AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-27

Nisan 5, 2024

 “ODİSSEYA” DESTANI KAHRAMANLARI

“Antikçağdan günümüze, bütün sanat dallarına bol bol esin kaynağı olan kral Odisseus; Homeros’un Troya savaşını anlatan İlyada destanından sonra yazdığı Odisseya destanının başkahramanıdır. Bu destan; on yıl süren Troya savaşından sonra Odisseus’un, ülkesi İtake adasına dönüş serüvenlerini dillendirir.

Binyıllar süresince denizlerin ve de karaların gizemlerinin çözülmesi tanrılarca insanlara yasak edildiğinden, oralar tanrıların yerleştirdiği insan yiyici canavarlarla kaynaşıyordu! Buna karşın Odisseus’un uzak karalara ve denizlere açılması; oraların gizemlerini çözmeye kalkması, aslında insanoğlunun özgürleşip bilim yoluyla evreni fethetmesi bağlamında, sözde tanrı dayatmalarına karşı giriştiği bir başkaldırıdan başka bir şey değildi…

Gene Troya savaşı sonrası hemen ülkesine dönemeyince, onun sözde dul kalan karısı Penelopeya ile evlenebilmek için evine çöreklenen ve hem halkın hem de Odisseus’un birikimlerini habire sömürmeye başlayan soylu damat adaylarıyla olan savaşımı da, onun fırsatçı çıkarcılara karşı açtığı bir başka savaştı…”

ODİSSEUS’UN DOSTU TANRIÇA ATENA

Tanrıça Atena’nın ve Baştanrı Zeus’un, “ölümlülerin en üstünü” saydıkları kral Odisseus; Troya savaşından dönerken tanrı Poseydon’un saldığı bir kasırga yüzünden kürekçileriyle birlikte gemileri battı. Tek başına ve rastgele tanrıça Kalipso’nun (Kalypso) adasına savruldu azgın fırtınalarla. Ne var ki Kalipso da, Odisseus’a daha ilk günden deli divane vuruldu. O yüzden de onu artık baba ocağı İtake adasına salmak istemiyordu…

Haliyle onu yıllardır bekleyen İtake adasındaki karısı Penelopeya ve oğlu Telemahos da (Telemakhos); savaşın bitiminden yıllar sonra bile Odisseus dönmediği için kötü şeyler düşünmeye başladılar… Bu arada onun kesinlikle öldüğünü düşünen ülke egemenleri de, sözde dul kalan kraliçe Penelopeya ile evlenebilmek için onun konağını yurt edindiler. Hepsi de beleşten yiyip içiyor, sazlı sözlü bir şenlik, bir şölen içinde günlerini gün ediyorlardı! Halkın ve Telemahos’un deyişiyle bu yüzsüz keneler; kral Odiseus’un ak yünlü koyunlarını, paytak paytak yürüyen sığırlarını kesip kesip yiyorlardı. Bu da yetmiyor, halkın birikimlerine de sürekli el koyuyorlardı. Buna engel olmak için tanrıça Atena, tanrıça Kalipso’nun oturduğu adada alıkoyduğu Odisseus’u özgür bırakması için Olimpos’taki Tanrılar Toplantısı’ndan ortak bir karar çıkarttı…

Gerçekten de tanrıça Atena’nın ölümlü bir insan olan Odisseus’u bunca çok sevmesinin nedenlerinden biri de, onun zorlukları yenecek uygun aygıtlar üretip kullanabilmesinden kaynaklanıyordu. Bu anlamda bir “homo faber” olan Odisseus, herhangi bir zorluk karşısında pes etmez; ne eder eder, onun üstesinden gelirdi. Kral da olsa yeri geldiğinde baltayı ve sabanı kullanmasını çok iyi bilirdi. Üstelik tanrıça Atena, Troya savaşları sırasında bir şeyi daha gözlemlemişti onun kişiliğinde: Odisseus gökyüzüne bakmasını biliyordu… Ve sık sık hep uzakları gözlemliyordu… Çünkü bildiği ve gördüğü dünya ona dar geliyordu!.. Ve insanoğlunun er geç aklıyla evrenin gizemlerini çözüp onun efendisi olacağını biliyordu… O yüzden de örneğin Troya’dan geri dönüş yolculuğu sırasında, Kalipso ve Kirke gibi tanrıçaların dayatmalarına boyun eğmedi.

Olimpos’ta Baştanrı Zeus’un başkanlığındaki Tanrılar Toplantısı’nda, tanrıça Atena’nın girişimleriye Odisseus’un ailesi konusunda bir karar alındı. Bu karar gereğince, halkının ve evinin varını yoğunu durmadan sömürenlere karşı Odisseus’un oğlu Telemahos’u kışkırtıp yüreklendirmek üzere, yıldızlarla yüklü gökyüzünden süzüle süzüle, kimselere görünmeden İtake adasına indi tanrıça Atena. İner inmez de kral Mentes’in kılığına bürünüp doğruca Odisseus’un konağına gitti. Konağın kapı aralığından içeriye baktı bir süre: İçerdeki avluda damat adaylarının kimileri tavla oynuyor, kimileri de kendi aralarında arsız kahkahalarla habire şarap bardaklarını tokuşturuyordu. Hepsi de kesip kesip yedikleri koyunların, sığırların postları üstüne yayılmışlardı… Konağın hizmetlileri, onların önlerine durmadan tabak tabak etler yetiştirmeye çalışıyorlardı… Odisseus’un oğlu Telemahos da onların arasına oturmuş, tasalı tasalı; “Ah, babam bir dönse, bu arsız ve azgın adaylar nasıl da çil yavrusu gibi dağılırlardı!” diye söylenip duruyordu içinden. İşte o anda kapıda bekleyen ama hiç tanımadığı Mentes kılığına girmiş tanrıça Atena’yı gördü. “Babamın dostlarından biri olmalı,” diye düşündü… Hemen yanına gidip elindeki tunç kargıyı aldı; içeri buyur etti. “Önce içeri girip yemeğini ye sevgili konuğum; sonra söylersin neden ve nerden geldiğini…” dedi.

Hem şöleni görsün, hem kimse konuştuklarını duymasın diye avlunun epey ötesindeki konağın geniş balkonuna götürdü konuğunu. Az sonra bir hizmetli, getirdiği su dolu altın ibrikle konuğun ellerini yıkamasına yardımcı oldu. Kâhya kadın da ekmek ve yemek getirdi; konuğun önündeki tası şarapla doldurdu.

Sonra Telemahos, konuğu tanrıça Atena’nın kulağına eğilip: “Sevgili konuğum, sana bir şey diyeceğim; sakın üstüne alma! Sözde dul kalan anamla evlenebilmek için konağımıza çöreklenen bu adamların yiyip içtikleri, yıllar önce katıldığı Troya savaşından dönemeyen babam kral Odisseus’un malı. Yani İtake halkının birikimleri… Ah, sağ olsaydı da gelip görseydi bir kez bu talancıları!.. Ama o artık gelemez!” dedi ve içini çekti… Biraz sustuktan sonra kim olduğunu, buralara nereden ve nasıl geldiğini sordu karnını doyuran konuğuna. Gök gözlü tanrıça Atena da, babası gibi görgülü, saygılı Telemahos’a; “Dinle beni delikanlı,” dedi. “Adım Mentes; küreksever gemiciler olan Tafosluların kralıyım ben. Ülke ülke dolaşıyor; ışıldayan demir verip karşılığında tunç alıyorum. Babanla çok eski dostuz. Biraz önce gemilerimi demirleyince duydum; artık o öldü, diyorlar. Sana söyleyeyim delikanlı, baban ölmedi! Bir adaya sığındı. Onu orada birileri alıkoydu. Sakın beni bilici-milici sanma! Kuş falından da anlamam! Ama baban buraya er geç gelecek, diyorum. Zincirlerle bile bağlasalar, buraya gelmenin yolunu bulacak. Çünkü her zorluğun karşısında binbir çözüm üretir o!.. Hiç üzülme…”

Odiseus’un oğlu Telemahos, yeni tanıştığı konuğunu çok cana yakın buldu. Onunla konuştukça, onu dinledikçe içi açılmaya, rahatlamaya başladı…

Tanrıça Atena da, konakta ne var ne yoksa yiyip içen bu sömürücü asalak tayfasını bir an önce kovalaması için, Telemahos’un yüreğinde ve beyninde isyan ve eylem ateşleri tutuşturmaya çalışıyordu. Kral Mentes kılığındaki tanrıça biraz daha konuştuktan sonra, ivedi işleri olduğunu söyleyip konaktan ayrıldı.

Kral Mentes gittikten sonra Telemahos; hem babasını daha çok düşünmeye, hem de “beleşçi ve yüzsüz leş kargaları” diye tanımladığı damat adaylarından daha fazla iğrenmeye başladı…

TELEMAHOS’UN İSYANI

Ne var ki Telemahos, az önce baba dostu sandığı kral Mentes kılığındaki adamın bir tanrı olduğunu seziverdi birden!.. Bu yüzden de içi dışı ışıklanıp her şeyi daha açık seçik görmeye başladı. Hemen kalkıp anasını isteyen adayların yanına gitti. Onlar da yemiş içmişler, ellerinde şarap taslarıyla yarı karanlık ayışığı altında, sarayın ünlü ozanı Femyos’un (Phemios) sazıyla dillendirdiği ezgilere dalıp gitmişlerdi. Ozan; Troyalıların işgalci ve yağmacı ordulara karşı yıllar yılı nasıl direndiğini; her iki cepheden nice masum yiğitlerin, talancı Agamemnon’un çıkarları uğruna nasıl yıkılıp yıkılıp gittiklerini yana yakıla anlatıyordu şiiri ve sazıyla. Troya’yı yakıp yıkanların savaş sonrası dönüş serüvenlerinden, tanrıların sağ kalanlara biçtiği ve dayattığı acı yazgılardan söz ediyordu… Kraliçe Penelopeya da bütün bunları tek başına odasında dinliyordu içi yana yana…

Bir süre sonra artık gözyaşlarını tutamayan Penelopeya, doğruca ozan Femyos’un yanına indi. Allı yeşilli yaşmağıyla ıslak gözlerini sildi:

Nice türküler bilirsin Femyos, açar insanın içini, 

Söyleyiver şimdi onlardan birini!

