Ölü Denizden Canlı Mesajlar

Aralık 25, 2006

Dr. Muvaffak AYVAZ
Saffet Senih

1947 yazı idi. Judea çölünde bir bedevî genç kaybolan keçisini arıyordu. Bu esnada bir mağaraya rastladı. Mağarada, içlerinde deri tomarları bulunan çömlekler vardı. Küf kokan fakat dikkatlice sarılıp paketlendiği belli bu derinin üzeri yazı işaretleri ile dolu idi. Mağara, eski bir manastır harâbesinden ve ölü denizden pek uzakta olmayan Qumran vâdisinde bulunuyordu.

Rastadığı bu hazinenin değerini pek bilemiyen bu genç, onları satmaya karar verdi. Ancak, kimse bunlara alâka duymadı. Ne ilk önce gittiği Bethlehem’deki eskici, ne bir Suriyeli tüccar, ne de tomarlardan haberi olan başka birçok tacir… Nihayet Kudüs’deki St. Markus Manastırı’nın Suriye’li başpiskoposu Mar Athanasius Jeshue Samuel bu deri tomarlarının en iyilerinden dört tanesini almaya karar verdi. 1947-1949’daki Mısır-İsrail harbi bunları unutturdu. Bunları incelemek için piskoposa rica eden bir çok ilim adamı da ayrıca, İbranice yazılmış metnin deşifre edilmesi neticesinde, bunun bir hususiyet arz etmediği mevzuunda birleştiler. Bu yazı tomarlarının bir kıymeti olmadığı neticesine varıldı ve bu araştırma da böylece bırakıldı.

Bu defa bedeviler tarafından ölü deniz kıyılarında bulunan yeni tomarlar ortaya çıkarıldı. İki toprak küp içinde altı tane tomar bulundu. Bunları Kudüs Üniversitesi arkeologlarından biri aldı. Bu şahıs ilk bulunan tomarları da biliyordu. Yalnız onları inceleyememişti. St.Markus Manastırı, hudud çizgisinin öbür tarafında, şehrin araçlara ait olan kısmında bulunuyordu. Nihayet onları 1948 ocak ayında eline aldığında, metinlerden birinde, Ahd-i Atik’den Yesayâ peygamberin kitabını teşhis etti. Bir diğerini de deşifre edince, bir yahudî mezhebinin ruhanî hayatının el kitabı olduğunu tesbit etti. Harp henüz sona ermemişti. Bu arada dünyadaki bütün ilim adamları ölü denizde bulunan bu yazı tomarının, son zamanlarda yapılan en büyük el yazması keşfi olduğunda müttefiktirler. Şifreleri çözülen ilk metinlerde bunların bir yahudî mezhebine ait “Dankhymnen” kolleksiyonu ve “Işık oğullarının karanlık oğulları ile savaşı” adlı bir çalışma ve nihayet Yeseya peygamberin kitabından bazı kısımlar oldukları anlaşıldı.

Bilinmeyen mağara, birden dünyaca meşhur oldu. Hatta Birleşmiş Milletlerde dahi bunun tekrar bulunması hakkında karar alındı. Fakat sonunda Jericho’nun 12 km güneyinde ve ölü denizden 2 km

Titiz araştırmalar neticesinde arka arkaya on tane daha mağara keşfedildi. Bunların hepsi de ölü denizin kuzeydoğusunda çoktan beri bilinen Khirbet Qumrandaki manastır harabesinin yakınında idi. Bu bölge, Romalı âlim Plinius (M.S.24 – 69) a göre M.Ö. Birinci yüzyılda bir Yahudi mezhebi olan “Esseher’lerin büyük bir yerleşim mıntıkası idi.

1953 ile 1955 yılları arasında harabelerde yapılan kazılar Plinius’un dediklerini doğruladı. Mağarada bulunanlar ile tamamen ayni olan bir küp bulunduktan sonra Arkeologlar, Romalı Prokuratorlar devrinden kalma paralar buldular. Buradan anlaşıldığına göre manastır M.S. 68 yılında putperest romalılar tarafından işgal edilmişti. M.S.66-67 deki Yahudi ayaklanmasını bastırmak için gelen X. Roma lejyonundan kaçarken Essener’ler kendileriyle birlikte kütüphanelerini de çevredeki mağaralarda emniyet altına almışlardı.

Daha başka ve değişik sırlar harabelerinin değerini iyice artırdı. Yüzlerce toprak tencere ve çanakla birlikte bir toplantı yeri, bir tahıl değirmeni, bir çanak çömlek imalathanesi ve stok yerleri… Günlük mutat abdest için Essener’ler 4 büyük, 7 küçük sarnıç yapmışlardı. Toplu halde yemek âyini yapılan, mukaddes öğünler için kullanılan akşam yemek salonu “Refektorium” kap-kacak ile dolu halde bulunuyordu. “Skriptorium” da ise, büyük bir masanın ve mürekkep kaplarının kalıntıları bulundu. Hatta kaplardan birinde kurumuş mürekkep bile vardı. Burada suhuflar teksir ediliyordu.

Israrlı araştırmalara rağmen bulunamıyan bunların evleriydi… Essenerler, eski İbraniler gibi, mağaralar, kulübeler veya çadırlarda yaşıyorlardı. Sadece toplu ibadet muhitlerinde dua için ve yemek zamanlarında manastırda toplanıyorlardı. Mezheplerinin talimatına uygun şekilde mütavazi bir hayat sürüyorlardı. Essenerlerin kabirleri de böyleydi. Diğer milletlerde olduğu gibi, ziynet eşyaları, hitabeler ve kurbanlar mevcut değildi.

Diğer on mağarada yapılan araştırmalar, önce pek az bilgi verdi. İkincide 30 cm genişlikte, çok fazla oksitlenmiş ve zarar görmüş bir deri sayfa bulundu. 1. mağaradan elde edilenler çok zahmetlerle okunabildi. Bunlar, yaratılış bahsinin ilk 17 bölümünü ihtiva ediyordu. Burada Hz. İbrahim’in ilk zevcesi Sarah’ın cazibesi, 80 yaşında olmasına rağmen, Abimelech tarafından istenişi teferruatlı bir şekilde anlatılıyordu.

4. mağarada en zengin define ele geçti. İbrânî, Aramî ve yunan dillerinde yazılmış, Ahd-i Atik’in bütün kitaplarından (Esther kitabı hâriç) metinler… Bunlar arasında Peygamberlerin müfessirlerine ait, Habakuk’unkine benzer parçalar, Apokalypse’den bilinmeyen yerler, evvelce belirtilen “Ruhanî hayatın el kitabı”ndan birçok el yazması metin parçaları ve “Şam dokümanları” vardı. Toplam 332 değişik kitaptan parçalar bulunmaktaydı.

Fransız, Alman, İngiliz ve Polonyalı ilim adamlarından teşekkül eden bir heyet metinlerin neşredilmesi için çalışmalar yapmaktadır. Bu çalışmalar henüz tamamlanmış değildir. Bittiği zaman 8 ila 10 cilt tutacağı sanılmaktadır. Asırlar boyunca kararıp okunamaz hale gelen yazıların okunabilmesi için kızılötesi ışınlar, elektronik beyin ve kompüterlerden faydalanılmaktadır. İlim adamlarının görüşüne göre; ölü denizde bulunan bu metinlerden sonra, hıristiyanlığın menşeini Ferisliler (bir musevi mezhebi) ve Falmutıler de değil Essener’lerde aramak gerekecektir.

Essener’lerin ahlâkî kaide, âdet ve hareketleri hakkında elde edilen bilgiler neticesinde dünya ilk defa bir “doğrular mualimi”ni öğrendi. Acaba bu “Allah tarafından seçilmiş insanlığın halâskârı”

Daha sonra bulunan bir yazılı metinde O, Habakuk Peygamber, “Doğruluk Muallimi” olarak anlatılmaktadır. Onun gâipten verdiği haberler, gerçekten Peygamberlik mucizesi olduğu fikrine kuvvet kazandırmaktadır.

“Allah tarafından seçilmiş”in kurduğu ve sonradan “Yeni Birlik” adını alan bu sistem ne idi? Acaba ifadelerde bir anlaşılmazlık mı var? Çünkü “Seçilmiş” tabiri “Mustafa” demektir. Allah tarafından son seçilen Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) olduğuna göre; “Yeni Birlik”, bütün insanlığı tek dinin çatısında toplayan son din İslâmiyet’e işaret değil de nedir?

Ölü denizden gelen metinlerdeki son yazıların da okunup açıklanabilmesi ile bu hakikat bütün berraklığı ile çözülmüş olacaktır. uzaktaki mağara bulunduğunda, boş olduğu görüldü. Yapılan ilave kazılarda da sadece yazı tomarlarını sarmada kullanılan değersiz deri şeritler, Romalılar devrinden kalma kırıklar, sadece bir kaç harf ihtiva eden birçok yazı parçası ve nihayet 50 tane küp artığı bulundu. Küplerden anlaşıldığına göre mağara bir zamanlar 200 – 250 tomardan meydana gelen mükemmel bir kütüphaneyi andırmaktaydı. kimdir? O da Hz. İsa gibi tevazu, mahviyet ve terk-i ‘enaniyet’ten bahsediyordu. Ve yine Hz. İsa gibi hahamlara ve hâkim Yahudi Kast’ına (sınıfına) karşı bir tavır içinde görünüyordu. Bundan dolayı, ilim adamları Essenemus üzerine eğildiler. Çünkü metinlerden anlaşıldığına göre Hz. İsa’nın vaazları ile O’nunkiler arasında büyük paralellikler mevcuttu.

Daha sonra bulunan bir yazılı metinde O, Habakuk Peygamber, “Doğruluk Muallimi” olarak anlatılmaktadır. Onun gâipten verdiği haberler, gerçekten Peygamberlik mucizesi olduğu fikrine kuvvet kazandırmaktadır.

“Allah tarafından seçilmiş”in kurduğu ve sonradan “Yeni Birlik” adını alan bu sistem ne idi? Acaba ifadelerde bir anlaşılmazlık mı var? Çünkü “Seçilmiş” tabiri “Mustafa” demektir. Allah tarafından son seçilen Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) olduğuna göre; “Yeni Birlik”, bütün insanlığı tek dinin çatısında toplayan son din İslâmiyet’e işaret değil de nedir?

Ölü denizden gelen metinlerdeki son yazıların da okunup açıklanabilmesi ile bu hakikat bütün berraklığı ile çözülmüş olacaktır.


çocuk yetiştirmenin kuralları…

Aralık 25, 2006

Bu belge, ABD Houston Polis Müdürlüğü tarafından hazırlanmış ve kentteki tüm
evlere ve okullara dağıtılmıştır.

GELECEĞİN SUÇLUSUNU YETİŞTİRMENİN EN BASİT KURALLARI

* Daha küçükken çocuğa istediği her şeyi vermeye başlayın. Bu biçimde o,
herkesin onun geçimini sağlamak zorunda olduğuna inanacaktır.

* Kötü sözler söylediği zaman gülün. Böylece o kendisinin akıllı olduğuna
inanacaktır.

* Ona düşünmeyi ve beynini kullanmayı hiç öğretmeyin! Yirmi bir yaşına
gelince de kendi kararlarını, kendisi versin diye bekleyin.

* Yerde bıraktığı her şeyi kaldırın; kitaplarını, ayakkabılarını
kıyafetlerini,onun için her şeyi siz yapın ki, o tüm sorumluluklarını
başkalarına yüklemeye alışsın.

* Onun gözünün önünde sık sık kavga edin ki, böylelikle aile bir gün
parçalanırsa çok fazla üzülmesin.

* Ona istediği kadar harçlık verin ki, hiçbir zaman kendi parasını
kazanmanın NE olduğunu öğrenmesin.

* Yiyecek, giyecek ve konforla ilgili tüm isteklerini yerine getirin ki,
istediklerine ulaşmak için çalışmak gerektiğini öğrenmesin.

* Komşulara, öğretmenlere, polislere karşı her zaman onun tarafını tutun ki,
onların hepsine karşı peşin hükümleri oluşsun.

* Tüm bunları ve benzerlerini yaparak yetiştirdiğimiz çocuğunuz bir gün suç işlerse, kendisinden özür dileyin. Ama onu felaket dolu bir yaşama hazırladığınız için kendinize teşekkür etmekten geri kalmayın


hayvanlardaki mühendislik-3

Aralık 25, 2006

PENGUENLERDEKİ ENERJİ DÖNÜŞTÜRÜCÜ YÜRÜYÜŞ

İmparator penguenler kuluçka dönemi ve sonrasında yavrularına bakabilmek için oldukça uzun süren yürüyüşlere çıkarlar. Bu yürüyüşte şaşkınlık verici bir durum vardır. Penguenler büyük gövdeli olmalarına karşın, yürüyüşlerini zorlaştıracak kadar küçük bacaklara sahiptirler. Bu ise normal şartlar altında daha fazla enerji harcamalarına neden olacaktır. Sınırlı miktarda yedek besinle uzun bir yolculuğa çıkan penguenler için bu durum mutlak bir ölüm demektir.

