemen enfiye kutularını çıkarıp ikram ediyorlar, buna da ‘kaldırım sohbeti’ deniyordu. Esrarı kabaktan içmeye alışkın Ortadoğulular ise bu yöntemi geliştirerek nargile içmeye başlamışlardı.

18.yüzyılın sonuna doğru Amerika’dan puro alışkanlığı geldi. İspanya’dan İngiltere ve Fransa’ya yayılışı gene savaş yoluyla oldu. 1788’de Hamburg’da ilk puro fabrikası İspanya örneğine göre kuruldu. Napoleon seferleri ise Avrupa’da tütünün girmediği yer bırakmadı. Savaştan sonra Almanya’da tütün yasakları gene konuldu. 1830 devriminde talepler arasında tütünün serbest bırakılması da vardı. Tütün içmek devrimcilikle özdeşleşmişti. Almanya’da tütün içme yasağının kaldırılmasında Italya-Avusturya mücadelesi de etken oldu. İtalyan milliyetçiler tütün boykotu uyguluyor, tütün içeni Avusturya casusu ilan ediyorlardı. 1847’de İtalyanlarla Avusturya askerleri arasında çatışmalar başladı. Bütün Avrupa’yı saran 1848 Devrimi tütün özgürlüğünü de getirdi. 25 Mart 1848’de Berlin’de “şehir merkezinde ve civar sokaklarda, yangın tehlikesi olmayan yerlerde” tütün içme yasağı kaldırıldı.

1853 Kırım Savaşı sigaranın yayılmasında en büyük etken oldu. Sigara İspanya’ya Brezilya’dan gelmiş, 1844’de Fransa’da üretimi başlamıştı. Kırım’da İngiltere, Fransa, Osmanlı orduları ilk kez bu çapta sigara tüketilen bir ortam yarattılar. Savaştan sonra sigara alışkanlığı yayıldı ve birçok devlet puroyla rekabet edebilmek için iyi tütün ve sigara kâğıdı kullanımına özen göstermeye başladı. Birinci Dünya Savaşı başladığında sigara birincil asker ihtiyaçları arasına girmişti.

Tütünün yüzyıl arayla pipo, enfiye, puro ve nihayet sigara evrelerinden geçişi tütün kullanımının benimsendiği toplum katmanlarıyla ilgiliydi.

Tütün ilk kez pipoyla öğrenilmişti. Pipo içmek bol dumanlı, bol araç gereç ve zaman gerektiren bir uğraştı. Kadınların tütün kullanmasının söz konusu olmadığı bu dönemde, erkeklerin buluştuklarında pipo içmeleri için ayrı salonlar gerekiyordu. Puro 19. yüzyılda bu aristokrat biçimine karşı halkın seçeneği olarak yayıldı. Ama ne öğrenci beş dakika teneffüste tuvalette puro içebilir, ne de makine başındaki işçi purosunun külünü ne zaman dökeceğini kollayabilir. Sigara, tütün bu kesimlere yayılmaya başladığında imdada yetişti. Bunların ara biçimleri enfiye ve ağızlıktı. Üst sınıfların tercih ettiği enfiye, pipo kadar donanım ve titizlik gerektiriyordu, en önemli özelliği hanımlarla birlikte içilebilmesi ve mekân sorununu aşabilmesiydi. Enfiye kutusu, yelpaze ve mendil süslü aristokratlara yakışıyordu. Sonunda dört biçimi de seçme olanağı doğduğunda, sigara 6-7 dakikalık bir soluklanma fırsatı sağlamasıyla kitlelerin, puro işadamlarının, pipo ise kişisel özelliklere sahip olma iddiasını barındıran kişilerin, sanatçıların simgesi oldu. Kadınların pipo veya puro içmeleri bugün bile tuhaf karşılanan bir görüntü iken, uzun süre ağızlık, bir kadının görüntüsüyle ilgilenmesi, kendisine yakışanı bilip seçmesinin simgesi, sigara ile pipo arası bir seçkinliği temsil görevini yürüttü. Kadınlar gibi, fiyakalarına düşkün olmak zorunda olan kabadayılar da ağızlığı bu nedenle sevdiler.

Fakat bugünkü sigara paketine ulaşmak, hele Türkiye’de hiç kolay olmadı. Osmanlı devleti, topraklarında yetişen tütünün gelirini dış borçlarına karşılık olarak 1883 yılında kurulan Müşterek Menfaa İnhisar-ı Duhan-ı Devlet-i Aliyye-i Osmaniye, yani halkın bildiği adla Reji İdaresi’ne bıraktı. Osmanlı toprakları içinde tütün tekeline sahip olan Reji, tütünün fiyatlandırılmasından tartımına, depolanmasına kadar hep kendine yontar bir tutum sergilerken, köylünün kendi tüketimi için tütün ayırmasına bile göz yummuyordu. Reji’nin uygulamaları kaçakçılığa yol açtığında, Osmanlı Devleti bu tekele kendi kolluk gücünü oluşturma yetkisi tanıdı ve kolcularla ayınkacılar (tütün kaçakçıları) arasında süren kovalamaca on binlerce cana mal oldu.

Tütün, Saatli, Anahtarlı vb. markalar altında ve ikramiyeli 25 dirhemlik paketler halinde satılıyordu. Hacı Şeyhoğlu Ahmet Kemal, 1905’de 78 yaşında ölen, yani sigara öncesi dönemi gören dostu Halil Efendi’den nakleder: “Bir gün tütüncüye gittim. Her günkü gibi on para ile tütün kesemi uzattım. Tütüncü: ‘Halil Efendi, bugünden itibaren bandrol kondu, paket içinde satılacak, paketi 30 para amma ikramiyesi var. Belki bedava içersin,’ dedi. Ben hiddetlendim, ‘Görmeden alınan tütün nasıl içilir,’ dedim. Tütüncü, istersen beş para daha ver paketi kesip yarısını vereyim deyince 12,5 dirhem tütünü 0,375 santime almak çok ağır geldi. Bunun üzerine öfkelendim, otuz senedir geceli gündüzlü içtiğim tütünü o anda terk ettim .”

Tütün tezgâhlara bohça bohça yayılır ve ‘Amasya bamyası’ gibi kepenklere asılırmış. Kalın kıyım, ince kıyım, cıvan perçemi, ovalama, kasap gibi kıyım türleri varmış. Tütünün sarıldığı kâğıt da böylece yan sektör haline gelmiş. 1857’de İzmir’de Atnaşola Biraderler defter, kese kâğıdı yanında sigara kâğıdı da üretmeye başlamışlar. Nikolaki Seferoğlu ise niyetli, manili sigara kâğıdı üreticiliğiyle başlayan iş yaşamını büyük bir servetle kapatmasıyla dönemin ünlüleri arasına girenlerden. 1914 yılında Sigara Kâğıtçı Esnaf Cemiyeti de kurulmuş. Sigara kâğıdı üretimi vakıf ve derneklere tanınan imtiyazlarla taşraya yayıldığı için bugün bu ufak kâğıtlar toplumsal tarihin önemli tanıklıkları arasında yer alıyorlar. Yakın yıllara kadar ihtiyarlar paket sigaraya itibar etmeyip kaçak tütün içtiklerin den kâğıt ihtiyaçları da kaçak sağlanıyordu. Kendi kişiliklerine göre seçtikleri tabakalarında sergilenen işçilik ve sanat ise son dönem Osmanlı küçük üretiminin nadide örnekleriydi.

İttihatçılar Reji tekeline son veremediler, dış borç alabilmek için gene Reji’ye başvurmak ve imtiyaz süresini uzatmak zorunda kaldılar. Reji’yi kaldıran Cumhuriyet oldu ama tütün tekel konusu olmaya ve can almaya devam etti.

Cumhuriyet’in yirminci yılında Şükrü Saraçoğlu, “İki geniş gelir kaynağımız gümrük ve inhisarlardır. Bunların her ikisinde de sarsıntılara meydan vermeden halkı ve devleti memnun edici ıslahat yolundayız,” diyordu. İdare elindeki 1885 yılında kurulan ve 1994 yılına kadar çalışan Cibali Sigara Fabrikası’na yenilerini katarak, Tütün Islah Enstitüsü kurarak ve tüketicinin ihtiyacına yönelik yeni tarz ve biçimlerde ürünler hazırlayarak hizmet vermeye çalışıyordu. Örneğin, o zamanın anlayışına göre 500 veya 10’luk paketlerde sigara satılırken, paket alamayanlar için İkiz adıyla açık olarak ikisi bir arada satılan sigaralar hazırlanıyordu.

1935 yılında teneke kutuda satılan Gazi sigarasının ambalajı ve adı değiştirilerek Samsun adıyla piyasaya verildi. İlk filtreli sigara da 1959 yılında 300 kuruşa satışa çıkarılan Samsun oldu. Filtreli Samsun üretilmeye başlandığında “Filtreli sigaralar kötü vasıflı nikotin ve katranı fazla, sıhhat için zararlı tütünlerden imal olunuyor. Türk tütünlerinde ise süzülmeyi icab ettiren bir varlığın mevcudiyetine hiç kimse inanmaz” denilerek itirazlarla karşılanıyordu. Gerçekten de bu dönemde Türk tütünü dünyaca ün kazanmıştı. ABD ’de bir tütün ithalatçısı, Fuad Mehmet’e şunları anlatmıştı: “On beş seneden beri sizin tütünlerinizle meşgulüm. 

Harb-i Umumi’de tütünlerinizi almak imkânı kalmadığından müşterilerimize tütün beğendirmekte çok müşkilât çektik. Türk tütünlerine müşabih tütün yetiştirmek üzere birçok kıtalarda tecrübeler yaptık. Fakat muvaffak olamadık. Yalnız Kore’de yaptığımız tecrübeler bize ümid vermişti. Lâkin bunların da nefaseti sizin tütünleriniz kadar değildi. Müşterilerimiz bunu pek güzel takdir ediyorlardı. Amerika, tütünleriniz için çok ve geniş ihracat mahallidir,” (Fuad Mehmet, Amerika’da Türkler ve Gördüklerim, İstanbul, 1925).

1961’de mentollü Çamlıca ve 1969’da Samsun’un rakibi Maltepe piyasaya verildi. Uzun filtreli ilk sigara olarak da 23 Ekim 1971’de uzun Maltepe çıkarıldı. Tekel Meclis, Subay, Astsubay, Asker, Köylü, Birinci adlarıyla birçok kesim için sigara üretiyordu. Örneğin, Kulüp bitirimlerin, Birinci solcuların sigarasıydı. Her şeyin siyasallaştığı 1970’li yıllarda, 1976 yılında Maltepe paket deseninde yapılan değişiklikten sonra paket üstün de Nazi gamalı haçı bulunduğu, Bahar paketinin deseninin ise Mao’nun yüzü olduğu dedikoduları yayılmıştı.

Filtresiz sigaralar 1970’li yıllara kadar önemini korudu. Tekel 1977 yılında Yeni Harman’ın üretimine son verdi. Bu yıllar sigara kaçakçılığının başladığı ve ‘tombalacılık’ın önemli bir sokak mesleği haline geldiği yıllar oldu. Yılda tüketilen 3,5 milyar paketin 1 milyarının kaçak Amerikan sigarası olduğu 1975 yılında 6 milyar liralık dövizin kaçırılması söz konusuydu. Tütün üreticisi ülkede kaçak sigaralar her sokakta satılırken, sigara bulunmaz olmuş, Bulgaristan’da fason sigara yaptırılmak zorunda kalınmış, ‘hakiki’ Samsun tezgâh altına inmişti. Sonuçta ülkeye yabancı sigaranın ve tütünün girmesine yasal izin verildi. 1984’de yabancı sigara ithali başladı, 1986’da tekel kaldırıldı, 1988’de Tekel, “dünyaca ünlü Türk ve Amerikan tütünlerinden üretilen” Tekel 2000’i (1700 liraya) piyasaya verdi. Philip Morris ortaklığı 1992’de üretime başladı.

Tekel, enfiye, tömbeki ihtiyacını da karşılıyordu. 1933’de puro da üretilmesi kararlaştırıldı ve anlayanlarca halen çok beğenilen Pazar tütününden üretilen Tekel purolarının üretimine Havana’dan getirilen 22 kilo tütünle başlandı; bu tütünle dört bin puro üretilerek piyasaya verildi.

Olağan yaşam akışının sağlıksız olduğu kabul edilen kapitalist yaşam biçiminde ‘sağlıklı yaşam’ sürmek için ek çaba gösterilmesi gerektiği benimsenince, işyerinde insanın aklını başına getiren kahveye izin veren sistem, çalışanlarının sigarasının dumanına boğulup dalıp gitmesine, yani kendisine sigara içimlik zaman ayırmasına engel olmanın kuramsal temelini yakalamış oldu: Sigara sağlığa zararlıydı. Bundan sonra kovalamaca başladı, 17. yüzyıldan beri kazanılan mevziler teker teker kaybedildi ve sigara içilmesine izin verilen kamusal mekânlar gittikçe daraltıldı. Türkiye’de de sigara paketlerine uyarılar yazılmasıyla başlayan kampanya, 1996’da çıkarılan reklam ve kapalı yerlerde sigara içme yasağı getiren yasayla mühürlendi.

Ölümünden sonra bilgisayarında bulunan yazısında Halil Erdoğan Cengiz (1934-1993) şunları söylüyordu: “Uç yıl önce ortaya çıkan kimi sağlık sorunları son bir yıldır iyice üzerime abandı; (…) belâların büyükleri, kırk beş yılı aşkın süredir gece gündüz yanımdan hiç ayrılmayan, nefes darlığı, öksürük gibi külfetlerini bile benden uzak tutmaya özen gösterdiği izlenimini bırakan yâr-ı kadîmim tütünden kaynaklandı. Yıllar yılı ben onu yaktım, şimdi de o beni yakıyor, ödeşiyoruz. Bu satırları da tütünden şikâyet etmek için yazmadım. Amacım, dostları uyarmak: Sigara içmenin bedelini ödemek tasavvur edilebildiğinden de güç bir iş. Söylemedi deme sinler…”

Ağızlık, Çubuk, Pipo

Ağızlık kemik ve kehribardan yapılır, ahşapta yasemin, kiraz, pelesenkağacı yeğlenir. Kuka, fildişi hatta yeşimden yapılan pahalı ağızlıklar da var. Tek parçalısına ‘som’ veya ‘yekpare’, iki parçalısına ‘geçme’ denir. Ağza giren ucu ‘başlık’, sigaranın takıldığı ucu ‘etek’. Bazısının başlığına dişle tutulabilmesi için çentik atılır, bunlara da ‘damaklı ağızlık’ denir.

Çubuk, ortası delik, tek ya da çok parçalı bir gövdenin ucuna oturmuş, lüle adlı, içine tütün konulan bir başlığı bulunan uzun ağızlıktır. Çubuklar 30 cm’den 2,5 metreye kadar değişen boylarda yapılmıştır. Kışın kiraz, yazın yasemin ağacından çubuklar tercih edilir; sahibinin zenginliğine göre imamesi kehribar, gövdesi elmas, yakut süslü çubuklar da vardır.

Konaklarda çubukçu ve ateşçiler çalışır Çubuk içecek olanlar, ev sahi birinin zenginliğine göre ahşap veya değişik metallerden yapılmış düz bir tabla olan ‘takatuka’nın çevresine otururlar, omuzunda her konuk için ayrı çubuk taşıyan çubukçubaşı gelir ve diğer çubukları yerinden oynatmadan çubuğun imamesini konuğun ağzına uzatarak takatuka üstüne yerleştirir. Bu sırada ateşçiler, içinde ‘fındık ateşi’ denilen, köz halinde küçücük kömürler bulunan küçük bir mangalla gelir, lülelere ateş yerleştirirler. Elbette çubuğa kahveler de eşlik eder.

Çubuk devletin en üst katında, sadrazamın bulunduğu toplantılarda da eksik edilmemiştir. Hatta bu toplantılardan ‘çubuk sürme’ terimi de çıkmıştır. Minderlere, sadrazamın karşısına şeyhülislam gelecek biçimde, 

rical rütbesine göre oturur ve çubuklar yakılıp görüşmelere başlanılır, işte görüşmeler sırasında sözünü dinletemeyip canı sıkılan biri olursa, çubuğunu sürerek dışarı çıkar, ‘infial’ halini anlatan bu hale çubuk sürme denir.

Tütün her yerde önce çubuk-pipo benzeri aletlerle içilmiştir. Osmanlı ise çubuğu özellikle sevmiş, oturma biçimi bağdaş kurma olduğu için daha uzun çubuklarla keyfine keyif katmıştır. Tütün ev veya kahve dışında, açık havada veya yürürken içilmeye başlandığında, çubuk ve piponun yerini puro ve sigara alacaktır.

Piponun ortaya çıkışı tütünden çok öncedir, hatta piponun tarihinin insanlık tarihi kadar eski olduğu bile söylenebilir, çünkü tarihöncesi döneme ait birçok arkeolojik kazıda demir cevheri veya pişirilmiş kilden yapılmış pipolar bulunmuştur. Ahşap pipoya rastlanmamasının nedeni ahşabın dayanıksızlığı olabilir. Bu pipoların bir bölümü tütsü kabı ve buhurdan, bir bölümü de, halen Okyanus adalarında devam eden, çeşitli otların tütün gibi içilmesi amacıyla kullanılmış gerçek pipolardır. Bugüne kadar bulunmuş olan en eski pipo, Kuzey Amerika’da gün ışığına çıkarılmıştır ve İO 5-6 bin yıllarına tarihlendirilmektedir.

Modern yani bugünkü biçime benzeyen ve tütün içilen pipoların tarihi Jean Nicot’ya dayandırılsa da, ilk pipoların Avrupa’ya Latin Amerika’dan Ispanyol ve Portekizli denizciler tarafından yerlilerden alınıp getirildiği daha akla yakın gelmektedir. 16. yüzyıl sonlarına gelindiğinde pipo Avrupa’da iyice yaygınlaşmış, Hollanda, Ingiltere, Prusya’da pipo yapımına başlanmıştır. Modern anlamda pipo yapımı ve tütün kesiminin öncüsü olan Fransa’ya ise pipo biraz daha geç girmiştir. XIV. Louis’nin ordularının fethettikleri topraklarda pipoyla tanışmasından sonra, pipo Fransa’da askerler ve halk arasında popüler olmuş, Louis askerlere tütün tayını tahsis edip, her askerin pipo ve gerekli avadanlıkları (çakmaktaşı, pipo kaşığı vb.) taşıması zorunluluğunu getirmiştir.

Piponun halk arasında entel veya snob işi olarak görüldüğü doğruysa da, dünya tiryakilerinin gözbebeği lületaşı pipolar Anadolu’da üretilmektedir. Topraktan çıkarıldığında çok yumuşak, dolayısıyla işlenmeye çok uygun olan, biçim verilmesinden kısa bir süre sonra sütbeyaz bir renkte sertleşip hafifleyen ve gözenekli yapısından dolayı çok emici bir özelliğe sahip olan lületaşı yalnızca Anadolu topraklarında bulunur. Bu özelliği yüzyıllardır bilindiğinden lüle yani ağızlık, boru anlamındaki bu adı almış tır. 19. yüzyıl başlarında Avusturyalı tüccarlar tarafından “keşfedilip” pipo yapımında kullanılmaya başlanmıştır ve birçok Avrupa dilinde Avusturyalılardan alınan, deniz köpüğü anlamına gelen Meerschaum sözcüğü kullanılmaktadır. Lületaşının bu adı esinleyen özelliği, kullanıldığı süre ce, farklı süzme niteliğinden dolayı her yerinin farklı biçimde renk değişimine uğraması ve renk armonisi yaratmasıdır. Ayrıca lületaşının, yüksek soğurma özelliği ile, içene ahşap pipolardaki gibi tahta tadı vermemesi nedeniyle tiryakilerce bu kadar tutulduğu da unutulmamalıdır.

Pipo gördüğü ilgiye karşın Fransa sarayına girememiş, Fransız aristokrasisi enfiyeyi tütüne tercih etmiştir. Prusya soyluları ise tütün ve pipoyu daima sevmişlerdir. 1. Friedrich Wilhelm yönetim kurulu toplantılarında sürekli pipo içilmesinin temel kural olduğu ‘Tobakscollegium’ adında bir tütün akademisi bile kurmuş ve başına geçmiştir. Ama 17.-18. yüzyıl süresince pipo yayılıp sokağa çıkmasına ve gündelik hayata yerleşmesine karşın, aristokratik mekânlara, diplomatik resepsiyonlara bir türlü giremedi. Piponun bu mekânları fethi 20. yüzyılda olacak, ama artık halkın tütün zevkini paketlenmiş sigara karşılarken pipo sanatçı ve bilim adamlarına özgü kalacaktır.

Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-6

Nisan 24, 2023

ZEUS’UN MÜZİSYEN OĞLU AMFİYON

Baştanrı Zeus, Olimpos’taki sarayından Tebai kralının güzel kızı Antiyope’yi (Antiope) çiçek toplarken gözüne kestirdi ve uzun süre bakışlarını ayıramadı ondan. Sonra da hep huyu olduğu üzere onun güzelliğine vuruluverdi!.. Ne var ki elindeki yıldırımlar saçan silahlar yüzünden dünyalı güzellerin kendisini beğenmediğini de çok iyi biliyordu. O yüzden hemen bir Satiros kılığına girdi ve Olimpos’taki sarayının penceresinden o büyük boşluktaki yıldızların içine bırakıverdi kendini… Satiros kılığındaki Baştanrı; sessizce yeryüzüne indikten sonra doğruca kızın yanına gidip uzun uzun diller döktü. Arada şarkılar söyledi. Sonunda kızcağızı yumuşatıp isteğine kavuştu…

Bu birliktelikten gebe kalan Antiyope, başına gelenleri kimselere anlatamıyordu haliyle. Çünkü töreler engeldi buna! Gebeliği belli olmaya başlayınca da kral babasından ürküp komşu krallıklardan birine sığındı. Ne var ki babası, kızı Antiyope’nin töredışı gebeliğini duyunca erkek kardeşi Likos’a, onu arayıp bulmasını ve gerekli cezayı vermesini buyurdu. Kralın kardeşi Likos, Antiyope’yi aratıp buldurdu ve yaka paça Tebai’ye getirtti. Bir süre sonra da karnı burnundaki Antiyope, Zetos (Zethos) ve Amfiyon (Amphion) adlarını verdiği nur topu gibi iki bebek dünyaya getirdi… Bu arada Antiyope’nin kral olan babası öldü ve amcası Likos da onun tahtına kuruldu. Yeni kral Likos; ilk iş olarak, ileride tahtına el koymaya kalkarlar korkusuyla babası belirsiz bu ikizleri dağ başına bıraktırdı. Ve çok zaman olduğu gibi, bu talihsiz çocukların bakımını, o yörenin adsız bir çoban ailesi üstlendi…

Zaman içinde tez gelişen çocuklardan Zetos; avcılık, koşu, güreş gibi özel alanlarda kendini yetiştirdi. Katıldığı çeşitli yarışmalarda da üstünlüğünü kanıtladı. Ama kardeşi Amfiyon dağlarda sürülerini otlatıyor, içinde yaşadığı doğanın güzelliklerini ezgileriyle dillendirmeye çalışıyordu. Amfiyon’un müzik yeteneği, tanrı Apollon’un bile ilgisini çekti ve ona ödül olarak çok özel bir lir armağan etti. Artık gecesini gündüzünü bu çalgıyla geçirmeye başladı Amfiyon. Musiki alanında öyle bir aşamaya ulaştı ki, doğada ne varsa onlarla; ağaçlarla, hayvanlarla liri aracılığıyla konuşup anlaşabiliyordu… Ve istediği hayvanı, ağacı hatta bir tepeyi bile gönlünün çektiği yere kondurabiliyordu!..

Öte yandan Tebai’ye geri getirilen Antiyope’ye, kral olan amcası Likos ve karısı Dirke; gelenek dışı, babası belirsiz iki çocuk doğurduğu için akla hayale sığmayacak işkenceler uygulamaya başladılar. Bu işkencelerden gına getiren Antiyope, bir yolunu bulup saraydan kaçtı ve ikiz çocuklarının yaşadığı çoban ailesinin yanına sığındı. Ve yetişkin çocuklarına; geçmişte babalarıyla ve gebeliğiyle ilgili bütün gerçekleri anlattı! Onu can kulağıyla dinleyen Zetos’la Amfiyon, haliyle yıllar yılı analarına işkence etmiş olan kral Likos ve karısı Dirke’ye çok öfkelendiler…

Babaları Baştanrı Zeus’un yardımıyla, kral Likos’u ve karısı Dirke’yi ülke yönetiminden uzaklaştırdılar…

Artık bundan sonra da Zetos’la Amfiyon; Tebai’yi birlikte yönetmeye başladılar. Krallıklarının ilk eylemi olarak, ülkede babasız çocuk doğuran annelerle ilgili gerekli yasayı yürürlüğe koymak oldu… Müzisyen Amfiyon, krallığının yanında gene aynı şevk ve coşkuyla lirini çalmayı sürdürdü. Öte yandan ülkede halka açık kültürel amaçlı yapılar kurdurdu… Komşu halklarla da anlaşıp aralarındaki savaş amaçlı surları yıktırmaya başladı…

Kendi halkının ve komşu halkların işçileri, surları parçalayıp taşları sökerken, müzisyen kral Amfiyon da lirinden döktürdüğü ezgilerle onların işlerini yönlendiriyordu.