Şunlar da içsinler şaraplarını ses çıkarmadan…

Yürek yakan bu acıklı türküyü bırak,

Kocam Odisseus’un o güzel yüzünü getiririm gözümün önüne durmadan!

Bu sözler üzerine oğlu Telemahos girdi hemen araya:

Sadık ozanımıza ne kızarsın anacığım?

Ozana darılmamalı, dile getirdi diye savaşçıların yazgısını.

Sen de zorla yüreğini, onu dinle.

Bir babam Odisseus değil ki dönemeyen,

Daha nice yiğitler kırıldı Troya’da!..

Sonra da odasına dönmesini, ozanı orada dinlemesini öğütledi anasına. Artık bundan böyle evin efendisi olduğunu da ekledi sözlerine!.. Penelopeya, daha yeni bıyığı terleyen oğlunun böylesine isyancı bir havayla diklenmesine ilkin şaşırdı; sonra da ‘oğlum artık delikanlı olmuş’ diye çok sevindi. Ve hiç yanıt vermeden doğruca odasına gitti. Artık yıllardır tek başına yattığı yatağın üstüne fırlattı kendini. Troya’dan dönemeyen kocası Odisseus için hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı… Uyku tanrıçası gelip göz kapaklarına uyku dökünceye dek sürdürdü bu gözyaşlarını…

Sarayın avlusundaki damat adayları da, gidip güzel Penelopeya’nın yanına yatmak istediklerini açık saçık sözlerle dillendirmeye başladılar. Telemahos, bu azgın ve yüzsüz adaylara çok öfkelendi:

İleri gidersiniz, ey anamın talipleri, bağıracak ne var böyle?

 Sabahleyin kentin meydanında toplanalım hepimiz! 

Bir şey diyeceğim size orada açıkça:

Buradan gidin diyeceğim, başka yerde kurun sofranızı!

Telemahos’un böyle herkese meydan okuyaraktan diklenmesine pek bir anlam veremeyen damat adayları, dudaklarını ısırdılar…

Ama tanrıça Atena, yeni yetme Telemahos’un isyanını gülümseyerekten izliyordu Olimpos’taki tanrılar sarayının penceresinden.

Artık tanrıça Atena’nın verdiği kıvılcımla tutuşan Telemahos; halkın ve kendisinin birikimlerini dört yıldır habire yiyip içen anasının sözde talipleriyle, kentin söz konusu meydanında buluştu. Çok büyük bir kalabalık da toplanmıştı. Telemahos, kürsüye çıkıp durumu kısaca özetledikten sonra halka doğru dönüp; “Evet, kızıl şaraplarımı da gönüllerince içip içip gece gündüz şölen yapıyorlar… Babam Odisseus savaştan bir dönseydi, sizlerin ve kendisinin birikimlerini dört yıldır habire yiyip yiyip şişinen bu arsız keneleri kovardı başımızdan!” diye damat adaylarına veryansın etmeye başladı.

Telemahos bu sözleri söylerken, Baştanrı Zeus’un deniz ötelerinden saldığı kocaman bir kartal ağır ağır süzülüp geldi; kalabalığa kanatlarıyla dokunurcasına alçaldı da alçaldı; sonra da aniden havalanıp gitti… Herkes şaşkınlıkla, uzun uzun süzdü kartalı…

Telemahos da Zeus’un kartalının böyle alçala alçala süzüldüğünü, sonra da hemen havalandığını görünce içi yeniden açılıp aydınlanıverdi… Yeniden, coşkuyla içindekileri halka aktarma gücünü buldu kendinde:

“Evet, yuvama çöreklenen anamın talipleri, buralardaki soylu ailelerin çocukları… Anamın aklında evlenme düşüncesi bile yokken onlar çeldi aklını… Madem anam dul kaldı, gidip dedemden isteseler ya! O da onun çeyizini hazırlar; gönlü kimden yanaysa anamın, ona verirdi kızını. Bu iş de orada biterdi! Oysa şimdi evimizde neyimiz var neyimiz yoksa yiyip içiyorlar, yan gelip yatıyorlar… Üstelik namus diye de, onur diye de bir şey bırakmadılar evde!.. Ne yazık ki evin tek erkeğiyim. Tek başıma da onları evimden kovamıyorum! Bari siz bana biraz yardım edin!” Bu son sözleri üstüne basa basa söyledi Telemahos… “Yoksa çok sevdiğiniz babam siz Akhalara bir kötülük etmişti de onun için mi böyle susuyorsunuz?” diye ekledi. Sonra da elindeki değneği fırlatıp attı yere… Gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı… Halktan kimse ona bir şeyler söyleme gücünü bulamadı kendinde. Ama anasının taliplerinden şımarıklığıyla ünlü Antinoos girdi araya:

“Amma da savurdun ha, Telemahos! Niye böyle öfkeli öfkeli söylüyorsun bunları bize? Niyetin biz talipleri suçlamaksa, işte orada yanılıyorsun!.. Bütün suç, düzen üstüne düzenler kuran o sevgili anacığında!.. Nerdeyse dört yıldır bizi hep aldatıp oyaladı!.. Odasına büyük bir dokuma tezgâhı kurdurmuş, habire kumaş dokuyordu gündüzleri… Bazen yanımıza gelip; ‘Delikanlılar, madem kocam tanrısal Odisseus öldü, içinizden birine varacağım elbette!’ diye söze başlıyordu. ‘Ne olur biraz daha bekleyin. Bitsin şu elimde ördüğüm kumaş. Hem emeklerim, hem de bunca iplik boşa gitmesin!.. Kısacası bir kefen dokuyorum ben kayınbabam Laertes’e… Gün gelip ölüm onu yere serdiğinde, bu dokuduğum kumaşı kefen bezi olarak kullanacağım. Bu görevi yerine getirmezsem, Akhalı kadınlar bana neler demezler sonra!’ İşte böyle şeyler derdi bize hep; biz de erkeklik duygularımızı gemlerdik!.. Meğer o gündüzleri dokuduğu koca bezi, bir çırağı önünde geceleri gizlice sökermiş!.. Bunu da saraydan bir kadın gelip söyledi bize! Biz de aynı gece kumaşı sökerken yakaladık ananı! Neyse, zar zor bitirttik dokumayı… Şimdi biz taliplerin de bir söyleyeceği var; Akhalı tekmil halk da duysun: Sen hemen ananı babasının evine gönder. Babası onu beğendiği erkekle eversin! Yok gene anan böyle bizi kandırmayı sürdürürse, tabii bizim de bu konuda düşündüklerimiz var… Yani Akhalı kadınların hiçbirinde biz böyle düzenbazlıklar duymamış, görmemiştik! Evet, anan eğer tanrıça Atena’nın bağışladığı örgü işlerindeki yeteneğine ve onun verdiği öğütlere güvenip bizi oyalamayı sürdürecekse, ille de inadım inat diyecekse, hepiniz iyi bilin. Anan da iyi bilsin: O zaman her şeyi yiyeceğiz. Sarayında neyin var neyin yoksa hepsini bitireceğiz. Halkın bütün birikimlerini de! Sarayda günümüzü gün edeceğiz. Ta ki anan bizden biriyle evlenene dek!”

Telemahos da bu damat adayının açık açık, küstahça söylediklerine hemen karşılık verdi:

“Anam istemezse onu nasıl kovarım evden? Üstelik beni doğurup büyüten anama neden buradan git diyeyim ki? Bu sarayda benim kadar onun da hakkı yok mu? Hem babam sağ mı, yoksa öldü mü? Daha kesin bir şey bilmiyoruz… Kısacası sizin paşa keyfiniz için git diyemem anama. Ama azıcık adalet duygusu denen bir şeyiniz varsa, sizler çekip gitseniz ya evimden!.. Gidin, başka yerlerde yapın şölenlerinizi! Birbirinize konuk olun; kendi mallarınızı yiyin için… Ama ille de başkasının malını yemek daha kolay diyorsanız, tamam… Yiyin için bakalım! Sonunu hep birlikte göreceğiz!..”

Telemahos tam bunları söylerken, Olimpos göklerinden iki kartal daha saldı Baştanrı Zeus… Bu iki kartal, mavi göklerin derinliklerinden süzüle süzüle alçalageldiler ve yaygın kanatlarıyla kalabalığın üstünde yan yana, habire döndüler… Sonra da birbirlerinin yüzünü, boynunu pençeleriyle yırtmaya başladılar. Evlerin, kalelerin üstünde, sağa sola uçuştular çığlıklarla… Bu belirtileri gören halk, tepeden tırnağa ürperdi…

“Bu arsız ve asalak damat adaylarının sonu hiç de iyi olmayacak!” diye düşünmeye başladılar…

KRAL MENELAOS ÜLKESİNİ BÖLÜŞECEKTİ

“Hem kendinin hem halkının birikimlerini yiyip içen ve anası Penelopeya’yla sözde evlenmek isteyen soylu talipleri tek başına evinden kovamayacağını anlayan Telemahos, yıllardır Troya’dan dönemeyen babası Odisseus’u deniz ötelerinde aramaya çıktı. Gemide arkadaş olarak baba dostu kılığında tanrıça Atena ve ülkelerini sömürgenlerden temizlemek üzere onunla savaşıma girişecek gönüllü genç dostları da vardı.”

Telemahos ve arkadaşları, ilk olarak Troya savaşları sonunda ülkesine dönebilenlerden iyi yürekli kral Nestor’un ülkesine gittiler gemileriyle. Babacan kral Nestor, genç Telemahos’u iyice dinledi. Sonra da babası Odisseus hakkında çok daha fazla şeyler bilen güzel Helena’nın kocası kral Menelaos’un yanına gitmesini önerdi. “Arkadaşların da burada kalıp seni beklesinler,” dedi. İki tez ayaklı atın çektiği bir araba hazırlattı hemen ve kılavuz olarak oğlu Peysistratos’u (Peisistratos) görevlendirdi.