Peki öyleyse bu dezavantaj gibi görünen duruma rağmen nasıl olup da penguenler kilometrelerce yolu yürüyebilmektedirler?

Penguenler sağa sola sallanarak yürürler. Bu sarkaç benzeri ilginç yürüyüşün nedeni son derece önemlidir. Bu yürüyüş sayesinde penguenler önemli derecede enerji tasarrufu yapmaktadırlar. Penguenlerin bacakları aşırı kısadır. Ancak penguenler, yana doğru adımlar atarak bu kısalığın dezavantajlarını ortadan kaldırır ve kaslarının daha az yorulmasını sağlarlar. Hatta her adımın sonunda bir sonraki adım için enerji depolamış olurlar.

Yana doğru adımlar atarak değil de düz yürümüş olsalardı penguenlerin kendi boyutlarındaki bir hayvandan iki kat daha fazla enerji harcamaları gerekirdi. Ancak bu özel yürüyüş şekli sayesinde penguen sadece yürümeye başlarken enerji harcar, bir de dururken. Kısıtlı olan besininin denize ulaşmaya çalışan penguene yetmesi için en isabetli yöntem budur.

Enerji tasarrufu sağlayacak bir yürüyüş şekli elbette ki penguenin kendi başına keşfettiği bir kolaylık değildir. Üstelik bunu tek bir penguen değil bütün penguenler böyle yapmaktadırlar.

Ağır kış şartlarında yaşamalarını sağlayacak bu kolaylığı penguenler ilk doğdukları andan itibaren bilir ve uygularlar. Aksi bir davranış ölümlerine neden olacak kadar ciddi sonuçlar doğurabilir. Dondurucu soğukta penguenin en az enerji harcamak için neler yapması gerektiğini denemesi ve en sonunda bu yürüyüşte karar kılması söz konusu değildir.

Penguenlerin bu yürüyüş şekilleri Allah’ın canlılar üzerindeki şefkat ve merhametinin delillerinden biridir. Penguenleri yaratan ve nasıl hareket edeceklerini onlara ilham eden Allah’tır. Allah tüm canlıları benzersiz şekillerde suretlendirmiş ve onları en mükemmel özellikler ile birlikte yaratmıştır.

kaynak: kuranvebilim.com


hayvanlardaki mühendislik-2

Aralık 25, 2006

GEKO KERTENKELESİNİN ÜSTÜN TUTUNMA TEKNİĞİ

Geko kertenkelesinin ayaklarında başka hiçbir canlıda bulunmayan çok güçlü bir yapışma sistemi vardır. Gekonun mucizevî yapışma sistemi hiçbir kimyasal içermez, yani ayakların altında tutkalımsı bir madde yoktur. Üstelik hayvanın ayaklarında vantuz benzeri bir yapı da mevcut değildir. Araştırmalar Gekonun ayaklarındaki mekanizmanın üstün bir mühendislik örneği olduğunu ortaya çıkarmıştır. Gerçekten de bu sürüngenin ayak yapısı tırmanmak için tasarlanmıştır.

Portland’taki Lewis & Clark Lisesi’nden çevre fizyologu Kellar Autumn ve California Berkeley Üniversitesi’nden bio-mühendis Robert Full tarafından kurulan ve Massatchusetts IS Robotics tarafından desteklenen bir ekip Gekonun nasıl tırmandığını mikroskobik açılardan incelemişlerdir.

Elde edilen sonuç bizlere bilimin gelişmesi sayesinde açığa çıkan bir yaratılış harikası ile karşı karşıya olduğumuzu göstermiştir. Gekonun ayaklarında, belki de sadece nükleer fizikçilerin haberdar olabilecekleri bir kuvvet mevcuttur.

Yapışmayı sağlayan faktör ayakların altında bulunan çok sayıda mikroskobik tüycüktür.

Gekonun tek bir ayağında yaklaşık 2 milyon kalın tüy vardır. Bu kalın tüylerin her biri bir ağacın dallara ayrılması gibi, çok daha minik 1000 tane tüycüğe ayrılır. Böylece Gekonun ayağındaki tüycüklerin sayısı 2 milyara ulaşır.

Bir insanın kafasında ise ortalama 100.000 adet saç teli vardır. Eğer saç tellerimizin sayısı Gekodaki tüycüklerin sayısına eşit olsaydı tüm bu saçlar ancak bir futbol sahası büyüklüğünde bir alana sığabilirdi. Tüycüklerin bu kadar çok sayıda olması kertenkelenin yüzeylere yapışması için özel olarak ayarlanmıştır.

Eğer sayıları az olsaydı kertenkele yüzeylere yapışamazdı. Çünkü tüycükler kertenkelenin bastığı yüzeyle hiçbir boşluk bırakmayan bir temas sağlar. Böylece Gekonun ayağıyla yüzey arasındaki temas o kadar yakın olur ki ortaya moleküler bir çekim kuvveti çıkar.

Uzmanlar bir Gekonun tam 120 kiloluk yapışma kuvveti oluşturduğunu hesaplamışlardır. Bu kuvvet Gekonun kendi ağırlığının tam 1200 katına eşittir. Bu durum 75 kiloluk bir insanın 90 tonluk bir kuvvetle tavana yapışabilmesi anlamına gelmektedir. Eğer bir insanın ellerinde Gekonun ayaklarındaki sistem olsaydı, hiçbir tutunma yeri olmayan bir tavana avuçlarıyla yapışarak, 9 tonluk bir kamyondan tam 10 tanesini taşıyabilirdi.

Geko kertenkelesi koşarken saniyede 15 defa ayaklarını yapıştırıp kaldırır. Yani bir ayak saniyenin onbeşte birinde bu müthiş kuvveti oluşturup tekrar serbest bırakabiliyor. Gekonun ayaklarının yapışmak için özel olarak tasarlandığı açıktır. Yapışmada kullanılan tüycükler tam da olması gereken sayıda ve tam da olması gereken yerdedir. Tırnaklarımızın sadece parmak uçlarında olması gibi tüycükler de Gekonun sadece ayak parmaklarının altındadır. Elbette bu mükemmel tasarım ne doğanın ne Gekonun eseri olabilir. Şüphesizdir ki, bu yaratılış göklerin, yerin ve ikisi arasındaki tüm canlıların Yaratıcısı Yüce Allah’a aittir.
kaynak: kuranvebilim.com


hayvanlardaki mühendislik-1

Aralık 25, 2006

ZÜRAFANIN GÜÇLÜ KALBİ

Zürafa beş metreye varan boyuyla karada yaşayan en büyük hayvanlardandır. Hayvanın yaşayabilmesi için kalbinden iki metre yukarıdaki beynine kan göndermesi şarttır. Bunun içinse olağanüstü güçlü bir kalbe ihtiyacı vardır. Nitekim zürafanın kalbi 350 mmHg.’lik bir basınçla kan pompalayacak kadar güçlüdür.

Normalde bir insanı öldürebilecek kadar güçlü olan bu sistem, özel bir haznenin içinde bulunur. Hazne, basıncın bu ölümcül etkisini kaldırabilmek için küçük damarlarla kuşatılmıştır.

Baştan kalbe kadar giden bölümde; yukarı çıkan ve aşağı inen damarların oluşturduğu bir U sistemi bulunur. Ters yönde akan kan damarları toplam basıncı sıfırlar, böylece hayvan ani kanamalara neden olacak iç basınçtan kurtulmuş olur.

Kalpten aşağıda olan kısımda ise, fazla kalın olmadığından bacakların ve ayağın da özel bir korumaya ihtiyacı vardır. Zürafanın bacak ve ayaklarını saran derinin son derece kalın olması onu kan basıncının kötü etkilerinden korur. Ayrıca damarlarının içinde, şiddetli kan akışını durdurarak basıncı kontrol altına alan kapakçıklar da bulunur.

Asıl büyük tehlike ise, hayvan su içmek için başını yere kadar indirdiğinde ortaya çıkar. Normalde beyin kanamasına sebep olacak kadar şiddetli olan kan basıncı, bu durumda çok daha artar. Ama bu tehlike karşısında kusursuz bir önlem alınmıştır. Vücutta salgılanan “sefaloraşidien” adlı sıvı devreye girer ve kalp hacmini küçülterek pompalanan kanı azaltır. Öte yandan, hayvanın boynunda, başını aşağı eğdiğinde devreye giren özel kapakçıklar vardır. Bu kapakçıklar kanın akışını büyük ölçüde azaltır ve böylece zürafa güven içinde su içip tekrar başını yukarı kaldırabilir. Zürafanın kat kat olan damarlarının kalınlığı da, yine bu yüksek basınç tehlikesine karşı alınmış bir tedbirdir.

Tüm bu bilgiler apaçık olan bir gerçeği bir kez daha bizlere hatırlatıp göstermektedir: Zürafaları ve evrendeki tüm canlıları, ihtiyaçları olan kusursuz sistem ve mekanizmalarıyla birlikte yaratan Yüce Allah’tır. Evrenin ve canlıların kör tesadüflerin eseri olduğunu öne süren Darwinizm’in ise değil canlılığı, zürafanın tek bir özelliğini dahi bilimsel olarak açıklaması mümkün değildir.
kaynak: kuranvebilim.com


GIYBET

Aralık 25, 2006

Bir kimsenin gıyabında hoşlanmayacağı bir söz söylemek, çekiştirmek; meydanda olmama, kaybolma hâli.

Gıybet, bir kimsenin arkasından hoşuna gitmeyecek şeyleri söylemek, başka bir deyimle, kendimize söylendiği zaman hoşlanmayacağımız bir şeyi, din kardeşimiz hakkında arkasından konuşmamız anlamına gelir. Halk arasında dedikodu, gıybet ile aynı anlamda kullanılır.
Gıybet, insan veya insanla ilgili birtakım şeyler üzerinde olur. Kişinin bedeni, nesebi, ahlâkı, işi, dini, dünyası, elbisesi, evi, bineği… dedikodu konusu olabilir. Gözün şaşılığı, saçların döküklüğü, uzun veya kısa boyluluk, siyah veya sarı renkte olmak… Bunlardan alaylı bir şekilde bahsedilmesi sözkonusu kişinin kalbini kırar.

Kur’an ve Sünnet, gıybeti yasaklamıştır: “Bir kısmınız diğerlerinizin gıybetini yapmasın. Sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemek ister mi? Bundan tiksindiniz değil mi?” (el-Hucurat, 49/12); “Gıybet, kardeşini hoşuna gitmeyecek şekilde anmandır” (Tirmizî, Birr, 23; Dârimî, Rikat, 6; Mâlik, Muvatta, Kelâm,10; Ahmed b. Hanbel, II, 384, 386).

Başkalarına kardeşinin ayıplarını anlatmak onun hoşuna gitmeyecek şeyleri söylemek demek olduğundan, ancak dil ile söylemek haram olmuştur. Kaş-göz işareti yapmak, imâ, işaret ve yazı gibi gıybet anlamı ifade eden her hareket de gıybettendir. Meselâ elle birisinin uzun veya kısa boyluluğuna işaret etmek, bir şahsın ayıpları hakkında yazı yazmak gıybettir. Gıybeti tasdik etmek de gıybettir. Gıybet yapılan yerde susan kişi gıybete ortak olmuş olur. Diliyle gıybetçiye karşı duramayanın kalbiyle inkâr etmesi gerekir. (İmam Gazzâli, Zübdetü’l-İhya, Trc: Ali Özek, İstanbul 1969, 362, 363). Allah Resulu şöyle buyurur: “Bir kimse yanında hakarete maruz kalan bir mümine gücü yettiği halde yardım etmezse, Allah o kimseyi kıyâmet gününde insanların önünde rezil eder” (Tebarâni).

– “Her kim gıyabıda kardeşinin kusurlarını söyletmezse, kıyâmet gününde Allah da onun kusurlarını örtmeyi tekeffül eder” (İbn Ebi’d-Dünya).
– “Ey kalbiyle değil, sadece diliyle iman edenler topluluğu! Müslümanların gıybetini yapmayınız, ayıplarını araştırmayınız. Zira kim kardeşinin ayıp ve kusurlarını araştırırsa Allah da onun kusurlarını araştırır. Allah, kimin kusurunu araştırırsa onu evinin içinde bile olsa rezil ve rüsva eder (Ebû Dâvud, İbn Ebî Dünya).