Bu ezgilerin eşliğinde taşlar ve kayalar, kendiliğinden yan yana ve üst üste, nasıl yerleşmeleri gerekiyorsa, öylece dizilip yerleşiyor; barışın ve sevginin ürünü olarak halkların hizmetine girecek büyük yapılara dönüşüyorlardı… 

Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan


İLMİHAL-2

Nisan 23, 2023

ABDEST

A) MAHİYETİ ve ÖNEMİ

Farsça âb (su) ve dest (el) kelimelerinden oluşan ve “el suyu” anlamına gelen abdest, belirli ibadetlerin ifasının ön şartı olan ve kendisi de ibadet mahiyetinde görülen bir nevi hükmî temizliktir. Arapça karşılığı güzellik, temizlik ve parlaklık anlamına gelen “vudû”dur. Fıkıhta abdest, “belli uzuvları usulüne uygun olarak su ile yıkamak ve bazılarını da eldeki su ıslaklığı ile meshetmek” şeklindeki ibadet temizliği olarak tarif edilir.

Abdestle ilgili olarak Kur’ân-ı Kerîm’de, “Ey iman edenler! Namaza kalktığınızda yüzlerinizi, dirseklere kadar kollarınızı yıkayın, başınızı meshedin ve topuklara kadar ayağınızı yıkayın. Eğer su bulamazsanız temiz toprakla teyemmüm edin” (el-Mâide 5/6) buyurulur. Bu âyet Medine döneminde nâzil olmuş ise de, müslümanların Mekke döneminde mi`rac gecesinde namazın farz kılınmasından itibaren namaz öncesinde mendup bir davranış olarak abdest aldıkları bilinmektedir. Âyet bunu müstakil bir hükümle teyit etmiş, ayrıca abdestin her amel için değil namaz için farz kılındığını açıklamıştır. Hz. Peygamber de hem müslümanlara fiilî olarak abdestin nasıl alınacağını göstermiş hem de abdestsiz olarak kılınacak hiçbir namazın Allah katında kabul olunmayacağını belirtmiştir (Buhârî, “Vudû”, 2; İbn Mâce, “Tahâret”, 47).

Abdest başlı başına maddî temizlik özelliği de taşıyıp sağlık açısından bir dizi faydalar içermekle birlikte esasen hükmî temizlik işlemi ve arınma yoludur. Bunun için de fıkıh dilinde maddî kirlilikten temizlenme “necâsetten tahâret” olarak anılır; hükmî kirlilik olan hadesten temizlik ise birer hükmî temizlik usulleri olan abdest ve gusülle olur. Abdest ile ağız, diş, burun, el, yüz ve ayaklar gibi kirlenmeye ve dışarıdan gelecek mikroplara en açık uzuvlar günde birkaç defa su ile temizlenir. Bu sayede vücudun sinir sistemi ve kan dolaşımı daha düzenli hale gelir ve vücuda fizikî-tıbbî birçok fayda sağlar. Ayrıca abdest, namaz ibadetini ifa için yüce Allah’ın huzuruna çıkacak müminin mânevî ve ruhî hazırlık ve temizliği de demektir. Bu yüzden abdest, maddî temizlikle mânevî temizliği birleştirici, müslümana mânevî yönden destek ve güç sağlayıcı bir anlam ve öneme sahiptir.

B) ABDESTİN GEREKLİLİĞİ

Abdest başlı başına ve bizzat amaç olan bir ibadet değil belli ibadetleri yapmayı mubah kılan, kulun bu ibadetlere mânen ve ruhen hazırlanmasına ve bu ibadetlerden âzami verim elde etmesine yardımcı olan vasıta (vesile) ibadettir. Bazı ibadetler ve fiiller içinse abdestli olmak dinen gerekli görülmemiş olsa bile, taşıdığı birçok maddî ve mânevî faydalar sebebiyle tavsiye edilmiştir. Bundan dolayı abdestin dinî değer ve bağlayıcılık hükmü farz, vâcip ve mendup şeklinde üç çeşittir.

Namaz kılmak, Kâbe’yi tavaf etmek, tilâvet secdesi yapmak, Kur’an’a dokunmak için abdest dinen gereklidir. Sünnî mezheplerin çoğu bunların farz olduğunda görüş birliğinde olup yalnız Hanefîler Kâbe’yi tavafta abdesti vâcip görürler. Kur’an’a dokunmak için abdestin farz olduğu hükmü, Kur’an’a ve Sünnet’e de (el-Vâkıa 56/79; Beyhaki, Sünen, I, 87-88) dayandırılmakla birlikte esasen müslümanların Kur’an’a atfettikleri önemi ve ondan istifadeyi âzami ölçüye çıkarma gayretlerini yansıtan ve bünyesinde birçok sosyal ve psikolojik gerekçeyi barındıran kolektif şuur konumundadır.

Yatmadan önce abdest almak, vakit namazları için ayrı ayrı abdest almak, ezan okurken abdestli bulunmak mendup görülmüştür. Hatta mümine mânevî destek sağladığı, âdeta müminin silâhı olduğu, ayrıca Hz. Peygamber’in mümkün olduğu ölçüde abdestli halde bulunduğu göz önünde tutularak İslâm âlimleri müminin imkân ölçüsünde her işe abdestli olarak başlamasını ve abdestli bulunmasını tavsiye etmişlerdir.

Abdestin yukarıda özetlenen bu dinî hükmünün tabii sonucu olarak abdestsiz kimsenin, cenaze namazı da dahil namaz kılması, şükür ve tilâvet secdesi gibi namaz hükmüne tâbi fiilleri yapması, Kâbe’yi tavaf etmesi, Kur’an’a dokunması ve onu elle tutması câiz görülmez. Abdestsiz olarak Mushaf’a bakarak veya ezberden Kur’an okumak ise câizdir.

Kur’an yüce Rabbin kelâmı olduğu için ona her zaman âzami saygı göstermek, sû-i edeb olarak algılanacak davranışlardan kaçınmak gerekir. Kur’an tilâveti, öteden beri sünnet değer hükmü atfedilen bir ibadet olarak telakki edildiği için, Kur’an tilâvet ederken hem bu kolektif şuuru incitmemek ve hem de esasen her çeşidiyle ibadetin abdestli olarak ifasının ibadeti tamamlayan bir boyut olması sebebiyle böyle davranıp ibadet lezzetini daha derinden almak için abdestli olmaya özen göstermelidir. Fakihlerin Kur’an tilâvetini sünnet olarak nitelendirip ona ibadet içeriği yüklemeleri bu anlamda doğrudur ve bunun için abdestli olmanın şart koşulması da yerindedir. Ancak Kur’an okumaktan asıl maksadın mânasını anlamaksızın okuma değil, anlamak ve gereğini yerine getirmek üzere okumadır. Zaten Kur’an’ın indirilişinin aslî amacı da budur. Birinci okuyuşta ibadet niteliği ön plana çıktığı, ikincisinde ise anlama önem kazandığı için iki tür okuyuş arasında abdest açısından bir ayırım yapmak mümkündür. Bu ayırım sebebiyle olmalı ki, bazı bilginler, ikinci tür okuyuş biçiminde abdest almayı şart koşmamışlardır.

C) ABDESTİN FARZLARI

Abdestin farzları, bir fiilin abdest sayılabilmesi için onda bulunması zorunlu olan ana unsurlar demektir. Abdestin farzları ilgili âyette (el-Mâide 5/6) zikredildiği üzere dörttür:

Yüzü yıkamak.

Kolları dirseklerle birlikte yıkamak.

Başı meshetmek.

Ayakları topuklarla birlikte yıkamak.

Yüzün sınırı iki kulak yumuşağı, alındaki saç bitim yeri ile çenenin sona erdiği yer arasında kalan kısım olarak belirlenmiştir. Yüz yıkanırken sakal sık ise üstünü yıkamak yeterlidir. Abdest alırken parmaktaki yüzüğün altına su alacak şekilde oynatılması, el, yüz ve ayakta bulunan ve suyun deriye temasını önleyen maddelerin imkân dahilinde temizlenmesi gerekir. Dirseklerin yıkanması da abdestin farzları kapsamındadır. Başın dörtte birinin el içinin ıslaklığıyla meshedilmesi Hanefîler’e göre yeterlidir. Başın mesh miktarı Şâfiî mezhebinde daha az iken diğer iki mezhepte âdeta başın tamamıdır.

Abdestin bu dört farzında Sünnî fıkıh mezhepleri ittifak etmiştir. Ancak Hanefî mezhebinin dışında kalan diğer üç Sünnî mezhebin buna bazı şartları da ilâve ettiği görülür. Meselâ niyet bu üç mezhebe göre, abdeste başlarken besmele çekmek Hanbelîler’e göre, dört farzın âyette sayılan sıraya uygun yapılması (tertîb) Şâfiî ve Hanbelîler’e göre, bu işlemlerin ara verilmeden yapılması (muvâlât) Mâlikî ve Hanbelîler’e göre farzdır. Ca`ferîler, abdestle ilgili âyetin ifade tarzından hareketle ayakların yıkanmasının değil meshedilmesinin farz olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu görüşe yakın olan bazı Sünnî âlimler de vardır.

Abdestin farzlarının yerine getirilmiş olması kuşkusuz alınan abdestin fıkhen geçerli (sahih) olması sonucunu da doğurur. Bununla birlikte kullanılan suyun temiz ve temizleyici olması, abdest alırken özür durumu hariç abdesti bozan bir durumun bulunmaması, yıkanması gereken uzuvlarda hiç kuru yerin kalmaması da gerekir. Bazı ilmihal kitaplarında, abdest alırken yıkanan uzuvlarda iğne deliği kadar kuru yerin kalmamasının istenmesi, hakiki anlamı değil bu konuda âzami titizliğin gösterilmesi gerektiğini ifade içindir. Abdest uzuvlarında bulunup suyun deriyle temasını önleyen maddelerin imkân ölçüsünde temizlenmesi gerekir. Temizlemede zorluk varsa bunların bulunması abdeste zarar vermez. Boyacı, marangoz gibi esnafın, sanatkârların el ve kollarında bulunan boyalar böyledir. Bunlar el ve tırnaklardan kazınmadıkça abdestin geçerli olmayacağının söylenmesi, bilgiye dayalı fıkhî bir hüküm olarak değil de yukarıda sözü edilen hassasiyetin abartılı ifadesi olarak anlaşılmalıdır. Aynı şekilde bir uzvu yıkamak sağlık açısından sakıncalı ise meshedilir, meshetmek de zararlı ise terkedilir.

D) ABDESTİN SÜNNETLERİ ve ÂDÂBI

Hz. Peygamber’in farz ve vâcip kapsamında olmaksızın sürekli veya genelde yaptığı ve ümmetine de yapılmasını tavsiye ettiği fiillere fıkıh ilminde ve ilmihal dilinde sünnet, Hz. Peygamber’in bazan yapıp bazan da terkettiği fiillere ise mendup, müstehap veya âdâp denildiğini, fıkıh usulünde ise bu gruba giren bütün fiillerin, şer`î hükmün beşli taksimi içinde “mendup” olarak nitelendirildiğini biliyoruz.

Abdestin başlıca sünnetleri şöyle sıralanabilir: Abdest almaya niyet etmek, başlarken besmele çekmek, elleri bileklerle birlikte üç defa yıkamak, ağız ve buruna su çekip iyi bir ağız ve burun temizliği (mazmaza ve istinşak) yapmak, misvak kullanmak veya dişleri fırçalamak, sakalın içine su girmesini sağlamak, el parmaklarını birbirine sokup ovuşturmak, başın tamamını elin ıslaklığıyla meshetmek, boynu meshetmek, abdest uzuvlarını yıkarken bu sayılan sıraya uymak, abdeste sağ uzuvlardan başlamak, bu uzuvları üçer defa yıkamak ve su ile iyice ovmak (delk), abdeste ara vermeden tamamlamak.

Abdestin bu sayılan sünnetlerine ilâve olarak abdestin âdâbı olarak da; abdest alırken -mümkünse- kıbleye dönmek, abdest sularını vücuda ve elbiseye sıçratmamak, dünya işlerine ilişkin konuşmayıp abdest dualarını veya bildiği dualardan okumak, suyu ölçülü kullanmak, abdest sonunda kelime-i şehâdet (Eşhedü enlâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh) getirmek gibi fiiller tavsiye edilir. Abdestin âdâbından maksat, abdestin farzlarının ve sünnetlerinin daha uygun şekilde ve ortamda, mükemmel bir şekilde yerine getirilmesini sağlamaktır. Bu sebeple abdest alan kimse hangi davranışının abdestin amacına daha uygun olacağına ve abdest alırken nelerden kaçınması gerektiğine biraz da kendisi karar vermelidir. Meselâ günümüzde abdest öncesinde ellerin ve yüzün sabunlu su ile yıkanması, iyi bir ağız ve burun temizliği, imkân varsa dişlerin fırçalanması, suyun ölçülü kullanılması, çevre temizliğine özen gösterilmesi hem bireyin sağlığı açısından hem de üçüncü şahıslara saygının gereği olarak ayrı bir önem kazanmıştır.

E) ABDESTİ BOZAN DURUMLAR

Abdestin maddî temizlik olma özelliği de taşımakla birlikte esasen hükmî temizlik olduğunu yukarıda görmüştük. Bu sebeple abdesti bozan durumların bir kısmı maddî kirlilik, bir kısmı da hükmî kirlilik grubunda yer alır.

Şu durumlarda abdest bozulur:

İdrar ve dışkı yollarından idrar, dışkı, meni, mezi, kan gibi bir necâsetin, herhangi bir sıvının veya maddenin çıkması, yellenmek.

Vücudun herhangi bir yerinden kan, irin veya herhangi bir maddenin çıkması. Ağızdan çıkan akıcı haldeki kan, tükürükten fazla veya ona eşit ise abdesti bozar. Vücuttan çıkan kan akmadığı veya çıktığı yerin çevresine dağılmadığı sürece abdesti bozmaz. Yaradan çıkan irin ve sarı su da böyledir. Çıktığı yerin dışına kendiliğinden dağılmayan bu sıvıların silinmesi halinde de abdest bozulmaz. Şâfiî ve Mâlikîler’e göre idrar ve dışkı yolları hariç vücuttan çıkan kan ve benzeri sıvı maddeler abdesti bozmaz.

Ağız dolusu kusmak. Kusulan şey ister yemek, ister safra veya kan olsun, abdest bozulur.

Bayılma, delirme, sarhoş olma, uyuma gibi şuurun kontrolüne engel olan durumlar. Uyku dışındaki şuur kaybına yol açan durumların süresi ve o esnada kişinin konumu ne olursa olsun abdest bozulur. Uyku halinde ise, kişinin farkında olmadan abdestinin bozulmuş olması ihtimalinin derecesi ölçü alınır. Bu sebeple yatarak derin uykuya dalma abdesti bozar, uyku ile uyanıklık arasındaki hal ise bozmaz. Oturduğu yerden uyuklamada oturuşun şekli kadar bu kimsenin durumu, abdestin bozulma ihtimalinin kuvvet derecesi de önemlidir. Bundan dolayı tereddütlü durumlarda abdest alınması tavsiye edilir.

Namazda yakındaki şahısların duyabileceği şekilde sesli olarak gülmek. Hanefîler’e göre rükûlu ve secdeli namazda sesli gülme abdesti de bozar. Diğer mezhepler ise sadece namazın bozulacağı görüşündedir.

Cinsî münasebet veya fâhiş (aşırı) temas ve dokunma. Hanefîler’e göre erkekle kadının tenlerinin birbirine değmesi ile abdest bozulmasa da çıplak olarak veya arada bedenlerin sıcaklığının hissedilmesini engelleyecek bir giysi bulunmaksızın erkek ve kadının aşırı derecede şehevî teması, oynaşma ve kucaklaşması abdesti bozar. Hanefî fakihlerinin çoğunluğu temasın aşırılığında erkeğin cinsel organının sertleşmesini ölçü alırken, İmam Muhammed mezi gibi bir yaşlık çıkmadıkça abdestin bozulmayacağı görüşündedir. Şâfiîler’e göre erkek ve kadının tenlerinin birbirine değmesi, Mâlikî ve Hanbelîler’e göre ise temastan cinsel haz duyulması halinde abdest bozulur.

Mazeret halinin sona ermesi. Su bulamadığı için teyemmüm eden kimse suyu bulunca, mest üzerine mesh yapan kimsenin -yolcu olanlara üç, yolcu olmayanlara bir gün olarak tanınan- mesh süresi dolunca, özürlü kimse için de namaz vakti çıkınca abdesti bozulmuş olur.

Hanefîler’in dışındaki üç mezhebe göre bir kimsenin kendi cinsel organına temas da abdesti bozar. Bir kimse abdest aldığını kesin olarak bilse de abdestinin bozulup bozulmadığında tereddüt etse, Mâlikîler’e göre abdesti bozulmuş olur, diğer üç mezhebe göre ise bu durumda abdest bozulmuş sayılmaz.

Ağlamak, gözden yaş gelmesi, kabuk bağlamış bir yaranın kabuğunun kan çıkmaksızın düşmesi, tükürük ve sümüğe az miktarda kan karışması, ağız dolusu olmayan kusma, ısırılan elma, ayva gibi sert bir meyve veya kullanılan misvak-diş fırçası üzerindeki akıcılığı olmayan kan (diş eti kanaması hariç), sivrisinek, pire gibi haşeratın emdiği kan, namazda uyuklama, namazda sessiz gülme, tırnak kesme, tıraş olma kural olarak abdesti bozmaz.

Abdestin bozulup bozulmadığıyla ilgili görüş ayrılığı bulunan konularda ihtiyatlı davranmak uygun olur. Özellikle imam olan kimselerin abdestinin diğer mezheplere göre de bozulmamış olmasına özen göstermesi şart değilse de yerinde bir davranıştır.

F) ABDESTİN ŞEKLİ

Sünnet ve âdâbına riayet edilerek, ayrıca dört mezhebin farz saydığı hususları da içerecek şekilde abdest şöyle alınır: Abdest suyunun elbiseye sıçramayacağı bir konum alınır, mümkünse kıbleye dönülür. Niyet ve besmele ile abdeste başlayıp önce eller bileklere kadar ve parmak araları da ovuşturularak üç defa yıkanır, cilt üzerindeki hamur, boya, sakız gibi maddeler temizlenir. Parmakta yüzük varsa oynatılır. Misvak veya diş fırçası ile, bunlar yoksa sağ elin parmaklarıyla dişler temizlenir. Ağız, sağ el avucuna alınan su ile üç defa çalkanıp temizlenir. Üç defa da burna su çekilip sol elle burun temizlenir. Oruçlu olmayan kimse ağız ve burnun her yerine suyun iyice ulaşmasını sağlar. Üç kere yüz yıkanır. Varsa sakalın içinden parmaklar geçirilerek suyun sakal diplerine ulaşması sağlanır. Sonra dirsekle birlikte sağ kol üç defa, sonra aynı şekilde sol kol üç defa yıkanır. Sağ el ıslatılarak avuç ve parmakların içiyle başın üstü bir defa meshedilir. Bu şekilde başın dörtte birini meshetmek yeterli ise de iki elle başın tamamının meshedilmesi -sağlık bakımından endişe verici bir durum yoksa- sünnettir. Eller yine ıslatılarak baş parmakla kulağın dışı, şahadet parmağı veya serçe parmakla içi meshedildikten sonra her iki elin arkasıyla boyun meshedilir. Önce sağ sonra sol ayak, parmak uçlarından başlanarak topuk ve aşık kemikleri de dahil olmak üzere yıkanır. Parmak aralarının yıkanmasına özen gösterilir. Abdestten sonra kelime-i şehâdeti okumak, içilebilir ise abdest alınan sudan bir miktar içmek ve Kadr sûresini okumak da abdestin âdâbındandır.

G) ÖZÜRLÜNÜN ABDESTİ

Devamlı burun kanaması, idrarı tutamama, devamlı kusma, yaranın devamlı kanaması, kadınların akıntısı gibi abdesti bozan ve kısmen süreklilik taşıyan bedenî rahatsızlıklara ilmihal dilinde özür (mazeret), böyle kimselere de özürlü kimse (mâzur, mâzure) denilir.

İslâm dini kolaylık ve rahmet dinidir. Namaz başta olmak üzere kişilerin ibadetlerini zamanında ve gerektiği şekilde yerine getirebilmeleri hem bir görev hem de bir haktır. Bu sebeple İslâm dini kişiye gücünün üstünde yük yüklememiş, ibadet hayatı da dahil daima kolaylığın sağlanmasını, zorluk ve sıkıntının önlenmesini ilke edinmiştir. Bu sebepledir ki normal durumlarda abdesti bozan şeyler konusunda özürlü kimseler için özel hükümler getirilerek bu kimselerin ibadet etmesine fırsat tanınmıştır. Su bulunmadığında veya suyun kullanımının sağlığa zararlı olduğu durumlarda teyemmüm imkânı, yaranın üstüne mesh hükümleri de yine İslâm’ın hem namazı ferdin aslî görevi ve dinin direği saymasının hem de kolaylık prensibinin birer örneğidir.

Yukarıda sayılan türde olup en az bir namaz vakti süresince devam eden bedenî rahatsızlıklar özür hali sayılır. Özürlü kimse her namaz vakti için abdest alır, bu özür halinin abdesti bozmadığı var sayılarak o vakit içinde aldığı abdestle, onu bozan yeni bir durum meydana gelmedikçe, dilediği kadar farz, vâcip, sünnet, eda ve kazâ namazı, cuma ve bayram namazı kılabilir, Kâbe’yi tavaf edebilir, Mushaf’ı tutabilir. Namaz vaktinin çıkmasıyla özürlü kimsenin abdesti bozulmuş olur, yeni namaz vaktinde tekrar abdest alması gerekir. Özürlü kimsenin abdesti özür hali dışında abdesti bozan ikinci bir sebeple de bozulur. Meselâ idrarını tutamayan kimsenin burnu kanamakla abdesti bozulur. İmam Şâfiî’ye göre özürlü kimsenin her namaz için ayrı abdest alması gerekir. Özürlü kimsenin bu sebeple elbisesine bulaşan idrar, kan özür devam ettiği sürece namazın sıhhatine engel olmaz. Kadınlar için aybaşı ve loğusalık hali farklı fıkhî hükümlere tâbi olup bunun dışında kalan kanamalar ve devamlı akıntılar (istihâze) özür hali sayılır.

H) MESH

İslâm dini namazın ifasını dinin temel vecîbelerinden saymış olmasının yanı sıra her türlü mükellefiyette zorluğu gidermeye ve kolaylığı temin etmeye de ayrı bir önem vermiştir. Bunun bir örneği de, mükellefler için mest ve sargı üzerine mesh yaparak abdest alma ve böylece üzerine düşen ibadetleri ifa etme imkânı getirmiş olmasıdır.

Mesh, bir şey üzerinde eli gezdirmek, o şeyi elle silmek demektir. Fıkıhta mesh, bir nevi hükmî temizlik işlemi olup abdestte elin ıslaklığıyla bir uzuv, mest veya sargı üzerinde, teyemmümde ise yüz ve kollar üzerinde toprakla yapılan sembolik temizlik çeşididir. Abdest alırken baş, boyun ve kulakların meshedilmesi abdestin ilkten (aslî) hükmü, mest ve sargı üzerine mesh ise yıkama yerine geçen (bedel, halef) bir işlemdir.

a) Mest Üzerine Mesh

Dinimizin ibadetlerde kolaylığı tercih etmiş olması sebebiyle, ayaklara mest vb. giyildiğinde, abdest için bunun çıkarılması ve ayağın yıkanması istenmeyip mestin üzerine mesh yapma câiz görülmüştür. Mest deri ve benzeri maddelerden ayaklara giymek maksadıyla yapılan, ayakları topuklarla birlikte örten, içine su geçirmeyecek veya yere konduğunda kendi kendine dik durabilecek bir ayakkabı çeşididir. Ayakları aynı şekilde örten çizme, potin, kendisiyle yol yürünebilecek dayanıklılıkta çorap ve boğazlı terlikler ve benzerleri de Hanefîler’e göre mest hükmündedir. Devamlı olarak yerle temas halindeki çizme ve ayakkabılara meshetmek yeterli olmayıp altında veya üzerindeki necis maddelerin de temizlenmesi gerekir.

Abdest alırken mestin üzerinde elin üç parmağı kadar yerin elin ıslaklığıyla bir defa meshedilmesi gerekir ve yeterli olur. Bunun için mestin abdestli olarak giyilmiş, mestin ayağın abdestte yıkanması gereken yerlerini tamamen kaplamış, ayrıca dayanıklı ve sağlam bir maddeden yapılmış olması aranır. Mest ile yaklaşık 6 kilometre yürünebilmesi veya bırakıldığında dik durabilmesi bu dayanıklılık ve sağlamlığın ölçüsü olarak zikredilir. Mestin topuktan aşağı kısmında, altında veya üstünde ayak parmaklardan üçü girecek şekilde bir deliğin, yarık veya yırtığın bulunmaması, mestin içine su almaması da gerekir. Üzerine deri kaplanmış veya altlarına pençe vurulmuş çorap üzerine mesh edilebilir. Hanefî fakihlerinden Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed, altına pençe vurulmuş olması şartını aramaksızın kalın ve içini göstermeyen dayanıklı keçe ve yün çoraplar üzerine, bir grup fakih ise bu şartları da aramayarak çorap üzerine meshedilebileceği görüşündedir. İbadetlerin ve onlara hazırlık mahiyetindeki vecîbelerin yerine getirilmesinde bazı ölçüler belirlemeyi ve imkân dahilinde kolaylık sağlamayı hedefleyen fakihler arasındaki bu tür görüş farklılıkları mükellefe bu görüşlerden istediği tarzda bir kompozisyon oluşturma hakkını vermekten ziyade ihtiyaç halinde kullanılabilecek ruhsatları göstermesi yönüyle önem taşır.