Telemahos ve yeni arkadaşı Peysistratos, Menelaos’un sarayına vardıklarında çok iyi karşılandılar. Kral, hiç tanımadığı bu iki konuğuna, Troya savaşından ve çok sevdiği eski arkadaşı kral Odisseus’tan söz etti sohbet olsun diye. Ne var ki onun anlattıklarını dinledikçe Telemahos’un gözlerinden ince ince yaşlar süzülmeye başladı. Kral Menelaos, hiç tanımadığı bu delikanlının gözleri yaşarınca, onun Telemahos olabileceğini düşündü birden! Üstelik ne kadar da çok benziyordu Odisseus’a! Acaba doğru mu diye soracak oldu… Ama daha karnını doyurup ağırlamadığı bir konuğa kim olduğunu sormak çok ayıp olurdu! Zaten böyle bir şey Akdeniz törelerine aykırıydı… O anda dillere destan karısı ve Baştanrı Zeus’un kızı o güzel Helena çıkageldi yanlarına ağır ağır yürüyerekten!.. Hepsi de ondan yana çevirdiler başlarını hemen. “Ne de çok benziyor altın örekeli tanrıça Artemis’e!” diye ortak bir düşünce geçti her birinin kafasından. Helena da delikanlılara baktı bir süre. Ama en çok Telemahos üzerinde odaklandı ilgisi… “Söylesene Menelaos,” dedi kocasına. “Kimmiş bu genç konuklarımız? Bak yüreğim ne diyor, biliyor musun? Şu delikanlı olsa olsa Odisseus’un oğlu olur!..” Birden bir sessizlik çöktü tavanı altın, kehribar işlemeli salona… “Odisseus savaşa giderken onu memede bırakmıştı…” diye yeniden konuşmaya başladı Helena. “Evet, benim gibi köpek gözlü bir kadın yüzünden hem Troyalı, hem Yunanistanlı nice yiğitler kırıldı o savaş alanlarında!.. ” Tam burada kocası Menelaos; “Niye böyle hep kendini savaş suçlusu sayıyorsun, kadınım?” diye sözünü kesti. “Bizden sonraki kuşaklar bu savaşın nedenini anlayacaklar! Hem de onlara güzel bir örnek olacak…” Bunun üzerine Helena; “Evet,” dedi üzgün üzgün, “ama gene de kendimi suçlu görüyorum… Neyse.. Şu sarışın delikanlı sahiden kral Odisseus’un oğlu olmasın?”

Bunun üzerine; “Ben de onu az önce Odisseus’a benzettim!” diye gürledi Menelaos. “Tam ben soracaktım, sen geldin… İnce ince gözyaşları döküp yüzünü şu erguvan rengi harmanisiyle örttü garibim!..” Telemahos hemen yanıt verecek güç bulamadı kendinde. Ama arkadaşı Peysistratos; “Evet, ulu Menelaos, söylediğin doğru,” diye konuştu Telemahos’un yerine. “Odisseus’un oğlu Telemahos’un ta kendisi o! Babam yaşlı kral Nestor gönderdi bizi buraya. Telemahos, babası Odisseus hakkında senden bir şeyler öğrenmek istiyordu. Çünkü babasız kalınca çok şeyler gelmiş başına. Halkı da onun başındaki belaları savacak tam bir tepki gösterememiş!..”

Bu sözler üzerine bir süre dili tutulur gibi olan Menelaos; “Demek can dostumun oğlu gelmiş evime! Bu ne büyük mutluluk, ey Zeus!” diye haykırdı. Hemen yerinden fırlayıp bir baba gibi sarılıp sarılıp öptü Telemahos’u!.. “Benim yüzümden nice savaşlara, acılara katlandı baban!” diye bir şeyler anlatmaya çalıştı. Sonra da sözlerinin üstüne basa basa konuştu: “Troya’dan sağ salim dönersek Odiseus’u ülkemde ağırlayacağım, diyordum hep kendi kendime… Hem de geçici bir ağırlama olmayacaktı bu! Burada bir konak yaptıracaktım ona…

İçi dışı tekmil döşeli bir konak! Ayrıca bütün halkını da buraya yerleştirecektim!.. Onlar için büyük bir kent kurduracaktım…

Böylece yakınımda olacaktı hep baban Odisseus; artık halklarımızla birlikte, iç içe olacaktık. Bizi kıskanan diğer komşu halklar da bizim gibi topraklarını ve emeklerini birleştireceklerdi. Artık bu güzelim Akdeniz topraklarında bir daha yakım yıkım getiren Troya savaşları olmayacaktı! Barış ve bolluk içinde, hepimiz kardeş kardeş yaşayıp gidecektik!..”

Burada aniden sustu kral Menelaos. Ama herkesin içinden karşı konulamaz bir ağlama isteği gürledi birden. Tanrı Zeus’un kızı güzel Helena başladı ilkin hıçkırmaya. Sonra Menelaos’la Telemahos…

Nestor’un oğlu da tutamadı kendini.

TANRILAR YENİDEN TOPLANDI

Tanrıça Atena’nın verdiği güçle ve yirmi kadar yürekli arkadaşıyla Telemahos’un bir gemiye atlayıp babası Odisseus’u deniz ötelerinde aramaya çıktığını öğrenince, haliyle çarpılmışa döndü anası Penelopeya… Bütün gün ağlayıp yırtındı… Onun bu haline acıyan tanrıça Atena, bir arkadaşı kılığına bürünüp o gece düşüne girdi. “Ağlama Penelopeya,” dedi, “oğlunu güdüp yeden çok candan bir dostu var. Tanrıça Atena hep yanında onun…” Penelopeya uyandığında içi biraz rahatladı. Apaydınlık bir düş görmüştü çünkü karanlığın içinde…

Ne var ki bu arada onunla evlenmek isteyen adaylardan Antinoos ve on iki fedaisi; İtake’ye yakın iki ada arasındaki o dar boğazda, gemisiyle ve arkadaşlarıyla geri dönecek Telemahos’u öldürmek için pusuya yattılar…

Bu olaydan birkaç gün sonra şafak tanrıçası Eos; erken uyanıp karaları, denizleri ve gökleri kızıla, maviye ve safran sarısına boyamaya başladığında, Olimpos’taki tanrılar, Baştanrı Zeus’un çağrısı üzerine apar topar toplandılar. Dünyamızda olup bitenler hakkında yeni kararlara varmak üzere Zeus oturumu açtı. Bütün tanrılar böylesi toplantılarda dilediklerini söyleyip çeşitli öneriler getirebilirlerdi. Ama bunları önemseyip önemsememek de Zeus’un o günkü keyfine bağlı olurdu…

İlk sözü Zeus’un kızı gök gözlü tanrıça Atena aldı. Bayağı eli ayağı titriyordu: “Ey Zeus baba, ey Olimpos’un ölümsüz tanrıları!” diye başladı konuşmasına. “Öyle anlaşılıyor ki bundan böyle egemenlik değneği taşıyan kralların hiçbiri artık yumuşak, hak ve halksever olmasın! Dünya krallarının içinden birkaçı kalkıp da halkının mutluluğu için iyi şeyler yapar, onları sever, onlar arasında adaleti egemen kılmaya kalkarsa onu hemen cezalandıralım!.. Kötü krallar da halkları kırsın geçirsin! Sonra da kestikleri birkaç kurbanla, yaptırdıkları birkaç tapınakla günahlarından kurtuluversinler! Tabii ki burada ben kral Odisseus’tan söz ediyorum… Ne candan bir kraldı o ülkesi için! Hem kendi ülkesini, hem komşularını, savaşın getireceği kırımlardan uzak tutmaya çalıştı hep. Hatta biz tanrıların keyfî kararlarına bile önem vermedi yeri geldiğinde. Halkının çıkarları için hep aklını kullandı. Tam bir örnek yöneticiydi o! Ama şimdi ne oldu?.. Zorla katılmak zorunda kaldığı Troya savaşından dönüşü sırasında gemilerini, arkadaşlarını tümden yitirdi denizde. Zar zor tutunduğu iki tahta parçası üstünde sığındığı tanrıça Kalipso’nun adasında çile çekiyor şimdi de. Çünkü tanrıça Kalipso ona deli divane vurulmuş, salmıyor ülkesine… Karısı Penelopeya ve artık büyüyüp yetişmiş oğlu Telemahos yıllardır onu bekliyor… Bu arada anasının talipleri olan o soylu asalaklar da onun sarayına çöreklenmiş, nesi var nesi yoksa habire yiyip içiyorlar. O da yetmiyor, halkın sofrasındaki iki lokma ekmeğe de el atıyorlar. Üstüne üstlük karısı Penelopeya’ya göz koydukları yetmiyormuş gibi, babasını aramaya çıkan oğlu için şimdi de pusuya yattılar… O gencecik Telemahos’u dönüşünde öldürecekler!”