İslam dininde kardeşlik olgusunun, “Müminler ancak kardeştir. İhtilaf ettikleri zaman, iki kardeşinizin arasını düzeltin; ve sakının ki, merhamet olunasınız” (el-Hucurat, 49/10) ilâhi buyruğu ile kurulmuş olması, İslâm toplumunu bu iman kardeşliği üzerinde yükselen güçlü bir toplum yapmaktadır. Böyle bir toplumda gıybet yoktur. Çünkü, Hz. Peygamber (s.a.s)’in buyurduğu gibi, “Mümin müminin aynasıdır. Mümin iki el gibidir, birisi diğerini temizler.” Bu ölçüler, toplumu fitne ve bozgunculuktan uzak tutar.

Gıybetin sebepleri:

1. İntikam duygusunu tatmin,
2. Arkadaşlara muvafakat,
3. Gösteriş ve büyüklük; başkalarını küçültme, kendini büyütme,
4. Kıskançlık,
5. Hoşça vakit geçirmek, güldürmek için başkalarının ayıp ve kusurlarının ortaya serilmesi,

6. Küçük düşürmek için alay (Gazzâlî, İhyâu Ulûmiddin, Trc: Ali Arslan, İstanbul 19’72; VI, 522 vd).
Gıybetten korunmak için kişinin öncelikle kendi kusurlarıyla uğraşması gerekir.

Şuralarda gıybet câizdir:

1) Haksızlık karşısında: “Hak sahibinin söz hakkı vardır” (Buhârî, Müslim).
2) Fetva istemede: Utbe kızı Hind, Resulullah’a gelerek kocası Ebû Süfyan’ı cimriliğiyle, çok az nafaka bırakmasıyla çekiştirmiş ve kocasının malından haberi olmadan alıp alamayacağını sormuştu. Allah Resulu de “Sana ve çocuğuna yetecek miktarda, iyilikle al” buyurdu.
3) Bir kimseyi kötülükten menetmek:
4) Kişiyi meşhur olan lakabıyla anmak.
5) Kişinin fısk-u fücûrunu alenen yapması, yaptıklarından dolayı gurur duyması, yaptıklarının söylenmesinden dolayı üzüntü duymamasıdır. Yaptıklarıyla övünmesi yüzünden onları anmak gıybet sayılmaz.
Gıybetçinin günâhtan kurtulması için pişmanlık duyması, tövbe etmesi, gıybetini yaptığı kimse ile helâlleşmesi gerekir. Gıybeti yapılan da merhametli davranır, affeder. Düstur: “affa yapış(mak), iyiyi emret(mek), cahillerden uzak ol(maktır) (el-A’râf, 7/ 199).

kaynak: islam fıkıh ansiklopedisi


IŞIK VE KARANLIKLAR

Aralık 25, 2006

Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı (nuru) kılan Allah’adır… (Enam Suresi, 1)
Bilindiği gibi etrafta ışık kaynağı olmadığında, bir insanın çevresindekileri çıplak gözle görmesi mümkün değildir. Ancak bizim görebildiğimiz ışık, ışık yayan enerjinin çok küçük bir bölümüdür. İnsanın göremediği, fakat ışık yayan başka enerji çeşitleri de mevcuttur: Kızıl ötesi, ultraviyole, X ışınları ve radyo dalgaları gibi. Ve insan ışığın bu dalga boyları karşısında kör konumundadır.
Kuran’da “karanlık” kelimesinin her defasında “karanlıklar” olarak ifade edilmesi de bu bakımdan dikkat çekicidir. Arapçada “zulumat” olarak ifade edilen “karanlıklar” kelimesi, Kuran’da 23 ayette çoğul biçimde kullanılmıştır. Tekil olarak ise hiç kullanılmamıştır. Kuran’da karanlık kelimesinin bu kullanımı bizim görebildiğimiz ışık aralığının dışında da, farklı ışık çeşitleri olabileceğine dikkat çekmektedir.

Buradaki çoğul ifadenin sebebini bilim adamları yakın tarihlerde keşfetmişlerdir. Dalga boyları, elektromanyetik ışınım olarak bilinen enerjinin farklı şekilleridir. Elektromanyetik ışınımın tüm farklı şekilleri, uzayda enerji dalgaları şeklinde hareket ederler. Bu, bir gölün üzerine atılan taşların oluşturduğu dalgalara benzetilebilir. Ve nasıl, bir göldeki dalgaların farklı boyları olabiliyorsa, elektromanyetik ışınımın da farklı dalga boyları olur.
Evrendeki yıldızların ve diğer ışık kaynaklarının hepsi aynı türde ışın yaymazlar. Bu farklı ışınlar, dalga boyuna göre sınıflandırılır. Farklı dalga boylarının oluşturduğu yelpaze ise çok geniştir. En küçük dalga boyuna sahip olan gama ışınları ile, en büyük dalga boyuna sahip olan radyo dalgaları arasında 1025’lik (milyar kere milyar kere milyarlık) bir fark vardır. Güneş’in yaydığı ışınların tamamına yakını, bu 1025’lik yelpazenin tek bir birimine sıkıştırılmıştır.
Bu sayının büyüklüğünü daha iyi kavramak için şöyle bir karşılaştırma yapmak yerinde olur. Eğer 1025 sayısını saymak istersek, gece gündüz hiç durmadan saymamız ve bu işi Dünya’nın yaşından 100 milyon kez daha uzun bir zaman boyunca sürdürmemiz gerekirdi. Evrendeki farklı dalga boyları, işte bu kadar geniş bir yelpaze içine dağılmıştır. Güneş’ten yayılan farklı dalga boyları ise, %70’i 0.3 mikronla 1.50 mikron arasındaki daracık bir sınırın içindedir. Bu aralıkta üç tür ışık vardır: Görülebilir ışık, yakın kızılötesi ışınlar ve yakın morötesi ışınlar. “Görülebilir ışık” olarak adlandırılan bu ışınlar, elektromanyetik yelpazenin 1025’te 1’inden bile daha az bir aralıkta olmalarına rağmen, güneş ışınlarının toplam %41’ini oluşturur.

Görüldüğü gibi gözlerimizin görebildiği elektromanyetik dalgalar, ışık tayfının çok küçük bir bölümünü meydana getirir. Diğer kısımlar ise insan için geniş karanlıkları ifade eder ve bu sınırın dışındaki dalga boyları insanın kör olduğu alanlarıdır.(1)

isik.jpg

(1). S. Waqar Ahmed Husaini, Qur’an for Astronomy and Earth Exploration from Space, 3. baskı, Goodword Books, New Delhi, 1999, ss. 175-182.


kaynak: kuranmucizeleri.com


GAZAB

Aralık 25, 2006

Nefsin hoşa gitmeyen birşey karşısında intikam arzusuyla heyecanlanması; infiale kapılmak, öfke, hışım, hiddet, düşmanlık ve saldırıya meyleden saldırganlık hâli.

Fıkıh açısından gazap hâlinde yapılan işlerde bazı istisnalar getirilmiştir. Meselâ, gazap hâlinde kinaye sözlerle boşama, niyet olmadıkça geçerli değildir. Kocanın kızarak eşine, babanın evine git demesi gibi (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılahât-r Fıkhıyye Kamusu, II,185). Hâkim, gazaplı iken hüküm veremez (Müslim, Akdiye,16). Ahlâkî yönden gazap hakkında şu buyruklar vârid olmuştur: Hz. Peygamber (s.a.s.): “Gazap bütün kötülükleri kendinde toplar” buyurmuştur (Ahmed b. Hanbel, 5/373). Başka bir hadîsinde, “Gazap şeytandandır” (Ahmed b. Hanbel, 4/226) buyurur.

Resulullah (s.a.s.) kendisinden öğüt isteyen birine: “Öfkelenmeyeceksin” buyurur (Buhârî, Edeb, 76). Gazaplanma durumunda bunun nasıl giderileceği hakkında da şöyle buyurur: “Biriniz gazaba geldiğinde abdest alsın. Ayakta ise otursun, gazabı yine gitmezse uzansın” (Ahmed b. Hanbel, I, 283; V,152; Ebû Dâvûd Edeb,11). “Gerçek yiğit, güreşte güçlü olan değil, gazaba geldiğinde nefsine hâkim olandır” (Buhârî, Edeb, 76; Müslim, Birr, 107,108; Ebû Dâvûd, Edeb, 3).
Bütün bu buyruklar Kur’an-ı Kerîm’deki şu emrin açıklamasıdır: “O (koruna)nlar ki bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar öfkelerini yutkunurlar, insanları affederler. Allah da güzel davrananları sever” (Âl-i İmrân, 3/134).

Muâz b. Cebel’den rivayet edilen bir hadiste Resulullah, huzurunda birbirine söven iki kişiden birisinin yüzünde öfke belirince şöyle buyurmuş: “Ben bir kelime biliyorum, eğer şu adam bunu söylerse öfkesi geçer. O kelime: Euzü billahi mine’ş şeytani’rracîm (kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım)dir” (Tirmizî, Daavât, 52).

Urve b. Muhammed es-Sa’dî bir adama öfkelenmiş ve kalkıp abdest almış, sonra dönüp bir daha abdest almış ve Resulullah (s.a.s.)’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
“Gazap şeytandandır, şeytan da ateşten yaratılmıştır. Ateş ancak su ile söndürülür. Biriniz kızdığınız zaman abdest alsın”(Ebû Dâvûd, Edeb, 4).

Allahu Teâlâ’nın buyurduğu gibi öfkesini yutkunmayan insanların nasıl kötülükler işledikleri, bir hiç yüzünden nasıl birçok cinayet işlendiği ve kötülükten sonra öfkesi geçenlerin nasıl pişman oldukları her zaman görülmektedir. Öfkeyle kalkan zararla oturur denilir. Haklı bir davada bile olsa gazabı yenip karşı tarafı affetmek en büyük meziyettir.

Resulullah (s.a.s.)’in en güzel ahlâkı böyledir. İslâm’da nefis için kızmak yoktur. Mücadele ve mücahede Allah içindir. Hz. Ömer’in halifeliği döneminde bir sarhoşa rastlayıp had uygulatması üzerine sarhoş ona sövmüş, Hz. Ömer onu bırakarak şöyle demiştir: “Beni gazaplandırdı. Ceza verirsem nefsime yardım etmiş olurum. Ben bir kimseyi nefsim için azarlayıp dövmeyi sevmem.” Ayetlerde, herşeye rağmen gazaplanarak yapılan bir günâh sonunda müminin hatasından dönmesi, tövbe etmesi emredilmekte; Allah’ın tövbe edenleri affedeceği bildirilmektedir.

İslâm ahlâkı, kötülüğe iyilikle muamele etmeyi, bunun ancak sabredenlere mahsus bir meziyet olduğunu vazeder (Fussilet, 41 /34-35). Fevrî ve fanatik hareketler hoş karşılanmamıştır. (el-Hucurât, 49/5). Sabredip suç bağışlamanın işlerin en hayırlısı olduğu Allah’ın emridir (en-Nahl,16/126; eş-Şûrâ, 42/43).

Aşırı gazap aklın öyle bir afetidir ki, en lâtif varlığı bile mecnun hâline getirip hunhar bir hayvana dönüştürebilir. Hiddet; akıl ve idrakin yerine heyecan, dürüstlüğün bitişi, gözlerin görmemesi, kulakların duymaması demektir ve böyle birini ne din, ne kanun ne de nasihatçıların sözleri engelleyemez. Hiddetle başlayan, cinnet geçirerek kötülük yapar, sonra da pişman olur.
Hz. İsa (a.s.)’a, “Âlemde en zorlu ve şiddetli olan şey nedir?” diye sorulduğunda o şöyle buyurmuştur: “Herşeyden şiddetli olan Allah’ın gazabıdır. Ondan cehennemler bile bizim gibi titrer” demiştir. “Bundan kurtuluş yolu nedir?” diyene de: “Kendi gazabını terk” demiştir.

Gazap, kişiye edebi kaybettirir; edeb kaybolunca da insanın yapamayacağı rezillik yoktur. Çoğunlukla hiddetlenmenin zararı sahibine aittir. En kötü gazap hâli tez geçip geç gidendir. Bu, kişiyi intikamcı yapar ve helâkına sebep olur.

Rahmet Peygamberi ve en güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderilmiş olan Hz. Muhammed (s.a.s.) mü’minlerin imanca en olgun olanları ahlâkça en iyi olanlarıdır demiştir.
Allahu Teâlâ’ya mahsus olan sıfatlardan Rahmet ve Gadap ise mahlukatın sıfatları gibi değildir. Bu sıfatlar birçok ayet-i kerimede zikredilmektedir (el-Bakara, 2/61, 90; Âl-i İmrân, 3/112; el-A’râf, 7/71, 152, 154; el-Mâide, 5/60; el Feth, 48/6, en-Nur, 24/9).