Abdesti bozan durumlar mest üzerine meshi de bozar. Üzerine meshedilen mestin ayaktan çıkması veya çıkarılması, mestin içine giren suyun bir ayağın yarıdan fazlasını ıslatması, mesh süresinin sona ermesi meshi bozar. Mest üzerine meshin süresi, yolcu olmayanlar için bir gün bir gece (24 saat), yolcular için üç gün üç gecedir (72 saat). Bu süre, mestin abdestli olarak giyilmesinden sonra ilk hadesten yani abdesti bozan ilk durumdan başlar. Bu süre dolduktan sonra, ayaklar su ile yıkanarak abdest alınıp gerekiyorsa mest tekrar giyilmelidir. Öte yandan, ayaklarını yıkamak suretiyle abdestli olan kimsenin bu abdesti devam ettiği sürece mestleri çıkarıp giymesiyle abdesti bozulmaz. Mestlerin üzerine meshetmek suretiyle abdestli olup mestlerini çıkaran kimse, sadece ayaklarını yıkayarak abdestini tamamlayabilir.

b) Sargı Üzerine Mesh

Üzerinde sargı bulunan bir organın abdest alırken su ile yıkanması sağlık açısından zararlı ise, bu sargı çözülmeyip üzerinin meshedilmesiyle yetinilir. Yapılan bu mesh o uzvu hükmen yıkama sayılır. Hatta mesh de zararlı ise ondan da vazgeçilebilir. Sargının çoğunluğunu sadece bir defa meshetmek yeterlidir. Sargının abdestsiz veya cünüp iken sarılmış olması meshe engel olmadığı gibi bu meshin süresi de yoktur. Özür hali devam ettiği sürece sargı üzerine meshedilebilir. Sargı üzerine ikinci bir sargı sarılsa bu sargıya ayrıca meshetmek gerekmez. Bir sargı üzerine mesh yapıldıktan sonra o sargı değiştirilirse hüküm yine aynı olmakla birlikte yeni sargının meshedilmesi müstehaptır. Üzerindeki ilâç, merhem bulunan yaraların meshi de sargı üzerine mesh hükmündedir. Yaranın iyileşip sargının çıkarılması halinde sargı üzerine yapılan mesh bozulmuş olur. Bu kimsenin şayet abdestli ise, sargı yerini yıkamakla iktifa etmesi mümkün ise de yeniden abdest alması daha yerinde bir davranış olur.

Doldurulmuş veya kaplanmış dişler de sargılı veya merhemli yara -veya suyun deriye ulaşmasını engelleyen fakat çıkarılması zor olan boya vb.nin bulaştığı organ- gibidir. Suyun kaplama ve dolguya ulaşması yeterlidir.

Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.


TARİH BOYUNCA MEŞHUR ZALİMLER VE AKİBETLERİ-7

Nisan 22, 2023

HUZEYFE

Huzeyfe, Arapların Zeybân kabilesi reislerindendi. Kötü ruhlu, zalim bir adamdı. Bunun yüzünden hem kendi, hem de etraf kabileleri bir hayli harp etmişler, ölü vermişlerdi. Bilhassa Abes kabilesi ile aralarında kırk sene devam eden ve kendisinin de katli ile neticelenen hadiseler şöyle başlamıştı:

Abes kabilesinden Kays bin Zehîr, bir hicaz dönüşü Huzeyfe’nin obasına misafir olur. Misafirin Dahis ve Gabrâ adlı atlarını gören Huzeyfe, bunların kendi atları ile ödüllü koşu yapmasını teklif eder. Kays, bu işin kötüye varacağını sezer ve kabul etmez. Fakat Huzeyfe âdeta zorlar. Yüzer deve ödül ile yüz ok atımı mesafeden atları koşuya çıkarırlar. Huzeyfe kötü niyetli davranır ve yola pusu kurduğu adamlarına ileri geçen misafirin atlarını döğdürüp ürkütür. Ama gene misafirin atının birini, Gabrâ, koşuyu kazanır.

Huzeyfe, koşuyu takip eden halkın gözü önünde cereyan eden bütün bu hadiselere rağmen kendi kendisini galip ilân eder. Esasen baştan bu durumu sezen fakat misafir bulunduğu için bu işe mecbur kalan Kays, üzülerek, atlarını alıp kabilesine döner. Fakat Huzeyfe onun peşini bırakmaz, oğlu Nüdbe’yi peşinden göndererek koşu ödülü olan yüz deveyi ister. Esasen Huzeyfe’ye pek kızgın olarak dönen Kays, Nüdbe’nin böyle bir teklifle tâ kabilesine kadar geldiğini görünce; hiddetini yenemez ve Nüdbe’yi öldürür.

Bu sırada Kays’ın Malik adında bir kardeşi, Zeyban kabilesine misafir gitmişti. Durumu öğrenen Huzeyfe ve kabilesi de Nüdbe’ye karşılık bu Malik’i öldürürler.

Abes ve Zeyban arasında bu suretle yani Huzeyfe’nin bir kötü davranışı ile başlayan savaş, tam kırk sene sürmüştür. O kadar ki, bu harplerin devamlı meşgalesinden at ve develeri dahi yavrulamaya fırsat bulamadı.

Araplar, bu iki kabile ve müttefikleri arasında geçen bu harplere şu isimleri verirler: «Yevme Zil Müreylüb — Müreylib günü veya gadılk günü», «Urâir günü», «Hassa günü», «Yameriye günü», «Akiha günü», «Cifrul Hebaeh günü» ve «Ceracir günü».

Bu harplerden biri olan «Yevme Zi Hasa» Vadissefa’da, Fezare ile Abes kabilesi arasında geçmişti. Kays’ın kabilesi olan Abes kabilesi bozulmuş, geri kaçmak mecburiyetinde kalmışlardı. Fakat düşmanları peşlerini bırakmamışlardı. Nihayet Abes kabilesi, yedi çocuğu rehin olarak bırakarak sulh ve tazminat şartlarını görüşmek üzere mehil istemişlerdi. Şartlar kabul edilmiş, çocuklar Zeyban kabilesinden Amr’ın oğlu Sebiğ’in eline emanet edilmişti. Fakat tam bu sırada, çocukları emanet alan. Sebiğ öldü. Bunu haber alan Huzeyfe, çocukları Sebiğ’in oğlu Melik’in elinden alarak Yâmeriye denen yere götürdü. Durumu sezen çocukların: «Babaa, Babacığım!.» diye feryat edişlerini nazara almayarak hepsini hunharca boğazladı.

Bu korkunç fecaati öğrenen Abes kabilesi, hiç vakit kaybetmeden ve harp tazminatı için topladıkları para ile de silah temin ederek Huzeyfe’nin kabilesine hücum edip çocuklarının boğazlandığı sahada onları cezalandırdılar fakat asıl suçlu hunhar Huzeyfe kurtuldu. Ve kabilesinin bir kolu bulunduğu bütün Gatafan kabilesini ayaklandırarak Abes kabilesine hücuma hazırlandı. Bu suretle Abes’e son darbeyi indirmek istiyordu. Çocuklara yaptığı zulüm gözlerini perdelediği için, kardeşi Haml’in vazgeçirmek için yaptığı ricalarım da kaale almadı. Hazırlık bitti, yola çıktılar.

Beride Kays, kabilesini topladı, onlara harp plânlarını açıklıyarak talimat verdi. Kays: «Onlardan beni Bedr hariç diğer kabileler kan davasında değil, ganimet derdindedir. Bunun için, bütün mallarımızı bir yere bırakıp biz bir tarafa gizleneceğiz. Onlar gelip bunu görünce yağmaya dalacaklar. Bırakacağımız gözcü bize haber verecek ve biz de onları aniden basıp perişan edeceğiz» dedi.

Bütün kabile bunu pek uygun buldu ve öyle yaptılar. Dedikleri gibi de oldu. Düşman kabileler mağlup ve perişan oldular, dört yüzden fazla ölü verdiler.

Bu arada asıl suçlu Huzeyfe, gene kaçtı. Yanına kardeşi Haml’i ve beş atlıyı alarak Cifrulhebâeh denen ve bu harbe ismini veren su istikâmetinde bütün gece süratle at koşturdu. Sabah olunca, artık emin olarak atlarını çayıra salıp su başında istirahate çekildiler.

Halbuki Kays, yanına aldığı — Huzeyfe’nin evlâtlığı ve sonra Kays’ın emrine giren — Kiryuaş ve diğer arkadaşları ile sabaha kadar dolu dizgin Huzeyfe’yi takip etmişti. Nihayet sabah vakti onları istirahat halinde bastırdı. Ve adamları ile kısa bir görüşmeden sonra plânını tatbike koydu. Huzeyfe ve adamlarının atlarına binmelerine meydan vermemek için atları ile aralarına girerek onları kıskıvrak sardı.

Korku ve dehşete kapılan zalim Huzeyfe ve arkadaşları, hunharca boğazladığı çocukların: «Babacığım…Babacığım!…» diye haykıran hayalindeki seslerine cevap veriyormuş gibi: «Lebbeyküm, Lebbeyküm!.» «Buyrun, Buyrunî…» diye haykırmaya başladılar.

Kays, «Ey Huzeyfe, ey zalim! Boğazladığın masum çocukların halini şimdi daha iyi idrâk ediyorsun değil mi?» dedi.

Huzeyfe, yalvarıyor, boğazladığı çocuklara ve ölümlerine sebep olduğu yüzlerce kişiye karşı hiç duymadığı, düşünmediği merhameti şimdi onlardan bekliyordu.

Fakat artık zalime müsaade edilmedi. Lâyık olduğu, cezayı buldu. Evlâtlığı Kıryuaş tarafından habis ruhu teninden ayrıldı. Arkadaşları da aynı şekilde cezalandırıldı. Fakat yanında kaçırdığı oğlu Hasan, küçük olduğu için bağışlandı.

HÜRMÜZ

Hürmüz bir İran şahıdır. Adil Nûşirevan’ın oğludur. Hicret yıllarında yaşamıştır. Anası Türk Hakanının kızı olduğu için kendisine Türkzâde denirdi. Fakat, basit ve zalim bir insandı.

Adi ruhlu olduğu için kendisi gibi basit ve ahlâksız takımı ile görüşür, ciddi ve halkın sevgisini kazanacak çapta sayılı insanlardan nefret ederdi. Adeta, henüz yarası yeni deşilen Mezdeürizm (Komünizm.) in ruh çöküntüsünün izini taşıyordu. Bu ruhun tezahürü olan itimatsızlik, kin, nefret, kan dökücülük ve zulüm bunun hasletleri halinde idi.

Oğlu Perviz’i çekememiş, onu Azerbeycana sürmüştü. Her zalim gibi korku, vehim içinde bulunduğu için evlâdına dahi itimadı yoktu. Halka karşı ise pek zalim idi. Hele İran halkının ileri gelenlerine hiç tahammül ve insafı yoktu. Halkın eşraf kısmından 13600 insanı sebepsiz yere idam ettirmişti. Ve zulüm ve rezilce hareketleri halkı bizar etmişti. 13 küsur senelik böyle bir zulüm hayatından sonra ayaklanan halk ve oğlu Perviz, Hürmüz’ün evvelâ gözlerine mil çekip hapsettiler. Sonra da onu tutup bir yayın girişi ile boğdular.

Vak’a şöyle geçti: Bu zalim hüikümdarın kötülüklerine karşı halk, uzun müddet babası Âdil Nûşirevanın hatırı için sabır gösterdi. Fakat artık tahammül edilmez hale gelince ve düzeleceği yerde zulmünü arttırınca, halk, kıpırdamaya başladı. Bunu sezen dış devletler harekete geldi. Bir taraftan Bizans, bir taraftan Hazer hükümdarı ve diğer taraftan da Türk Hakanı saldırıya geçtiler.

Hürmüz’ün Rey’li bir kahraman kumandanı vardı: Behram Çapin… Hürmüz, bu adamı ordunun başına geçirerek Türk Hakanı üzerine gönderdi. Behram, bu seferde büyük başarı gösterdi. Türk ordularını yendi. Birçok illerini istilâ etti. Hakanı azledildi. Behram, tahta yeni çıkan Hakanın oğlu ile sulh anlaşması yaptı ve büyük ganimetlerle döndü.

Fakat Hürmüz, çok geçmeden Türk iline tekrar akında bulunması için. Behrama emir gönderdi. Fakat Türk Hakanı ile sulh anlaşması imzaladığını söyleyen Behram, bu emri red etti. Şah Hürmüz de emrinde ısrar edince, Behram, ordusu, ve kendisine iltihak eden halkla beraber isyan etti. Hürmüz Behramın üzerine ordu gönderdi. Fakat, ordunun çoğu askeri de Behrama iltihak etti. Ve Hürmüz mağlup duruma düştü. Bunu gören ve Azerbeycanda sürgünde bulunan oğlu gelerek babasından bizar olan halkın da yardımı ile sarayı bastı, babasını yakalayıp azletti. Gözlerine mil çektirerek hapse attı ve yerine geçti.

Fakat kumandan Behram, onu tanımadı. Babasının tarafını tuttu. Esas maksat tahta geçmek olduğu için bu defa da babasının tarafını tutarak yeni şah Perviz’e karşı harekete geçti. Durumu güçleşen Perviz, Behramın gelip babasını tahta çıkarmasından veya babasının tahtı Behrama bırakmasından korkarak etrafındaki adamlarla babası Hürmüzün kapalı bulunduğu yere gitti, onu yayın kirişi ile boğarak öldürdü. Ve bir zalim varlık daha toprağa serildi.

Bu vakalar olurken, Medine şehrinde de şöyle bir hadise cereyan ediyordu:

Hürmüz, yüce Peygamberimizin İslâmî neşre çalıştığını duymuş, pek kızmıştı. Adamlar gönderterek:  «Medinede bir arap, peygamberlik davasına kalkışmış, ülkemin huzurunu kaçırıyormuş, ona gidin ve kendisini yakalayarak behemahal bana getirin.» diye emretmiş ve adamları Medineye gelerek Hz. Muhammed (A.S.) a emri tebliğ etmişlerdi. Adamlar yüce Peygamberimizi hemen alıp götürmek niyetinde ve ümidinde idiler. Peygamberimiz, o gece dinlenmelerini, ertesi günü yolculuk işini kararlaştırabileceklerini söylemişti. Onlar istirahate çekildiler, Yüce Peygamberimiz de; gece evine çekilerek durumu rabbine arz ve bu zalim Hürmüz hakkında gereken ceza hükmünün tatbikini niyaz etti. Ayni gece İlâhî ceza, hükmü tecelli etti. Durum yüce Peygamberimize vahiy yolu ile müjdelendi.

Peygamberimiz, sabahleyin evinden çıktı. Hürmüzün adamlarını çağırttı, kendilerine İran’da geçen hadiseleri, Hürmüzün, oğlu Perviz tarafından katledildiğini ve Pervizin tahta çıktığını haber verdi. Yaptıkları tahkikatta, durumun Hz. Muhammed (A.S.) in haber verdiği gibi olduğunu öğrenen elçiler de çâr-nâçar elleri böğürlerinde geri dönüp gittiler.

KAYS BİN HATİM

Yesrib’in iki arap kabilesi Evs ve Hazrec, zaman zaman birbirleri ile şiddetli harpler ederlerdi. Bunların biri de, «Yevmül Feres»tir. Bu harpte Hazrec mağlup olmuştu, fakat Evs daha çok ölü vermişti.

Sulh masasına oturulmuş, sulh şartı olarak ölüsü fazla olan tarafa yani Evs (kabilesine fazla ölü sayısınca rehin verilmesi ileri sürülmüştü. Evs’in bu şartını mağlup Hazrec’liler kabul ederek Evs’in fazla üç ölüsü yerine üç çocuğu rehin vermişlerdi.

Fakat Hatim oğlu Kays’ın başkanlığındaki Evs’liler, ihanet ederek bu rehinleri öldürdüler. Bu yüzden iki kabile arasında başlayan harp kısım kısım uzun müddet devam etti. Fakat ilk harp zalimlerin cezalanmalarına kâfi geldi.

Çocuklara yapılan bu hunharlığı öğrenen Hazrec’liler, Abdullah bin Selûl’un başkanlığında ve iyi bir hazırlıkla hemen Evs’in üzerine saldırdılar.

Zulmün cezası Evs’i çabuk yakalamıştı. Evs mağlup ve perişan oldu. Çok kayıp verdi. Asıl mes’ul başı, reis Kays ise, birçok yerlerinden ağır yaralar alarak harpten çıktı. Fakat kalan ömrünü yaraların verdiği ızdırap içinde kıvranarak geçirdi.

KALİKÜLA

Milâdın 39. senesinde tahta geçen bu Kayser de pek zalim idi. Dört sene kadar süren iktidarı, zulüm ve ahlâksızlığın iğrenç örnekleri ile geçmiştir.

Ahlâksızlığı o kadar ileri götürdü ki; bütün kız kardeşleri ile dahi zorla zina etmiştir.

Zulmü o kadar ileri götürdü ki; Kudüs’te mescide diktirdiği heykeline bütün yahudileri taptırdı.

Bu suretle, Danyal Aleyhisselâmın bir mucizesi de tahakkuk etmiştir.

Danyal (A.S.) hitabında demişti ki: «Benî İsrail, Kudüs mescidine heykel dikildiğini, resim konduğunu ne zaman görürse; bilsinler ki Kudüs’ün harap olması yakındır.»

Nitekim 30 sene sonra Titos zamanında Kudüs ikinci defa tahrip edilmiştir.

Nihayet bu zalim ve ahlâksız Kalikula da cezasız kalmadı. İlâhî adalet, onu cezalandırmak için de kendi başkumandanını vazifelendirdi. Onun habis canını almaya karar veren baş kumandanı, fırsat kollamaya başladı. Bir gün onu, yatak odasında tenhaca kıstıran başkumandan, kılıcını çekerek üzerine saldırdı, bir kaç kılıç darbesi ile leşini yatağı üzerine uzatıp ayrıldı. Bu suretle bir zalim daha cezasını buldu. İşin garibi; diktirip halkı taptırdığı heykelleri imdadına yetişemediği gibi sonra kendi akibetine uğrayan putlarının imdadına da andıle kendisi yetişemedi.

KLEBER MISIR’DA PARİS’Lİ BİR FİRAVUN

Mısır’da 14 ay kalan, sırf iktidar ve şöhret hırsı için ve «Büyük kahramanlıklar Şark seferlerinde ancak kazanılır» diye yola çıkıp gerek Türkiye ve Mısır’a gerek Fransa’ya büyük zararlar verdiren Napolyon Pariste daha büyük bir mevki ve ikbal yıldızının parladığını görünce 23/Ağustos/1799 tarihinin gecesinde bazı yakın arkadaşları ile bir vapura atlayıp Fransa’ya kaçtı. Hem de kendisi ile kader birliği yapıp Mısır’a kadar gelen ve birçok meşakkatler çekip telafat veren asker ve kumandanlarını Çöl, deniz ve düşmanla çevrili, aç, susuz ve imkânsız bir hal içinde bırakarak…

Bonapart, kaçarken bıraktığı bir mektupta, yerine Kleber’i kumandan tayin etmişti. Kleber, Bonapart’ın mektubunu alınca’ Kahire’ye geldi. Bonapart’ın Özbekiye meydanında oturduğu eve yerleşti. Bir beyanname neşrederek yeni başkumandan olduğunu askere ilân etti. Mısır ileri gelenleri gelip usulen kendisini tebrik ettiler. Kleber, bu sırada 50 yaşında idi.

Türk— Fransız harbi devam ediyordu. Kleber, Avusturya harbinde yakînen tanıdığı Yeniçerilerden çok korkuyor ve sulh yapabilme çareleri arıyordu. Şartlar el vermemiş, sulh, yapılamamıştı. Yapılan neticesiz bazı savaşlardan sonra bütün çaresizliğine rağmen Kleber, Mısır’da yerleşmeyi kararlaştırmıştı.

Mısır halkı, her ne kadar hadiselere, sonu gelmeyen harplere veya yabancılara alışır gibi oldu ise de, yer yer isyanlar oluyor, Kleber de bunları şiddetle bastırıyor ve halka ağır vergiler yükleyerek onları kıpırdayamaz hale getiriyordu.

Halk, Fransızları asla sevmiyor, Fransızlar da halka karşı hiç iyi davranmıyorlardı. Asker, halkla alay ediyor, halkın hürmet ettiği şeyhlere, «İhtiyar hamam böcekleri» diye tam Fransız inkilâbının yetiştirdiği dinsiz nesle yakışır hakaretlerde bulunuyorlardı. Bunları itidale sevketmesi gereken Başkumandan Kleber, aksine bu yola teşvikçi olmuştu. Her Mısır hakimi gibi o da çabucak değişmiş, gevşemiş, iyi hasletlerini ‘kaybederek Firavunkârı gurur ve zulme doğru kaymıştı.

Halka ağır vergiler koydu. Bunu Camilere ve Şeyhlere de teşmil etti. Vermeyenlere dayak attırdı. Hapse attırdı. Hatta halkın Peygamber soyundan tanıdığı ve saydığı bir şeyhi, vergi vermeyi red etti diye hapsettirmiş, üstelik ona hapishanede dayak attırmış ve vergi vermeğe mecbur etmişti. Tabii bu hadiseler halkın büyük ölçüde nefretine sebep oluyordu.

Kleber, halktan topladığı vergilerin bir kısmı ile de kendi lüks hayatını ve saltanatını kurmaya çalışıyordu. Bonapart’ın sade hayatını hemen terk etmiş, süse, gösterişe, saltanat tezahürlerine kendisini kaptırmıştı. Emrine, fellahlardan birçok hizmetçiler aldı. Onların, etrafında hizmet edip dolaşmasından zevk alır oldu.

Gurur, haşmet içindeki ruh haletine ve halka karşı zalimane davranışına güzel ‘birer örnek olan şu haller de kayda değer:

İki özel seyisi vardı. Bunların vazifesi, Kleber ata binip inerken hizmet etmekti. Ata binip inerken bunlardan biri atının dizginini, öbürü de özengisini tutardı.

Bir yola çıktığı zaman bunlardan başka atının önünde iki kavas da bulundururdu. Bunlar, atının bir kaç adım; önünden gider. Her adımda ellerindeki uzun sopaları yere şiddetle vurur: «İşte başkumandan Hazretleri! Müslümanlar Yol açın ve ihtiram edin!» diye bağırırlardı. Bunu duyan halk, yol açıp iki sıra olur, At’da Eşek’te olanlar da hemen iner, hepsi birden el pençe durur, Kleber’e doğru eğilerek saygı gösterirlerdi.

Kleber, artık Mısır’da devamlı kalabileceğine iyice inanmış ve tam bir eski Mısır hükümdarı rolünü almıştı. İşte halkın artık Kleber’den bizar olduğu, vergi hakaret ve çeşitli zulüm içinde inlediği bu günlerde Süleyman adında Halep’li bir Müslüman genci Mısır’a geldi. 25 yaşında olan bu genç Ezher Üniversitesinde okuyordu. Pek dindar olan, her yıl Halep’e izinli gidip gelen bu genç ayna zamanda Hacca gitmiş ve Hacı da olmuştu. Kleber ve askerlerinin gerek Mısır, gerek Suriye ve Kudüs’te yaptıkları zulüm ve vahşeti yakından görmüştü. Dolayısiyle dini gayret ve hamiyyeti galeyana gelmişti.

Süleyman, uzun müddet düşündü. Müslümanların başındaki bu püsküllü belayı nasıl savmalı, Müslümanları bu zalimin elinden nasıl kurtarmalı diye. Nihayet yarayı başından deşmeyi, Başkumandan Kleber’i öldürmeyi kararlaştırdı. Ancak bu suretle bu zulmün önü ve intikamı alınmış olacaktı.

Süleyman, bir hançer satın aldı. Ezher’deki dört hocasına meseleyi açıp, onların tasviplerini de aldı. 40 gün oruç ve ibadetle geçirip manevi bir hazırlık yaptı. Sonra Kleber’i takipe başladı. Üç günlük bir takipten sonra onu Özbekiye’deki Sarayının bahçesinde sıkıştırabileceğini gördü. Halen tamir edilen bu saraya Kleber, her sabah mimarı ile gelip bakardı. Süleyman Sarayın bahçesindeki boş sarnıçta saklanıp onu bekledi. Biraz sonra Kleber, Mimarı ile beraber gelip ona talimat vermeye başladı. Süleyman, Sarnıçtan çıkıp Kleber’in önüne eğildi, ona bir dilekçe verdi. Kleber, dilekçeyi okurken de birden hançerini çekerek Kleber’in kalbine dört defa sapladı. Müdahalede eden Mimar da yaraladı. Kleber zalimi, bir “kaç saat sonra ölüp gitti. Bu suretle Mısır bir Zalimin elinden daha yakasını sıyırmış oldu.