Daha da konuşmak istiyordu ama Zeus; “Neler söylüyorsun sen güzel kızım Atena!” diye sözünü kesti hemen. “Daha önceki toplantıların birinde Odisseus hakkında karar aldırtan sen değil miydin? Aldığımız karara göre tanrıça Kalipso artık Odisseus’u özgür bırakacak, o da ülkesine geri dönecekti ve de senin o asalak kene dediklerinden öcünü alacaktı… Haydi şimdi çabuk git, Telemahos’un gemisine. Ona yol göster; anasıyla evlenmek isteyenlerin kurduğu tuzaklara düşmesin. Sağ salim dönsün anası Penelopeya’nın yanına. Sen çok güzel becerirsin böyle işleri…” Bunları söyledikten sonra oğlu haberci tanrı Hermes’i çağırdı hemen… “Sevgili oğlum,” dedi bütün sevecenliğiyle, “hep sen ulaştırırsın benim buyruklarımı. Bu konuda da çok beceriklisin. Git güzel Nümfa Kalipso’ya söyle. Artık o sabırlı Odisseus’u salsın. Karısı Penelopeya’nın, oğlu Telemahos’un ve halkının yanına dönsün sağ salim… Zaten denizlerdeki yolculuğu sırasında iyi kötü birçok serüven yaşayacak. Gerçekten savaş nedir bilmeyen Fayakların o cennet adasına düşecek yolu… Fayaklar da bir tanrı gibi ağırlayacaklar onu. Birkaç gün sonra da altın, kehribar cinsinden armağanlarla doldurdukları tam donanımlı bir gemiyle ülkesine yolcu edecekler… Artık Odisseus, Troya’dan yağmaladığı kanlı ziynetlerle, kız-kadın kölelerle değil, Fayakların bağışladığı paha biçilmez o barış ve dostluk armağanlarıyla ulaşacak ülkesine…

Fayakların armağanı bu barış ve dostluğu Odisseus, hem kendi halkına, hem de bütün Akdenizli kardeş halklara dağıtacak… Fayaklar gibi onlar da artık savaşları unutacak… Kızım Atena da onları yönlendiren bir barış tanrıçası olacak bundan böyle…”

Baştanrı Zeus’un barış içerikli bu alışılmadık sözlerini duyunca toplantıdaki tanrılar çok şaşırdılar… Özellikle savaş tanrısı Ares, savaşsız bir dünyada artık saltanatının biteceğini duyumsadı birden; iliklerine dek ürperdi…

ODİSSEUS’UN DÖNÜŞ YOLCULUĞU

On yıl süreyle Troya’da savaştıktan sonra kral Odisseus ülkesine dönerken mola verdiği bir adada, denizler tanrısı Poseydon’un denizlere bekçilik eden oğlu Tepegöz yamyam Polifemos’un (Polyphemos) zaten tek olan gözünü kör etti. Çünkü Polifemos onu çiğ çiğ yemeğe kalkmıştı! Babası tanrı Poseydon da haliyle Odisseus’a karşı tepeden tırnağa öfke kesildi. Bu yüzden onun gemilerini ve arkadaşlarını denizin dibine batırdı. Odisseus da birkaç tahta parçasından yaptığı uyduruk bir sal üstünde, baygın ve yaralı olarak tanrıça Kalipso’nun (Kalypso) adasına rastgele sığınabildi…

Ne var ki tanrıça Kalipso, adasına sığınan bu ölümlü Odisseus’a daha ilk günden sırılsıklam vuruluverdi!.. Bu yüzden tam yedi yıldır da onu bir türlü bırakmıyordu adasından. Odisseus da her gün tek başına sahile yakın kayalık bir tepeye tırmanıyor; denizin ta ötelerine baka baka, kavuşamadığı karısı, oğlu ve çok özlediği halkı için gözyaşı döküyordu hep…

Odisseus’u çok seven Atena’nın Tanrılar Toplantısı’ndaki ikinci kez sert çıkışı üzerine babası Baştanrı Zeus, Odisseus’u hemen özgür bırakması için haber tanrısı Hermes’le tanrıça Kalipso’ya bir haber gönderdi… Babası tanrı Atlas’ı dünyamızı sonsuza dek iki elleri üstünde taşıma cezasıyla cezalandırdığı için Zeus’a zaten diş bileyen tanrıça Kalipso, buyruğu alır almaz, ona karşı büsbütün kin ve öfke kesildi… Ağzına geleni söyledi. Ne var ki hiçbir tanrı ya da tanrıça, Baştanrı’ya açıktan isyan edemediği için, Kalipso da onun dayatmasına boyun eğmek zorunda kaldı. O yüzden sahile yakın kayalıklarda gözyaşı döken Odisseus’un yanına gitti hemen:

Haydi ağlayıp durma artık karşımda,

Ömrünü boşuna tüketme!

Seni göndereceğim ben kendi ellerimle…

Sağ salim varasın diye baba toprağına.

Yaygın gökte oturan tanrılar varmanı isterlerse tabii…

Odisseus tanrıça Kalipso’nun bu ani kararına çok şaşırdı. Yoksa şaka mı yapıyor diye baktı bir süre yüzüne. Tanrıça Kalipso ciddiydi… Ve deniz ötelerinde oturan karısına, oğluna ulaşabilmesi için tunç baltasıyla keseceği ağaçları yontup düzleyerek, dikine küpeşteli genişçe bir sal yapmasını öğütledi Odisseus’a.

Ekmek, su ve kırmızı şarap da veririm sana;

Açlık çekmeyesin yolculuğunda diye, bol bol veririm…

Ayrıca tertemiz rubalar giydiririm sırtına!

Odisseus bu kez daha da şaşırdı. Çünkü tanrıçanın yapmasını önerdiği o eften püften bir salla, o engin denizleri nasıl aşabilirdi? O saat tanrıların salacağı canavarlar bir solukta yutardı yaptığı salı! Yoksa Kalipso bir tuzak mı hazırlıyordu? Kurnaz ve becerikli Odisseus, içinden geçenleri, yedi yıldır yatağını bölüştüğü sevgilisi tanrıçaya açıkça söyledi. Tanrıça da;

“Seni gidi seni, hiç laf etmezsin boşuna!

Düşünür taşınır, dersin diyeceğini…” dedi gülerek.

Kalipso, cehennemin Stiks Irmağı üstüne ant içtikten sonra içinden hiçbir kötü şey geçemeyeceğini söyledi sevgilisi Odisseus’a. Nasıl bir gemi yapılması gerekiyorsa öyle yapmasını öğütledi. Sonra da mağarasına doğru üzgün üzgün yürümeye başladı… Arkasından da Odisseus… Mağaraya varınca Kalipso, az önce Baştanrı Zeus’un buyruğunu getiren haberci tanrı Hermes’i buyur ettiği özel sedire oturttu Odisseus’u. Yesin içsin diye bir sürü şey koydu önüne. Kendi kurduğu en eski kırmızı şaraptan getirtti yardımcılarına. Sonra da karşısına geçip oturdu. Uzun saçlı tanrıça Kalipso dönüş yolculuğu sırasında, engin ve hasat vermez denizde başından birçok serüvenler geçeceğini söyledi Odisseus’a.

Karın Penelopeya’yı ne kadar özlersen özle, 

Bilsen bundan sonra neler çekeceğini, 

Kalırdın benimle, bekçi olurdun bu eve… 

Üstelik ölümsüz yapardım seni de…

Odisseus, tanrıçaya hak verdiğini ve ona inandığını söyledi. Üstelik çok özlediği karısı Penelopeya’nın haliyle ne güzellikte, ne de boyda bosta bir tanrıçayla yarışamayacağını bildiğini; ne var ki gece gündüz aklının fikrinin de baba toprağında ve halkında olduğunu ekledi sözlerine. Bundan sonraki yolculuğunda da büyük yıkımlara uğrayabilirdi. Ama bunlardan yıldığı yoktu artık! Çünkü yıllardır çok acılar çektiğini, Troya savaşı sırasında, on yıl gece gündüz ölümün o soğuk soluğuyla nasıl yatıp kalktığını anlatmaya çalıştı… Aslında bu savaşa zorla getirildiğini, çünkü savaşları oldum olası sevmediğini de ekledi sözlerine. Bundan sonra da tek amacının, yirmi yıldır ayrı yaşadığı karısı ve artık delikanlı olmuş oğlu Telemahos’u bir an önce görebilmek olduğunu anlatmaya çalıştı. Sonra halkını da çok özlediğini, o anda başına geçen hangi zorbalarla cebelleşiyor olduğunu bilemediğini söyledi.

Bütün bunları konuşurlarken, bütün gece dinlenen güneş tanrısı Helyos’un atları, engin denizin ötelerindeki gökyüzünde günlük koşularına başlamak üzereydiler… Kalipso’yla sevgilisi Odisseus; birlikte geçirdikleri bu uzun gecenin sonunda, erken doğan gül parmaklı Şafak’ı görünce, ağır ağır giyinip kuşanmaya başladılar. Tanrıça Kalipso, kocaman gönüllü sevgilisi Odisseus’un denizlerde tek başına göğüslemek zorunda kalacağı serüvenleri istemeyerek düşününce gözleri yaşardı. Hiçbir şey yokmuş gibi gözyaşlarını saklayıp sapı zeytin ağacından yapılma keskin bir balta tutuşturdu eline. Bir de keser… Sonra onu evin çok ötelerindeki gür ormana götürdü: Kocaman kocaman ağaçlarla tıkabasa doluydu orası; kızılağaçlar, kavaklar, bulutlara değen çamlar… Tanrıça Kalipso, istediği gemiyi gönlünce yapması için sevgilisini bu ağaçlarla baş başa bırakıp mağarasına döndü. Odisseus da yirmi kadar çam ağacı devirdi hemen! Onları yonttu, düzeltti; bazılarını düzgün tahtalara, bazılarını direklere dönüştürdü. Arada tanrıça Kalipso delgi, silgeç gibi gerekli aygıtlar ve yiyecek içecekler de getiriyordu. Bu çalışmalar dört gün sürdü. Gene tanrıçanın getirdiği kalın ve yırtılmaz bezlerle Odisseus, çok güzel ve sağlam bir yelkenli oluşturdu dördüncü günün akşamına doğru. Sonra da bu yelkenliyi, sevgilisi tanrıça Kalipso ile birlikte denize indirdi…

Beşinci günün sabahında şafak tanrıçası Eos; denizleri ve karaları gene maviye, yeşile ve safran sarısına boyarken tanrıça Kalipso da sevgilisi Odisseus’u son kez bir güzel yıkadı; zeytin kokulu rubalar giydirdi… Bir tulum şarap ve koca bir tulum da su yerleştirdi yelkenlisine. Büyük meşin torbalara çeşit çeşit yiyecekler koydu. Ve tanrıça olarak gözyaşlarını göstermeden bu ölümlü sevgilisini yolcu etti canavarlarla kaynaşan uzak denizlere… Ardından da uğurlu ve tatlı bir rüzgâr saldı. Odisseus da buruk bir sevinçle ve tanrıçasının saldığı bu serin rüzgârların eşliğinde yelkenlerini sonuna dek açtı…

Artık sevgilisinin olmadığı bu adada yalnız başına yaşamak istemeyen ölümsüz tanrıça Kalipso, ölümsüzlüğün de başa bir dert olduğunu büyük bir hüzünle, iliklerine dek duyumsadı; ürperdi…

FAYAKLARIN KRALİÇESİ ARETE

Günümüzde Korfu denen adada yaşayan Fayakların iyilikte dillere destan Alkinoos adında bir kralları ve onun da Arete adında, güzel mi güzel bir eşi vardı.