Kur’an-ı Kerîm’in ilk suresi ve bir özeti sayılan el-Fâtiha suresinde “Bizi doğru yola ilet. Nimet verdiklerinin yoluna. Kendilerine gazap edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil ” (el-Fâtiha, 1/5-7) buyurulmaktadır. Allah haddi aşanlara, isyancılara, dini inkâr edenlere gazap üstüne gazap göndermiştir. Bunların kıssaları Kur’an’da gayb haberleri şeklinde bildirilmiştir. Gazap edilenler son olarak yahudiler ve hristiyanlar; daha geniş anlamda doğru yoldan sapanlardır. Allah’ın gazabı, geçmiş inkârcıların başına türlü şekillerde gelmiştir: Onları yakalayıveren bir çığlık, bir yer sarsıntısı, ebâbil kuşları, kasırga, dağ gibi deniz dalgalarında boğulma…
Bir kutsî hadiste ise Allah şöyle buyurur: “Rahmetim, gazabımı geçmiştir” (Buhârî, Tevhîd, 55).

kaynak: islam fıkıh ansiklopedisi


FUKAHAY-I SEB’A (YEDİ FAKİH)

Aralık 25, 2006

Medine’de aynı asırda yaşayan tabiîlerden yedi fakih.

Emevilerin iktidarda bulunduğu yıllarda bazı sahâbe çocukları ve tabiînden kimselerin bu iktidar ve yönetime karşı gelip toplumda çeşitli karışıklıkların çıkması yüzünden bir kısım sahâbîler, tabiîler hükümet merkezinden uzak şehirlere çekilip İslâmi ilimlerle uğraşmışlardı.
Onların ilmî çalışmaları ve çevrelerinde toplanan öğrencilerinin gayretleri daha sonra tefsir, hadis ve fıkıh gibi ilimlerin teşekkül ve tedvinini doğurmuştur.

Tabiatiyle birbirinden uzak ve değişik toplumsal şartlara sahip olan bu şehirlerdeki bilginler arasında görüş farkları gittikçe belirgin hâle geliyor ve her şehirde kendisine göre bir fıkıh ekolü doğmaya başlıyordu. Bunların en etkili olanları Hicaz ve Irak ya da diğer adıyla Medine ve Kûfe ekolleriydi. Kur’an, sünnet ve sahâbîlerin icmâlarıyla hükmü belirtilmemiş olan meseleleri Iraklı bilginler, akıl ve ictihad ile çözmeye çalışıyorlardı. Hicazlılar ise daha ziyâde hadis ve geleneklerden hareket ediyorlardı. Dolayısıyla bunlara “Hadis” veya “Eser” ehli adı veriliyordu.
İşte Hicaz ekolünü Fukahây-ı Seb’a denilen yedi fakih temsil etmektedir. Bunların başında Saîd b. el-Müseyyeb gelir. Bunlar, hakkında nass bulunmayan konularda ictihad yaparlarken en çok maslahata önem verirler ve genellikle ortaya çıkmamış problemler üzerinde durmaz ve bu gibi konularda görüş beyan etmezlerdi.

Fukahay-ı Seb’a’ya bu ismin verilmeşinin sebebi, sahâbeden sonra fetva işinin bunlara kalması, ilim ve fetvanın daha çok bunlardan etrafa yayılması ve bununla şöhret bulmaları içindir. Nitekim onların yaşadığı asırda Salim b. Abdullah b. Ömer ve benzeri birçok tâbiî âlimler olmasına rağmen fetva işi en çok bu yedi fakihten soruluyordu (İbn Hallikan, Vefeyâtu’l-A’yân, I, 117).
Bu yedi Fakih şunlardır:

1- Saîd b. el-Müseyyeb (ö. 94/712): Tâbiîlerin reisi idi. Hadis rivâyeti, zühd, ibâdet ve takvayı nefsinde toplamıştı. Aynı zamanda rüya tâbirini de çok iyi biliyordu. Sa’d b. Ebı Vakkas ve Ebû Hureyre gibi bir grup sahâbîden ve Peygamber efendimizin hanımlarından hadis dinlemiştir. Ebû Hureyre’nin kızı ile evli idi ve hadislerin çoğunu da Ebû Hureyre’den rivâyet etmiştir. Kendisi der ki: Elli seneden beri cemâatle namazda imamın ilk tekbirini kaçırmadım ve elli seneden beri namazda bir adamın kafasına bakmadım (ilk safta durduğu için). Ayrıca elh yıl sabah namazını yatsı abdestiyle kıldığı söyleniyor. Kendisi şöyle diyordu: Allah’a ibâdet gibi insanı şerefli kılan ve Allah’a karşı günâh işlemek gibi insanı küçük düşüren bir şey yoktur.

Emevi yöneticilerinden Abdülmelik b. Mervan’ın oğulları Velid ve Süleyman’ın veliaht olmalarına bey’at etmediği için Abdülmelik’in emriyle Medine valisi Hişâm b. İsmail tarafından kendisine elli değnek vurulup Medine sokaklarında teşhir edildi. Zâlimlerle ilgili şunu söylüyor: Zâlimlerin çevresindeki yardımcılarına ancak kalben nefret ederek bakın, ta ki amelleriniz yok olmasın. Said b. el Müseyyeb Medine’de vefat etmiştir.

2- Ebû Bekr b. Abdirrahman b. Hâris b. Hişâm (ö. 94/712): Tâbiîlerin ileri gelenlerindendir. Kureyş Rahibi diye adlandırılırdı (İbn Hallikan, a.g.e., I, 117).
3- Kasım b. Muhammed b. Ebı Bekr es-Sıddîk (ö. 107/725): Tâbiîlerin ve zamanının en üstün şahsiyetlerindendi. İmam Mâlik, “Kasım bu ümmetin fakihlerindendir” diyordu. Kendisi bir grup sahâbîden rivâyet etmiş, kendisinden de tâbiîlerin büyüklerinden bir cemâat rivâyet etmiştir. Mekke ve Medine arasında bulunan ve Kudeyd denilen bir yerde vefat etmiştir (İbn Hallikan, a.g.e., IV, 60).
4- Urve b. Zübeyr b. el-Avvâm (ö. 94/712): Alim ve sâlih bir zat idi. Kur’an-ı Kerîm kıraatlarıyla ilgili kendisinden rivâyetler yapılmıştır. Kendisi teyzesi olan Hz. Âişe’den hadis dinlemiş, ondan da İbn Şihâb ez-Zührî ve diğer bazı âlimler rivâyet etmiştir. Medine’de kendi adıyla anılan Urve kuyusunu kendisi kazdırmıştır. Medine yakınında Fur’ denilen bir köyde vefat etmiştir (İbn Hallikan, a.g.e., III, 255-258).
5- Süleyman b. Yesâr (ö. 107/725): Âlim, âbid ve güvenilir bir zat idi. Kendisi, İbn Abbâs, Ebû Hureyre ve Ümmü Seleme’den hadis rivâyet etmiş, ondan da İmam Zührî ve büyük hadisçilerden bir grup rivâyet etmiştir (İbn Hallikan, a.g.e., lI, 399).
6- Hârice b. Zeyd b. Sâbit (ö. 104/722): Kadri yüce âlim ve zâhid bir tâbiî idi. Zührî kendisinden hadis rivâyet etmiş, Medine’de vefat etmiştir (İbn Hallikan, II, 223).
7- Ubeydullah b. Abdullah b. Ute b. Mes’ud (ö. 98/716): Belli-başlı tâbiîlerdendi. Kendisi İbn Abbâs, Hz. Âişe ve Ebû Hureyre’den hadis dinlemiş ondan da Ebu’z-Zenad, Zührî ve diğer bazıları rivayet etmiştir. Zührî, “Dört denize ulaştım” diyor ve onların arasında Ubeydullah’ı da zikrediyor. Ömer b. Abdilaziz, ‘Ubeydullah’ın bir gecesi bana bütün dünyadan daha sevimlidir’; O’nun bir gecesini beytulmâlin parasından bin dinara satın alırım” diyordu. Medine’de vefat etmiştir (İbn Hallikan, a.g.e., III, 125).

kaynak: islam fıkıh ansiklopedisi


Vasiyet

Aralık 25, 2006

Ölmek üzere olan yasli bir baba, yatağının başına üç oğlunu çağırarak, onlara vasiyette bulunur: “Oğullarım, ben ölünce, birbirinize düşmemeniz için, size sahibi olduğum 17 deveyi paylaştırmak istiyorum. Miras olarak develerin yarısını büyük oğluma, üçte birini ortancaya, dokuzda birini ise küçük oğluma bırakıyorum.” Babalarının ölümünden sonra, mirası babalarının vasiyeti uyarınca paylaşmak üzere kardeşler bir araya gelirler.

 Fakat bir türlü işin içinden çıkamazlar. Mirası babalarının istediği gibi pay edemezler. Çünkü 17sayısı ne 2′ ye, ne 3′ e, ne de 9′ a bölünebilir. “Bu işin üstesinden ancak köyün tecrübe ehli, yaşlı bilgesi gelir!” diye düşünüp, ona giderek, danışırlar. Bilge kişi “Benim bir devem var, onu da alıp, yeniden hesap yapın!” der. Bu cömertliğe çok şaşıran oğullar, 18 deveyi pay etmeye girişirler. Önce 2′ ye bölerler, büyük oğul 9 develik payını alır.

 Sonra 3’e bölerler, çıkan 6 deveyi de ortanca oğul alır. Daha sonra 9′ a böldüklerinde 2 deveyi de küçük oğul alır. Ama, bütün develeri paylaştıktan sonra ortada fazladan bir deve kalır, yine. Oğullar bu duruma da bir çözüm getirmesi için yaşlı bilgeye başvururlar. Bilge kişi güler ve:

 “İyi öyleyse!” der. “Sorunun çözümlendiğine göre, ben de devemi geri alayım.” Bilge kişi tıpkı bilgi gibi katalizör olarak olaya girer, çözümü sağladıktan sonra olaydan çıkar. Sorunu çözmede insanlara yardımcı olur, ama kendinden de bir şey eksilmez.

Özellikle sevgi ve bilgi verdikçe azalmayan, daha da çok artan, tükenmez bir özelliğe ve güzelliğe sahiptir.


İNSANLARA SUNULAN BİR NİMET : YAĞMUR

Aralık 25, 2006

Her yıl gökyüzüne buharlaşan ve tekrar yeryüzüne yağmur olarak düşen su miktarı “sabit”tir: 16 milyon ton. Bu sabit miktar, Kuran’da “belli bir miktar su”yun gökten indirilmesi olarak haber verilmektedir.

“O Allah ki gökten bir ölçü ile su indirir.” (Zuhruf Suresi, 11)
Her an milyonlarca metre küp su, okyanuslardan atmosfere, oradan da karalara taşınır. İnsan yaşamı, ancak bu dev su dolaşımı sayesinde sürebilmektedir. Eğer bu dolaşımı biz organize etmeye kalksaydık, kuşkusuz Dünya’nın tüm teknolojisini biraraya getirsek dahi başaramazdık. Ancak buharlaşma yoluyla, hayatımızın birinci şartı olan su, bize masrafsız ve zahmetsiz bir biçimde verilmektedir. Her yıl okyanuslardan 45 milyon metre küp su buharlaşır. Buharlaşan su, bulutlar haline sokulup rüzgarlar vasıtasıyla karalara taşınır. Böylece her yıl 3-4 milyon kilometre küp su, okyanuslardan karalara, yani bize ulaşmış olur.
Kısacası, bizim hiçbir şekilde dolaşımını kontrol edemediğimiz ve onsuz birkaç günden fazla yaşayamayacağımız su, bizlere özel olarak gönderilmektedir. Kuran’da, bunun insanın “şükretmesi” için en açık işaretlerden biri olduğunu Allah şöyle haber vermektedir:
“Şimdi siz, içmekte olduğunuz suyu gördünüz mü? Onu sizler mi buluttan indiriyorsunuz, yoksa indiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık onu tuzlu kılardık; şükretmeniz gerekmez mi?” (Vakıa Suresi, 68-70)