Gerçi Halep’li Süleyman’ı hemen yakadılar, bir kolunu yaktılar ve kendisini kazığa geçirdiler. Ama o, milletini, dindaşlarını zulümden kurtarmış, karşılığında da şehadet mertebesini kazanmıştır.

Kleber’in yerine geçen yeni kumandan Meno, mütevazi bir adamdı. Üstelik hadiseler ona bir milletin izzeti nefsi ile ilelebet oynanamayacağını da göstermişti. Zülme gitmedi. Üstelik bir Türk kadını ile evlendi. Büyük bir ihtida merasimi ile müslüman oldu. Abdullah Yakup ismini aldı. Ve beş vakit namazına başladı.

Halep’li Süleyman’ın hamiyeti diniyye ve milliyesi yalnız Mısır halkını kâfir ve zalimlerin şerrinden kurtarmakla kalmadı. Aynı zamanda kafir Fransız askerlerinin Başkumandanını da küfründen kurtarmış oldu.

Fransızlar, gerek Kleber’i, gerek Halep’li Süleyman’ın kemiklerini daha sonra Fransaya götürdüler. Süleyman’ın kemiklerini müzeye koydular ve onun beyninde taassup hücreleri araştırdılar.

Garip şey, Keleber’in beyninde zalimlik ve Firavunluk damarı arayacak yerde aradıkları şeye bakın..,

Böyledir bu Garp kafası, Kendi zulüm ve soygunculuğunu medenilik, Şarklının milli hamiyyetini de taassup sayacak kadar kaimdir zaar…

LİYO’NUN KATİLLERİ.

İmparator Liyo, Mikâil’in tahta geçmek için hazırlık halinde olduğunu duydu. Tabii tahta geçmesi için de kendi hayatının bertaraf edilmesi gerekiyordu.

Mikâil’i takip ettirdi ve bir paskalya günü onun suçunu tespit ettirip yakalattı. Suçunun cezası olarak da ateşte yakılmasını emretti. Fakat imparatorun karısı araya girerek Mikâil’e şefaatçi oldu. Onu idamdan kurtardı, cezası hapse çevrildi.

İmparator, karısına; «Sen, bunu idam etmeme mani oldun, ama göreceksin bir gün bu adam beni öldürecek.» demişti. Endişesi haklı çıktı.

Bir gün imparator kilisede iken Mikâil’in adamları ansızın kılıçları çekerek üzerine hücum ettiler, onu parça parça ederek hunharca öldürdüler. Lâşesini de alarak At Meydanına götürüp attılar ve Mikâil’i hapisten çıkarıp imparatorluk tahtına oturttular.

İlk iş olarak eski imparatorun çocuklarını hadım ederek anneleriyle Pruta adasına gönderen Mikâil’e, Fransa’da çok kaldığı, dolayısiyla Re harfini güzel talaffuz edemediği için «Balbas» derlerdi.

Mikâil de Saltanatta huzur bulamadı. Kan üzerine kurulan taht kimseye huzur vermiyordu. Devri hep isyan ve dış harpler istilâlar ile geçti.

Kumandanlarından Tomas, maktul imparatorun intikamını almak için ayaklandı. Bütün Anadolu’yu ele geçirdi. Mikâil yaptığı bütün savaşlarda yenildi.

Bu arada müslümanlar, Girit ve birçok yerleri fethettiler. Tomas, İstanbul’u da kuşatarak, tam iki seneye yakın kuşatmayı devam ettirdi. İmparator, Bulgarlardan yardım talep ederek, ancak onların yardımı ile şehri ve saltanatını kurtarabildi.

Böylece; tam bir huzursuzluk içinde geçen onbir sene kadar bir saltanat devresinden sonra «Ser-Sam» denen bir hastalıkla hayatını tükettikten sonra oğlu Tiyofilius tahta geçti.

Tiyofil, tahta çıkar çıkmaz ilk iş olarak imparator Liyon’u kilisede katledip babasını tahta çıkaran katilleri toplatmak oldu.

Hepsini huzuruna toplatan Tiyofil : «Siz, hangi hakla bir imparatoru katlettiniz. Sizin cezanızda aynı akibettir.» Diye hepsini aynı şekilde kılıç darbeleri ile öldürterek cezalandırmıştır.

TARİH BOYUNCA MEŞHUR ZALİMLER ve Akibetleri

Yazan: Nail PAPATYA ( Bursa Müftüsü )


ESMA-İ HUSNA-2

Nisan 22, 2023

er-RAHMÂN VE er-RAHÎM

Rahmân ve Rahîm isimleri “Rahmet” kelimesinden türemiştir. Rahmet sözlükte, acıma, sevme, şefkat etme, rikkat (yufka yüreklik, acıma ve incelik) sahibi olma, ihsan etme ve bağışlama gibi anlamlara gelir.

Rahmet, rahmet edilene bağış ve lütuf gerektiren bir kalp yumuşaklığı ve merhamet duygusudur.

Rahmet, Allah için kullanıldığı zaman, ihsan ve lütuf; insanlar için kullanıldığı zaman ise acıma, bağış ve kalp yumuşaklığı kastedilir. Kur‟an, Allah‟ı tanıtırken öncelikle O‟nun Rahmân ve Rahîm oluşundan söz eder. Allah‟ın rahmet özelliği ile ilgili olarak Esmâ-i Hüsnâ‟ da otuza yakın isim geçmektedir. Rabbimizin kullar hakkında en çok işleyen ve en belirgin özelliği rahmettir. Allah‟ın kullarına gazap etmesi veya onları cezalandırması bir şarta bağlı iken, rahmet sıfatı herhangi şarta bağlı değildir. Allah‟ın rahmeti bütün yaratıklar hakkında geneldir.

“O kendisi için rahmeti yazmış (farz kılmış) tır.” ( En‟am 12)

Evrendeki her varlık O‟nun rahmetinin sonucudur. Hayat ve hayatı devam ettiren araçlar, bağışta bulunma ve rızıklandırma, kabiliyet ve irade verme, organlar ve yiyecekler, içecekler ve yerler, üzerinde olanlar ve gökler hepsi o geniş rahmetin neticesidir.

Allah insanlara merhamet ettiği için onlara hem akıl ve muhakeme gücü, hem de onları doğru yola götürecek peygamberler ve kitaplar göndermiştir.

“Sana kitabı (Kur‟an) her şeyi açıklayıcı, hidayet ve rahmet olarak ve müminlere müjde olarak indirdik.” ( Nahl 89)

Allah, Hz. Muhammed‟i (s.a.v) de alemlere rahmet olarak göndermiştir.

“Seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya 107)

A-KUR‟AN‟DA RAHMET KAVRAMI

1-Kur‟an rahmet kavramını bazen cennet anlamında kullanır:

“Sabredenler, kendilerine bir bela geldiği zaman: “Muhakkak ki biz Allah‟ın kullarıyız ve biz O‟na döneceğiz.” derler. İşte Rablerinden onlara bağışlama ve rahmet (cennet) vardır.” (Bakara 156-157)

“Kıyamet gününde yüzleri bembeyaz olanlar Allah‟ın rahmeti (cenneti) içindedirler; orada ebedi kalacaklardır.” (Ali İmran 107)

2-İnsanlara karşı yumuşak huylu davranmak da Allah‟ın bir rahmetidir:

“Allah‟tan bir rahmet ile sen onlara yumuşak davrandın. Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. O halde onları affet bağışlanmaları için duâ et…” (Ali İmran 159)

3-Rahmet kavramı Allah‟ın maddi ve manevi yardımı için de kullanılır:

“Şüphesiz ki Allah‟ın rahmeti (yardımı) iyilik yapanlara yakındır.” (Araf 56)

4-Allah‟ın kullarını sıkıntılardan kurtarması da rahmettir:

“Hud‟u ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık. Ayetlerimizi yalanlayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik.” (Araf 72)

5-Rahmet kelimesi sıkıntıdan sonra gelen bolluk, bereket ve esenlik anlamına da gelir:

“Kendilerine dokunan bir sıkıntıdan sonra insanlara bir rahmet (esenlik) tattırdığımız zaman bir de bakarsın ki ayetlerimiz hakkında komplo kurmaya çalışırlar.” (Yunus 21)

6-Allah‟ın insanlara çocuk vermesi de bir rahmettir:

“Melekler İbrahim‟in karısına Şöyle dediler: “Ey ev halkı! Allah‟ın rahmeti ve bereketi sizin üzerinizedir. Şüphesiz ki O, övülmeye layıktır, iyiliği boldur.” (Hûd 73)

7-Allah‟ın kullarını affetmesi de bir rahmettir:

“De ki: “Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah‟ın rahmetinden (affından) ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan ve çok esirgeyendir.” (Zümer 53)

8-Anne-babaya karşı iyi davranmak da Allah‟ın bir rahmetidir:

“Onlara iyi davranarak alçak gönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: “Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse şimdi de sen onlara öyle rahmet et.” diyerek duâ et. ( İsra 24)

9-Kur‟an‟ın kıyamete kadar baki kalması da Allah‟ın bir rahmetidir:

“Eğer biz dilersek sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız sonra da bu durumda sen de bize karşı hiçbir koruyucu bulamazsın. Ancak Rabbinin rahmeti (sayesinde Kur‟an baki kalmıştır.) Çünkü O‟nun sana lütufkârlığı çok büyüktür.” (İsra 86-87)

10-Allah‟ın salih insanların çocuklarını koruması da rahmettir:

“Rabbin istedi ki, o iki çocuk güçlü çağlarına erişsinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar…” (Kehf 82)

11-Allah‟ın kullarının duâlarını kabul etmesi de rahmettir:

“Bunun üzerine biz tarafımızdan bir rahmet ve kulluk edenler için öğüt olmak üzere onun (Eyyub‟un) duâsını kabul ettik kendisinde dert ve sıkıntı olarak ne varsa giderdik. Ve ona aile efradını, ayrıca bunlarla birlikte bir mislini daha verdik.” (Enbiya 84)

12-Peygamberimiz (s.a.v)‟in gönderilmesi de bir rahmettir:

“Biz seni alemlere ancak bir rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya 107)

13-Kur‟an da Allah‟ın en büyük rahmetidir:

“Elif, lâm, mîm. Bunlar hikmetli kitabın ayetleridir. İyilik yapanlar için hidayet ve rahmettir.” (Lokman 1-2-3)

14-Allah‟ın eşler arasında sevgi ve ülfet yaratması da bir rahmettir:

“Kaynaşmanız için size kendi cinsinizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet var etmesi de Allah‟ın gücünün delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır.” (Rûm 21)

15-Allah‟ın, ölümünden sonra yeryüzünü diriltmesi de rahmettir:

“Allah‟ın rahmetinin eserlerine bir bak: Arzı, ölümünden sonra nasıl diriltiyor! Şüphesiz O, ölüleri de mutlaka diriltecektir. O, her şeye kadirdir.” (Rûm 50)

16-Savaşta zafer kazanmak da Allah‟ın bir rahmetidir:

“De ki: Allah size bir kötülük dilerse O‟na karşı sizi kim korur; ya da size rahmet (zafer) dilerse size kim zarar verebilir? Onlar Allah‟tan başka ne bir dost bulabilir ne de bir yardımcı.” (Ahzâb 17)

17-İnsanların gemilerle boğulmadan yolculuk yapmaları da Allah‟ın rahmetidir:

“Dilersek onları suda boğarız. O zaman ne onların imdadına koşan olur, ne de onlar kurtarılırlar. Ancak bizim tarafımızdan bir rahmet ve belli bir zamana kadar dünya nimetlerinden faydalandırmamız müstesnadır.” (Yâsîn 44)

18-Yağmur da Allah‟ın bir rahmetidir:

“Rüzgarları rahmetinin (yağmur) önünde müjdeci olarak gönderen O‟dur.” (Furkan 48)

19-Gecenin dinlenme, gündüzün de rızık arama vakti kılınması Allah‟ın bir rahmetidir:

“Rahmetinden ötürü Allah, geceyi ve gündüzü yarattı ki geceleyin dinlenesiniz, gündüzün de O‟nun rızkından arayasınız ve şükredesiniz.” (Kasas 73)

20-Allah‟ın ibadetlere karşılık mükâfat vermesi de bir rahmettir:

“Ey iman edenler! Allah‟tan korkun ve peygamberine inanın ki O, size rahmetinden iki kat ecir versin ve size ışığında yürüyeceğiniz bir nur lutfetsin; sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Hadid 28)

21-Allah‟ın muhacirleri koruması da rahmettir:

Onlara: “Siz onlardan ve Allah’tan başka taptıklarından ayrıldınız, bunun için mağaraya girin ki, Rabbiniz size rahmetini yaysın ve size işinizde kolaylık göstersin” denildi. ( Kehf 16)

Görüldüğü gibi Allah‟ın bizlere olan rahmeti çok boyutlu ve geniştir. Allah‟ın rahmeti hayatımızın her yönünü kuşatmıştır. Allah, rahmetini bir an kaldırsa yeryüzünde yaşanmaz. Hayat sona erer. Allah‟ın rahmetine karşı bizlerin üzerine düşen birtakım görevler ve sorumluluklar vardır. Öncelikle O‟nu hakkıyla tanımalıyız. Ona olan imanımızı güçlendirmeliyiz. Onun en büyük rahmeti olan Kur‟an‟ı anlayarak ve üzerinde düşünerek okumalıyız. Kavradığımız ayetleri bireysel, toplumsal ve sosyal hayatımızda uygulamalıyız. Kur‟an‟ın hayat programı ve nizamı olması için elimizden gelen bütün gayreti göstermeliyiz.

Allah‟ın kullarına karşı merhametli olmalıyız. Onları Allah‟ın en büyük rahmeti olan Kur‟an‟la ve Hz.Peygamberle tanıştırmalıyız. Hz. Muhammed‟den başka gerçek önder ve rehber olmadığını insanlara duyurmalıyız.

Allah‟a ve Rasülüne itaat eden mü‟minleri dost edinip onlara şefkat ve rahmet kanatlarımızı germemiz gerekir. Mü‟minlere karşı merhametli, kâfirlere karşı ise vakurlu ve şerefli olmamız gerekir. Kur‟an‟a ve Hz. Muhammed‟e düşman olanları dost edinmemeliyiz. Onlara karşı Kur‟an‟ın öngördüğü şekilde mücadele etmeliyiz.

B-HADİSLERDE ALLAH‟IN RAHMETİ

Aşağıdaki hadisler de Allah‟ın, kulları üzerindeki rahmetini en güzel bir şekilde anlatmaktadır:

Ebu Hûreyre (r.a)‟den rivayet edildiğine göre Rasulüllah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Allah mahlukâtın olmasına hükmettiği zaman -Müslim’in rivâyetinde: “Allah mahlukatı yarattığı zaman”- yanında bulunan, Arş’ın gerisindeki bir kitaba Şunu yazdı: “Muhakkak ki rahmetim gazabıma galip gelmiştir.”

Buhâri nin bir diğer rivâyetinde: “Rahmetim gazabıma galebe çaldı” denmiştir.

Buhâri ve Müslim’in bir rivâyetlerinde: “(Rahmetim) gazabımı geçti” denmiştir.

Ebü Hüreyre (r.a)‟den rivayet edildiğine göre Rasulüllah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Allah, rahmeti yüz parçaya böldü. Bundan doksan dokuz parçayı kendine ayırdı. Yeryüzüne geri kalan bir parçayı indirdi. (Bunu da cin, insan ve hayvan mahlukatı arasında taksim etti.) Bu tek parçadan nasibine düşen pay sebebiyledir ki mahlukat birbirlerine karşı merhametli davranır. At, (hayvan) yavrusuna basmamak için ayağını bu sayede kaldırır.”

Selmânu’l-Fârisi (r.a)‟den rivayet edildiğine göre Rasulüllah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“AIlah’ın yüz rahmeti var. Bunlardan biriyle mahlukat kendi aralarında birbirlerine merhamet gösterirler. Doksan dokuz rahmet de Kıyamet günü içindir.”

Rasulüllah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Allah, arz ve semayı yarattığı gün, yüz rahmet yarattı. Her bir rahmet göklerle yer arasını dolduracak kadardır. Ondan yeryüzüne tek bir rahmet indirmiştir. İşte anne, yavrusuna bununla şefkat eder. Vahşi hayvanlar ve kuşlar birbirlerine bununla merhamet ederler. Kıyamet günü geldiği vakit Allah, rahmetine bunu da ilâve ederek (tekrar yüze) tamamlayacaktır.”

Ömer İbnu’l-Hattâb (r.a) şöyle anlatıyor: “Rasulüllah (s.a.v) ‘a bir grup esir getirilmişti. İçlerinde bir kadın vardı, göğüsleri sütle dolu idi. Bu kadın (sağa sola) koşuyor, esirler arasında bir çocuk bulduğu zaman onu yakalayıp kucaklıyor, göğsüne bastırıyor ve emziriyordu. (Dikkatleri çeken bu manzara karşısında), Hz. Peygamber:

“Bu kadının, çocuğunu ateşe atacağına kanaatiniz olur mu?” dedi. Bizler:

“Hayır!” diye cevap verince Hz. Peygamber:

“(Bilin ki), Allah’ın kullarına olan rahmeti, bu kadının çocuğuna olan şefkatinden fazladır” buyurdu.”

Rasulullah (s.a.v) Şöyle buyurdu:

“Allah sadece kullarından merhamet sahibi olanlara rahmet eder.”

Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“İnsanlara merhamet etmeyene Allah da rahmet etmez.”

Rasulullah (s.a.v)‟ın yanına bedevilerden bir grup insan geldi ve şöyle dediler:

-Ey Allah‟ın Rasulü! Sizler çocuklarınızı öper misiniz? Rasulullah (s.a.v) da:

-Evet, buyurdu. Onlar:

-Ama biz vallahi çocuklarımızı öpmeyiz, dediler. Rasulullah (s.a.v) da:

-Allah sizin kalplerinizden merhameti söküp aldıysa ben ne yapabilirim? buyurdu.”

Rasulullah (s.a.v) Şöyle buyurdu:

“Eğer mü‟min Allah katındaki cezayı bilseydi, hiç kimse cenneti ümit edemezdi. Eğer kafir de Allah katındaki rahmeti bilse, hiç kimse cennetten ümidini kesmezdi.”

Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Sizden biriniz, “Allah‟ım! Dilersen beni bağışla, dilersen bana merhamet et” diye dua etmesin. Çünkü Allah‟ı zorlayacak hiçbir kimse yoktur.”

Allah‟ın rahmeti hem dünya hayatını hem de ahireti kuşatır.

“Kıyamet günü yüzleri ağaranlara gelince onlar Allah‟ın rahmetinde olacaklardır. Onlar orada ebedi kalacaklardır.” ( Ali İmran 107)

Allah insanlara rasgele rahmet etmez. Kulların da bazı görev ve sorumlulukları yerine getirmeleri gerekir. Allah her şeyi belli bir yasaya bağlamıştır. Buna “sünnetullah” denir. Rahmetinin gelmesi de bazı kurallara bağlıdır. Allah‟ın rahmetinin gelmesi için insanların ilk fail olması gerekir. İlk çaba, gayret ve hareket insanlardan ve toplumdan gelmesi gerekir. İnsanın veya toplumun Allah‟ın rahmetine layık bir inanç ve yaşam tarzına sahip olmaları gerekir. İkinci aşamada Allah devreye girer ve rahmete hak kazanan insan ve toplumlara rahmetini gönderir. Allah‟ın rahmeti hiçbir kimsenin tekelinde değildir. Allah‟ın torpilli kulları yoktur. Allah rahmetini iman edip salih ameller işleyen ve rahmeti celbeden çalışmalarda bulunanlara indirir.

“Dilediğine (dileyene) azap eder, dilediğine (dileyene) de rahmet eder. O‟na döndürüleceksiniz.” (Ankebût 21)

“Rabbini sizi çok daha iyi bilir. Dilerse (dileyene) rahmet eder dilerse (dileyene)

azap eder.” (İsra 54)

“Herkes için yaptıklarına göre dereceler vardır. Rabbin onların yaptıklarından gafil değildir. Rabbin ğaniydir, rahmet sahibidir. Dilerse sizi yok eder de arkanızdan yerinize dilediği kimseleri getirir. Nasıl ki, sizi de başka bir kavmin neslinden meydana getirdi.” ( En‟am 132,133)

“Rahmetimizi dilediğimiz kimselere isabet ettiririz. İyilik yapanların mükâfatlarını asla zayi etmeyiz.” ( Yusuf 56)

“ Allah rahmetini dilediği (dileyen) kimselere tahsis eder.” ( Bakara 105)

“Dileyeni (yahut dilediğini) rahmetine girdirir. Zalimlere ise şiddetli bir azap hazırlamıştır.” ( İnsan 31)

Bu ayette geçen “Men Yeşâü” ifadesini hem dileyeni hem de dilediğini şeklinde tercüme etmek mümkündür. Allah‟ın rahmetine ulaşma konusunda Allah‟ın dilemesi önemli olduğu gibi insanların istemesi de önemlidir. Peygamberlik, mucize ve zenginlik gibi bazı rahmet ve lutüflar Allah‟ın dilemesi ile gerçekleşir. Ama ilim, Allah‟ın yardım ve zaferi, cennete girmek gibi rahmet çeşitlerinde kulun iradesi önceliklidir.

C- ALLAH KİMLERE RAHMET EDER?

Bunları Allah‟ın en büyük rahmeti olan Kur‟an‟dan öğrenmeye çalışalım.

1-Allah, iyiliği emredip kötülüklerden sakındıran, namazı kılıp zekâtı veren ve Allah‟a ve Rasulüne itaat edenlere rahmetini indirir:

“İnanan erkekler ve inanan kadınlar, birbirlerinin velisidirler. İyiliği emrederler, kötülükten men ederler, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Elçisine itâat ederler. İŞte onlara Allah rahmet edecektir. Allah daima üstündür, hüküm ve hikmet sâhibidir.”(Tevbe 71)

“Allah‟a ve Rasulûne itaat edin ki, merhamet olunasınız.” ( Ali İmran 132)

“Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve peygambere itaat edin ki, merhamet olunasınız.” (Nur 56)

2-Allah Kur‟an‟a uyan ve müttaki olanlara rahmet eder:

“Bu indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Artık ona uyun ve müttaki olun ki rahmete nail olasınız.” ( En‟am 155)

3-Allah Kur‟an okunurken susup dinleyenlere rahmet eder:

“Kur‟an olunduğu vakit, hemen onu dinleyin ve susun ki merhamet olunasınız.” (A‟raf 205)

4-Allah istiğfar edenlere rahmet eder:

“Hz. Salih kavmine şöyle dedi: Ey kavmim! Niçin iyilikten önce çabucak kötülüğü (rahmetten önce azabı) istiyorsunuz? Allah‟tan mağfiret dilemeli değil misiniz? Olur ki esirgenirsiniz.” (Neml, 46)

5-Allah dünya ve ahiret azabından korkan ve günahlardan sakınanlardan rahmetini esirgemez:

“Onlara, “Önünüzdeki ahiretten ve arkanızdaki günahlarınızdan korkun ki merhamet olunasınız” denildiğinde aldırmazlar.” (Yasin 45)

6-Müslüman kardeŞlerinin aralarını düzeltenlere Allah rahmet eder:

“Mü‟minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve takvalı olun ki merhamet olunasınız.” ( Hucurât 10)

7-Başlarına bir bela ve musibet geldiği zaman “ İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” diyerek Allah‟ı hatırlayanlara Allah rahmet eder:

“Onlar başlarına bir bela geldiğinde “Şüphesiz ki biz Allah‟a aidiz ve O‟na döneceğiz” derler. İŞte onlara Rablerinden mağfiret ve rahmet vardır. İşte onlar hidayete erenlerdir.” ( Bakara 155-156)

8-Allah, iman edip hicret eden ve kendi yolunda cihad edenlere rahmet eder:

“Şüphesiz ki iman edip hicret edenler ve rahmetini ümit edenlerdir. Allah ğafûr ve rahîmdir. 