Adı “erdem” anlamına gelen kraliçe Arete’yi halkı da çok seviyor, çok sayıyordu… İyilikte ve güzellikte bir benzeri daha olmayan Arete ile kocası kral Alkinoos’un hem evlilik yaşamları, hem de ülkeleri Korfu adasındaki halkın mutluluğu, binyıllar süresince sayısız sanat yapıtlarına esin kaynağı oldu… Çünkü Alkinoos’un dünya görüşü, sanata saygısı, insanlık anlayışı, özgürlük tutkusu ve yaşadığı coğrafyada tam bir köle olarak algılanan “kadın” kimliğine bakışı; değil ilkçağ uygarlıklarının, yeniçağların bile en gözde erdemleriydi… Haliyle Alkinoos, karısı kraliçe Arete’yi her zaman el üstünde tutuyordu.

Hiçbir kadın böyle sayılmadı yeryüzünde,

Hani erkeğinin buyruğunda, evinde yaşayan hiçbir kadın.

Hem kocası hem çocukları saydı onu yürekten

Halkı da bir tanrıça gibi baktı ona.

Tatlı sözlerle selam verirlerdi kente inince o,

Yatıştırırdı bütün kavgalarını erkeklerin.

Kadının “erdem” demek olduğunu hiç unutmayan kral Alkinoos; erkeğin başarısız olduğu yerlerde, kadının inceliği ve bazı özel yetenekleriyle daha başarılı olduğunu deneyimleriyle biliyordu. Bu yüzden de Fayakların sarayında; sevgi, dostluk ve saygınlığa dayalı söz üstünlüğü vardı kraliçe Arete’nin. Konuklarını ağırlamada, cömert sungularda hep onun sözü geçerdi. Yalnız kral Alkinoos değil, bütün Fayakların üst düzey yöneticileri, danışmanları kraliçelerinin görüşlerine her zaman öncelik tanırlardı. Zaten bu yüzden olacak, ülkenin insanları da hak ettikleri gibi barış ve bolluk içinde yaşıyordu. İşte bu mutlu ülkenin kralı Alkinoos’la kraliçe Arete’nin güzel mi güzel kızları Nausikaa; her zamanki gibi gene en sevdiği birkaç arkadaşı ve yardımcılarıyla birlikte, saraylarına yakın ırmakta hem yıkanıp serinlemeye, hem de çamaşırlarını yıkamaya gitti… Bir ara ırmağın kıyısındaki bir korulukta, çıplak ve yara bere içinde, mahzun bir yabancı gördü. Bu garip adam, on yıl süren Troya savaşı dönüşü sırasında gemisi batan ve bütün kürekçi arkadaşlarını yitirip bu adaya sığınmak zorunda kalan ünlü kral Odisseus’tu. Tabii onun hakkında hiçbir şey bilmeyen ve yardıma muhtaç durumundan çok etkilenen iyi yürekli prenses güzel Nausikaa, doğruca bu çıplak adamın yanına gitti. Odisseus az önce kopardığı bir zeytin dalıyla önünü örtmeye çalıştı hemen…

Birlikte çamaşır yıkamaya geldiği kız arkadaşlarının ve hizmetlilerin çalılıklara doğru kaçıştıklarını görünce de çok şaşırdı Nausikaa… “Kızlar, nerelere saklandınız öyle?” diye çıkışmaya başladı. “Böyle dalgalı denizde vurgun yemiş yara bere içindeki bir adamdan çıplak diye kaçılır mı? Bir düşman mı sandınız bu adamı yoksa? Hani Fayakların ülkesine savaş getirecek bir adam? Buraya savaş getirecek adam daha anasından doğmadı! Hiçbir zaman da doğmayacak! Biz burada, kavgasız dövüşsüz barış içinde yaşarız. Ürettiklerimizi de gerektiğinde dost bellediğimiz insanlarla aynı sofrada bölüşürüz. Bize sığınan herkese de hiç karşılıksız kollarımızı açarız!”

Bu sözleri duyunca kızlar, sindikleri çalılıklardan gerisingeri geldiler koşa koşa. Nausikaa onlardan birkaç parça çamaşır vermelerini istedi yabancıya. Sonra da;”Kuytu bir yere götürüp onu iyice yıkayın!” dedi. Bunun üzerine kızlar, Fayakların kralının giydiği birkaç parça kurumuş giysiyle yağ ibriğini aldılar ve Odisseus’u ırmağın kuytu bir yerine götürdüler. Ama Odisseus tek başına yıkanacağını söyleyip kızları yanından uzaklaştırdı…

Odisseus yer yer yosun tutmuş bedenini ırmağın duru sularında arındırırken, tanrıça Atena da güzellik veren sular döktü onun başından aşağı. Odisseus tanrıçanın sularıyla yıkanıp güzelleşince, altın ibrikteki zeytinyağıyla uzun uzun ovdu acılı, bereli bedenini. Azgın dalgalar döve döve, göğsünü, bacaklarını yer yer morartmıştı… Odisseus giyinip kuşandıktan sonra deniz kıyısına gidip oturdu… Onu yakından görünce yeniden şaşkına döndü Nausikaa! Hemen hizmetçilerinin yanına gitti. “Beni dinleyin, dostlarım,” diye başladı. “Hani Olimposlu tanrıların izni olmasa bizim topraklarımıza gelemezdi bu adam. Demin yüzüne bakılmaz gibi geldiydi bana. Şimdiyse bir tanrıya benziyor! Hani diyorum içimden, bu adam bizimle burada kalsa. Kalsa da onunla evlensem… Haydi kızlar, çabuk yiyecek içecek bir şeyler verin ona!..”

Kızların getirip bol bol sundukları yiyeceklerle tıka basa doydu Odisseus… Hani yıllardır bir yemek yüzü bile görmemişti… Bu arada kızlar, el birliğiyle yıkayıp kuruttukları tertemiz çamaşırları katlayıp katlayıp arabaya yerleştirdiler… Nausikaa da deniz kıyısındaki Odisseus’un yanına gitti. “Hadi kalk yabancı!” diye söze başladı. “Seni babamın evine götüreyim. Akıldan, yürekten yana çok üstün biridir o. Fayakların da yöneticisidir. Ben önden arabayla giderken, sen kızlarla arkadan gelirsin…”

Saraya vardığında büyük bir konukseverlikle karşıladılar Odisseus’u. Hemen giydirip kuşattılar; sıcak bir dostlukla ağırlamaya başladılar. Kral Alkinoos, bu kaza kurbanı konuğuna şiirli-söyleşili bir yemek şöleni düzenletti ertesi akşam. Haliyle sarayın demirbaş kör ozanı Demodokos da, doğaçlama söylediği şiirleriyle şölenin baş yönlendiricisiydi. Bu ozan bir ara Troya savaşıyla ilgili olarak kendi üretimi uzun bir ezgiye başladı. Helena adlı güzeller güzeli bir kadının, sözde Troyalı bir prense olan aşkı yüzünden çıkan ve her iki halkın çiçeği burnunda nice gençlerinin kırılıp kırılıp gitmesine neden olan savaşı dillendiriyordu yanık yanık… Yunanlı Başkral Agamemnon, kaçırılan Helena’nın namusunu temizlemek için başlattığı bu savaşın sonunda Troyalı kadınları ve hazineleri alıp götürdüğü yetmiyormuş gibi, bütün kenti baştan sona ateşe verdirmişti… Savaşta sağ kalanların kimileri de ülkelerine dönerken hasat vermez denizlerde yaşamlarını yitirmişlerdi… Sazıyla hep bunları dillendiriyordu ozan Demedokos… Bu ezgilerden çok etkilenen Odisseus, bir ara kendini tutamayıp gizli gizli ağlamaya başladı… Bunu gören kral Alkinoos, konuğunun kulağına eğilip gözyaşlarının nedenini sordu. Odisseus da, zoraki katıldığı Troya savaşıyla ilgili bütün serüvenini yüksek sesle, bölük pörçük anlatmaya başladı… Bu savaş sırasında gördüğü ve yaşadığı acı şeylerden çok şey öğrendiğini de söyledi… En önemlisi, savaşların olduğu bir dünyada insanın insanlaşamayacağını artık çok iyi anladığından söz etti; “Akdeniz coğrafyasında sizin gibi barış ve bolluk içinde yaşayan mutlu insanlar görmekten çok mutluyum,” dedi kral Alkinos’a.