YAĞMURUN BİR ÖLÇÜYE GÖRE İNDİRİLMESİ
Kuran’da, Zuhruf Suresi’nin 11. ayetinde yağmur, “ölçü” ile inen bir su olarak şöyle tarif edilmektedir:
“O Allah ki gökten bir ölçü ile su indirir.” (Zuhruf Suresi, 11)
Gerçekten de yağmur yeryüzüne şaşmaz bir ölçü içinde inmektedir. Yağmurun sahip olduğu ölçülerden birincisi düşüş hızıyla ilgilidir. Yağmur damlasıyla aynı ağırlık ve büyüklükteki bir cisim 1200 metreden bırakıldığında giderek hızlanacak ve yere yaklaşık 558 km/saatlik bir hızla düşecektir. Eğer yağmur damlası da bu yükseklikten aynı şekilde düşecek olsaydı, bu durumda tüm ekinler tahrip olacak, yerleşim alanları, evler ve arabalar hasar görecek, insanlar gerekli tedbirleri almadan yürüyemeyeceklerdi.
Fakat böyle bir olay hiçbir zaman yaşanmaz; yağmur damlaları ne kadar yüksekten düşerlerse düşsünler, yeryüzüne ulaştıklarında ortalama hızları sadece saatte 8-10 km’dir. Bunun sebebi ise, yağmur damlasının atmosferin sürtünme etkisini artıran ve yere daha yavaş düşmesini sağlayan bir biçime sahip olmasıdır. Eğer yağmur damlası farklı bir şekilde olsaydı veya atmosferin sürtünme özelliği bulunmasaydı, her yağmur yağışında yeryüzünün nasıl bir felaketle karşı karşıya geleceğini anlamak için şu rakamlara bakmak yeterli olacaktır:
“Yağmur bulutlarının minumum yüksekliği 1200 metredir. Bu seviyeden düşen tek bir damlanın yaptığı etki, 1 kilogramlık bir ağırlığın 15 cm yükseklikten aşağı bırakılmasına eşittir. Ancak 10.000 metre yükseklikte de yağmur bulutları bulunabilmektedir ki, bu kez tek bir damla, 1 kilogramlık ağırlığın 110 cm yükseklikten aşağı bırakılmasına eşit bir etki gösterecektir.”
Diğer taraftan yeryüzünde bir saniyede 16 milyon ton su buharlaştığı hesaplanmıştır. Bu aynı zamanda, bir saniyede Dünya’ya yağan yağmur miktarıdır. Bir yıl içinde bu miktar 505 x 1012 tona ulaşmaktadır. Yani su sürekli bir çevirim dengesiyle, “bir ölçüye göre” dönüp dolaşmaktadır.
Yağmurun içerdiği ölçüler bu kadarla kalmamaktadır. Örneğin, yağmurun indiği atmosfer katmalarında ısı, sıfırın altında 40°C’ye kadar düşmektedir. Ancak su burada asla buz kalıplarına dönüşmez. Bunun sebebi atmosferdeki suyun “saf su” niteliğinde olmasıdır. Bilindiği gibi saf suyun bir özelliği çok düşük ısılarda bile donmamasıdır.

YAĞMURUN OLUŞUMU
Yağmurların oluşması için gerekli evrelerin neler olduğu ancak hava radarlarının keşfiyle ortaya çıkarıldı. Buna göre yağmur 3 evreden geçerek oluşuyordu: Birincisi rüzgarın oluşması, ikincisi bulutların meydana gelmesi, üçüncüsü yağmur damlacıklarının ortaya çıkışı. Kuran’da yağmurun oluşması ile ilgili olarak aktarılanlar da, söz konusu bulgularla büyük bir paralellik göstermektedir:
“Allah rüzgarları gönderir, böylece bir bulut kaldırır da onu nasıl dilerse gökte yayıp dağıtır ve onu parça parça kılar; nihayet onun arasından yağmurun akıp çıktığını görürsün. Sonunda Kendi kullarından dilediğine verince hemen sevince kapılıverirler.” (Rum Suresi,48)
BİRİNCİ EVRE: “Allah rüzgarları gönderir…”
Okyanuslardaki köpüklenme ile oluşan sayısız hava kabarcığı sürekli patlamakta ve su damlacıkları sürekli gökyüzüne fırlamaktadır. Tuzca zengin bu damlacıklar daha sonra rüzgarlarla taşınır ve atmosferde yukarı doğru yol alırlar. Aerosol adı verilen bu küçük parçacıklar, su tuzağı işlevi görür ve yine denizlerden yükselen su buharını kendi çevrelerinde minik damlalar halinde toplayarak bulut damlalarını oluştururlar.
İKİNCİ EVRE: “…böylece bir bulut kaldırır da onu nasıl dilerse gökte yayıp dağıtır ve onu parça parça kılar…”
Tuz kristallerinin ya da havadaki toz zerreciklerinin etrafında yoğunlaşan su buharı sayesinde bulutlar oluşur. Bu bulutlar içerisindeki su damlacıkları çok küçük olduklarından (0.01 ila 0.02 mm çapında) havada asılı kalırlar ve göğe yayılırlar. Böylece gök bulutlarla kaplanır.
ÜÇÜNCÜ EVRE: “…nihayet onun arasından yağmurun akıp çıktığını görürsün.”
Tuz kristallerinin veya toz zerreciklerinin etrafında biraraya gelen su parçacıkları iyice yoğunlaşır yağmur damlalarını oluştururlar. Böylece havadan daha ağır bir konuma gelen damlalar buluttan ayrılır ve yağmur şeklinde düşmeye başlarlar.
YAĞMUR SUYUNUN TATLI OLMASI
Bilindiği gibi, yağmur suyunun kaynağı buharlaşmadır ve buharlaşmanın %97’si “tuzlu” okyanuslardan olmaktadır. Oysa yağmur suyu tatlıdır. Yağmurun tatlı olmasının sebebi Allah’ın koyduğu başka bir kanundur. Bu kanuna göre, su, ister tuzlu denizlerden, ister mineralli göllerden, ya da çamurların içinden buharlaşsın yanında başka hiçbir yabancı madde taşımaz. “Biz, gökten tertemiz su indirdik…” (Furkan Suresi, 48) hükmü gereği, duru ve tertemiz bir biçimde yere iner.
Kuran’da, yağmurun “tatlı” oluşuna da Allah şöyle dikkat çekmektedir:
“Şimdi siz, içmekte olduğunuz suyu gördünüz mü? Onu sizler mi buluttan indiriyorsunuz, yoksa indiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık onu tuzlu kılardık; şükretmeniz gerekmez mi?” (Vakıa Suresi, 68-70)
“…Size tatlı bir su içirmedik mi?” (Mürselat Suresi, 27)
“Sizin için gökten su indiren O’dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki) hayvanlarınızı onda otlatmaktasınız.” (Nahl Suresi, 10)
YAĞMURUN ÖLÜ BİR BELDEYİ CANLANDIRMASI
Kuran’da Allah, yağmurun “ölü bir beldeyi diriltme” işlevine birçok ayette dikkat çeker:
“…Biz gökten tertemiz bir su indirmekteyiz. Onunla ölü bir beldeyi (toprağı) canlandırmak ve yarattığımız hayvanlardan ve insanlardan birçoğunu onunla sulamak için.” (Furkan Suresi, 48-49)
Yağmurun, canlılar için kaçınılmaz bir ihtiyaç olan suyu yeryüzüne bırakmasının yanında bir de gübreleme özelliği vardır.
Denizlerden buharlaşarak bulutlara ulaşan yağmur damlaları, ölü toprağı “canlandıracak” bazı maddeler içerirler. Bu “canlandırıcı” özellikli yağmur damlalarına ‘yüzey gerilim damlaları’ adı verilir. Yüzey gerilim damlaları, biyologların deniz yüzeyinin mikro katmanı dedikleri üst kısımda oluşurlar; milimetrenin onda birinden daha ince olan bu yüzeysel zarda, mikroskobik alglerin ve zooplanktonun bozulmasından gelen pek çok organik artık vardır. Bu artıkların bazıları, deniz suyunda çok az bulunan fosfor, magnezyum, potasyum gibi elementleri ve ayrıca bakır çinko, kobalt, ve kurşun gibi ağır metalleri seçip ayırarak, kendi içlerinde toplanırlar. Yeryüzündeki tohum ve bitkiler, yetişmeleri için gereksinim duydukları çok sayıdaki madensel tuzları ve elementleri işte bu yağmur damlalarında bulurlar.
Kuran’da, bir başka ayette Allah bu olayı bize şöyle bildiriyor:
“Ve gökten mübarek (bereket ve rahmet yüklü) su indirdik; böylece onunla bahçeler ve biçilecek taneler bitirdik.” (Kaf Suresi, 9)
Yağışlarla toprağa inen bu tuzlar, verimi artırmak için kullanılan geleneksel gübrelerin bazılarının (kalsiyum, magnezyum, potasyum v.b.) küçük örnekleridir. Bu tür aerosellerde bulunan ağır metaller ise, bitkilerin gelişiminde ve üretiminde verimlilik artırıcı elementleri oluştururlar.
Kısacası, yağmur önemli bir gübredir. Fakir bir toprak, yalnızca yağmur aracılığıyla gelen bu gübrelerle bile, yüzyıllık bir süre içinde bitkiler için gereken tüm elementleri kazanabilir. Ormanlar da, yine bu deniz kökenli aerosoller yardımıyla gelişir ve beslenirler. Bu yolla, her yıl kara parçalarının toplam yüzeyi üzerine 150 milyon ton gübre düşmektedir. Bu doğal gübreleme işleyişi olmasaydı, Dünya üzerinde çok daha az bitki olacak, hayat dengesi bozulacaktı.
Yüce Rabbimiz’in belli bir miktar suyu gökten indirmesi, bu suyun içilebilecek tadda olması, ölü bir beldeyi canlandırması şüphesiz O’nun bize verdiği büyük bir nimettir.
“Görmüyor musun; gerçekten Allah, gökyüzünden su indirdi de onu yerin içindeki kaynaklara yürütüp-geçirdi. Sonra onunla çeşitli renklerde ekinler çıkarıyor. Sonra kurumaya başlar, böylece onu sararmış görürsün. Sonra da onu kurumuş kırıntılar kılıyor. Şüphesiz bunda, temiz akıl sahipleri için gerçekten öğüt alınacak bir ders (zikr) vardır.” (Zümer Suresi, 21)
kaynak: kuranmucizeleri.com


Saçlar

Aralık 25, 2006

Sızıntı

Bugün, kurşun, kadmium, krom gibi maddelerin saçlardaki miktarı tayin edilebilmektedir. Hatta kişi yüksek dozda metal alsa, bunun hangi zamanda alındığı dahi tesbit edilebilmektedir.

Şöyle ki; Saç enine 4 ‘e bölünür, her bölümdeki metal oranı doze edilir.

Mesela, şu anda tarih, 5. Eylül. 1981 olsun. Saçı 2 cm. olan birinin saçını incelediğimizi farz edelim.

Saçı dörde bölersek her parça 0,5 cm. dir. Saçın günde 1/3 mm. büyüdüğünü hatırlarsak, 0,5 cm.lik saçın 15 güne tekabül edeceğini anlarız. (2. parçada x maddesi yüksek olsun.) Buna göre 2 cm.lik saç, 60 günde büyür. Yani saçın şu andaki ucu 5. Temmuz. 1981’de başını deriden çıkarmıştır.

Böylece, x maddesinin 20. Temmuz – 5. Ağustos tarihleri arasında yüksek olduğunu tesbit etmiş oluruz.

Saç 4’e değil de daha da çok parçaya bolüne bilirse, zaman aralıkları daralır, daha isabetli tarih elde edilir.

Bu usul ile saç parçalarının tetkiki, atmosfer kirlenme seyrinin takibini de sağlamaktadır. Bu inceleme hayvan kılları üzerinde de olabilir.

Araştırmacılar bazı hastalıklara bağlı olarak saçlarda değişik nisbetlerde bulunan maddeleri de tespite ve doze etmeğe çalışmıştır. Mişigandaki Wayne Üniversitesinden Dr. Ananda S. Prasad, saçların incelenmesiyle, beslenmedeki çinko yetersizliğinin tesbit edilebileceğini göstermiştir. Bu yetersizlik, hususiyle çocukların bünye ve cinsî gelişmeleri için çok mühimdir. Tedavi ile de kolayca bertaraf edilebilmektedir. Kolorado üniversitesinden Dr. Michael Hembidge de genç diyabetine tutulmuş hastalarda krom nispetinin düşük olduğunu tesbit etmişlerdir.

Mükovisidoz hastalığında ise saçlarda yüksek oranda sodium ve çok düşük miktarda kalsium bulunmaktadır. Soydan gelmekte olan bu hastalık hususiyle pankreas bezini tutar ve bu durumda bezin ifrazı çok lüzucî olur. Bu hal yeni doğmuş bebeklerde öldürücü olabilecek barsak tıkanmalarına sebep olabilir. Daha büyük çocuklarda ise müzmin ishallere, gelişme bozukluklarına ve akciğer enfeksiyonlarına sebep olabilir.