Allah yolunda cihad edenler, Allah‟ın  rahmetini umarlar.” ” (Bakara 218)

“Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlere, Allah tarafından derece derece rütbeler, mağfiret ve rahmet vardır. Allah ğafûr ve rahîmdir.” ( Nisa 95-96)

9-Allah kendi dinine sarılanlara rahmet eder:

“Allah‟a iman edip O‟na sarılanları Allah, kendi katından bir rahmete ve lütfa girdirecektir. Onları, dosdoğru bir yola iletecektir.” (Nisa 175)

10-Allah yeryüzünde fesat çıkarmayan, korku ve ümitle dua edenlere ve muhsinlere rahmet eder:

“Yeryüzünü ıslah ettikten sonra, orada fesat çıkarmayın. Ve Allah‟a korku ve ümitle dua edin. Şüphesiz Allah‟ın rahmeti iyilik yapanlara yakındır.” ( A‟raf 56)

11-Allah peygamberin yanında yer alanlara rahmet eder:

“Nihayet Hûd‟u ve beraberindeki mü‟minleri, tarafımızdan bir rahmetle kurtardık ve o ayetlerimizi yalanlayıp iman etmeyenlerin kökünü kestik.” ( A‟raf 72)

12-Allah sabreden ve salihlerden olanlara rahmet eder:

“İsmail‟i, İdris‟i ve Zülkifl‟i de hatırla! Bunların hepsi sabredenlerdendi. Onları da rahmetimizin içine aldık, çünkü salihlerden idiler.” ( Enbiya 85,86)

13-Allah, Allah‟a ve ahiret gününe iman edip infak edenlere rahmet eder:

“Yine bedevilerden öylesi vardır ki, Allah‟a ve ahiret gününe inanır ve harcadıklarını, Allah katında yakınlıklara, Peygamber dualarına vesile sayar. Dikkat edin! Bunlar gerçekten kendileri için Allah katında yakınlıktır. Allah onları cennetine koyacaktır. Çünkü Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.” (Tevbe 99)

14-Allah, müşriklerden ve putlardan uzaklaşanlara rahmet eder:

“Mağaradakilerden biri arkadaşlarına Şöyle dedi: Mademki, kavminizden ve onların

Allah‟ı bırakıp taptıkları putlardan uzaklaştınız. O halde mağaraya çekilin de Rabbiniz rahmetinden size genişlik versin ve size işinizde kolaylık göstersin.” ( Kehf 16)

D-KİMLER ALLAH‟IN RAHMETİNDEN ÜMİT KESERLER?

“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah‟ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.( Zümer 53)

Allah‟ın rahmeti her şeyi kuşattığı halde bazı insanlar Allah‟ın rahmetinden ümit keserler. Allah‟ı hakkıyla tanıyamayan bu insanlar Allah‟ın ayetlerine karşı önyargılı hareket ederler. Gerçeklere karşı kulaklarını, gözlerini ve kalplerini kapatırlar. Kur‟an bu insanları şöyle niteliyor:

1- “Allah‟ın ayetlerini ve O‟na kavuşmayı inkâr eden kafirler Allah‟ın rahmetinden ümit keserler.” ( Ankebût 23)

2- “Allah‟ın rahmetinden ancak hak yoldan sapanlar ümit keserler.” (Hicr 56)

E-ALLAH‟IN RAHMETİ OLMASAYDI NE OLURDU?

1-Hüsrana uğrardık:

“Eğer sizin üzerinizde Allah‟ın fazlı ve rahmeti olmasaydı, muhakkak hüsrana uğrayanlardan olurdunuz.” ( Bakara 64)

2-Şeytanlara uyardık:

“Eğer sizin üzerinizde Allah‟ın fazlı ve rahmeti olmasaydı, pek azınız müstesna, şeytana uyup giderdiniz.” ( Nisa 83)

3-Kâfirler bizi Allah‟ın yolundan saptırırlardı:

“Allah‟ın sana olan lütfu ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir grup seni Allah yolundan saptırmaya yeltenirlerdi.” (Nisa 113)

4- Büyük bir azap dokunurdu:

“Eğer dünyada ve ahirette Allah‟ın lütuf ve rahmeti üstünüzde olmasaydı, içine daldığınız bu iftiradan dolayı size mutlaka büyük bir azap isabet ederdi.” ( Nur 14 )

5- Asla kimse bizi temize çıkaramazdı:

“Eğer üstünüzde Allah‟ın lütuf ve rahmeti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse asla (günahlarından) temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini arındırır. Allah her şeyi işitir ve bilir.” ( Nur 21)

F-RAHMAN İSMİNİN ANLAMI

Rahmân, Allah‟a ait özel bir isim ve sıfattır. Pek fazla ve sürekli merhamet sahibi demektir. “Fa‟lan ” kalıbında olan Rahmân ismi hem ihsan ve bağışın bolluğunu hem de sürekli ve sonsuz olduğunu ifade eder. Allah‟ın şefkat ve merhametinin en yüksek derecesini gösterir. O‟nun rahmeti tıpkı kendisi gibi ezelî ve ebedîdir, yani başlangıcı ve sonu yoktur. Rahmân ismi genellikle ibadet ve ulûhiyyet ifade eder. Şu ayet de bu görüşü destekler.

“Senden önce gönderdiğimiz peygamberlere sor: Rahmândan başka ibadet edilecek tanrılar kılmış mıyız?” (Zuhruf, 45)

Burada yüce Allah, ibadete hak kazananın Rahmân olduğunu haber vermektedir. Bundan dolayı Rahmân ismi sadece Allah için kullanılmıştır. Rahmân ismini sadece peygamberlik iddiasında bulunan yalancı Müseylime kullanmıştır. Müseylime el- Kezzab (Allah‟ın laneti onun üzerine olsun) kendisine “Rahmânu‟l-Yemame (Yemame Kabilesinin Rahmanı)” adını verme cesaretini göstermiştir.

Rahmân kelimesini Türkçeye bir kelime veya cümle ile tercüme etmek imkânsızdır.

Bazı tercümelerdeki esirgeyen kelimesi Rahmân isminin tam tercümesi değildir.

Rahmân isminin tesniye (ikil) ve çoğul kullanımları yoktur. Nekra (belirsiz) olarak Kur‟an‟da hiçbir ayette geçmemekte, 57 yerde hep er-Rahmân şeklinde belirli bir isim olarak ifade edilmektedir. Allah‟ın ulûhiyyetini ifade ettiği için Allah‟tan başkası için kullanılmamıştır. Kur‟an‟da Rahman ismi sadece Rahîm ismi ile beraber zikredilmiştir.

“De ki: İster “Allah” diye duâ edin ister “Rahmân” diye. Hangisini derseniz, en güzel isimler hep O‟nundur.” ( İsra 110)

“Meryem: “Eğer Allah’tan sakınan bir kimse isen senden Rahman’a sığınırım.” dedi. (Meryem 18)

“Rahman arşa hükmetmektedir.” (Taha 5)

O gün gerçek hükümdarlık Rahman’ındır. İnkârcılar için yaman bir gündür.” (Furkan 26)

“Sen ancak, Kur‟an’a uyan ve görmediği halde Rahman’dan korkan kimseyi uyarabilirsin. Artık o kimseyi, bağışlanma ve cömertçe verilecek bir ecirle müjdele.” (Yasin 11)

“Rahman olan Allah’ı anmayı görmezlikten gelene, yanından ayrılmayacak bir şeytanı arkadaş veririz.” (Zuhruf 36)

“Onlara: “İŞte bu cennet, Allah’a yönelen, O’nun buyruklarına riayet eden görmediği Rahman’dan korkan, Allah’a yönelmiş bir kalple gelen sizlere, hepinize söz verilen yerdir. Oraya esenlikle girin, işte sonsuzluk günü budur.” denir.” (Kâf 32-34)

“Gökleri yedi kat üzerine yaratan O’dur. Rahman’ın bu yaratmasında bir düzensizlik bulamazsın. Gözünü bir çevir bak, bir çatlak görebilir misin? (Mülk 3)

“De ki: “Bizim inandığımız ve kendisine güvendiğimiz, Rahman olan Allah’tır. Kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu yakında bileceksiniz.” (Mülk 29)

“O, göklerin, yerin ve ikisi arasında olanların Rabbidir. O, önünde kimsenin konuşmayacağı Rahman olan Allah’tır. (Nebe 37-38)

Bütün bu tanımlarda da görüldüğü gibi Allah‟ın Rahmân ismi hem dünya hayatını hem de ahiret hayatını kapsamaktadır.

Rahmân; sonsuz rahmet sahibi, sürekli merhamet eden, merhametinden dolayı nimet veren veya şefkatinin çokluğu sebebiyle ihtiyaçları devamlı giderendir.

Rahmân; yarattığı varlıkların ihtiyacını en iyi bilen, onlara nimetlerini karşılıksız olarak veren ve onlardan hiçbir şeyi esirgemeyendir.

Bütün âlemlerin yaratılması, düzenlenmesi, onlar hakkında bazı kanunların konulması da Rahmân isminin sonucudur. Rahmân evrendeki bütün varlıkları yaratmış, her birine ayrı bir özellik ve görev vermiştir. Bütün varlıklar belirli bir süreye kadar görevlerini yerine getirirler. Varlıkların sahip oldukları bütün özellikler ve kabiliyetler Rahmân‟ın eseridir. Bu açıdan bakıldığı zaman Rahmân isminin anlamının ne kadar geniş ve kapsamlı olduğunu anlarız. Rahmân olan Allah ayrım yapmadan bütün kullarının rızklarını, şartlara uygun olarak verir.

Rahmân, kullarının bütün ihtiyaçlarını giderir ve onlara yardım eder. Nimetlerini esirgemez, bunları karşılıksız verir ve nimet vermesi hiç bitmez.

Rahman; bütün övgülere layık olandır. O âlemlerin rabbidir. (Fatiha 3)

Rahman; kendisinden başka ilah olmayandır. İbadete layık olan O‟dur. (Bakara 163) Rahman; kullarına doğru yolu bulmaları için kitap ve peygamber gönderendir. (Ra‟d 30)

Rahman; sadece kendisine duâ edilendir. (İsra 110)

Rahman; sadece kendisine sığınılandır. (Meryem 18)

Rahman; sadece kendisine adak adanandır. (Meryem 26)

Rahman; şeytana uyanlara azap gönderendir. (Meryem 45)

Rahman; mucizeler ve mesajlar sahibidir. (Meryem 58)

Rahman; vaadinde durarak kullarına cenneti verendir. (Meryem 61)

Rahman; kullarına mühlet verendir. (Meryem 75)

Rahman; gaybı bilendir. (Meryem 78)

Rahman; yerde ve gökte bulunan bütün kulların, huzurunda toplanacağı kimsedir. (Meryem 93)

Rahman; şefaat yetkisini elinde bulundurandır. (Meryem 87)

Rahman; eş ve çocuk edinmeyendir. (Meryem 92)

Rahman; iman edip salih amel işleyen kullarını sevgiyle kuşatandır. (Meryem 96)

Rahman; arşa hâkim olandır. (Taha 5)

Rahman; gerçek Rabbdir. (Taha 90)

Rahman; bütün seslerin, huzurunda kısıldığı kimsedir. (Taha 108)

Rahman; şefaat etme iznini verendir. (Taha 109)

Rahman; kullarına hatırlatmada bulunandır. (Enbiya 36)

Rahman; gece ve gündüz gelebilecek olan azaptan insanları koruyandır. (Enbiya 42)

Rahman; sadece kendisinden yardım istenilendir. (Enbiya 112)

Rahman; kıyamet gününde tek söz sahibi olandır. (Furkan 26)

Rahman; sadece kendisine secde edilendir. (Furkan 60)

Rahman; sadece kendisine kul köle olunandır. (Furkan 63)

Rahman; görülmediği halde sadece kendisinden korkulandır. (Yasin 11)

Rahman; fayda ve zarar verme özelliğine sahip olandır. (Yasin23)

Rahman; melekleri kendine kız çocuğu edinmekten uzaktır. (Zuhruf 19)

Rahman; Kur‟an‟ı öğretendir. (Rahman 1)

Rahman; görünen ve görünmeyen âlemi bilendir. (Haşr 22)

Rahman; yaratmasında herhangi bir kusur olmayandır. (Mülk 3)

Rahman; kuşlara uçma kabiliyeti verendir. (Mülk 19)

Rahman; kendisine karşı asla yardım edilmeyendir. (Mülk 20)

Rahman; sadece kendisine iman ve tevekkül edilendir. (Mülk 29)

Rahman; göklerin, yerin ve ikisi arasındaki her şeyin Rabbidir. (Nebe 37)

Rahman; huzurunda O‟nun izni olmadan söz söylemeye kimsenin güç yetiremediğidir. (Nebe 39)

Rahmân ismini daha iyi anlamak için Kur‟an‟ın 55. süresi olan Rahmân süresine bakmak gerekir. Bu süre sahabe tarafından “Arûsu‟l-Kur‟an (Kur‟an‟ın gelini)” olarak isimlendirilmiştir. Bu süreyi tanımadan Rahmân isminin anlamını tam olarak kavrayamayız.

“Rahmân olan Allah Kur‟an‟ı öğretti. İnsanı yarattı. İnsana beyanı (konuşup ifade edebilmeyi) öğretti.” (Rahmân 1-4)

Allah‟ın bizlere en büyük rahmeti Kur‟an‟ı bize gönderip öğretmesidir. Biz Kur‟an‟la hakkı batıldan ayırt ediyoruz. Doğru yolun sınırlarını öğreniyoruz. Allah‟a nasıl kulluk yapacağımızı öğreniyoruz. Cenneti ve cehennemi tanıyarak haksızlık ve zulümden uzak durmaya çalışıyoruz. Kur‟an‟ı rehber edinip hayatımızı ona göre şekillendirmeye gayret ediyoruz. Bütün bunlar Allah‟ın rahmetinin birer göstergesidir.

Allah‟ın bizi insan olarak yaratması da büyük bir rahmettir. Bizi hem insan olarak yaratmış, hem de bize diğer varlıklara vermediği bazı özellikler vermiştir. İrade, seçme hürriyeti, akıl, zeka ve beyan gibi özellikler bizlere verilmiştir. Hem düşünüp aklımızı kullanabiliyor hem de düşüncelerimizi ifade edebiliyoruz.

Rahmân: güneşi, ayı, yıldızları ve bitkileri bizim emrimize amade kılmıştır. Yeryüzünü bize boyun eğdirmiş, onun her türlü nimetlerinden faydalanma imkanı vermiştir.

Rahmân bizi çamur gibi kuru balçıktan yaratmıştır. Aslımızı bize hatırlatması, gururlanmamamızı tavsiye etmesi de rahmetinin gereğidir.

Doğuyu ve batıyı, denizleri ve içindeki nimetleri bize bahşeden Allah‟tan başka kim Rahmân olabilir? O‟nun dışındaki her varlık yok olmaya mahkumdur. Ancak celal ve ikram sahibi olan Allah‟ın zatı ve gücü kalıcıdır. Yerde ve göklerde olan her şey O‟ndan ister, O‟na muhtaçtır. O‟nun izni olmadan hiçbir güç yeryüzünün sınırları dışına çıkamaz.

Rahmân olan Allah adaletini gerçekleştirmek için kıyameti yaratacaktır. İyiler yaptıkları iyiliklerin karşılığını görecek, kötüler de yaptıkları kötülüklerin cezasını çekeceklerdir. Bu da Allah‟ın eşsiz rahmetinin bir göstergesidir. Suçlular o gün simalarından tanınacak, perçemlerinden ve ayaklarından tutulup yalanladıkları cehenneme atılacaklardır. Orada ateş ile kızgın su arasında dolaşıp duracaklardır.

Dünyada Allah‟a kulluk yapanlar ise sık ağaçlı, içinden pınarlar fışkıran ve her türlü meyvenin çift çift bulunduğu cennetlere gireceklerdir. Mü‟minler orada koltuklara yaslanıp ağaçların gölgelerin altında hoş vakit geçireceklerdir.

Allah‟ın kıyamet, cennet ve cehennem sahnelerini bize haber vermesi Rahmân isminin gereğidir. Bizleri ana babamızdan, evlatlarımızdan ve dostlarımızdan daha çok seven Allah, bizim kurtuluşa erişmemizi, cennetlere girmemizi ve cehennemden kurtulmamızı istiyor. Bizler de ana babamıza, evlatlarımıza ve dostlarımıza merhamet etmek ve iyilik yapmak istiyorsak onlara Kur‟an öğretmemiz, onları Kur‟an ile tanıştırmamız gerekir.

Mekkeli müşriklerin bir kısmı Allah‟ın Rahmân özelliğini kabul ediyor, bir kısmı da kabul etmiyordu.

“Onlara: “Rahmân‟a secde edin!” denildiği zaman: “Rahmân da neymiş? Bize emrettiğin şeye secde eder miyiz hiç?” dediler. Bu onların daha fazla nefretlerini artırdı.” (Furkan 60)

Hudeybiye AntlaŞması sırasında da Hz. Ali Peygamber (s.a.v)‟in emriyle “Bismillahirrahmânirrahîm (Rahman ve Rahim olan Allah‟ın adıyla)” yazınca Süheyl b. Amr şöyle itiraz etmişti: “Bismillahirrahmânirrahîm‟in ne demek olduğunu bilmiyoruz. Bunun yerine bizim bildiğimiz şey olan “Bismikallahümme (Senin adınla Allah‟ım)” diye yaz.”

“Ve onlar Rahmân‟ı inkâr ederler” (Ra‟d 30) Bu ayetler ve Hudeybiye olayı onların bir kısmının Allah‟ı Rahmân olarak kabul etmediklerini ortaya koyar.

G-ALLAH‟IN RAHÎM İSMİNİN ANLAMI:

Allah‟ın Rahîm ismi özel bir sıfattır. Allah‟ın mü‟min kullarına olan merhametini ifade eder. O, dünya hayatını Allah‟ın rızasına göre değerlendiren, şükreden ve isyan etmeyen mü‟min kullarına özel bir rahmetle davranacaktır.

Rahîm sıfatı daha çok mü‟min kullar hakkında gerçekleşecektir. Bu sıfat aynı zamanda geniş bir merhamet ve rahmet manasını da taşımaktadır. Allah hem merhametlidir, hem de kullarına yardım eder, onları korur ve nimetlerini onların üzerine yayar.

Rahîm; bütün övgülere layık olandır. (Fatiha 3)

Rahîm; tevbeleri kabul edendir. (Bakara 37)

Rahîm; kulların yaptıklarını zayi etmeyip karşılığını verendir. (Bakara 143)

Rahîm; kendisinden başka hiçbir ilah olmayandır. (Bakara 163)

Rahîm; zorda kaldığı için haram işleyen kullarını affedendir. (Bakara 173)

Rahîm; fitneden vazgeçen kullarını bağışlayandır. (Bakara 192)

Rahîm; samimi kullarının ibadetlerindeki eksiklikleri tam kabul edendir. (Bakara 199)

Rahîm; iman edip hicret eden ve Allah yolunda cihad eden kullarına merhamet edendir. (Bakara 218)

Rahîm; kadınlarına haksızlık yapıp, sonra vazgeçenleri bağışlayandır.

Rahîm; peygambere tabi olanları affeden ve onlara acıyandır. (Ali İmran 31)

Rahîm; küfürden sonra iman edip durumlarını düzeltenleri affedendir. (Ali İmran 89)

Rahîm; affedilmek isteyenleri affeden, cezalandırılmak için gayret edeni de cezalandırandır. (Ali İmran 129)

Rahîm; namuslu yaşayanları affeden ve onlara merhamet edendir. (Nisa 25)

Rahîm; yeryüzünde fesat çıkarıp sonra da tevbe eden kimseleri bağışlayandır. (Maide 34)

Rahîm; hırsızlık yapan, sonra da tevbe edenleri affedendir. (Maide 39)

Rahîm; allah üçün üçüncüsüdür diyerek şirk koşan, sonra da pişmanlık içinde Allah‟a yönelen Hıristiyanları bağışlayandır. (Maide 73-74)

Rahîm; Kâbe‟yi insanların diriliş, ayaklanma ve huzura duruş merkezi yapandır. (Maide 97)

Rahîm; bilmeden kötülük yapıp sonra tevbe eden ve durumunu düzeltenleri bağışlayandır. (En‟am 54)

Rahîm; insanları yeryüzünün halifeleri kılan, bir kısmını bir kısmına denemek için üstün kılandır. (En‟am 165)

Rahîm; savaşta elde edilen ganimetleri helal kılarak kullarına acıyandır. (Enfal 69) 

Rahîm; müşriklerden tevbe edip namazı kılan ve zekât verenleri bağışlayandır. (Tevbe 5)

Rahîm; zayıf, hasta ve fakirliğinden dolayı Allah yolunda savaşa katılamayan, ama Allah‟a ve Rasulüne karşı samimi olanları affedendir. (Tevbe 91)

Rahîm; Allah‟a ve ahiret gününe iman eden, Allah yolunda harcadıklarını, kendilerini Allah‟a yaklaştıran ve Elçinin dualarında anılmalarını sağlayan vesileler olarak görenleri rahmetiyle kuşatandır. (Tevbe 99)

Rahîm; iyi davranışlarını kötü olanlarla karıştırdıktan sonra günahlarının farkında olanları esirgeyen ve bağışlayandır. (Tevbe 102)

Rahîm; sadakaları kabul ederek kullarına merhamet edendir. (Tevbe 104)

Rahîm; Allah yolunda hicret edenlere ve muhacirlere yardım edenlere rahmet kanatlarını gerendir. (Tevbe 117)

Rahîm; tembelliğinden dolayı cihada katılmayan, sonra da Allah‟tan başka sığınacak kimse olmadığını anlayanların tevbelerini kabul edendir. (Tevbe 118)

Rahîm; kullarının sıkıntılarını giderendir. (Yunus 107)

Rahîm; peygamberin yanında yer alan kullarını helak olmaktan kurtarandır. (Hud 41)

Rahîm; halis kullarını nefislerinin kötülüklerinden koruyandır. (Yusuf 53)

Rahîm; cennette inananları nahoş duygu ve düşüncelerden arındıran, onları birbirleriyle kardeş olarak mutluluk tahtları üzerine oturtan, onları yorgunluk ve bitkinlikten uzak tutandır. (Hicr 47-49)

Rahîm; evcil hayvanları insanların emrine amade kılandır. (Nahl 5-7)

Rahîm; nimetleri sayılamayacak şekilde çok ve bol olandır. (Nahl 18)

Rahîm; cihad edip sabreden kullarına yardım edendir. (Nahl 110)

Rahîm; denizleri ve gemileri bize boyun eğdirendir. (Hacc 65)

Rahîm; iffetli kadınlara iftira atıp sonra da tevbe edenleri bağışlayandır. (Nur 5)

Rahîm; mü‟minler arasında ahlaksızlığın yayılmasından hoşlanıp sonra da tevbe edenleri bağışlayandır. (Nur 20)

Rahîm; akrabaya, muhacirlere ve fakirlere yardım etmeyeceğim diye yemin eden sonra da bu yemininden vazgeçen erdemli kimseleri affedendir. (Nur 22)

Rahîm; zorla fuhuş bataklığına atılanlara merhamet edendir. (Nur 33)

Rahîm;  Allah ve Rasulünün izin verdiği ölçülere dikkat edenlere rahmet edendir. (Nur 62)

Rahîm; yeryüzünün mucizelerini düşünüp bundan ibret alanları bağışlayandır. (Şuara 7-9)

Rahîm; Hz. Musa, Hz. İbrahim, Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih, Hz. Lut, Hz. Şuayb‟ın ve beraberindeki inananların kıssalarından ders çıkaranlara acıyandır. (Şuara 68,104,122,140,159,175)

Rahîm; bir haksızlık yaptıktan sonra kötülüğü iyiliğe çeviren kimseyi esirgeyendir. (Neml, 11)

Rahîm; dilediğine yardım edendir. (Rum 5)

Rahîm; toprağa giren ve ondan çıkan her şeyi, gökten inen ve ona yükselen her şeyi bilendir. (Sebe 2)

Rahîm; Kur‟an‟ı indiren, dosdoğru yol üzere olan peygamberimizi gönderendir. (Yasin 2-4)

Rahîm; cennetteki kullarına barış, mutluluk ve esenlik dolu sözlerle ikramda bulunandır. (Yasin 58)

Rahîm; rahmetinden asla ümit kesilmeyendir. (Zümer 53)

Rahîm; Rabbim Allah‟tır diyen ve sebatla doğru yolu izleyenleri cennette ağırlayandır. (Fussilet 32)

Rahîm; meleklerin kendisini hamd ile tesbih ettikleri ve yeryüzündekiler için kendisinden bağışlanma diledikleri kimsedir. (Şura 5)

Rahîm; huzurunda hiç kimsenin arkadaşına yardımı dokunmayacak olandır. (Duhan 41)

Rahîm; peygamberlerle insanlar arasında şahit olarak yeterli olandır. (Ahkaf 8)

Rahîm; peygambere saygısızlık yapıp da tevbe edenleri bağışlayandır. (Hucurat 5)

Rahîm; zan, tecessüs ve gıybetten sakınanlara merhamet edendir. (Hucurat 12)

Rahîm; Allah‟a ve Rasulüne itaat edenlerin amellerinden hiçbir şey eksiltmeyendir. (Hucurat 14)

Rahîm; korkan ve duâ eden kullarını yakıcı fırtınaların azabından koruyan ve cennetine koyandır. (Tur 28)

Rahîm; Allah‟tan korkan ve peygambere iman edenlere rahmetinden iki kat ecir veren, onlara yürüyecekleri bir nur kılan ve onları bağışlayandır. (Hadid 28)

Rahîm; kulları arasında sevgi bağıyla yakınlık oluşturandır. (Mümtehine 7)

Rahîm; peygambere bağlılık taahhüdü içinde bulunan kimselerin günahlarını affeden ve onlara acıyandır. (Mümtehine 12)

Rahîm; Allah‟ın haram kıldığını helal kılıp sonra da pişman olanları bağışlayandır. (Tahrim 1)

Rahîm; kendinden bağışlanma isteyenleri bağışlayan rahmet kaynağıdır. (Müzzemmil 20)

Rahîm; insanların batıl yollarla birbirlerinin mallarını yemelerini ve birbirlerini mahvetmelerini yasaklayarak rahmet kanatlarını gerendir. (Nisa 29)

Rahîm; Allah yolunda üstün çaba gösterenlere dereceler veren, onları bağışlayan ve onlara rahmet edendir. (Nisa 96)

Rahîm; Allah yolunda hicret edenlere yeryüzünde birçok rızık yolları ve bereketler bahşedendir. (Nisa 100)

Rahîm; Allah‟ın öğrettiğine göre hükmeden, hainlerle tartışmaya girmeyen ve onların bağışlanması için Allah‟a duâ edenlere rahmet eden, hatasını anlayan hainleri bağışlayandır. (Nisa 105,106)

Rahîm; kötülük yapıp kendisine zulmettikten sonra affetmesi için Allah‟a yalvaranları bağışlayandır. (Nisa 110)

Rahîm; hanımları arasında adaletli davrananlara rahmet kaynağıdır. (Nisa 129)

Rahîm; Allah‟a ve elçilerine iman edip onlar arasında hiçbir ayrım yapmayanları bağışlayandır. (Nisa 152)

Rahîm; İnsanların bolluk ve bereketinden rızıklarını aramaları için denizde gemileri yüzdürendir. (İsra 66)

Rahîm; yerin ve göklerin sırlarını bilendir. (Furkan 6)

Rahîm; tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyen kimselerin kötülüklerini iyiliğe değiştirendir. (Furkan 70)

Rahîm; sadakat gösterenleri, sözlerini tutmalarından dolayı ödüllendirip bağışlayandır. (Ahzab 24)

Rahîm; insanlara melekleriyle nimetlerini bahşeden, onları karanlıklardan aydınlığa çıkaran ve mü‟minlere rahmet kaynağı olandır. (Ahzab 43)

Rahîm; peygamberine birçok eş bahşederek merhamet edendir. (Ahzab 50)

Rahîm; mü‟min kadınlara toplum içine çıktıklarında namuslu olarak tanınmaları ve rahatsız edilmemeleri için dış kıyafetlerini üzerlerine almalarını emrederek onlara rahmet edendir. (Ahzab 59)

Rahîm; münafık ve müşrik erkeklere ve kadınlara azap eden ve mü‟min erkek ve kadınları da bağışlayandır. (Ahzab 73)

Rahîm; yerin ve göklerin hâkimiyetini elinde bulundurup dilediğini bağışlayan dilediğine de azap edendir. (Fetih 14)

Bütün bu tanımlarda da görüldüğü gibi Allah‟ın Rahîm ismi hem dünya hayatını hem de ahiret hayatını kapsamaktadır.