On yedi yıldır yüzünü göremediği karısı ve çocuğuna doğru dönüş yolculuğu sırasında gemisinin batıp bu adaya sürüklenip gelmesinin kendisi için artık büyük bir kazanım olduğunu ekledi sözlerine. “Çünkü kızınız güzel prenses Nausikaa’nın beni buraya alıp getirmesinden daha büyük bir mutluluk olabilir mi? Sizlerin beni bu şekilde ağırlamanız karşısında da çok duygulandım. Demodokos’un güzelim şiirleri de beni çok etkiledi…” Daha başka şeylerden de söz etti Odisseus. Bütün bunları dinleyen kral Alkinoos da konuğunun içtenlikle anlattığı uzun serüvenlerinden hem çok etkilendi, hem de bir düş kırıklığına uğramanın üzüntüsünü yaşadı… Çünkü çok beğendiği bu beklenmedik konuğu Odisseus’un, az öncesine kadar damadı olmasını bile geçirmişti içinden!.. Üstelik kızı Nausikaa’nın kaçamak bakışlarından, ona büyük bir tutkuyla vurulduğunu da sezinlemişti…

Artık Odisseus’un evli olduğunu öğrenen ve buna yalnızca üzülmekle yetinen güzel Nausikaa, kral Alkinoos ve kraliçe Arete; konuklarının ülkesine sağ salim dönebilmesi için büyük bir gemi hazırlatıp donattılar. İçlerini en değerli armağanlarla tıka basa doldurdular…

Birkaç gün sonra halkın da katılımıyla onu yolcu ettiler. Ama Odisseus’a diş bileyen tanrı Poseydon, seyir halindeki bu gemiyi denizin ortasında taşlaştırdı! Bunu öğrenen kral Alkinoos da tanrı Poseydon’un öfkesini yatıştırmak ve konuğunun dönüş yolunu açmak için, tanrının istediği yirmi boğayı kurban etti…

ODİSSEUS, SİRENLER’İ DİNLERKEN

Sirenler, güzeller güzeli üç genç kızdılar. Onlar Napoli kıyılarında ya da Akdeniz’in sayısız adalarından birinde yaşarlardı gönüllerince… Bu kızlar bir araya geldiğinde biri flüt çalar, öteki ona liriyle eşlik eder ve üçüncüsü de, duyanları büyüleyen o yanık ezgilerine başlardı. Ve bu ezgiler, Akdeniz göklerinin derinliklerine doğru yana yakıla tırmanır giderdi. Sonra da enginleri köpük köpük dalgalandırıp şahlandıran azgın fırtınaları susturmak için, tırmandığı mavi göklerden bir tavuskuşu gibi süzülüp denizin yüzeyine, bol tüylü kanatlarıyla yayılıverirdi…

İşte o zaman bu ezginin dışında ne varsa her şey suspus olurdu. Ve bütün canlılar gibi denizlerde seyreden serüvenci yolcular da, bu gizemli ezgilere bütün varlıklarıyla kilitleniverirlerdi…

Ne var ki Sirenlerin bu insanı alıp götüren büyülü ezgilerini duymak, denizciler için bir yıkım olurdu. Çünkü bu kızların yanık ve büyülü ezgileri, Ege ve Akdeniz’de seyretmekte olan bir gemi kaptanının ve de kürekçilerinin kulaklarına ulaştığında artık onları kimseler tutamaz olurdu. Bilinçlerini ve istençlerini yitirirler, yalnızca bu ses ve musikinin insanı çekip götüren sarmallarına dolanır giderlerdi.

Artık bu aşamadan sonra kaptanla birlikte bütün kürekçiler ve onların yönlendirdiği gemi, doğruca Sirenlerin bulunduğu limana doğru pupa yelken gider, oradaki kayalıklara çakılırdı! Ve kayalara çakılıp parçalanan bu gemiden sağ salim çıkanları da Sirenler, lir ve flüt ezgileriyle yaşadıkları adaya buyur ederlerdi. Sonra da gemiciler, onların dillendirdikleri bu ezgileri dinleye dinleye kendilerinden geçer giderler ve bir daha ilk hallerine dönmezlerdi…

Odisseya destanında Homeros, kadın gövdeli ama kuş kanatlı güzel kızlar olarak betimliyordu bu Sirenleri. Ortaçağda da sanatçılar, kanatsız ama kadın gövdeli ve balık kuyruklu denizkızları olarak canlandırıyorlardı onları…

Tanrıça Kirke; Troya savaşı sonrası ülkesine dönüş yolculuğuna başlayacak kral Odisseus’u uğurlarken, yolculuğu sırasında Sirenlerin büyüleyici ve öldürücü ezgileri konusunda uyarıda bulunmuştu:

Sirenlerle karşılaşacaksın sen en önce,

onlar büyüler yakınlarına gelen bütün insanları,

kim yaklaşırsa bilmeden ve dinlerse onları yandı!

Sirenler çayırda çınlayan ezgileriyle büyüler onu…

Bu yüzden tanrıça Kirke; Odisseus’un gemisini çeken kürekçilerin kulaklarını balmumuyla iyice tıkamalarını öğütledi:

Tatlı balmumuyla tıka ki, Sirenlerin ezgilerini dinlemesinler, İstersen dinle sen, ama bağlasınlar ayakta seni. Hızlı geminin içinde halatlarla bağlasınlar, Kollarından, bacaklarından orta direğe, ondan sonra dinle Sirenleri doya doya…

Odisseus, katıldığı Troya savaşları sonrası gemileriyle ülkesine dönerken, Sirenlerin yaşadığı limana yaklaşınca, tanrıça Kirke’nin öğütlerini anımsadı hemen… Ne var ki bu ünlü Sirenlerin ezgilerini de doya doya dinlemek istiyordu. Çünkü Odisseus, dünyanın gizemlerini hem aklıyla, hem duygularıyla görerek dokunarak duyarak öğrenmek istiyordu. Bu yüzden ilkin kürekçilerinin kulaklarını balmumuyla kapattırdı. Sonra da kendi kollarını ve bacaklarını kalın urganlarla geminin ortadireğine bağlattı. Artık Sirenlerin o büyüleyici ve karşı konulamazcasına kendine çeken ezgisini dinleyebilmenin heyecanı ve coşkulu beklentisi içine girdi. Ve gerçekten de bir süre sonra o büyüleyici ezgiyi duymaya başlar başlamaz, kendini sıkı sıkıya bağlayan urganlardan boşanıp sesin geldiği yöne doğru bütün gücüyle koşup gitmek istedi… Ve bu sese doğru koşma isteğinin o anlatılamaz yakıcılığıyla boğuşup çırpınmaya başladı… Ne var ki kulakları balmumuyla tıkalı olduğu için kürekçiler hiçbir şeyin ayırdında değildiler; yalnızca önceden belirlenmiş bir menzile doğru durmadan kürek çekiyorlardı!.. Bir süre sonra Sirenlerin ezgileri bittiğinde kendini çok rahatlamış buldu Odisseus. Çünkü duymayı çok arzu ettiği o öldürücü ezgiyi; sonuna dek dinlemeyi başarabilmiş tek insandı!..

Bu güzeller güzeli üç Sirenler, genellikle çok ürkünç yaratıklarmış gibi betimleniyordu antikçağda. Oysa bu kızlar birbirleriyle çok iyi anlaşıyorlardı. Tanrıça Demeter’in kızı güzel Persefone (Persephone) örneğin, onların çok yakın arkadaşıydı. Üstelik Persefone’ye içtenlikle bağlıydılar. Hatta bu bağlılığı kanıtlayan çok önemli bir serüven de yaşamıştı tanrıça Persefone. Ve bu olay haliyle hiç unutulmadı; ne tanrıların ne de insanların dünyasında…

Sirenlerle birlikte bir çayırlıkta eğlendikleri bir gün, yeraltındaki Ölüler Ülkesi’nin sevimsiz tanrısı Hades yeryüzüne çıkıp, Persefone’yi kaptığı gibi kayıplara karıştı! Bunun üzerine Sirenler, yitik arkadaşlarının bulunabileceği yere anında ulaşabilmek için kendilerine kanat taktılar ve onu her yerde aramaya başladılar. Ne var ki kızı kaçıran tanrı Hades, onu yeraltındaki Ölüler Ülkesi’ne götürüp oradaki sarayına kapatmıştı çoktan! Birkaç nar tanesi de yedirdiğinden tanrıça Persefone, artık o karanlık ülkeden ayrılmak istemiyordu… Tanrıça Demeter bir süre sonra kızının kaçırılış serüvenini, her şeyi gören güneş tanrısı Helyos’tan öğrenmişti. Gene de tanrıça Demeter, kızına iyi göz kulak olmadıkları gerekçesiyle, ama haksız yere Sirenleri cezalandırdı. Bu yetmiyormuş gibi, sırf kıskançlık yüzünden, ozanların esinperisi ve tanrıların şarkıcıları olan güzel Musa’ların da hışmına uğradılar!..

Çağlar boyunca birçok ozan ve sanatçı, Sirenler denen bu denizperilerinin güzelliği ve öldüren ezgileri üzerine sayısız kitaplar yazdı; heykeltıraşlar ve ressamlar onları heykellerinde ve resimlerinde canlandırmaya çalıştı. Çok daha sonraki yüzyıllarda “siren” sözcüğü, “acı bir çığlık” anlamına dönüştü… Ne var ki bu üç güzel kızın ezgilerinde bir çığlık gibi dillendirdikleri şeyi, tam olarak kimseler çözemedi…

Aslında onlar, yaşıyor olmanın o dile gelmez mutluluğunu başkalarına aktarmak istiyorlardı yalnızca. O yüzden de bu güzel Sirenler, dünyamızda yaşadıkları acı tatlı serüvenleri çığlık gibi coşkulu ezgilere dönüştürüyorlardı hep. Ve yalnız âşıklar ya da denizlerin ve de kıtaların gizemlerini çözmeye çalışan serüvenciler, bu gizemli ezgileri duyar duymaz büyüleniyorlar; gemilerini pupa yelken onların yanına doğru yönlendiriyorlardı…

Sirenlerin ezgilerinde dillendirdikleri sevincin coşkusuna kapılan bu serüvenciler, bir daha onların yanından ayrılamıyorlardı…

TROYALI AYNEYAS’IN ROMA YOLCULUĞU

“Latin ozan Vergilius; birçok tarihçiye ve sanatçıya konu ve esin kaynağı olan Aeneis adlı destanını bitiremedi. Bu destan, Troya yakılıp yıkıldıktan sonra, Troyalı Ayneyas’ın yeni bir krallık kurmak üzere giriştiği İtalya yolculuğunu anlatıyordu. Böylece Vergilius, Roma İmparatorluğu’nun geçmişini Troya’ya dayandırmakla, Batı uygarlığının, Akdeniz uygarlıklarından kaynaklandığını çok belirgin olarak ortaya koymuş oluyordu…”

Troya kralı Priyamos, Ayneyas’ın amcası olurdu, çoban Anhises (Ankhises) de babası… Ayneyas’ın çocukluğu, kral Priyamos’un ünlü oğulları Hektor ve güzel Helena’yı Yunanistan’dan kaçırıp getiren Paris’le birlikte geçti…