Bir İngiliz hekimi olan Barlow ve arkadaşı, şizofreniklerin saçlarında çok düşük oranda kadmium ve manganez, fazla miktarda demir ve kurşun tesbit etmişlerdir. Dr. Barlow, şizofrenikler de manganez klorür tedavisinin iyi sonuçlar verdiğini söylemiştir.

Danimarka’da yirmibeş geri zekâlı üzerinde yapılan çalışmalarda manganez oranı düşük, çinko oranı yüksek olarak tesbit edilmiştir.

Kanadalı araştırıcı Robert Phil yaptığı bir araştırmada sacda bulunan 14 elementin tetkiki ile çıraklıkta başarısız olan çocukların tesbit edilebileceğini yayınlamaktadır. Bu çocuklarda kadmium ve manganez yüksek, litium ve krom düşük oranlardadır. Uygun diyetle bu elementler normal hale getirilirse çocuklarda göze çarpan bir düzelme ve başarı izlenmektedir.

Mişigan üniversitesinden Dr. A. Gordusta yüksek notlar almış olan talebelerin saçlarında genellikle çinko ve bakırı yüksek, iyot ve kadmiumu düşük oranlarda tesbit etmiştir.

Bu sonuçların kontrolü için halen geniş araş tırmalar devam etmektedir.

Yüzlerce maddeleri, miligram ve mikrogramlarla incecik saç teline yerleştiren kuvvet
ne yücedir!..


İlmî Makalelerde Şirk Problemi

Aralık 25, 2006

Prof.Dr. Arif SARSILMAZ (sızıntı)

Kâinattaki hâdiseler hakkında sorular sormak, varlıkları araştırmak, insan olmanın önemli bir yanıdır. Varlıkların yaratılış gâyesini ve hikmetlerini araştırmada teşvik edici unsurlardan biri, insanın mahiyetine yerleştirilmiş olan merak hissidir. Merakımızı tatmin için, incelediğimiz hâdiseye bazı sorular sorarak yaklaşırız. ‘Nasıl, niçin, kim?’ gibi soruların tatmin edici cevabını araştırırken, bazı bilim adamları materyalist ve pozitivist bakış açılarıyla sadece ‘nasıl?’ sorusunu sorarak, hâdisenin işleyiş prensiplerini araştırmaya girişirler. Bu bakış açısına sahip bilim adamları, bazen ‘niçin?’ sorusunu sorsalar da, buna sadece görünen hikmetler açısından cevap ararlar; fakat asla ‘kim?’ sorusunu sormazlar. Bu kişiler, ‘kim?’ sorusunun cevabının, kendilerini alâkadar etmediğini veya bilimin sahasına girmediğini söyleyerek, vicdanlarını susturmayı tercih ederler. Daha idealist bakış açılarına sahip ilim adamları ise, vicdanlarında duydukları arayışın tahrikiyle, sorularını devam ettirerek, ‘kim?’ sorusunu da sorarlar.

Bilim-din çatışması mı?
Batılı bilim adamlarının bir kısmı, objektiflik adına, “lâboratuvara girerken inanç dünyalarını dışarıda bırakmakta”, sadece ‘nasıl?’ sorusuna cevap aramaktadır. Bu düşüncenin temelinde, Hristiyanlıktaki din anlayışı ile ilim telâkkisi çatışması yatmaktadır. Kilise ile bilim dünyası arasındaki çatışmanın bir neticesi olarak ortaya çıkan bu duruma, çok şaşırmamak gerekir. Nitekim Batı’daki birçok bilim adamı lâboratuvarda çalışırken ‘kim?’ sorusunu sormaz; fakat özel hayatında kendine göre bir dindarlık da yaşayabilir. Bizde ise, asla bir ilim-din çatışması yaşanmadığı halde, Hristiyanlık için kurulan darağacına İslâm’ı çekmek isteyen bazı bilim adamları, ‘kim?’ sorusunun sorulmasına müsaade etmedikleri gibi, ‘nasıl?’ sorusunun cevabını da tamamen materyalist bir anlayışla verirler.

Düşüncenin tercümanı dil
Lâiklik ve objektiflik perdesi altında ateistlik yapanların, ‘şirk’ eksenli bir dil geliştirdikleri bilinmektedir. Buna karşılık inançlı olduklarını bildiğimiz bazı ilim adamlarımız da, ilmî sohbet veya yazılarında, bilerek veya bilmeyerek materyalist bir dil kullanmaktadır. Bu dilin temel karakteristiği, incelenen veya takdim edilen hâdisenin meydana gelmesi esnasında birer şart-ı âdi olan sebeplere bağlanmış olarak yürütülen mekanizmalara, bir kudret ve güç izâfe etmesi, daha açık söylersek, Allah’a (cc) verilmesi gereken ‘yaratma’ fiilini mekanizmalara vermesidir. Ateist ve materyalist düşüncedeki birinin, vak’a raporu takdim eder gibi, hâdisenin sadece görünen yüzüne ve sahnenin önündeki figürlere bakarak konuşması, o kişinin inancı açısından bir problem teşkil etmez. Fakat Allah’a inandığını, atomlardan galaksilere kadar kâinatta cereyan eden her hâdiseyi, O’nun yarattığını söyleyen bazı ilim adamlarının, kimi ifadelerinde, Allah’a (cc) karşı takınılması gereken tavır ve üslûptan uzak bir şekilde, fiillerin sebeplere ve mekanizmalara verildiğini görmek düşündürücüdür.

Şirk nedir?
Cüz’î irademizi kullanarak yaptığımız küçük çapta bir sanat eserini başkalarının da takdir etmesini isteriz. Yaptığımız bu basit eseri, başkaları sahiplense ve kendileri yapmış gibi takdim ederek bizi yok farz etse, nasıl da kızarız. O halde bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda tutan Rabb’imizin mükemmel şekilde yarattığı mevcudatı, nasıl olur da, tabiata, sebeplere veya atomlara verebiliriz? Yaptığımız bir işe sahip çıkmayı ve bunu başkalarından kıskanmayı makul gördüğümüz halde, Rabb’imizin Rububiyet dairesine ait fiiller hususunda ‘kıskanç’ olacağını niye aklımıza getirmiyoruz? Sonsuz azamet ve kudretini her an üzerimizde hissettiğimiz Rabb’imize karşı şirk işmâm eden sözlerimiz yüzünden, hesaba çekilebileceğimizi niçin düşünmüyoruz?

Tevhid hassasiyeti
Bediüzzaman Hazretleri, Risâle-i Nur’da tevhidle ilgili mevzuları ele alırken, şirk hususunda çok fazla durmaktadır. Tabiatı bir sanat eseri olarak takdim eden Bediüzzaman Hazretleri, sebepleri reddetmemekte; onları “Allah’ın izzet ve azametine bir perde” olarak görerek, onlara gerçek değerini vermektedir. Ancak o, ele aldığı mevzuu, Allah’ın varlığına ve birliğine ait misallerle aklımıza yakınlaştırırken, hususî olarak kullandığı bazı kelimelerle, ya meseleyi kayıt altına alarak takdim etmekte veya aktif cümleler yerine, örtülü öznesi Allah olan pasif cümleler kurmaktadır.
İnsan vücudunda işleyen atomları veya alyuvarların kan damarı içindeki hareketlerini ve oksijen taşıma ameliyelerini yahut daha başka harika hâdiseleri anlatırken, sebeplere ve mekanizmaya ancak nisbî kıymetleri kadar ehemmiyet vermekte, “emr-i ilâhî ile hareket eden”, “emirber nefer”, “kanun-u ilâhî”, “Sâni-i Hakîm’in bir kanunu”, “vazifedâr bir memur”, “kanun-ı mukarrere” gibi tabirlerle, sebepleri kayıt altına almakta ve Rububiyet’in azametine şirk bulaştırmaktan kaçınmaktadır.

Allah (cc) şirki niçin sevmez?
Şirk mevzuunda Kur’an-ı Kerim’de ehemmiyetle durulmaktadır. Lokman Sûresi’nin 13. âyetinde “…Oğlum, Allah’a ortak koşma. Muhakkak ki şirk pek büyük bir zulümdür.” denmektedir. Ayrıca “Muhakkak ki Allah, kendisine ortak koşulmasını affetmez; bundan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Allah’a ortak koşan ise, pek büyük bir günah ile iftirada bulunmuştur.” (Nisâ, 48) âyetiyle de şirk hususunda inananlar ikaz edilmektedir.

Şirk mevzuunda, Kur’an-ı Kerim’de bu kadar ağır hükümler bulunmasının çok önemli hikmetleri olması gerekmez mi? Allah’a ortak koşma veya şirk dendiğinde, akla bazı eski kavimlerin putlara tapmaları gelmektedir. Halbuki, Allah’a inandığı halde O’nun mülkü olan kâinatı ve kâinata koymuş olduğu kanun ve tekvinî emirleri, birkısım sebepler, tesadüfler, tabiat veya atomlardaki kuvvetler gibi mefhumlar arasında taksim edip, bunları hakiki birer tesir sahibi kabul etmek de şirktir. Tûr Sûresi’nin 35-36-37. âyetlerinde Rabb’imiz soruyor: “Yoksa onlar bir yaratıcı olmaksızın mı yaratıldılar? Veya kendi kendilerini mi yaratıyorlar? Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattı? Doğrusu onların düşünüp iman etmeye niyetleri yoktur. Yoksa Rabb’inin hazineleri onların yanında mı? Veya kâinatın tedbir ve idaresini onlar mı ele geçirdi?” Tabiatta cereyan eden bir hâdiseyi incelerken, bu soruların cevabını veriyormuşuz gibi düşünmemiz gerekmektedir. Aynı sûrenin 44. âyeti ise, yaşadığımız zelzeleler hakkında hüküm yürütürken bilim adına girilen şirki gözler önüne sermektedir: “Eğer onlar azap olarak gökten bir parçayı üzerlerine düşerken görecek olsalar, ‘Bu bir bulut kümesidir.’ derler.” Burada unutulmaması gereken husus; Rabb’imizin zelzele, sel, veya başka bir âfeti yaratırken, dünyamızın içinde bulunduğu şartlar çerçevesinde, belli sebepleri kullanarak yarattığıdır. Yağmurları belli bir bölgeye aşırı şekilde yağdıran, mağmayı kaynatan, fayları kıran, ancak bütün bunları yaratan ve onlara her an sözü geçen Kudret-i Sonsuz’dur.

Şirkin korkunçluğunun ve çirkinliğinin altında yatan asıl sebep, kâinatın bütününü hedef alan bir tahkir ve iftira oluşudur. Atomaltı partiküllerden fezadaki akıl almayacak büyüklükteki gök cisimlerine kadar her şeyi kabza-i tasarrufunda tutan, bildiğimiz bilemediğimiz bütün mahlukatı besleyip çeşitli vazifelerde istihdam eden Allah (cc) ile kâinat arasındaki bağı koparan ve mahlûkatı tesadüflerin oyuncağı durumuna düşüren şirk, varlığa yapılmış bir tahkir, onlara atılmış bir iftira ve hukuklarına tecavüz demektir. Dolayısıyla Rabb’imize karşı bir isyan ve küfür hükmünde olan şirkin her türlüsünden sakınmalıyız.