Rahîm ismi Kur‟an‟da 114 kez geçmektedir. 72 yerde Ğafur ismi ile beraber kullanılmaktadır. Bu Allah‟ın hem günahları bağışlayıcı olduğunu hem de kullarına merhamet edici olduğunu ifade eder.

“Şüphesiz size ölü hayvan etini, kanı, domuz etini, Allah’tan başkası için kesilen hayvanı haram kılmıştır. Fakat darda kalana, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere günah sayılmaz. Çünkü Allah bağışlayandır, merhamet edendir.” (Bakara 173)

“De ki: “Allah’ı seviyorsanız bana uyun. Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah affeder ve merhamet eder.” (Ali İmran 31)

“Ettiği zulümden sonra tevbe edip düzelen kimse, bilsin ki Allah onun tevbesini kabul eder. Allah şüphesiz bağışlayandır, merhametli olandır.” (Maide 39)

Rahîm ismi Kur‟an‟da 9 kez Tevvab ismi ile birlikte zikredilmiştir. Allah, rahmetinden dolayı kullarının tevbelerini kabul eder.

“Âdem, Rabbinden bazı emirler aldı ve onları yerine getirdi. Rabb’i de bunun üzerine tevbesini kabul etti. Şüphesiz o tevbeleri daima kabul edendir, merhametli olandır.” (Bakara 37)

“İbrahim ve İsmail, Kâbe‟nin temellerini yükseltiyordu: “Rabbimiz! Yaptığımızı kabul buyur. Şüphesiz ki, Sen hem işitir hem bilirsin” “Rabbimiz! İkimizi Sana teslim olanlardan kıl, soyumuzdan da Sana teslim olanlardan bir ümmet yetiştir. Bize ibadet yollarımızı göster, tevbemizi kabul buyur, çünkü tevbeleri daima kabul eden, merhametli olan ancak Sensin.” (Bakara 127-128)

“ Bütün genişliğine rağmen yer onlara dar gelerek nefisleri kendilerini sıkıştırıp Allah’tan başka sığınacak kimse olmadığını anlayan, savaştan geri kalmış üç kişinin tevbesini de kabul etti. Allah, tevbe ettikleri için onların tevbesini kabul etmiştir. Çünkü O tevbeleri kabul eden, merhametli olandır.” (Tevbe 118)

Rahim ismi Kur‟an‟da 9 kez Raûf ismi ile beraber kullanılır. Allah‟ın hem merhametli hem de kullarına karşı yumuşak davrandığı ifade edilir.

“Böylece sizi insanlara şahid ve örnek olmanız için tam ortada bulunan bir ümmet kıldık. Peygamber de size şahid ve örnektir. Senin yöneldiğin yönü, Peygambere uyanları, cayacaklardan ayırt etmek için kıble yaptık. Doğrusu Allah’ın yola koyduğu kimselerden başkasına bu ağır bir şeydir. Allah ibadetlerinizi boşa çıkaracak değildir. Doğrusu Allah insanlara şefkat gösterir, merhamet eder.” (Bakara 143)

“Andolsun ki, Allah, sıkıntılı bir zamanda bir kısmının kalpleri kaymak üzere iken Peygamber’e uyan Muhacirler ile Ensarın ve Peygamberin tevbelerini kabul etti. Tevbelerini, onlara karşı şefkatli ve merhametli olduğu için kabul etmiştir.” (Tevbe 117)

“Kendi kendinize zor varacağınız memleketlere, yüklerinizi taşırlar. Doğrusu Rabbiniz şefkatlidir, merhametlidir.” (Nahl 7)

Rahim ismi bir ayette Vedûd ismi ile beraber geçmektedir. Allah, kullarına acizliğinden veya korkaklığından dolayı merhamet etmez. Bilakis onlara olan sevgisinden dolayı onlara rahmet eder. Allah hem sever hem de rahmet eder.

“Rabbinizden mağfiret dileyin, O’na tevbe edin, doğrusu Rabbim merhamet eder ve çok sever.” (Hud 90)

Rahim ismi bir ayette de el-Berr ismi ile beraber geçmektedir. Allah herhangi bir gücün zorlaması ile kullarına rahmet etmez. İyilik yapma özelliği Allah‟ın zatında vardır. Allah‟ın rahmeti çok geniş ve çok boyutludur. Bütün insanları ve evreni kapsar. Allah‟ın rahmetinde sınır yoktur.

“Doğrusu bundan önce ailemizin yanında bile korku içindeydik. Allah lütfedip bizi kavurucu azaptan korudu. Doğrusu bundan önce de O’na yalvarıyorduk. Şüphesiz O, iyilik yapandır, acıyandır” derler.” (Tûr 26-28)

Rahim ismi Kur‟an‟da 13 kez Aziz ismi ile beraber geçmektedir. Bu beraberlik rasgele değildir. Allah mutlak galiptir. Asla mağlup edilemez. Hem kendisi şereflidir, hem de insanlara şeref verir. Kullara olan merhameti acziyetinden dolayı değildir. Şereften yoksun olduğu için de merhametli değildir. O, güçlüdür, O‟nun gücüne kimse karşı koyamaz. Hem Rahim özelliği hem de Aziz özelliği Allah‟tan başka hiçbir kimse de aynı anda bulunamaz.

“Yeryüzüne bakmazlar mı? Orada, bitkilerden nice güzel çiftler yetiştirmişizdir. Şüphesiz bunlarda Allah’ın kudretine işaret vardır, ama çoğu inanmazlar. Rabbin şüphesiz güçlüdür, merhametlidir.” (Şuara 7-8-9)

“Rabbin şüphesiz güçlüdür, merhametlidir. Şüphesiz Kuran Alemlerin Rabbinin indirmesidir.” (Şuara 191-192)

“Gökten yere kadar olan bütün işleri Allah düzenler, sonra, işler sizin hesabınıza göre bin yıl kadar tutan bir gün içinde O’na yükselir. O, görülmeyeni de görüleni de bilendir, güçlüdür, merhametlidir.” (Secde 5-6)

Rahim ismi bir kez de Rabb ismiyle beraber geçmektedir. Allah kullarına sadece merhamet etmekle kalmaz. Rabb özelliğiyle, rabb ismiyle onların hayatına karışır ve müdahale eder. Allah hem yaratır hem de terbiye eder. Evrene ve insan hayatına düzen ve nizam koyar. Emretme ve yasaklama yetkisine sahiptir. Kimseye sormadan, danışmadan karar alma yetkisi vardır. Dilediğini yapar, yaptığından dolayı kimseye hesap vermez. Allah bütün bu özelliğiyle beraber kullarına merhamet eder. Rahmetini onlara dilediği şekilde yayar.

“Doğrusu bugün, cennetlikler eğlenceyle meşguldürler. Onlar ve eşleri gölgeliklerde, tahtlar üzerine yaslanmışlardır. Orada meyveler ve her istedikleri onlarındır. Merhametli olan Rab katından onlara selam vardır.” (Yasin 55-58)

Rahim ismi 6 kez de Rahman ismi ile beraber geçmektedir. Bu birliktelik hem Allah‟ın uluhiyyetine hem de rahmetinin sonsuzluğuna işaret eder.

“Ha, Mim. Bu Kitap, merhametli olan Allah katından indirilmedir; bilen bir millet için müjdeci ve uyarıcı olmak üzere Arapça okunarak ayetleri uzun uzun açıklanmıştır. Ama insanların çoğu yüz çevirmiştir, onlar işitmezler de.” (Fussilet 1-4)

“O, görüleni de görülmeyeni de bilen, kendisinden başka ilah olmayan Allah’tır. O, acıyıcı olandır, acıyandır.” (Haşr 22)

“İlahınız bir tek ilahtır. O, merhamet eden, merhametli olandan başka ilah yoktur.” (Bakara 163)

Rahîm ismini Kur‟an‟da bazen marife bazen de nekra olarak görmekteyiz. Tekil ve çoğul kullanımı da vardır. Bu Rahîm isminin hem Allah için hem de insanlar için kullanılabileceğini ifade eder. Nitekim Peygamber (s.a.v) Rahîm sıfatı ile Kur‟an‟da nitelenmiştir:

“Şüphesiz ki size sizden aziz bir elçi geldi. Zorlanmanız ona ağır geliyor, üstünüze titriyor; mü‟minlere karşı çok şefkatlidir, çok merhametlidir.” (Tevbe128) 

H-RAHMAN VE RAHİM İSİMLERİNİN ARASINDAKİ FARKLAR

1-Rahmân sıkıntı ve ayıpları gideren, Rahîm ise kalpleri ve gizlilikleri aydınlatandır.

2-Rahmân sadece Allah için kullanılırken Rahîm insanlar için de kullanılabilir.

3-Allah dünyanın Rahmân‟ı, ahiretin de Rahîm‟idir. “Ey dünyanın Rahmân‟ı ahiretin de Rahîm‟i” şeklindeki dua meşhurdur.

4- Rahmân sadece Allah‟a has olan rahmeti ifade eder, Rahîm ise kulların merhametine de işaret eder.

5- Rahmân kullara Kur‟an‟ı öğreten, Rahîm de Kur‟an‟a uymakla şeref ve ikramda bulunan.

6- Rahmân, kullardan sadır olması düşünülemeyecek şekilde nimet veren, Rahîm ise kullardan da sadır olması mümkün olacak şekilde nimetlendirendir.

7- Rahmân ismi Rahîm‟den daha şümullüdür.“Rahmân arşı istiva etti” ayetinde olduğu gibi Allah‟ın ilim ve kudretinin genişliğini ifade eden arş ile beraber zikredilmektedir.

8- Rahmân ismi bütün mahlûkatı kuşatırken Rahîm sadece mü‟minleri kapsamaktadır.

9- Rahmân, Allah‟ın yüce, şerefli, onurlu, görkemli ve ihtişamlı nimetlerini belirtir.

Rahîm ise Allah‟ın ince, sınırlı ve tafsilatlı nimetlerine delalet eder.

10- Kur‟an‟da “Rahmân‟ın kulları”  ibaresi geçerken  “Rahîm‟in kulları”  ifadesi yoktur.

11- Rahmân sadece Rahîm ismiyle beraber geçmektedir. Rahîm ismi ise Tevvâb, Azîz, Ğafûr, Raûf, Rabb ve Berr isimleri ile beraber zikredilmektedir.

12-Rahmân genel olarak bütün nimetleriyle bütün yaratıklarına merhamet edendir. Rahîm ise onları hidayete iletmek, onlara lütuflarda bulunmak suretiyle mü‟minlere merhametli olandır.

13-Rahmân kendisinden istenildiği zaman verendir. Rahîm ise kendisinden dilekte bulunulmadığı zaman gazaplanandır.

Ġ- RAHMAN VE RAHİM İSİMLERİNDEN ÇIKARILACAK DERSLER

Allah‟ın rahmetiyle O‟nun Rahmân ve Rahîm isimlerini anlamları ile öğrendik. Bu bilginin üzerine bize de bazı görev ve sorumluluklar düşmektedir. Allah bize verdiği ilim nimetini, üzerimizde görmek ister.

Allah‟ı önce kendimiz rahmet sahibi olarak tanıyacağız. O‟nun rahmeti olmadan biz hiçbir şeye sahip olamayız. O‟nun nimetlerini saymakla bitiremeyiz. O‟nun rahmetiyle yaşıyor, O‟na kulluk etmeye çalışıyoruz. O‟nun af ve rahmetiyle cennete girmeyi arzuluyoruz. Hiçbir insan O‟nun rahmeti olmadan cennete giremeyecektir. Bütün bu nimetlere karşılık şükreden bir kul olmalıyız. Hayatımızı şükür üzere bina etmeliyiz. Şükür sadece sözle yapılan bir ibadet değildir. Gerçek şükür bedenle, azalarla ve hayatın her alanında O‟na kul olarak yapılır.

Allah‟ın en büyük rahmeti olan Kur‟an‟ı iyi tanımalıyız. Anlayarak ve üzerinde düşünerek okumalıyız. Hayatımızı bütün yönleriyle Kur‟an‟a göre düzenlemeliyiz. O‟nu diğer insanların da tanıması için çaba harcamalıyız. Öncelikle ana, baba, evlat ve dostlarımızı Kur‟an nimetiyle tanıştırmalıyız.

İnsanlara Allah‟ı tanıtırken öncelikle rahmet sıfatı ile tanıtmalıyız. İnsanlara Allah‟ı sevdirmeli, O‟nu öcü olarak, cayır cayır yakan, cehenneme atan, cezalandıran ve taş yapan olarak tanıtmamalıyız. Bu konuda Peygamberimizin şu sözünü unutmamalıyız:

“Size gerçek fakihi ( dini kavrayan kimseyi) haber vereyim mi? Gerçek fakih:

1-İnsanları Allah‟ın rahmetinden ümitsizliğe düşürmeyen,

2-Onlara, Allah‟a isyan hususlarında kolaylık tanımayan,

3-Onları Allah‟ın azabından emin kılmayan,

4-Kur‟an‟ı başka kaynaklara meylederek terk etmeyendir. Şüphesiz ki kendisinde ilim olmayan ibadette, kendisinde anlama olmayan ilimde, kendisinde düşünce olmayan okuma da hiçbir hayır yoktur.”

Kur‟an birçok ayette Allah‟ın rahmet özelliğini ve bunun insanlar üzerindeki yansımalarını anlatır. Allah‟ı bu yönüyle tanıtmamız insanların kalplerini yumuşatacak ve onları Allah‟a kulluğa yöneltecektir.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed‟i de hayatı ile hadisleri ile tanımalıyız. O‟nu imam ve rehber olarak tanımalı ve tanıtmalıyız. Kur‟an‟ın yanında mutlaka hadis okuma programı takip etmeliyiz. Hayatı yanlışlarla ve kusurlarla dolu olan insanların hayatını ve sözlerini öğrenmek ve öğretmek yerine Allah‟ın koruması ve gözetimi altında olan Hz.Muhammed‟i tanımak ve tanıtmak, Allah‟ın rahmetine saygının en güzel ifadesidir. Çocuklarımıza ve sevdiklerimize Kur‟an ve sünnet eğitimi vererek Allah‟ın rahmetine şükretmiş olacağız.

Ana-babamıza karşı da merhametli olmalıyız. Onlar da Allah‟ın bize bir rahmetidir. Şirki, günahı ve isyanı emretmedikleri sürece onlara itaat etmeli, onların gönüllerini hoşnut etmeliyiz. Onlara rahmet ve şefkat kanatlarımızı germeliyiz. Onları üzecek hareket ve sözlerden uzak durmalıyız. Onları azarlamak, onlara “öf” bile demek Rabbimiz tarafından yasaklanmıştır.

“Rabbin, yalnız Kendisine ibadet etmenizi ve ana-babaya iyilik etmeyi buyurmuştur. Eğer ikisinden biri veya her ikisi, senin yanında iken ihtiyarlayacak olursa,  onlara karşı “Öf” bile demeyesin, onları azarlamayasın. Onlara acıyarak alçak gönüllülük kanatlarını ger. İkisine de hep tatlı söz söyleyesin ve: “Rabbim! Küçükken beni yetiştirdikleri gibi sen de onlara merhamet et!” de.” (İsrâ 23-24)

“Biz insana, ana ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Annesi onu, güçsüzlükten güçsüzlüğe uğrayarak karnında taşımıştı. Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur. Bana ve ana babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş Bana’dır. Ey insanoğlu! Ana-baban, seni, körü körüne Bana ortak koşman için zorlarlarsa onlara itaat etme. Dünya işlerinde onlarla güzel geçin. Bana yönelen kimsenin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz Bana’dır. O zaman, yaptıklarınızı size bildiririm.” (Lokman 14-15)

Müslüman, Allah‟ın yaratıklarına karşı da merhametli olandır. Allah‟tan öğrendiğimiz bu özelliği biz de kullara sergilemeliyiz. İnsanlara merhametli olmakla alakalı olarak Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyuruyor:

“Allah, merhametli olanlara rahmetle muamele eder. Öyleyse, sizler yeryüzündekilere karşı merhametli olun ki, semâda bulunanlar da size rahmet etsinler. Rahîm (akrabalık bağı) Rahmân’dan bir bağdır. Kim bunu korursa Allah onunla (rahmet bağı) kurar, kim de koparırsa Allah da ondan (rahmet bağını) koparır.”

Hz. Cerir (r.a) anlatıyor: “Rasulüllah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Merhamet etmeyene, merhamet edilmez. Bağışlamayan da, bağışlanmaz.”

Hz. Cerir (r.a) anlatıyor: “Rasulüllah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Allah, insanlara merhamet etmeyene rahmette bulunmaz.”

Ebu Hüreyre (r.a)’den gelen bir diğer rivâyette Rasulüllah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Merhamet; ancak şaki’nin (ebedi hüsrâna uğrayanın) kalbinden çıkarılabilir.”

Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor: “Rasulüllah (s.a.v) bir gün, torunu Hasan (r.a)’ı öpmüş idi. Bu sırada yanında bulunan Akra’ İbnu Hâbis, (sanki bunu tuhaf karşıladı ve:) “Benim on tane çocuğum var. Fakat onlardan hiçbirini öpmedim.” dedi. Rasulüllah (s.a.v) ona bakıp:

“Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” buyurdu.”

Rezin şu cümleyi de ilâve etti: Ayrıca Rasulullah (s.a.v) Şöyle de buyurdu: Allah sizin kalbinizden merhameti çıkardı ise ben ne yapabilirim?”

Müslüman, insanî özelliklerini yitirmemiş olan bütün insanlara merhametli davranır.

Onlara insan olarak değer verir. Onların doğuştan kazandıkları haklarına karşı saygılı davranır.

Batıl da olsa inanç ve düşüncelere sövüp hakaret etmez.

“Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da cahillikle ileri giderek

Allah’a sövmesinler. Böylece her ümmete işini güzel gösterdik, sonra dönüşleri Rab’lerinedir. O, işlediklerini haber verir.” (En‟am 108)

Ancak Allah‟a ve İslam‟a hakaret edenler saygı ve merhameti hak edemez. Tevhid inancının yayılmasına ve tanınmasına engel olanlara Müslümanlar hak ettikleri meşru cevabı verirler. Onlara karşı onurlu ve zorludurlar. Onları asla dost edinmezler.

“Ey İnananlar! Aranızda dininden kim dönerse bilsin ki, Allah, sevdiği ve onların O’nu sevdiği, inananlara karşı alçak gönüllü, inkârcılara karşı güçlü, Allah yolunda cihad eden, yerenin yermesinden korkmayan bir millet getirir. Bu, Allah’ın dilediğine verdiği bol nimetidir. Allah her şeyi kaplar ve bilir. Sizin dostunuz ancak Allah, O’nun Peygamberi ve namaz kılan, zekât veren ve rüku eden müminlerdir. Kim Allah’ı, Peygamberini ve inananları dost edinirse bilsin ki, şüphesiz Allah’tan yana olanlar üstün gelirler.

Ey iman edenler! Kendilerine sizden önce kitap verilenlerden, dininizi alaya ve eğlenceye alanları ve inkârcıları dost olarak benimsemeyin. İnanıyorsanız Allah’tan sakının.” ( Mâide 54-57)

Müslümanlar kendi aralarında çok merhametlidirler.

“Muhammed Allah’ın elçisidir. Onun beraberinde bulunanlar, inkârcılara karşı sert, birbirlerine merhametlidirler. Onları rükûa varırken, secde ederken, Allah’tan lütuf ve hoşnutluk dilerken görürsün. Onlar, yüzlerindeki secde izi ile tanınırlar. İşte bu, onların Tevrat’ta anlatılan vasıflarıdır. İncil’de de şöyle vasıflandırılmışlardı: Filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, ekincilerin hoşuna giden ekin gibidirler. Allah böylece bunları çoğaltıp kuvvetlendirmekle inkârcıları öfkelendirir. Allah, inanıp yararlı işler işleyenlere, bağışlama ve büyük ecir vadetmiştir.” ( Feth 29)

Nu‟man bin Beşir ( r.a)‟den rivayetle Allah Rasülu ( s.a.v) şöyle buyurdu:

“Mü‟minler birbirlerini sevmede, merhamet etmede, yardımlaşmada bir vücut gibidirler. Vücudun bir organı hastalandığında, bütün vücut uykusuzluk ve ateşle onun acısına ortak olur.”

Müslümanların dertleriyle ilgilenme konusunda Allah Rasulü ( s.a.v) şöyle buyurur:

“Müslümanların durumlarıyla, dertleriyle ilgilenmeyen onlardan değildir.”

Müslümanlara merhametli davrandığımız gibi onlara sabırlı olmayı, hak dava üzerinde mücadeleye devam etmeyi de tavsiye etmeliyiz. Sabrı tavsiyenin yanında insanlara karşı merhametli davranmayı ve rahmet kanatlarını onlara germeyi de tavsiye etmeliyiz. Rahmet kaynağı Kur‟an bu gerçeği şöyle ifade eder:

“Bir de iman edip birbirlerine sabrı ve merhameti tavsiye edenlerden olmak gerekir.” (Beled 17)

Müslüman, insanlara merhametli davrandığı gibi hayvanlara da merhametli davranır.

Hz. Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor: “Rasülullah (s.a.v) buyurdular ki: “Bir adam yolda yürürken susadı ve susuzluğu arttı. Derken bir kuyuya rastladı. İçine inip susuzluğunu giderdi. Çıkınca susuzluktan soluyup toprağı yemekte olan bir köpek gördü. Adam kendi kendine: “Bu köpek de benim gibi susamış” diyerek tekrar kuyuya indi. Mestini su ile doldurup ağzıyla tutarak dışarı çıktı ve köpeği suladı. Allah onun bu davranışından memnun kaldı ve günahlarını affetti.”

Rasulüllah’ın yanındakilerden bazıları:

“Ey Allah’ın Rasülü! Yani bize hayvanlara yaptığımız iyilikler için de sevap var mı?” dediler. Rasulullah (s.a.v) da:

“Evet! Her yaş ciğer (can) sahibi için bir sevap vardır” buyurdu.”

Bir diğer rivâyette Rasulullah (s.a.v) Şöyle buyurmuştur:

“Fâhişe bir kadın, sıcak bir günde, bir kuyunun etrafında dönen bir köpek gördü, susuzluktan dilini çıkarmış soluyordu. Kadıncağız mestini çıkararak onunla su çekip köpeği suladı. Bu sebeple kadın Allah tarafından mağfiret olundu.”

İbni Ömer (r.a) anlatıyor: “Rasülullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Bir kadın, eve hapsettiği bir kedi yüzünden cehenneme gitti. Kediyi hapsederek yiyecek vermemiş, yeryüzünün haşerâtından yemesi için de salmamıştı.”

Abdullâh İbnu Câfer (r.a) anlatıyor: “Rasulullah (s.a.v)’ın kazâ-i hâcet yaparken geri tarafından perdelenmek için en ziyâde tercih ettiği sütre, bir bina veya bir hurma kümesi idi. Bir seferinde Ensâr‟dan bir zâtın bahçesine girdi. Orada bir deve vardı. Deve Rasulüllah (s.a.v)’ı görünce inledi ve gözlerinden yaşlar aktı. Aleyhissalâtu vesselâm deveye yaklaştı ve gözyaşlarını sildi. Hayvan sâkinleşti.