Ayneyas’ın babası Anhises, eskilerin İda Dağı dedikleri Edremit yakınlarındaki binbir pınarlı Kazdağları’nda çobanlık ediyordu. Sürülerini otlatırken sık sık kavalını çalar, ezgiler söylerdi. Bunları duyan o güzelim ormanların geyikleri, ayıları, hatta bu dağların doruklarına konuşlanıp Troya’daki savaşları çıkarlarınca yönlendiren tanrılar bile ona kulak kesilirlerdi…

Kazdağları’nın eteklerinde koyunlarını, sığırlarını otlatırken onun kavalıyla yaktığı bu ezgileri dinleyen güzellik tanrıçası Afrodit de onu büyük bir tutkuyla sevmeye başladı. Bir tanrıçanın ölümlü birini sevip onunla aşk yaşaması sık görülen bir şey değildi. O yüzden çoban Anhises’e olan tutkusunun başına vurduğu bir gün tanrıça Afrodit, bütün kadınsı hünerlerini kullandı onunla birlikte olabilmek için… Tanrılar Ülkesi Olimpos’tan inip Kıbrıs’taki tapınağına gitti apar topar. Orada letafet tanrıçaları Harites’ler (Kharites’ler), onu bir çoban kızı gibi bir güzel giydirip kuşattılar… Artık bir bayram günündeymiş gibi süslenip püslenen aşk ve güzellik tanrıçası Afrodit, doğruca çoban sevgilisi Anhises’in yaşadığı Kazdağları’na gitti. Onu çok iyi tanıyan ve seven kurtlar, ayılar, geyikler de hemen bir çeşit “hoş geldin alayı” oluşturdular; hemen ardına takıldılar! Afrodit çok sevdiği binbir pınarlı Kazdağları’ndaki bütün bu canlıların üstüne aşk kıvılcımları saçtı… Onlar da hemcinsleriyle eşleşmek üzere hemen dağılıp ağaçlar arasında gözden kayboldular…

Sonra da Afrodit, bütün alımlılığıyla salına salına çoban Anhises’in eğreti kulübesine girdi. Buncasına güzel bir kızı aniden karşısında gören Anhises de çok şaşırdı. Gözlerini ovalaya ovalaya kendine geldikten sonra, böylesi bir güzelliğin ancak tanrıçalarda olabileceğini söyledi konuğuna. Köylü bir genç kız kılığındaki tanrıça Afrodit de onun bu sözlerini yalanlamaya çalıştı: “Ben sıradan bir kızım,” dedi. “Troyaca dilini bilmemin nedeni, sütannemin Troyalı olması yüzünden… Bir gün genç kızlar korosunda şarkı söylerken tanrı Hermes beni büyüleyip bu dağa bıraktı ve bu dağda Anhises adlı bir çobanla evlenmemi istedi. Eğer o sensen, beni karın olarak al; sana güzel çocuklar doğurayım!..”

Bu sözlerden sonra Anhises’le birlikte geçirdikleri gecenin sabahında Afrodit, sevgilisine; “Ben tanrıça Afrodit’im,” diye gerçeği açıklamaya başladı. “Ama korkma; benden doğacak erkek çocuğun bakımını beş yaşına dek Kazdağları’ndaki perikızları üstlenecek. Ve o çocuk ileride büyük bir halkın, Romalıların atası olacak! Ama sakın bu birlikteliğimizi başkalarına söyleme! Yoksa tanrıça Hera hem çocuğumuzun, hem de senin başına binbir kötülük yağdırır!..”

Bir süre sonra Anhises, şaraplı bir sohbet sofrasında dostlarıyla yarenlik ederken dilini tutamadı; tanrıça Afrodit’le Kazdağları’ndaki çoban kulübesinde güzel bir gece geçirdiğini ağzından kaçırıverdi!.. Bu açıklamayı anında duyan Afrodit de küplere bindi öfkesinden: Hıncını almak için onu anında hem kör etti, hem topal!

Bununla birlikte Afrodit; bu ölümlü çobandan doğurduğu oğlu Ayneyas’ı her zaman, özellikle Troya savaşları sırasında hep esirgeyip korudu… Bir keresinde Ayneyas, Yunanistanlı yağmacı orduların en ünlü savaşçılarıyla çarpışırken çok ağır yaralandı. Bunun üzerine Afrodit, tanrı Apollon’un yardımıyla onu apar topar savaş meydanından uzaklaştırdı! Hatta bu çatışma sırasında yaralanan kendi elinden bile tanrısal kanlar aktı!.. Apollon ve diğer tanrılar Ayneyas’ın bir an önce iyileşmesi için elbirliği ettiler. Çünkü onun ölmemesi gerekiyordu… Tanrı Poseydon da zaten cümle aleme açıkladı bunu:

Yazgısı kurtulmaktır Ayneyas’ın.

Tohum ekmeden, iz bırakmadan ölmeyecek o!

Güçlü Ayneyas kral olacak Romalılara,

Kral olacak çocuklarının çocukları!..

On yıl süresince Yunanistan’dan gelen yağmacı ve işgalci ordulara geçit vermeyen Troya surları; içi asker dolu hileli Tahta At’ın bir tanrı armağanı olduğu gerekçesiyle kente alınmasıyla düştü… İşte Troya yağmalanıp yakıldığı bu sıralarda tanrılar; babasını da yanına alıp İtalya’ya doğru yelken açması ve orada yakılıp yıkılan Troya’nın eşi olacak yeni bir krallık kurmasını buyurdular Ayneyas’a. Bu yüzden Ayneyas, daha yeni yeni ellenip ayaklanan oğlunun elinden tuttuğu ve babası kör ve sakat Anhises’i de sırtına aldığı gibi, doğruca Kazdağları’na sığındı. Tanrıça Atena’nın bir zamanlar gökyüzünden Troya’ya düşen Palladyon adlı tahtadan heykelini de yanına almayı unutmadı! Yunanistanlı kral Odisseus’un savaş sonrası ülkesine dönüşü sırasında gemisiyle izlediği aynı yolu izleyip Sicilya’ya yaklaştı.

Tam sahile çıkacakken babası sakat Anhises yorgunluktan öldü… Bu arada kopan korkunç bir fırtına, gemisiyle birlikte onu Kartaca kıyılarına sürükleyip götürdü! Kartaca kraliçesi güzel Alissa da, kumsalda baygın yatarken gördüğü bu yabancıyı büyük bir konukseverlikle konağına alıp götürdü… Yaralarını iyileştirdi. Giydirdi kuşattı. Ayneyas da Troya’da olup bitenleri, bu yolculuk sırasında başından geçenleri bir bir anlattı güzel Alissa’ya…

GÜZEL ALİSSA’NIN AŞKI

Kendisine Didon da denen güzeller güzeli prenses Alissa, Güney Akdeniz bölgesindeki Fenike kralının kızıydı… Kral ölünce sarayın etkin kişileri; Alissa’nın erkek kardeşi prens Pigmalyon’u (Pygmalion), yaşının küçük olmasına karşın gene de kral olarak başa geçirdiler ve amcası Siserbas’ı da kral yardımcısı olarak atadılar… Bu arada Alissa’yı amcası Siserbas’la evlendirdiler. Böylesi bir düzenlemeyle krallığın işleri epeyce bir zaman şöyle böyle, kör topal yürüdü. Ne var ki yaşı biraz büyüyünce kral Pigmalyon, bir yerlerden ve kız kardeşi Alissa’nın bazı konuşmalarından, amcası Siserbas’ın gizli hazineleri olduğunu öğrendi. Bu yüzden de bir tuzak kurdurup kral yardımcısı amcasını öldürttü!.. Pigmalyon tam hazinelere el koymak üzereyken Siserbas’ın karısı Alissa da, kendisini seven etkin kişilerin yardımıyla öldürülen kocasının hazinelerini torbalara doldurdu. Ayrıca dıştan bakıldığında altın torbalarına benzeyen kum torbaları da hazırlatıp bir gemiye doldurdu…

Kendisine yardımcı olanlarla birlikte denize açıldı. Bir süre sonra Alissa, kardeşi kral Pigmalyon’u yanıltmak için, altın torbalarına benzeyen kum torbalarını birer birer denize ataraktan yol almaya başladı. Böylece hazineleri denize attığı süsünü vererek kardeşinin kendisini izlemesine engel oldu!..

Uzun bir deniz yolculuğundan sonra Alissa ve adamları, Kuzey Afrika kıyılarındaki bir limandan karaya çıktılar. Oranın yerli halkı; bir gemi dolusu bu göçmen sığınmacıları, Akdenizlilerin genlerine sinmiş bir konukseverlikle karşıladı. Ne var ki yeni göçmenler, konuk oldukları ülkeden sürekli yerleşim için biraz toprak isteyince, gene Akdenizlilerin konuklarına hayır diyememe alışkanlığından kaynaklanan bir duyguyla ve şaka kabilinden, bir öküz derisi sundular göçmenlere… Sonra da bu derinin kaplayabileceği genişlikte, diledikleri yerden bir toprak parçası seçebileceklerini ve orayı sürekli oturum için kullanabileceklerini söylediler!..