İlim adamları; Allah’ın kendilerine bahşetmiş olduğu iman, akıl ve ilim gibi nimetlerin şükrünü eda etmek için, cüz’î ilimlerinin asıl kaynağı olan Sonsuz İlim Sahibi’nin yarattıklarındaki ince sanatları ve ahenkli hâdiseleri başkalarına da uygun bir lisanla anlatarak yaratılış gâyelerine uygun hizmet etmelidirler. Ancak bunu yaparken, bilgilerini, alışmış oldukları “bilimsel jargonla”, yani materyalist bakış açısının oluşturduğu pozitivist ifade ve kelimelerle değil, şirke yol açmayacak tarzda seçilmiş hususî bir dille sunmalıdırlar.
Bu mevzuda Bediüzzaman Hazretleri 25. Söz, İkinci Şule’de; “Hem toprak, nebâtatıyla açılıp, rızkınız oradan geliyor. Hissiz, şuursuz toprak, sizin rızkınızı düşünüp şefkat etmek kabiliyetinden pek uzak olduğundan, toprak kendi kendine açılmıyor, birisi o kapıyı açıyor, nimetleri ellerinize veriyor. Hem otlar, ağaçlar sizin rızkınızı düşünüp merhameten size meyveleri, hububatı yetiştirmekten pek çok uzak olduğundan onlar bir Hakîm-i Rahîm’in perde arkasından uzattığı ipler ve şeritlerdir ki, nimetlerini onlara takmış, zîhayatlara uzatıyor. İşte şu beyânâttan Rahîm, Rezzak, Mün’im, Kerîm gibi çok esmânın matla’ları görünüyor.” şeklindeki ifadesiyle, toprağın ve ağaçların sadece birer sebep olduğunu belirtirken, bize bir ölçü de vermektedir. Benzer şekilde, yağmurun yağdırılması hâdisesinde; “Mu’cizât-ı rubûbiyetin en mühimlerinden ve hazine-i rahmetin en acib perdesi olan bulutların teşkilâtında yağmur yağdırmaktaki tasarrufat-ı acibeyi beyân ederken güya bulutun eczaları cevv-i havada dağılıp saklandığı vakit, istirahata giden neferat misillü bir boru sesiyle toplandığı gibi emr-i İlahî ile toplanır, bulut teşkil eder. Sonra küçük küçük taifeler bir ordu teşkil eder gibi, o parça parça bulutları te’lif edip, -kıyamette seyyar dağlar cesamet ve şeklinde ve rutubet ve beyazlık cihetinde kar ve dolu keyfiyetinde olan- o sehab parçalarından âb-ı hayatı bütün zîhayata gönderiyor. Fakat o göndermekte bir irade, bir kasd görünüyor. Hâcâta göre geliyor; demek gönderiliyor. Cevv berrak, safi, hiçbir şey yokken bir mahşer-i acaib gibi dağvari parçalar kendi kendine toplanmıyor, belki zîhayatı tanıyan birisidir ki, gönderiyor.” diyerek de, bu ölçüyü kuvvetlendirmektedir. Yine başka bir yerde; “Su gibi bir madde emr-i ilâhî ile incimâd eder, taş olur. Taş izn-i ilâhî ile toprak olur.” derken, jeolojik süreçlerin de sadece birer perde olduğunu vurgular. Sebepler zinciri şeklinde, hâdiselerin arka arkaya gelip bir mekanizma teşkil etmesinin bizleri aldatmaması hususunu şöyle belirtir: “Mucizât-ı Kudret-i İlahiye’yi bir tertib-i hikmetle zikrederek esbabı müsebbebe rabtedip bizim faydalanmamız için bir gâye gösterir, o gâye bütün o müteselsil esbab ve müsebbebat içinde o gâyeyi gören ve takib eden gizli bir Mutasarrıf bulunduğunu ve esbab O’nun perdesi olduğunu isbat eder.” Bu ifadelerdeki, “gâye” kelimesi, anahtar hükmündedir. Bu kelimeyle hiçbir şeyin başıboş ve tesadüfî olmadığı, bir hedefe ve maksada müteveccih olarak ortaya çıktığı ve bunun için bir ‘düzenleyici’ ve ‘plânlayıcı’nın mutlaka olması gerektiği ve sebeplerin de ancak bir perdeden ibaret olduğu ifade edilir.
Aldatan mekanizma ve sebepler
Bu mevzuda çoğumuzu aldatan bir husus, sebeplere hakiki tesir vermemizdir. Buna yol açan birinci âmil ise, kâinatta zuhur eden hâdiselerde sebeplerin birbirleri ile hususî bir münasebet içinde ve bir sisteme göre tertip edilerek bağlanmasıdır. Genel mânâda “mekanizma” olarak isimlendirdiğimiz bu işleyişin görüntüsü, bizi aldatmaktadır. Bediüzzaman Hazretleri, bu tehlikeli tuzağa karşı (sadeleştirilmiş haliyle) şu şekilde cevap vermektedir: “Allah’ın dilemesi ve İlâhi hikmetin gereği olarak ve Allah’ın isimlerinin tezahür etmek istemesiyle; ortaya çıkan şeyler, sebeplere bağlanmış. Herbir şey, hususî bir sebeple münasebetli kılınmış. Fakat ‘Esbabda hakikî tesir-i icadî yok.’ Sebepler içinde, ihtiyarı en geniş ve tasarrufatı en vasi’, insandır. İnsanın dahi en açık iradî fiilleri içinde en zâhiri olanı; yemek, konuşmak ve düşünmektir. Yemek, söylemek ve düşünmek ise, gâyet muntâzam ve hayret uyaracak şekilde hikmetli birer silsiledir. O silsilenin yüz parçasından, insanın kendi eline verilen ancak bir parçasıdır. Meselâ yemekten, bedenin hücrelerinin beslenmesinden tut, çeşitli ürünlerin teşekkülüne kadar olan faaliyetler zinciri içinde, insanın kendi iradesine verilen yalnız ağızdaki dişlerden oluşan değirmeni tahrik edip onu çiğnemektir. Konuşmanın gerçekleşebilmesi için de, onun yaptığı sadece ağzını açıp kapatarak harflerin dışarıya çıkmasına vesile olmaktır. Halbuki kelime, ağızda bir çekirdek gibi iken, bir ağaç hükmündedir. Hava içinde milyonlar aynı kelime gibi meyveler verir. Milyonlarca dinleyicinin kulağına girer. Mâdem sebepler açısından en fazla seçme iradesine sahip olan insanın bile, hakikî icad için böyle eli bağlıysa, diğer mahlukat, nasıl hakikî mutasarrıf olabilir ki? Sebepler, birer zarftır ve Allah’ın eserlerine bir kılıftırlar ve Rahmâni hediyelere birer tablacıdırlar. Elbette bir padişahın hediyesinin sarıldığı paket veyahut hediyeyi getiren elçi, o padişahın saltanatına ortak olamazlar. Öyle ise, sebep ve araçların, Rubûbiyet-i İlâhiye’den hiçbir cihette hisseleri olamaz. Hizmet-i ubûdiyetten başka nasipleri yoktur.”

Her şey O’nun elinde
Hayatını iman kurtarmaya ve tevhid akidesinin vicdanlarda duyurulmasına adayan Bediüzzaman Hazretleri, eserlerinin değişik yerlerinde şirk mevzuunda dikkatimizi çekmektedir. Yukarıda sadeleştirerek verdiğimiz 32. Söz’de Güneş’i musahhar bir memur olarak görmekte, daha sonra da yeri ve göğü, insan vücudunu her şeyi biribirine irtibatlı yaratan Rabb’imizin icraatını anlattıktan sonra; “…O’nun kabza-i tasarrufundadır. (…) Kabza-i tasarrufunda tutuyor ve tanzim ve teshir ve tedvir ediyor. (…) O’nun kabza-i rubûbiyetinde ve terbiyesindedir. (…) O’nun kabza-i kudret ve ilmindedir ve adl ü hikmetinin mizanıyla ölçülüp ve tanzim edilir. (…) O’nun kabza-i rubûbiyetinde ve icadındadır ve tedvir ve terbiyesindedir. (…) O’nun taht-ı emrindedir ve daire-i tasarrufundadır ve O’nun kanunuyla hareket ederler.” diyerek, bütün irade ve kudreti Allah’a teslim etmektedir. Yaratma ve icad faaliyetleri neticesinde ortaya çıkan eserlerin ihtişamını nazara verdikten sonra da, aklı ilzam edecek şekilde çok açık ve kesin bir hükmü ortaya koyuyor: “Elbette bütün bunların ana maddeleri ve bütün onlardaki sanatlı nakışlar ve nakışlı dokular, mekikler ve yaylar hükmünde olan atomlar dahi mecburen O’nun kabza-i kudretinde ve daire-i ilmindedir ve O’nun emriyle, izniyle, kuvvetiyle muntâzam harekat yapar, mükemmel vazifeler görürler. Mâdem her bir zerrenin hareketi ve vazife görmesi, O’nun kanunuyla, izniyle, emriyledir. Elbette her şahsın, ayrı bir simada yaratılması ve herkesin yüzünde herkesten onu temyiz edecek birer alâmet-i farika bulunması ve sîmalarda olduğu gibi ses ve dillerde de farklılıkların bulunması, apaçık O’nun ilim ve hikmetiyledir.”

Bediüzzaman Hazretleri bu ifadeleriyle mekanizmaya ve sebeplere hayat hakkı tanımamaktadır. Daha sonra 33. Söz’ün 27. Pencere’sinde; “Sebepler gayet adi, aciz ve ona isnad edilen müsebbeb ise gayet sanatlı ve kıymetli olduğundan sebebi azleder.” veciz ifadesiyle, bu hükmünü perçinlemektedir.

Şirke girmeden ifade etme sanatı
Başta Bediüzzaman Hazretleri olmak üzere, İslâm âlimlerinin şirk mevzuundaki bu hassasiyetlerine rağmen, günümüzün pozitivist ve materyalist akımlarının tesirinde yetişen inançlı ilim adamlarımızın çoğunun, farkına bile varmadan, düştükleri şirk vartasına karşı hususî bir dil ve üslûp geliştirmenin zamanı gelmiş ve geçmektedir.

“Karaciğer ve pankreas, karbonhidrat metabolizmasını düzenler.” şeklindeki bir ifadede, organlara ilim ve kudret verdiğimizin ve gizli şirk içinde olduğumuzun farkına varmalıyız. Bunun yerine, hiç olmazsa seküler bir ifade olarak; “Karbonhidrat metabolizmasının düzenlenmesi, karaciğer ve pankreasta gerçekleştirilir.” cümlesi ile, sadece hâdisenin yeri belirtilmiş olur. Bundan biraz daha ilerisi; “Karbonhidrat metabolizması, karaciğer ve pankreasa düzenlettirilir.” şeklindeki bir cümle veya; “Karbonhidrat metabolizması, karaciğer ve pankreas vasıtasıyla düzenlenir.” tarzındaki, organları sadece birer vasıta kabul eden, yahut; “Karbonhidrat metabolizmasının düzenlenmesinde, karaciğer ve pankreas rol oynar.” şeklindeki ifadeler de, ilmî bakımdan bir eksiklik göstermediği gibi, bizi gizli şirkten de korur. Aslında en iyisi, zaman ve zemin müsait olduğunda; “Mükemmel surette, bir ilim ve kudretle yaratılmış olan karaciğer ve pankreas, Allah’ın kendilerine vermiş olduğu enzim ve hormonlarla karbonhidrat metabolizmasının düzenlenmesi vazifesini yürütürler.” gibi bir üslûpla konuşup yazdığımızda tebliğ ve irşad sevabı da kazanmış oluruz.


FİTNE

Aralık 25, 2006

Fitne kelimesi küfür, azgınlık, sapıklık, günah, rüsvalık, ayrılık, birisini azdırmak, delilik, iç ihtilaf ve kargaşa, kavga, kalbin bir şeyi fazlaca beğenip, ona meyletmesi, hoşuna gitmesi, bela, azap, musîbet… gibi anlamları vardır (Abdü’r-Raûf el-Mısrî, Mu’cemü’l-Kur’an, Beyrut, 1367 /1948, II, 71; İbnü’l-Manzûr, Lisanü’l Arab, Beyrut 1698 XIII. 317 vd). Aynı zamanda insanlar arasında vukua gelen ihtilaf, ihtilâl, eşkiyalık ve kavgaya da denir. Bazı hadis ve ayetlerde söz konusu kelime daha ziyade bu manadadır (Tecrid-i Sarih Tercemesi, XII, 290).
Fitne ve bu kelimenin değişik türevleri Kur’an-ı Kerim’de muhtelif sure ve ayetlerde 60 yerde 12 manaya gelir:

1- Azap:. “Azabınızı tadın! İşte acele isteyip durduğunuz şey budur” (ez-Zâriyât, 51/14);
2- Şirk (Allah’a ortak koşmak): “Fitne (şirk) adam öldürmekten daha büyük günahtır…” (el-Bakara, 2/217),
3- Küfür: “O gün (kıyamet günü) münafık erkeklerle, münafık kadınlar iman edenlere der!er ki, “bizi gözetip bekleyin, nurunuzdan biraz edinelim “. Onlara “geriye dönün de nur arayın!” denilir. Sonra da aralarına kapısı bulunan sur çekilir. İç tarafında rahmet, dış tarafında o cihetten azap vardır. münafıklar, müminlere “biz sizinle beraber değil miydik?” diye seslenirler. Onlar da “evet, beraberdik, ama siz kendinizi fitneye düşürdünüz (iman etmediniz, küfrettiniz) şüpheye düştünüz” (el-Hadîd” 57/13-14),
4- Günah: “… Artık Peygamber’in emrine muhalefet edenler, kendilerine bir fitnenin (günahın) dokunmasından veya kendilerine elem verici bir azabın erişmesinden çekinsinler” (en-Nûr, 24/63), “Onlardan (Tebük seferine çıkmamak için bahane arayanlardan) bir kısmı “bana izin ver de, beni fitneye (günaha) düşürme” diyordu. Haberiniz olsun ki, kendileri fitneye düşmüşlerdir. Her halde cehennem kâfirleri çepeçevre kuşatacaktır” (et-Tevbe, 9/49),
5- İşkence, eziyet: “Sonra işkence ve azaba uğratılan, ardından hicret eden, sonra da Allah yolunda savaşan ve sabredenleri, Rabbin mutlaka bağışlayan ve çok merhamet edendir” (en-Nahl, 16/110),
6- Belâ ve imtihan: “Andolsun ki, onlardan öncekileri de çetin imtihan ettik.” (el-Ankebût, 29/3),
7- Ta’zîb ve Gönül incitme: “O kimseler ki, mümin erkeklere ve mümin kadınlara işkencede bulundular, sonra da tövbe etmediler. İşte onlar için cehennem azabı vardır. (el-Bürûc, 85/10),
8- Öldürme ve Helâk: “Yeryüzünde yolculuğa çıktığınızda, kâfirlerin sizi fitneye düşürüp (öldürüp) kötülük edeceklerinden endişe ederseniz, namazı kısaltmanızda bir vebal yoktur…” (en-Nisâ, 4/101),
9-Sırat-ı müstekîm’den saptırma: ”Neredeyse onlar, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı uydurman için seni bile fitneye düşürecekler (doğru yoldan saptıracaklardı), ve ancak o takdirde seni samimi bir dost edineceklerdi” (el-İsra, 17/73),
10-Dalâlet ve tereddüde düşürme: “Çünkü siz ve taptıklarınız, cehenneme girecek olanlar dışında hiç kimseyi dalâlete düşürecek (azdıracak), baştan çıkaracak değilsiniz” (es-Saffât, 37/161-163),
11- “Özür ve illet: “Sonra onların, sadece “Rabbimiz Allah’a yemin ederiz ki, biz müşrik değildik” sözleridir: başka özürleri (fitneleri) olmayacak” (el-En’âm, 6/23),

12- Delilik ve Gaflet: “Yakında kimlerin deli olduğunu sen de göreceksin, onlar da görecek” (el-Kalem, 68/5-6).
Fitne Allah (c.c) ve kuldan sadır fiiller cümlesindendir. Mesela, belâ, musîbet, öldürme veya işkence… gibi hoşlanılmayan fiiller, her ne zaman Allah Teâlâ’dan sadır olursa, ancak bir hikmete binaen olur; buna mukabıl her ne zaman, Allah’ın emri dışında, kul tarafından bu fiiller yapılırsa, bunun zıddı olur (Fîrûzâbâdî, Besâiru Zevi’t- Temyîz fî Letâifi’l-Kitabi’l-Azîz, Mekke (t.y), IV. 166-169)
Kur’an-ı Kerim’de geçen “fitne” ve türevi olan ikilemeleri bu şekilde oniki maddede toplamak mümkün olsa da, buna karşılık aynı kelimelerin Hadislerdeki manalarında aynı çokluğu görmemiz mümkün değildir. Hadislerde bu kelimeler daha çok “ictimaî bozukluk, düzensizlik, anarşi… vb. manalar” kullanılmıştır: “Fitne, deniz dalgaları gibi dalgalanır” (‘Buhâri, fiten, 17; Müslim, iman, 231). Bilhassa Hz. Peygamber “Deccâl’dan” bahsederken, fitne kelimesini kullanmış, ümmetini bu fitneye karşı dikkatli olmaları için uyarmıştır (Buhârî, fiten, 26, i’tisâm, 2; Müslim, küsûf, 8, 1 1, 12, 22; Ebu Davud, fiten, 24, 149). Yine O, bir çok dualarında da mutlak olarak fitneden, Allah’a sığınmış (Buharı, daavât, 35; Müslim, fezâil, 137…) ve dünyanın, malın, fakirliğin, kabrin, ölü ve dirilerin, kadınların ve cehennemin fitnesi konusunda da ümmetine çeşitli tavsiyelerde bulunmuştur ki, mezkur konularda söz konusu olan fitne, insanı dinini yaşamaktan alıkoyan, Allah’a ulaşmadan engel olan veya insanı cehenneme sürükleyen âmil, sebeb… vb. manalara gelir (Bu manalar için bkz. İbnü’l-Esir, en-Nihâye fi darıbi’l-Hadis, Beyrut, t.y III. 410-411).
Hadis Kitaplarında “Kitabü’l-Fiten” diye bölümler vardır. Buradaki “fiten” kelimesi de fitne kelimesinin çoğulu olup, söz konusu bölüm Hz. Peygamber’in, kendi vefatından sonra meydana gelecek fitnelerle ilgili hadislerinin yanında, kıyamet ve ahiretle ilgili hadisleri ihtiva eder.
Allah Teâlâ şu ayet-i kerimede zararı herkese olan, musibeti, günahkâr olan ve olmayana kadar herkese ulaşan, anlaşmazlık, kavga… kısacası anarşiden kaçınılmasını emrettiği belirtilmektedir: “Ey müminler! Öyle bir fitneden sakınınız ki, o, hiç de sizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmaz (onun dehşeti günahsızları bile kuşatır), (el-Enfâl, 8/25). Çeşitli hadislere göre -Buhârî bu ayeti başlık yaparak bu hadisleri altında sıralamıştır-” en büyük fitne ümmetin birliğini bozan ve İslâm toplumunun sosyal hayatını ihlal eden, bağı hareketler gelir. İkinci planda da İslâm devletinin müdafasından kaçmak, bütün ümmetin gözü önünde alem küfür ve dinden irtidat etmek, zâlim yöneticilere hayır ve doğru olan şeyleri öğütlemeyip, onlara dalkavukluk yapmak veya yağ çekmek gibi kötü şeyler gelir ki, bunlar da bir ümmetin bütün fertlerinin maruz kalmalarına sebeb olan fitne ve belalar cümlesindendir” (Tecrid-i Sarih Tercemesi, XII. 291).
İslâm tarihinin ilk dönümlerinde siyâsi sebeblerle zuhur eden dahilî ihtilaflar âlimlerimizce fitne olarak nitelendirilmiştir. Mesela; Cemel ve Sıffîn vakaları, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin şehid edilmeleri, Hz. Muaviye’nin oğlu Yezid’i kendine halef ve veliahd tayin etmesi gibi İslâm devleti bünyesinde ortaya çıkan fitnelerdir. Bu tür fitneler sonucu bir çok müslüman hayatını kaybetmiş yeni yeni batıl mezheplerin ortaya çıkmasına sebeb olmuştur. Açılan bu tür yaraların kanları zamanımıza kadar akmaya devam etmiştir.
kaynak: islam fıkıh ansiklopedisi


FÂSIK

Aralık 25, 2006

Allah’ın emirlerine aykırı davranan, günahkâr, kötü huylu, kötülük yapmayı alışkanlık hâline getiren kimseye fasık denir.
Arapça “Fe-Se-Ka” kökünden gelmekte olup ism-i fâil kalıbındandır.
Lügatta, çıkmak manasına gelir. Daha özel bir anlam ile “olgun hurmanın kabuğundan dışarı çıkmasına” denir. Istılahta ise, Allâh’a itâati terkedip O’na isyâna dalmaktır. Yani kısaca ilâhı emirlerin dışına çıkmaktır.
Biraz daha geniş anlamıyla büyük günâh işleyerek veya küçük günâhta ısrar ederek hak yoldan çıkan, dinin hükümlerine bağlanıp onları kabul ettikten sonra o hükümlerin tamamını ya da bir kısmını ihlâl eden anlamına gelmektedir (Fahrüddin er-Râzî, Tefsîru’l-Kebîr, II, 91; Râgıb el-Isfahânı, el-Müfredât, 572; Elmalılı Hamid Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, I, 282). Nitekim Kur’an-ı Kerîm’de Kehf Sûresinin 50. âyetinde Allah’ın emrinden çıkarak O’na secde etmeyen şeytan için “Feseka an emri Rabbih: Şeytan Rabbinin emrinden çıktı” buyrulmaktadır.

Genel olarak fıskı üç grupta toplamak mümkündür:

a. Günâhı çirkin olarak kabul etmekle beraber bazan günâh işlemek.
b. Yapılan bir günâhı ısrarla yapmak.
c. Günâhın çirkin olduğunu inkâr ederek bu günâhı işlemek; bu küfrü gerektiren bir durumdur; bu noktada kişinin iman ile, din ile ilişkisi kesilmiş olur (Elmalılı, a.g.e., I, 282).

Kur’an’da fısk genellikle küfür ile eşanlamda kullanılmıştır. Ancak bazı ayetlerde fısk mutlak anlamıyla zikredilmektedir. Meselâ hacc’da yapılan fısk (el-Bakara. 2/197) veya Allah’ın adı anılmaksızın boğazlanan hayvanları yemek (el-En ‚âm, 6/12 1), yahut müslümanlara iftirâ edenlerin içine düştükleri fısk (en-Nûr, 24/4) gibi hususlar helâl görülmediği müddetçe sadece günâh işlenmiş kabul edilir. Ama bu durumlarda işlenen fısk ve yapılan iş helâl kabul edilirse küfrü gerektirir.
Bunların dışında genellikle Kur’an-ı Kerîm’de geçen fısk ve fâsıklar tâbiri küfür ile eşanlamlı olarak kullanılmıştır:
“Andolsun ki biz sana apaçık ayetler indirdik. Bunları fâsıklardan başkası inkâr etmez” (el-Bakara, 2/99); “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler fâsıkların tâ kendileridirler” (el-Mâide, 5/47); “Işte Rab olmaya en lâyık olan Rabbinin şu sözü (azâbı) küfür ve inat içinde olan o fâsıklar için öyle sâbit olmuştur. Gerçekten onlar iman etmezler” (Yûnus, 10/33);
“Eğer Allah’a, Peygamberine ve ona indirilene iman ediyor olsalardı, onları (kâfir ve müşrikleri) veli edinmezlerdi. Fakat onlardan birçoğu fâsık (Allah’ın emrinden ve imandan çıkmış) kimselerdir” (el-Mâide, 5/81).
Mu’tezile’ye göre fâsık, ne mümin ne de kâfirdir, ikisi arası bir durumdadır. Onların bu anlayışı aynı zamanda beş prensiplerinden birisini teşkil eder ve bu prensip “el-Menzile Beyne’l-Menzileteyn” olarak bilinir. Bunlara göre fâsık eğer tövbe ederse imana döner, yok eğer tövbe etmeden ölürse ebedî olarak cehennemde kalır. Burada şu hususa dikkat çekmek gerekir: Mu’tezilece ifade edilen bu “el-Menzile Beyne’l-Menzileteyn” anlayışı bu dünya içindir, yani o kişinin iman açısından bu dünyadaki durumunu ifade eder, yoksa bu anlayış ahirete atfedilerek o kişilerin cennet ile cehennem arasında bir yerde kalacakları anlamında değildir. Hâriciler ve ameli imanın esasından bir şart olarak görenlere göre ise, fâsıkın yukarıda sayılan her üç derecesi de küfür noktasındadır ve ebedî cehennemde kalacaklardır. Fısk ve fâsıklık bu derece kötü ve tehlikeli bir durum olunca insanlara düşen bu durumdan mümkün olduğu ölçüde kaçınmak, gerek diliyle ve gerekse fiiliyle mümkün olduğu ölçüde fıskdan uzak durmaktır. Günâhın büyüğünden olduğu gibi küçüğünden de kaçınmalı, bu küçüktür zarar vermez diyerek onun işlenmesinde ısrar edilmemelidir. Zira sözü geçtiği üzere küçük günâhta ısrar etmek de fıskın derecelerinden birisidir.
Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta da, hiçbir kimseye fısk isnadıyla bir söz söylememek gerekir. Bu hususta Hz. Peygamber (s.a.s.)’in, “Hiçbir kişi başka bir kimseye fısk (sapıklık) isnadıyla ‚ya fâsık ‚ diye söz atamaz, atmaya hakkıyoktur.
Yine böyle küfür de isnad edemez. Şayet atar da attığı kimse atılan fıskın veya küfrün sahibi değilse bu sıfatlar muhakkak atan kimseye döner, fâsık veya kâfir olur” (Sahîh-i Buhâri Muhtaşar Tecrid-i Sarıh Tercümesi ve Şerhi, XII, 137). Bu hadis-i şerif aynı zamanda bir ahlâkı prensibi ortaya koymaktadır. Zira kişiyi ayıplamak, onun ayıbını teşhir etmek, hele hele böyle güzel olmayan bir şeyle ayıplamak ahlâki bir tavır olmadığı gibi isnad ettiği şey, o kişide mevcut değilse zikredilen lâfız gereğince kendisini de tehlikeye düşüren bir durumdur.
kaynak: islam fıkıh ansiklopedisi