“Bu devenin sahibi kim?” diye sorarak ilgi gösterdi. Ensar’dan bir genç:

“O bana aittir ey Allah’ın Rasülü!” deyip ortaya çıkınca Hz. Peygamber onu payladı:

“Allah’ın sana mülk kıldığı bu deve hakkında Allah’tan korkmuyor musun? Bâk! Bu bana şikâyette bulundu. Sen bunu doyurmuyor ve fazla çalıştırarak da yoruyormuşsun.”

Hz. Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor: “Rasulüllah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Hayvanlarınızın sırtını minberler yerine koymayın. Şurası muhakkak ki tek başınıza güçlükle gidebileceğiniz bir yere sizi götürmeleri için Allah onları sizlere hizmetçi kıldı. Arzı da sizin durma yeriniz kıldı. Öyleyse ihtiyaçlarınızı duran hayvanının sırtında değil arz üzerinde görün.”

Rasulullah (s.a.v) ateşe verdiğimiz bir karınca yuvası gördü. “Kim yaktı bunu?” diye sordu. “Biz!” dedik. Bunun üzerine:

“Ateşle azap vermek sadece ateşin Rabbine hastır” buyurdu.”

Rasulullah (s.a.v) hastalıklardan ve dertlerden bahsedip şöyle buyurdu:

“Mü’mine bir hastalık gelir, sonra da Allah ona şifa verirse, bu hastalık onun geçmiş günâhlarına keffâret, geri kalan hayatı için de bir öğüt olur. Şâyet münâfık hastalanır, sonra da afiyet verilirse o, sahibi tarafından bağlanıp sonra da salıverilen fakat niçin bağlandığını, niçin salıverildiğini bilmeyen bir deve gibidir.”

Rasulullah (s.a.)‟ın yanında oturanlardan biri:

“Ey Allah’ın RasüIü, hastalıklar da neyin nesi? Ben hiçbir zaman hastalanmadım.” dedi.

Rasulullah (s.a.v) da:

“Kalk! Sen bizden değilsin” buyurdu.”

Hz. Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor: “Rasulüllah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Peygamberlerden birini bir karınca ısırdı. O da (öfkelenerek) karıncanın yuvasının yakılmasını emretti ve yakıldı. Allah da ona şöyle vahyetti: “Seni bir karınca ısırmışken sen tesbih eden bir ümmeti yaktın.”

Rahman isminin anlamlarını öğrendikten sonra; Rahman‟ın hakiki kullarının sahip oldukları özelliklere sahip olmamız gerekir.

“Rahman’ın kulları yeryüzünde tevazuyla yürürler. Bilgisizler kendilerine takıldıkları zaman onlara güzel ve yumuşak söz söylerler.

Onlar, gecelerini Rableri için kıyama durarak ve secdeye vararak geçirirler.

Onlar, “Rabbimiz! Bizden cehennem azabını uzaklaştır. Doğrusu onun azabı sürekli ve acıdır. Orası şüphesiz kötü bir yer ve kötü bir duraktır” derler.

Onlar, sarf ettikleri zaman ne israf ederler ne de cimrilik, ikisi arasında orta bir yol tutarlar.

Onlar, Allah’ın yanında başka ilah edinip ona yalvarmazlar. Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar. Zina etmezler. Bunları yapan günaha girmiş olur. Kıyamet günü azabı kat kat olur, orada, alçaltılarak temelli kalır. Ancak tevbe eden, inanıp yararlı iş işleyenlerin, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah bağışlar ve merhamet eder. Kim tevbe edip yararlı iş işlerse şüphesiz o, Allah’a gereği gibi yönelmiş olur.

Onlar yalan yere şehadet etmezler; faydasız bir şeye rastladıkları zaman yüz çevirip vakarla geçerler. Kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığı zaman, kör ve sağır kesilmezler.

Onlar: “Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve çocuklarımızdan gözümüzün aydınlığı olacak insanlar ihsan et ve bizi, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder yap” derler.

İşte onlar, sabrettiklerinden ötürü cennetin en yüksek dereceleriyle mükâfatlandırılırlar. Orada esenlik ve dirlik dilekleriyle karşılanırlar. Orada temellidirler. Orası ne güzel bir yer ve ne güzel duraktır!

De ki: İbadetiniz (duanız) olmasa Rabbim size ne diye değer versin? Ey inkârcılar! Yalanladığınız için, azap yakanızı bırakmayacaktır.” (Furkan 63-77) 

K-KUR‟AN‟DA GEÇEN ALLAH‟IN RAHMETİNİ İSTEMEK İLE İLGİLİ DUÂ ÖRNEKLERİ

1-“Nuh dedi ki: “Ey Rabbim! Ben senden hakkında bilgim olmayan şeyi istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve esirgemezsen ben ziyana uğrayanlardan olurum.” (Hud 47)

2-“Zira kullarımdan bir zümre: “Rabbimiz! Biz iman ettik; öyle ise bizi affet, bize acı. Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın” demişlerdi.” (Mü‟minûn 109,118)

3-“Allah her şahsı ancak gününün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı hayır kendine, yapacağı şerde kendinedir.

Rabbimiz! Biz unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma.

Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme.

Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme. Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim mevlamızsın. Kafirler topluluğuna karşı bize yardım et.” (Bakara 286)

4-“Onları esirgeyerek alçak gönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: “Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse Şimdi de sen onlara öyle rahmet et” diyerek duâ et.” ( İsra 24)

5-“Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından bir rahmet bağışla. Lütfu en bol olan sensin.” (Ali İmran 8)

6-“O yiğit gençler mağaraya sığınmışlar ve: “Rabbimiz! Bize tarafından bir rahmet ver ve bize, şu durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazırla.” demişlerdi.”( Kehf 10)

7-“Arşı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunanlar (melekler) Rablerinin hamd ile tesbih ederler. O‟na iman ederler. Mü‟minlerin de bağışlanmasını isterler: “Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O halde tevbe eden ve senin yoluna girenleri bağışla. Onları cehennem azabından koru.” derler. ( Mü‟min 7)

8-“Onlar dediler ki: “Allah‟a dayandık. Ey Rabbimiz! Bizi o zalimler topluluğu için deneme konusu yapma. Ve bizi rahmetinle o kafirler topluluğundan kurtar.” (Yunus 85,86)

9-“(Süleyman) onun sözünden dolayı gülümsedi ve dedi ki: “Ey Rabbim! Beni gerek bana gerekse ana babama verdiğin nimete şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya muvaffak kıl. Rahmetinle beni iyi kullarının arasına kat.” ( Neml 19)

10-“Yakup dedi ki: “Daha önce kardeşi (Yusuf) hakkında size ne kadar güvendiysem bunun (Bünyamin) hakkında da size güveneyim mi? Oysa Allah koruyup gözetici olarak sizden elbette daha iyi daha üstündür. Çünkü O merhametlilerin en merhametlisidir. ( Yusuf 64)

11-“Eyyub‟u da an. Hani Rabbine: “Başıma bu dert geldi. Sen merhametlilerin en merhametlisin” diye niyaz etmişti. ( Enbiya 83)

12-“Onlar: “Rabbimiz biz kendimize zulmettik. Eğer sen bizi bağışlamaz, bize merhamet etmezsen kesinlikle hüsrana uğrayanlardan oluruz” dediler. ( A‟raf 23)

13-“Musa dedi ki: “Ey Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla ve bizi rahmetinin içine koy. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin.” (Araf 151)

14-“Musa, tayin ettiğimiz vakitte huzurumuzda bulunmak üzere kavminden yetmiş er seçmişti. Ne zaman ki bunları o sarsıntı yakaladı. Musa dedi ki: “Rabbim! Dileseydin bunları ve beni daha önce helak ederdin. Şimdi bizi, içimizdeki o beyinsizlerin yaptıkları yüzünden helak mi edeceksin? O da sırf Sen‟in imtihanın. Sen bununla dilediğini saptırırsın, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim dostumuzsun. Bizi bağışla ve bize merhamet et. Sen bağışlayanların en hayırlısısın.” (Araf 155)

L-PEYGAMBERİN VE SAHABENİN RAHMAN VE RAHİM İSİMLERİ İLE YAPTIĞI DUÂ ÖRNEKLERİ

Bir kişi Müslüman olduğu zaman Rasulullah ( s.a.v) ona şöyle dua etmesini öğretirdi:

“Ey Allah‟ım! Beni bağışla, bana rahmet et, beni hidayete erdir, bana afiyet ver ve beni rızıklandır.”

Hz. Ali‟den rivayet edilen, unutma anında okunması gereken duada Peygamber (s.a.v)

Allah ve Rahmân adı ile başlayarak şöyle dua ediyor:

“Ey Allah! Ey Rahmân! Celâlin ve cemâlinin nuru hakkı için senden kitabını bana öğrettiğin gibi hafızamda tutmamı ve razı olduğun şekilde okumamı nasip etmeni istiyorum.

Ey Allah! Ey Rahmân! Senden kitabınla gözlerimi aydınlatmanı, onunla dilimi açmanı, onunla kalbimden üzüntüyü gidermeni, göğsümü ferahlandırmanı ve bedenimi yıkamanı diliyorum. Zira hakkı bulmakta ancak sen yardımcı olursun, onu bana ancak sen verirsin. Güç, kuvvet ve hareket ancak Allah iledir.”

Peygamber (s.a.v) namazda tahiyyat duasını bitirince şöyle dua ederdi:

“Ey Allah‟ım! Sen her türlü eksiklik ve kusurdan uzaksın. Senden başka gerçek ilah yoktur. Ey Ğaffar! Benim günahlarımı ört. Ey Tevvâb! Benim tevbemi kabul et, amellerimi ıslah et. Şüphesiz ki sen dilediğin kimselerin günahlarını affedersin. Sen ğafûr ve rahimsin.

Ey Rahmân! Bana merhamet et. Ey Affedici! Beni affet. Ey Raûf! Bana şefkat et.

Ey Rabbim! Bana, verdiğin nimetlere şükretme gücü ver. Bana, Sana güzel ibadet edebilme gücü ver.

Ey Rabbim! Senden bütün hayırları ister, bütün şerlerden de Sana sığınırım.

Ey Rabbim! Benim işlerimi hayırla aç, hatırla sonuçlandır. Bana, Sana kavuşma konusunda şevk ve arzu ver. Beni, bana zarar verecek sıkıntılardan, saptırıcı fitnelerden ve kötülüklerden koru. Sen kimi koruma altına alırsan şüphesiz ki o kıyamet gününde rahmete ulaşır. İşte bu en büyük kurtuluştur.”

Allah Rasülü (s.a.v) istihare duasında şöyle de dua ederdi:

“Ey Allah‟ım! İlmine müracaat ederek Senden hayır isterim. Kudretine dayanarak senden güç isterim. Senden yüce ihsanını isterim. Sen bilirsin ben bilemem, Sen güç yetirirsin ben güç yetiremem. Sen bilinmeyenleri en iyi bilensin. Eğer bu işin ( burada ihtiyacımız olan konu söylenir) benim için; dinim, yaşantım ve ahiretim konusunda hayırlı olacağını biliyorsan onu bana kolaylaştır ve bana bereketli kıl. Benim için nerede olursa olsun hayır takdir et. Ey Rahmân beni ondan hoşnut kıl.”

Rasulullah (s.a.v), Hz. Muaz‟a: “Üzerinde dağ kadar borç olsa dahi okuduğun zaman Allah‟ın seni ondan kurtaracağı şu duâyı oku.” diyerek şu duâyı öğretti:

“Ey mülkün hakiki sahibi olan, âlemlerde dilediği gibi tasarruf eden Allah‟ım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden de çeker alırsın. Sen dilediğini aziz eder, yükseltir, dilediğini zelil kılar, alçaltırsın. Bütün hayır ve iyilik yalnız Sen‟in kudretindedir. Sen‟in her şeye gücün yeter.”

“Ey dünyanın ve ahiretin Rahmanı! Dünyayı ve ahireti dilediğine verir, dilediğine de vermezsin. Bana merhamet et. Rahmetinle beni Sen‟den başkasının merhametine muhtaç etme.”

Katade, şöyle dua ederdi:

“Ey Allah‟ım! Bizi tehdidinden korkanlardan kıl. Ey Bârr ve Ey Rahîm! Bizi va‟dettiğin nimetleri ümit edenlerden kıl.”

Hz. Ali (r.a) şöyle dua ederdi:

“Ey Allah‟ım! Sen‟den her şeyi kuşatan rahmetini, her şeye galip gelen otoriteni, her şeyi dolduran saltanatını, kimsenin karşı çıkamadığı kuvvetini, her şeyi aydınlatan nurunu, her şeyi kapsayan ilmini, her şeyin kendisiyle yok olduğu ismini, her şey yok olduktan sonra baki kalacak olan yüzünü (rızanı) isterim.

Ey Nur! Ey Kuddus! ( bu ifadeyi üç kez kullandı.) Ey ilklerin ilki! Ey sonların sonu! Ey Allah! Ey Rahman! Ey Rahim! İntikamın inmeden önce benim günahlarımı bağışla. Pişman olduğum günahlarımı bağışla. Kısmetleri tutup engel olan günahlarımı bağışla. Nimetleri değiştiren günahlarımı bağışla. Belaların inmesine sebep olan günahlarımı bağışla. Gökyüzünün rahmet yağmurlarına engel olan, ölümü çabuklaştıran, arzu ve istekleri karartan ve duaların kabulüne engel olan günahlarımı bağışla. Haya perdesini ortadan kaldıran günahlarımı bağışla.

Hz. Ebu Hureyre Şöyle dua ederdi:

Ey Allah‟ım! Senden isterim. Ey Allah! Ey Rahman! Ey Rahim! Ey yardım talebinde bulunanların yardımcısı! Ey korkanların emniyet kaynağı! Ey desteği olmayanların destekleyicisi! Ey dayanağı olmayanların dayanağı! Ey hazinesi olmayanların hazinesi! Ey zayıfların koruyucusu! Ey fakirlerin hazinesi! Ey kendisinden rahmet ümit edilen azamet sahibi! Ey helak olanların kurtarıcısı! Ey gaflet içinde boğulanların kurtarıcısı! Ey ihsanda bulunan! Ey güzelleştiren! Ey nimet veren! Ey fazilet sahibi! Ey Aziz! Ey Cebbar! Ey Mütekebbir! Sen gecenin karanlığının, gündüzün aydınlığının, güneşin ışınlarının, ağacın hışırtısının, suyun şırıltısının, ayın nurunun kendisine secde ettiğisin. Ey Allah! Senin hiçbir ortağın yoktur. Senden bu isimlerinle, kulun ve rasulün Muhammed (a.s)‟a ve aline salat etmeni isterim.

İbni Abbas (r.a) şöyle dua ederdi:

“Ey sağlam ip ve olgun iş (din) sahibi olan Allah‟ım! Ebedîlik gününde, sana en yakın olan şahitlerle, rüku‟ ve secde edenlerle ve ahitlerini yerine getirenlerle beraber cenneti isterim. Ey Rahîm! Hem çok seven hem de çokça sevilensin. Sen dilediğini yaparsın.”

İbn Ebî Evfâ ( r.a) şöyle dua ederdi:

“Ey Allah‟ım! Bu gündüzün başını barış, ortasını kurtuluş ve sonunu da başarı kıl. Ey Merhametlilerin en merhametlisi olan! Senden dünya ve ahiret hayırlarını isterim. Biz sabaha kavuştuk, mülk ve otorite, büyüklük ve azamet, yaratma ve emretme yetkisi, gece, gündüz ve içindekiler tek ve hiçbir ortağı olmayan Allah‟a ait olarak sabahladı.

Allah, Rahman ve Rahimdir. Kullarına merhamet etmekle kalmaz aynı zamanda Melik‟tir. Hem mülkün sahibi hem de otorite sahibidir. Evrende yegâne mutasarrıftır. Allah acizliğinden ve korkaklığından dolayı merhamet sahibi değildir. O, dilediği şekilde emretme, yasaklama, yaratma, hükmetme ve cezalandırma gücüne sahip olduğu halde Rahman ve Rahim‟dir. Yeryüzünde de bazı melikler var. Ama onlar Allah gibi merhamet sahibi değillerdir.

Bugün bazı insanlar merhamet sahibi olabilir, ama Allah gibi Melik değillerdir.

Dr. Ramazan SÖNMEZ


İSLAM TARİHİ-4

Nisan 21, 2023


RAŞİD HALİFELER DÖNEMİ (HULEFA-i RAŞİDİN) HZ. OSMAN DÖNEMİ (644-658)

HZ. OSMAN’IN HAYATI ve ŞAHSİYETİ

577 yılında Taif’te doğduğu rivayet edilen Hz. Osman, Mü’minlerin Emiri olarak seçildiğinde 67 yaşında olmalıdır. Kureyş’in Emevi kolundan, ticaretle zengin olmuş bir aileden hayata adım atmış olan Hz. Osman, babasından sonra ticaretle bizzat ilgilenmiş ve böylece zenginliğinin yanında seyahatlerle de bilgi ve görgüsünü artırmıştı. Yumuşak mizacı, ciddi, efendi ve oturaklı tavırlarıyla Mekke toplumunda mümtaz bir yeri vardı. Hz. Peygamber İslam’ı tebliğe başladığında, Hz. Osman 34 yaşında bulunuyordu. Yakın dostu Hz. Ebubekir’in telkin ve teşvikiyle müslüman olmuş ve ilk müslümanlar arasında yer almıştı.

İslamiyet öncesinde Hz. Peygamber’in ailesi Haşimilerle, Ümeyyeoğulları arasında her alanda var olan amansız rekabet ve çekişme yüzünden kabilesi Ümeyyeoğulları’ndan ağır baskılar görmüş ve işkenceye varan sözlü ve fiili saldırılara direnme başarısını göstermişti. O, müslümanlara Mekkedeki eziyet ve baskıların çekilmez ve dayanılmaz bir seviyeye ulaştığı zorluk yıllarında ailesiyle Habeşistan’a hicret eden heyette yer almıştı.

Hz. Osman İslam’ı kabul ettikten sonra Hz. Peygamber’in kızı Rukiye ile evlenmiş onun rahatsızlanması yüzünden Bedir Savaşı’na katılamamış ve iyi bir eş olarak ona bakmıştı. Onun vefatı üzerine Hz. Peygamber, diğer kızı Ümmü Gülsüm’ü kendisiyle nikahlayarak onu şereflendirmiş ve hısımlık bağını da devam ettirmiştir. Hz. Osman bazı askeri seferlere katılmasına rağmen savaşçı bir kişiliğe sahip değildi. O daha çok cömert ve uyumlu tavırlarıyla tebarüz etmiş mümtaz bir şahsiyetti. O, zenginliğini İslamiyet’in emrinde kullanmaktan kaçınmaz, bu uğurda gıpta edilecek fedakarlıklar içerisinde olurdu. Tebük Gazvesi’ne katılan binlerce askerin ihtiyaçlarını sağlamış ve savaş erlerinin atlarının temininde büyük yararlılıklar göstermişti.

İslam davetinin önündeki en büyük engellerden birinin aşıldığı Hudeybiye barışına giden süreçte Mekke’deki akrabalarının çokluğundan dolayı elçi olarak o seçilmişti. Mekkede alıkonulduğu halde, öldürüldüğü yolunda bir şayia mü’minlere ulaşınca Rıdvan Biatı akdedildi ve Hz. Peygamber, bu sözleşmede bir elini diğer elinin üstüne koyarak Hz. Osman adına biat gerçekleştirdi.

Hz. Osman fakirlere yardım eder, ihtiyaçlarını giderir, akrabalarına da oldukça müşfik davranırdı. O; sevgi, şefkat ve merhamet duygusu çok yüksek kişiliği yanında edep ve hayasıyla da gerek toplumda gerekse Hz. Peygamber’in yanında değerli bir mevkie sahipti. O, Hz. Peygamber’ in ardından görev yapan Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’e de devlet yönetiminde yardımcı olmuş, o zatların en yakın müşavirleri arasında yer almıştı.

FETİHLER ve SİYASİ OLAYLAR

Hz. Osman’ın halifelik vazifesine başladığı Kasım 644’te ilk işi, yeni fethedilen ülkelerde meydana gelen karışıklıklar ve tehlikeli isyanları bastırmak olmuştu. Bu dönemde İslam devleti, bir yandan Bizans’ın kaybettiği toprakları yeniden ele geçirme girişimleri açısından tedbirli ve duyarlı bir tutum geliştirmiş, öte yandan da doğuda ve Kuzey Afrika’daki İslam fetihlerinin hızla devam ettirilmesi yolunu izlemişti.

BİZANS DEVLETİ’YLE İLİŞKİLER

Bizanslılar Mısır’ı geri almak amacıyla 645 yılında lskenderiye Limanı’na denizden çok sayıda asker çıkarmışlar, ancak Kıpti halkla birleşen kentin müslüman muhafızları başarılı bir savunma yapmış, kente saldıran güçlü Bizans kuvvetlerinin girişimini boşa çıkarmışlardı. Sonuç alamayan Bizans kuvvetleri, Mısır’ın iç kısımlarına doğru ilerlemişse de Mısır Valisi Amr bin As komutasındaki İslam ordusuna yenilerek dağılmışlardı.

KUZEY AFRİKA’YA ORDU GÖNDERİLMESİ

Hz. Osman, Kuzey Afrika’nın fethi için Abdullah bin Sa’d bin Ebi Serh’i büyük bir orduyla Afrika’ya göndermişti. Bu zat, Mekke’nin alınışı sırasında genel af dışında bırakılmış, geçmişte azılı bir İslam düşmanı idi. Ancak Hz. Osman, sütkardeşi olan İbn-i Ebi Serh’i aracılık ve ricalarıyla affettirmeyi başarmıştı. Mısır’a vali gönderilmesinin ardından Amr bin As ile anlaşmazlığa düşmüş, Amr’ın azledilmesi üzerine tek başına Mısır’ın hakimi haline gelmişti. Hz. Osman yeni Mısır valisinden fetihleri Afrika istikametinde yaymasını istemiş, bu amaçla da kendisine merkezden takviye kuvvetler göndermişti. Bu yardımcı kuvvetler içinde Abdullah bin Mes’ud, Abdullah bin Ömer ve Abdullah bin Zübeyr de bulunuyordu. Bu güçlü İslam ordusu 649-650 yıllarında Batı Afrika sahillerini birer birer ele geçirerek önemli başarılar elde ettiler. Bu askeri gelişmenin ardından Bizans’ın bölgedeki güçleri dağıtılmış, Rum genel valisi öldürülmüş, başta Libya’daki Subaytula şehri olmak üzere birçok kent ve Tunus ele geçirilmişti. Artık Atlas Okyanusu’na kadar bütün yerler İslam ordularının akınlarına müsait hale getirilmişti. Bu arada on beş ay devam eden fetihlerde büyük ganimetler ele geçirilmiş, Abdullah bin Zübeyr tarafından Medine’ye gönderilmişti. Elde edilen bu ganimetlerin paylaşılmasında güçlük çekilmiş bu yüzden ganimetlerin toptan satışına karar verilmişti. Hz. Osman’ın amcasının oğlu ve katibi Mervan bin Hakem’in bu ganimetleri satın alıp parasının tamamını ödeyememesi ve kalan borcunun Hz. Osman tarafından affedilmesi çeşitli dedikodulara yol açmış, halk arasında hoşnutsuzluk meydana getirmişti. Ayrıca İbn-i Ebi Serh’e önce ganimetlerin beşte birinin beşte biri hediye edilmiş, tepkilerin oluşması üzerine tekrar «Beytü’l-mal»e kaydedilmişti.

Müslümanlar bu dönemde keşif mahiyetinde de olsa ilk defa Endülüs’e ayak basmış ve Kuzey Afrika’da Bizans’ın siyasi ve askeri etkisi giderek kaybolmaya yüz tutmuştu.

ERMENİSTAN’IN FETHİ

Habib bin Mesleme komutasındaki İslam orduları bu dönemde Bizans’a bağlı Ermenistan’ı bütünüyle ele geçirmişti.

ANADOLU’YA DÜZENLENEN SEFERLER

Medinedeki hilafet değişikliği yüzünden İslam devletinin birçok eyaletindeki isyan ve karışıklıklardan istifade etmek isteyen Bizans, sadece Kuzey Afrika’ya asker çıkarmakla kalmamış, güneye de birlikler sevk etmişti.

Mavriyan isimli Bizanslı kumandanın yönetiminde büyük bir ordunun Sivas ve Malatya yörelerine gelmesi üzerine Hz. Osman, Irak’taki orduların Şam’daki İslam kuvvetlerine yardıma gitmesini emretmiş, Bizans’ın bu askeri girişimine, bazı Anadolu kalelerini ele geçirmekle cevap vermişti. İslam ordularının Antakya ve Tarsus’u aşıp Kapadokya’ya kadar uzanması düşmana gözdağı vermiş, aynı ordu dönüşte de Çukurova bölgesindeki kaleleri güçlendirerek savunma tedbirlerini artırmıştı.

DENİZLERDEKİ MÜCADELELER ve KIBRIS’IN FETHİ

Hz. Osman döneminin en önemli gelişmelerinden biri de, Suriye sahillerinde ilk İslam donanmasının kurulmuş olmasıdır. Bu yeni askeri güç, İslam devletinin denizlerde de rakipleriyle başarılı mücadele vermesine ve ilk deniz fetihlerinin gerçekleşmesine imkan sağlamıştır.

Daha Hz. Ömer döneminde Suriye valisi ve geleceğin Emevi devletinin kurucusu Muaviye bin Ebu Süfyan’ın, bir donanma kurmak için halifeye yaptığı müracaat kabul edilmemişti. Hz. Ömer’in izin vermemesinde, bu güçlü valinin nüfuzunu kontrol altında tutma düşüncesi rol oynamış olabilir. Belki de Bizans’la iki bölgede süren savaşa bir yenisini eklemenin, içinde bulunulan duruma uygun olmayacağı düşünülmüştür. Yoksa Hz. Ömer’in deniz gücü oluşturmayı prensip olarak reddetmesi muhtemel gözükmemektedir. Böylece ilk İslam donanmasının oluşturulması Hz. Osman’ın, Suriye valisinin müracaatını olumlu karşılaması suretiyle meydana gelmişti.

Suriye ve Mısır valilerinin gönüllülerden hazırladığı donanma ile ilk deniz seferi Kıbrıs’a düzenlendi. Bu ilk sefere sahabenin ileri gelenlerinden Ebu Zer, Ebu’d-Derda, Ubade bin Sabit ve ensardan Ümmü Haram isimli bir kadın da iştirak edip, çok önemli yararlılıklar gösterdi ve ilk müslüman kadın deniz şehidi olarak tarihe geçti.

Yoğun çatışma ve mücadelelerin ardından Kıbrıs fethedilmiş, çok sayıda esir ve ganimet de ele geçirilmişti. 7.000 altın yıllık cizyeye bağlanan Kıbrıs, anlaşmanın bozulması üzerine gönderilen takviye kuvvetlerle bir kez daha itaat altına alınmıştır. Bu hadiseden sonra Doğu Akdeniz’in güvenliğine titizlik gösterilip, adaya müslümanlar yerleştirilerek kalıcı hakimiyet kurma yoluna gidilmiştir.

ZATÜ’S-SAVARi SAVAŞI (655)

İslam tarihine «Yelkenler Savaşı» olarak geçen bu savaş Bizans donanmasıyla İslam donanmasının ilk büyük karşılaşması olmuştu. İslam ordularının Bizans’ı Kuzey Afrika’da, Anadolu ve Akdenizde, Kıbrıs cephelerinde ağır yenilgilere uğratması, denizaşırı ülkelerde de hakimiyet kurmaya başlaması üzerine Bizans İmparatoru Konstantin müslümanların deniz gücünü yok ederek Suriye ve Mısır sahillerine yeniden yerleşmek amacıyla çok güçlü bir donanmayla Akdeniz’e gelmişti. 500 parçadan oluşan Bizans donanmasıyla Finike açıklarında bir çatışma meydana gelmiş ve Bizans donanması denizlerde de ağır bir yenilgiye uğratılmış, İmparator Konstantin yaralı vaziyette canını zor kurtarabilmişti. Böylece müslümanlar ilk büyük deniz savaşını kazanırken Bizans’la denizlerde de boy ölçüşecek güce ulaştığını hatta üstünlüğünü kabul ettirmiştir. Bu zaferin ardından lslam donanması Girit ve Malta’ya seferler düzenlediği gibi, Rodos Adası’nı da ele geçirmiştir.

İRAN’DAKİ FETİHLERİN TAMAMLANMASI

Hz. Ömer döneminde İran fetihleri tamamlanmış olmasına rağmen, güçlü medeniyetlere ev sahipliği yapmış bu topraklarda, yer yer isyanlar ve ciddi karışıklıklar meydana gelmişti. İşte bu dönemde bir yandan bu isyanlar bastırılırken öte yandan bölgeye müslümanlar yerleştirilerek yerli halk, İslamiyete ısındırılmaya çalışılmıştır. 651 yılında Ahnef bin Kays komutasındaki İslam ordusu Cürcan, Horasan ve Toharistan’ı aldığı gibi Ceyhun Irmağı aşılmış ve Türklerle ilk temaslar meydana gelmişti. Güneyde ise Taberistan’ın tümü ve Sind bölgelerinde bazı yeni topraklar da ele geçirilmişti.

KAFKASYA’DA YAPILAN FETİHLER

İran fetihlerinin tamamlanmasından sonra İslam orduları Kafkas dağlarını aşarak Hazar ülkesine girdiler. Hazarların önemli şehirlerinden Belencir önünde yapılan savaşın başarısızlıkla sonuçlanması üzerine müslümanlar, Kafkasların güneyine çekilmek zorunda kaldılar. Böylece yöneticileri Museviliği kabul etmiş tek Türk topluluğu olan Hazarlar, İslam ordularının Kafkasları aşarak Orta Avrupa’ya girmelerini engellemiş oldu. İdareleri altında hıristiyan, şamanist ve diğer dinlere ait topluluklar bulunan Hazar Türkleri, ticarette oldukça ileri gitmiş bir toplumdu. Ayrıca Bizans ile askeri ve ticari işbirliği içerisindeydi.

Hz. Osman dönemi bir bakıma bölgede Hz. Ömer’den sonra İslami ağırlığın korunması ve kalıcı bir hakimiyetin yerleştirilmesi yönünde önemli adımların atıldığı bir dönem olmuştur. Nitekim Hz. Ömer’in vefatının ardından Azerbaycan ve Ermenistan’da karışıklıklar çıkmış, bu karışıklıklar normal vergilerin dahi ödenmediği tam bir kargaşa ortamına dönüşmüştür. Bunun üzerine bölgeye seferler düzenlenmiş, istikrar sağlanarak otorite yeniden tesis edilmiştir.

HZ. OSMAN’IN KUR’AN’A HİZMETLERİ

Bilindiği gibi, Kur’an-ı Kerim Hz. Ebubekir’in devrinde toplanarak mushaf haline getirilmişti. Onun vefatının ardından Hz. Ömere geçen bu resmi mushaf, onun şehid edilmesinden sonra da kızı Hz. Hafsa’ya emanet edilmişti.

Hz. Enes bin Malik’ten gelen bir rivayete göre, Azerbaycan ve Ermenistan seferlerine katılan Suriye ve Iraklılar arasında Kur’an-ı Kerim’i okumada farklılıklar meydana gelmişti. Bu ihtilaftan müteessir olan Huzeyfe bin Yeman, Hz. Osman’a müracaat ederek bu farklı okuyuş şekillerinin ileride İslamiyet için tehlikeli sonuçlar doğuracağı uyarısında bulundu ve meseleye çözüm bulunmasını istedi. Bunun üzerine Hz. Osman, Hz. Hafsa’dan ricada bulunarak yanındaki mushafı emanet olarak kendisine yollamasını istedi.

Hz. Ebubekir’in döneminde hazırlanan bu ilk Kur’an-ı Kerim nüshası, Zeyd bin Sabit başkanlığındaki komisyon tarafından esas alınarak çoğaltıldı. Çoğaltılan bu nüshalar, 651 yılında Mekke, Basra, Kufe, Şam ve Mısır valiliklerine gönderildi. Bir örneği de Medine’de bırakıldı. Bu yedi nüshadan biri bugün Özbekistan’ın Taşkent şehrindeki bir kütüphanede duvara gömülü çelik bir kasa içinde muhafaza edilmektedir. Ayrıca Hz. Osman’ın bizzat kendi el yazısıyla yazdığı kabul edilen bir Kur’an-ı Kerim de bugün Topkapı Sarayı Mukaddes Emanetler bölümünde sergilenmektedir.

İLK AYRILIK HAREKETLERİ ve İÇ KARIŞIKLAR

Hz. Ebubekir döneminde Arap Yarımadası’nın dışına taşan fetih faaliyetleri, Hz. Ömer ve Hz. Osman döneminde daha da artarak devam etmiştir. Neticede İslam devletinin sınırları oldukça genişlemiş ve pek çok bölgeye hakim vaziyete gelmiştir. Dört beş asırdır Bizans ve Sasani hakimiyeti altında yaşayan çeşitli din, mezhep ve etnik gruba ait topluluklar, fetihlerle beraber İslamiyet’i esas alan bu yeni devletin hakimiyetini kabul etmiştir. Ancak hızla İslamlaşmalarına rağmen eski inanış ve pratiklerini tümüyle terk edemeyen bu toplulukların İslamiyet’in tevhid esasına dayalı birleştirici potasında erimeleri tamamıyla mümkün olamamıştı. Bu yeni topluluklar her ne kadar İslami dalganın etki alanına girmiş, İslamiyet’in yüksek adalet prensiplerine dayalı siyasi yönetimine razı olmuş, hatta islamiyet’i kalben benimseyerek din olarak seçmişlerse de, bu yeni dinin gereklerini istenilen seviyede özümseyememişlerdi. Bu yüzden toplumun değişik katmanlarında az da olsa hala eski din ve geleneklerini, batıl alışkanlıklarını sürdürenlere rastlanmaktaydı.

Bölgenin 10- 15 yıl gibi kısa bir sürede hallaç pamuğu gibi harmanlandığı ve eski yönetimlerin çökertildiği bu döneme, şüphesiz, Raşid Halifeler’in ve onlara yardımcı zatların üstün çabaları damga vurmuştu. İnsanlık tarihinin bu en büyük değişim ve dönüşümü öncelikle yarımadayı ayağa kaldırmış, bu büyük ilahi dalganın akisleri daha sonra Atlas Okyanusu’ndan Maveraünnehir’e kadar olan bölgelerde yaşayan bütün kitlelerde değişik oranlarda yankı bulmuştur. Ancak bu süratli değişime kitleler arzu edilen bir biçimde ayak uyduramamıştı. Ne yazık ki, bu yeni kitleler İslamiyet’in dahili derinliğini, nezaket ve zarafetini, yüksek ideallerini yeterince kavrayamamıştı.

Tüm çabalar; Allah sevgisiyle, cehennem korkusunu iliklerine kadar hisseden ve yaşayan Medine’deki bir avuç sahabe ile yeni müslüman olmuş kitleler arasındaki duyuş, düşünüş, yaşayış ve anlayış farkını kapatmaya yetmemişti. Öte yandan Hz. Peygamber sonrasındaki bu muazzam fetihlerin getirdiği ganimetlerle toplum; süratle zenginleşmiş, bunun neticesi olarak da servet ve refahın yol açtığı bazı menfi davranışlar toplumda yavaş yavaş yaygınlaşmaya başlamıştı. Birden zenginleşmenin getirdiği hazımsızlık ve iktidar hırsı bazı kesimlerin hayatlarından tevazu ve sadeliği çekip almış, dinin iç derinliği olan zühdü ve takvayı unutturmaya başlamıştı. Özellikle ikinci kuşak için durum biraz daha vahimdi. Onlar büyük zahmetlere katlanmadan, kolay gerçekleşen fetihlerle önemli mevkilere, muazzam gelirlere, bolluk ve refaha kavuşmuşlardı.

Hz. Osman döneminin sonlarına doğru meydana gelen fitne ve ayrılık hareketlerinin çıkmasında servet ve refahın oluşturduğu bu çürümenin de etkili olduğu asla göz ardı edilmemelidir.

Bu derin ihlas kaybından meydana gelen kavga ve hizipleşmenin figüranlığı da henüz İslamiyet’i istenilen şekilde özümseyememiş yeni kitleler tarafından yapılmaktaydı.

Fitne ve ayrılıkların palazlanmasındaki bir başka etki de mağlup milletlerin intikam duyguları ile yaptıkları teşebbüslerdi. Bu teşebbüsler lslam tarihinde, belki de bir efsane, bir mevhum şahsiyet olan Abdullah bin Sebe ile sembolleşmiş ve onun üzerinden tevhid inancı tahrif edilmeye çalışılmıştır.

Bu fitne olayları incelenirken yahudi, hıristiyan ve diğer azınlıkların gizli emel ve amaçları dikkate alınmalı, ancak etkileri abartılarak bütün fitnelerin onlardan kaynaklandığına odaklanılmamalıdır. Çünkü her ne kadar cazip ve açıklayıcı görünse de, bu kolaycı yaklaşım tarihin değişim ve dönüşüm kaidelerine uymamaktadır. Nitekim Yüce Allah:

“Allah bir topluluğa verdiğini, o topluluk kendisini bozup değiştirmedikçe değiştirmez.” (er-Ra’d) buyurarak değişim ve dönüşümün bizzat o toplumun kendi öz tavır ve davranışlarından beslendiğini hatırlatmaktadır.

Bu fitne ve karışıklıklarda katalizör işlevi gören en önemli etkilerden biri de, tüm iyi niyetine rağmen Hz. Osman’ın siyasi sistemde Emevi ailesine belirleyici bir rol vermesidir. Tarihçiler bu konuda hemen hemen ittifak halindedir.

Hz. Ömer’in titizlikle koruduğu siyasi dengeler, bu ailenin yönetime getirilmesiyle tüm yapıyı altüst edecek biçimde bozulmuştur. Emevi ailesinin birçok ferdi, geç sayılabilecek bir dönemde, ancak Mekke’nin fethinden sonra İslam dairesine girmişti. Bu aileye mensup kişilerin aynı dönemde en üst seviyedeki görevlere getirilmesi, ekonomik, sosyal ve siyasi yapıyı menfi bir şekilde etkilemekle kalmamış, çoğu liyakatsiz ve sicilleri tartışmalı olan bu kişilerin uygulamaları yüzünden halk ile idarenin arası da açılmıştır. Böylece yönetimle halk arasında ilk defa güven bunalımı meydana gelmiştir.

Hz. Osman, yaratılış itibarıyla yumuşak huylu ve yakınlarına düşkündü. Ayrıca zahid ve takvalı kişiliğiyle temayüz etmişti. Kimseyi kırmamaya çalışması özellikle hilafetinin son yıllarında istenmeyen yönetim zaaflarının ortaya çıkmasına yol açmıştı. Kendisi hilafetin merkezi Medinede Hz. Peygamber’in sünnetini, İslamın örf ve adetini titizlikle muhafaza etmeye çalışırken Basra, Kufe, Şam ve Mısır gibi önemli vilayetlerde devlet görevlilerinin yanlış tutum ve davranışları halkın yoğun şikayetlerine sebep olmaktaydı. Öyle ki, Kufe Valisi Velid bin Ukbe içki içtiği şikayeti üzerine geri çağırılmış ve kendisine had cezası tatbik edilmişti. Onun yerine gönderilen Said bin As da Kufelileri aşağılayan konuşmaları sebebiyle halkta derin bir nefret uyandırmıştı. Mısır valisi Abdullah bin Ebi Serh’in ve Şam valisi Muaviye’nin uygulamaları da toplumun çeşitli katmanlarında huzursuzlukların artmasına yol açmıştı.

Hz. Osman iyi niyetle göreve getirdiği hırslı akrabalarını kontrol edemiyor, belki onların yanlış bilgilendirmelerine maruz kalıyordu. Bu arada siyasi ikbal peşinde koşan veya görevinden azledilen valilerin çevirdiği entrikalar, yönetimin halkın gözünden düşmesine yol açmıştı. Ayrıca kin ve nefretle İslam birliğini parçalamak isteyen bazı azınlıkların gayretleri de sinsice sürmekteydi.

HZ. OSMAN’IN ŞEHİD EDİLMESİ

Kargaşa ve isyanın ilk açık belirtisi Kufede görülmüş, olaylar kısa zamanda Basra ve Mısır’a sıçramıştı. Nihayet 656 yılında 500 kişilik bir grup, isyanı devletin merkezi Medine’ye ulaştırdı. İsyancılar aralarından seçerek görevlendirdikleri iki kişiyi şikayetlerini bildirmek üzere Hz. Osman’a gönderdiler. Mısırlı isyancılar, valileri Abdullah bin Sa’d bin Ebi Serh’ten şikayet ediyorlar ve görevinden alınmasını istiyorlardı. Hz. Osman Mısırlıların şikayetlerini dinledikten sonra kendilerine hak vererek Muhammed bin Ebubekir’i Mısır’a yeni vali olarak görevlendirdi. Hz. Osman’ın bu kararı, heyetin yatışmasına ve memnun bir biçimde Medine’den ayrılmalarına yol açtı. Ancak dönüş yolunda yakaladıkları bir kişinin üzerinde ele geçirilen uydurma bir ferman, isyanın yeniden nüksetmesine sebep oldu. Hz. Osman’a ait olduğu süsü verilen bu fermanda eski vali Abdullah’ın görevinde bırakıldığı bildiriliyor, ayrıca Muhammed bin Ebubekir’in Mısır’a geldiğinde tutuklanması ve isyancıların ileri gelenlerinin öldürülmesi isteniyordu. Böylece Mısırlılar tekrar Medine’ye yöneldiler ve Basra ile Kufe şehirlerinden gelen isyancılarla birleşerek Medine’yi kuşatma altına aldılar.

İsyancılar, sahabenin ileri gelenlerinden Hz. Ali, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’i ziyaret ederek onlardan destek istediler. Ancak hiçbiri bu desteği vermediği gibi, onları şiddetle azarlayıp kovarak durumu Hz. Osman’a bildirdiler. Hz. Ali bununla da yetinmeyerek can güvenliği tehlikesine karşı oğulları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i Hz. Osman’ın yanına gönderdi. Ayrıca Ubeydullah bin Ömer ve Abdullah bin Zübeyr de isyancıların artan taşkınlıklarını önlemeye ve Hz. Osman’ı korumaya çalıştılar.

Hz. Osman asilerin artan baskılarına ve gittikçe daralan kuşatmalarına aldırmadan mescidde namaz kıldırmaya devam etmekteydi. Sahabenin ileri gelenlerinin, olayların yatışması konusunda yaptığı teşebbüsler ise Mervan bin Hakem engeline takılmış, kaos ortamı hızla trajik bir boyuta doğru tırmanmıştır.

Hz. Osman büyüyen ve çetrefil bir hal alan isyanın sert bir biçimde yatıştırılıp asilerin Medineden çıkarılmasına müslüman kanı döküleceği gerekçesiyle razı olmadı.

Nihayet 22 günlük kuşatmanın ardından büyük bir facia gerçekleşti. İsyancılar Hz. Osman’ı korumaya çalışan bazı sahabilerin engelleme çabalarına rağmen Hz. Hasan’ı da yaralayarak Hz. Osman’ın evine girmeye muvaffak oldular. Bu sırada Kur’an okumakta olan Hz. Osman acımasızca şehid edildi. ( 17 Haziran 656) İsyancılar ayrıca Medinede taşkınlıklarını sürdürdüler ve bazı yağma faaliyetlerine de katıldılar. Olay başta Medine olmak üzere bütün İslam dünyasında büyük üzüntüye sebep oldu.

Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.


Nihayetinde BBC de Bir Bürokrasidir 1967, İngiltere

Nisan 21, 2023

Bir yayın kuruluşu olarak İngiliz BBC’nin kaliteli yayıncısı oldukça azdı. 70 yılı aşan bir süre BBC konserler, belgeseller, komediler, çocuk programları, eğitim programları, drama dizileri, çağdaş ve klasik oyunlar üretti ve yayımladı; radyo ve televizyon haberleri tüm dünyada en güvenilir ve saygın haberler olarak kabul ediliyordu.

1922 yılında İngiliz Posta Teşkilatı tarafından İngiliz Yayım Şirketi (British Broadcasting Company-BBC) olarak kaydı yaptırılıp, ruhsatı alınırken Posta Genel Müdürlüğü’nün, yani patronunun uygun bulduğu hizmeti sağlamak amacını taşıyordu. Niyetler mükemmeldi. Şirket radyoda İngiliz ürünlerinin tanıtımını yapıyordu. Halk üzerinde kötü veya olumsuz bir etkilemeye yol açmadıktan sonra yayınlarında özgürdü. Mali olarak ise doğrudan izleyicilerinin ödemeleriyle ayakta duracaktı.

BBC yayınlarını dinlemek ve daha sonra televizyonları izlemek isteyenler Posta Teşkilatına belirli bir ruhsat ücreti ödemek zorundaydılar. Başlangıçta yılda 10 şilin olan ücret daha sonraları 70 paunda kadar çıktı. Hükümetin desteğindeki bir tekel olarak BBC on yıllar boyunca yayın alanını istediği gibi elinde tuttu.

Bağımsız radyo ve televizyon kuruluşlarına izin verilmesine ve BBC’nin işgalindeki yayın dalgalarından yararlanmalarına kadar uzun zaman geçti. Bundan sonra bile satılan her televizyon, alıcısı BBC’yi izlese de izlemese de, bir ruhsat parası ödemek zorundaydı. Bu ödemeler ve programların telif ücretleri BBC’nin mali kaynaklarını oluşturuyordu.

Bir kamu kurumu ve bürokratik bir aygıt olmasına rağmen ne yayımlayacağı konusunda hayli geniş bir özerkliğin tadını çıkarıyordu. Tam gün TV yayını 1980’lerin ortalarına kadar onaylanmadı. Ticari kaygılar taşımamanın sağladığı rahatlıkla BBC yayınları düzeyli, tarafsız ve kaliteli olma olanağına kavuşuyordu.

Bu özgürlük ve avantajlardan yararlanan BBC tümüyle ticari bir TV kanalında yer alması çok zor çocuk programları, konserler ve diğer eğitici yayınlar yapabiliyordu. Radyoda da dünyaca ünlü orkestraların yanı sıra İngiliz ve Amerikan pop müziğinin yıldızları, Beatles, Rolling Stones, Jimi Hendrix, Chuck Berry konserleri dinlenebiliyordu. En ünlü programlarından biri 1963’ten 1989’a kadar devam eden bilimkurgu dizisi Doctor Who (Doktor Kim) idi.

Ama bu arada, maalesef BBC de, herhangi bir kamu kuruluşunda görülebilecek bazı dertlerden mustaripti. Gelirleri sabit olan herhangi bir şirket bazı harcamalarını kısmak ve bütçesinde belli kısıtlamalar yapmak zorundaydı. Buna BBC de dahildi.

İlk BBC programları Film Merkezinden sağlanan uzun süreli film ve oyunlardan oluşuyordu. Ticari kayıtların devreye girmesiyle birlikte BBC arşivlerine de standart bir ölçü getirildi. Personele bütün programların film kopyalarını saklama emri verilmişti ama video ve ses kayıtları için aynı emir tekrarlanmamıştı.

1978’e kadar BBC Mühendislik Bölümünün denetiminde olan video kasetler ancak bu tarihten sonra film merkezine aktarıldı. Kasetler nispeten daha küçük bir arşivde saklanıyor ve zaman zaman dış ülkelere satış olanağı olup olmadığını anlamak için yeniden izleniyordu. Pek çok görsel ve sesli programlar ve diziler, filmler, belgeseller başka ülkelere satılıyordu. 1970’ler ve 1980’lerde dünyada en çok izlenen bilimkurgu dizisi Doctor Who da bunlardan biriydi.

Sonra arşivlerdeki yerlerin yeterli olmadığı ve pahalıya mal olduğu günler geldi. Böylece 1967 yılında adı bilinmeyen bir bürokrat, günlerden bir gün depolarda bulunan ses ve video kasetlerini silip temizleyerek yeniden kullanılabileceğini akıl etti ve harekete geçti. Gerek Film Merkezi, gerekse Mühendislik Bölümü tüm programların tarihsel kopyalarının tutulmasından diğerinin sorumlu olduğunu düşünüyordu.

Ve 1978’e gelindiğinde birçok program bir güzel yok edilmiş ve elde hiçbir kopyası kalmamıştı. BBC bir arşiv sorumlusu tayin ederek nelerin yok edildiğini saptamak ve dünyanın her tarafından, yabancı yayın kurumlarından ve koleksiyonculardan kendi orijinal programlarının kopyalarını bulmak için uğraşmaya başladı. Kaybedilen hazinelerin ancak çok azının kopyası bulunabildi.

Bu arada büyük bir şans eseri olarak dünyaca ünlü Doctor Who’nun eksik bölümleri de toparlanabilmişti. Yakın zamanlarda iki müzik prodüktörü ortaya çıktı ve vaktiyle verilen silme emrine uymadıklarını ve Rolling Stones’un ilk kayıtları da dahil olmak üzere bazı eşi olmayan programların kayıtlarını sakladıklarını açıkladılar. Şimdi bu “kayıp kasetler” BBC’ye küçük bir servet kazandırabilir ama geri gelmeyenler dikkate alındığında elde olanlar pek bir şey değildir.

Üç-beş kuruş tasarruf edelim derken müzik ve yayın tarihinin paha biçilmez eserleri kaybolmuştu. Boş kasetlerin fiyatı 2 ile 9 pound arasında değişiyordu. Oysa bunların üzerinde orijinal olarak kaydedilmiş programlardan BBC milyonlarca pound kazanabilirdi. Kaybolanlar arasında Beatles’ın ilk konserleri, önemli dramalar, belgeseller ve tarihsel spor programları yer alıyordu.

Bugünkü değerleri milyarları bulurdu. Ama depoda bir parça yer kazanmak ve birkaç bin pound tasarruf etmek için akıl almaz bir iş yapılmıştı. Zamanında üzerinde doğru dürüst düşünmeden bulunulan bir çözüm uygun gibi görünmüştü ama eşine az rastlanır bir rezalet ortaya çıkmıştı.

Alıntıdır.