Kurnaz Alissa da bu postu ince ince kıydırıp kıl kalınlığından kırk kat daha ince ipliklere dönüştürdü! Sonra da onları ucu ucuna ekledi ve bu uzun şeridin çevrelediği topraklarda bir kent kurdurdu…

Bir ara Alisa yardımcılarıyla birlikte Kıbrıs’a gitti ve oradan ülkesindeki erkeklere eş olacak güzel kadınlarla döndü. Kısa bir zaman içinde Kartaca Krallığı adını alacak olan bu ülke, daha sonraları Roma İmparatorluğu’nun baş düşmanı kesilecekti…

Troya’dan kaçan Ayneyas’ın seyir halindeki gemisini, azgın bir fırtına işte bu yeni kurulan Kartaca’ya sürükleyip getirdi. Henüz kentleşme çalışmalarını sürdüren ülkenin kraliçesi Alissa da, deniz kazasına uğrayan Ayneyas ve yoldaşlarını gerçekten de büyük bir konukseverlikle karşıladı. Günlerce ağırladı. Ama bu geçen günler içinde de yakışıklı Ayneyas’a yavaş yavaş gönlü kaymaya başladı… Ne var ki zaten kraliçe Alissa’nın güzelliğini ve bir ülke oluşturup yönetmedeki becerilerini kıskanan tanrıça Afrodit; onun yakışıklı ve güzel oğlu Ayneyas’a olan duygularını büyük bir fırsat olarak değerlendirdi… Ayneyas’a daha da deli divane vurulması için sürekli aşk kıvılcımları saldı güzel Alissa’nın yüreğine! Alissa da, kraliçeliğini ve töreleri hiçe sayarak bu yabancı delikanlıya bütün benliğiyle, varıyla yoğuyla bağlandı. Artık iki âşık birlikte gezip tozmaya, gecelerini de birlikte geçirmeye; zaman zaman da ava çıkmaya başladılar… Bu av günlerinin birinde, gözlerden ırak bir mağarada seviştiler. Afrodit’in buyruğuyla dedikodu tanrıçası Fama, bir kraliçenin sıradan biriyle yaşadığı bu aşk öyküsünü bütün dünya ülkelerinin krallarına, halklarına duyurdu. Afrodit’in amacı Alissa’nın başarılarını, becerilerini böylesi dedikodularla gölgelemekti. Ne var ki kraliçenin bu dedikodulara hiç kulak astığı da yoktu; üstelik Ayneyas’a olan tutkusu gitgide daha da yalazlanıyordu. Hızını alamayan tanrıça Afrodit bu kez Olimposlu tanrı ve tanrıçaları uyardı. Çünkü onlar Ayneyas’ı, yıkılan ve yakılan Troya’nın yerine, İtalya’da yeni bir krallık kurmakla görevlendirmişlerdi… O yüzden tanrılar Ayneyas’a; amacının ve misyonunun Kartaca’da Alissa’yla aşk yaşamak değil, bir an önce bu yabancı ülkeden ayrılıp İtalya’ya gitmek ve orada Roma krallığının çekirdeğini oluşturmak olduğunu sert bir dille anımsattılar. O da haliyle tanrıların dayatmalarına boyun eğmek zorunda kaldı. O yüzden sevgilisi Alissa’dan ve ülkesi Kartaca’dan gizlice kaçmanın yollarını aramaya başladı. Zaten bir yandan da komşu ülkelerin kralları, bir yabancıya karşı duyduğu ve birlikte yaşadığı aşk yüzünden Alissa’yı acımasızca kınıyor ve onu bu aşktan caydırmak için çeşitli yöntemlerle sürekli sıkıştırıyorlardı…

Alissa da, sevgilisi Ayneyas’ın ülkesinden gizlice kaçma niyetinde olduğunu sezmekte fazla gecikmedi! Onunla uzun uzun bu konuyu konuştu. Tanrılara ve krallara meydan okuyaraktan giriştiği bütün çabalarına karşın sevgilisi Ayneyas’ı ülkesinde tutamayacağını anladı. Ne var ki onun ayrılığına da dayanamayacağını duyumsadı bütün benliğiyle…

Uykusuz kaldığı bir gecenin sabahında Alissa, büyük bir odun yığını hazırlattı limanda. Sonra da sevgilisiyle paylaştığı ve bu sözde yasak aşkını anıştıran nesi var nesi yoksa; giysilerini, takılarını, ortak yataklarını bu büyük odun yığınıyla harmanlattı. Ayneyas da bütün isteksizliğine karşın bir sonraki geceyarısı, yanındaki kürekçi yoldaşlarıyla birlikte yeni bir ülke kurmak üzere, İtalya’ya doğru yelkenlerini açtı.

Limanda sevgilisinin deniz ötelerine çekip gidişini bir süre gözyaşlarıyla izledi Alissa.

Karanlık denizde yitirdiği sevgilisine belki de son kez bir kılavuz feneri olabilmek için, kendini hançerlemeden önce verdiği buyruk üzerine adamları, kraliçe Alissa’nın ölüsü ve anılarıyla harmanlanacak o büyük odun yığınını ateşe verdiler…

AYNEYAS ÖLÜLER ÜLKESİ’NDE

Gerçekten de tanrıların dayatması yüzünden sevgilisi güzel Alissa’dan ayrılıp İtalya’ya doğru yelkenlerini açan Ayneyas; Troya’dan ayrılırken Troyalı bilici prens Helenos’un öğütlerini hiç unutmadı: “İtalya’ya varınca Sibilla denen kadını bul,” demişti ona. “Çok akıllı bir kadındır. O sana yol yordam gösterir.” O yüzden Ayneyas, İtalya’ya ayak basar basmaz bilici kadın Sibilla’yı buldu hemen. O da; “Geleceğini öğrenebilmen için yeraltındaki Ölüler Ülkesi Hades’e inmelisin. Orada ölen baban Anhises’le konuşmalısın. Hem hasret giderirsin, hem de bundan böyle ne yapman gerektiği konusunda ondan bilgi edinirsin,” dedi… Bu sözlerin ardından; “İstersen ben de seninle birlikte yeraltı dünyasına inebilirim,” diye konuşmasını sürdürdü… Ne var ki yeraltındaki Ölüler Ülkesi’ne inebilmek için altın bir dal bulması gerekiyordu Ayneyas’ın. Neyse ki yanına aldığı bir arkadaşıyla fazla yorulmadan gerekli altın ağacı buldu ve ondan küçük bir dal koparıp doğruca Sibilla’nın yanına döndü…

Daha önceleri Herakles, Orfeus, Psike ve Odisseus gibi sayılı birkaç kahraman, Hades denen Ölüler Ülkesi’ne canlı olarak inip ve gene canlı olarak dünyaya dönmeyi başarabilmişlerdi. Bu kez de Ayneyas, Sibilla’nın kılavuzluğuyla oraya indi, iner inmez de eli ayağı birbirine dolaşmaya başladı!.. Bu yeni ülkede, korkular ve karanlıklar içinde Sibilla’yla birlikte epeyce yol aldıktan sonra Aheron nehriyle Stiks (Styks) Irmağı’nın birleştiği yere geldiler…

Buradan karşıya, Hades denen Ölüler Ülkesi’ne geçmek için Haron (Charon) adlı bir bekçinin kayığına binmek gerekiyordu. O yüzden bu dönüşü olmayan ülkeye göç eden dünyalılar, bir an önce sandalı alıp karşıya geçirmesi için Haron’a yalvar yakar oluyorlardı! Ama kayıkçı Haron da öyle her yalvaranı kayığına almıyordu! Kayığına almadıkları da yeryüzünde geleneklere uygun olarak gömülmemiş olanlardı… Örneğin gözleri içine altın para konmamış olanlar onun sandalına hemen binemiyordu; tam yüz yıl Haron’a yalvarıp yakarmaları, daha bir sürü çile çekmeleri gerekiyordu!

Ayneyas’la ona yoldaşlık eden Sibilla da tam sandala atlayacakları sırada sandalcı Haron, onları durdurdu hemen: “Ben yalnızca ölüleri karşıya geçiririm!” diye diklendi. Bunun üzerine Sibilla elindeki altın dalı gösterdi Haron’a. Haron da artık sesini çıkarmadı; sandalına aldı ikisini de. Ölüler Ülkesi’nin kapısında nöbet tutan üç başlı Kerberos ya da Cerbère (Serber) denen azılı köpeğin yanına geldiklerinde Sibilla, hemen yiyecek bir şeyler verdi ona. Sonra da usul usul sırtını okşadı. Canavar köpek, artık Ayneyas’a ve Sibilla’ya kuyruğunu sallaya sallaya içeri buyur etti. Onlar da kapıdan girip yeraltı Ölüler Dünyası’nın geniş meydanlarında özgürce yürümeye başladılar… Sonra “Yas Tarlaları”na ulaştılar. Yeryüzünde yaşadıkları umarsız aşklar yüzünden canlarına kıymış bahtsız sevdalılar oturuyordu orada. Ayneyas da orada, kendisine âşık olan ama ayrılmak zorunda kaldığı için odun yığınları üstünde kendini yakan sevgilisi kraliçe Alissa ile karşılaştı. Ayneyas doğruca onun yanına gidip; “Zeus’un buyruğuyla seni terk etmek zorunda kaldım! Beni bağışla, sevgilim!” diye yalvardı uzun uzun… Kraliçe güzel Alissa da, yoğun bir bulut heykeli olarak öylece baktı yüzüne; hiçbir yanıt vermedi…

Zıpkın yemişçesine sapsarı bir acı saplandı Ayneyas’ın yüreğine…

Ayneyas’ı babası Anhises’le buluşturmak için kılavuzluk eden tanrı sözcüsü Sibilla; “Bu yolun sonunda başyargıç Radamantis (Rhadamanthis) oturur. Yeryüzünde suç işlemiş olanları yargılar. Sağdaki yol da, dünyada hiç kötülük etmemiş kişilerin yaşadığı Şan Elize (Champs Elisée) kırlarına götürecek bizi. İşte baban Anhises de orada oturur!..” dedi.

Biraz daha yürüdükten sonra birbirleriyle buluşan Anhises’le oğlu Ayneyas, uzun uzun kucaklaştılar. Sonra Anhises oğluna Unutuluş Irmağı’nın sularından içirdi. “İleride çok büyük bir kent kuracaksın oğlum!” dedi ona. “Bu kent zamanla büyük bir ülke olacak. Roma İmparatorluğu’nun kurucusu olacaksın böylece…” Anhises, ileride neler yapması gerektiği konusunda da öğütler verdi oğluna. Artık ayrılma zamanı gelince de; “Üzülme, oğlum!” dedi. “Şimdi ayrılacağız, ama daha sonra, dünyada iyilik etmiş insanların oturduğu bu meydanda gene buluşacağız!”

Ayneyas fazla beklemeden Sibilla ile yeniden yeryüzüne çıktı. Ertesi gün de gemideki yoldaşlarıyla birlikte, yanan Troya’nın yerine, Roma İmparatorluğu’nun çekirdeğini oluşturacak yeni bir kent kurmak üzere, İtalya’ya doğru yelkenlerini açtı…

Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan