Osmanlıda Standartlaşma Şuuru

Aralık 25, 2006

Kenan GÖÇOĞLU

Osmanlı’nın içinde barındırdığı çeşitli unsurlarla, dünyanın en hareketli coğrafyasında, medenî bir devleti asırlarca nasıl yaşattığı çeşitli plâtformlarda tartışılır. Osmanlı’nın sırrı; hangi değerlerden ve yönetim felsefesinden doğduğunda gizlidir. Osmanlı, ‘insanlığın hâlâ hasretini çektiği üstün erdemlerle kurulmuştur. Bu devletin temeli; insan hak ve özgürlüklerine saygı, adelet, hoşgörü ve bilimdir…’ (T.B) Osmanlı birçok hususta olduğu gibi standartlaşmada da çağdaşlarının çok önündedir. Bunun kaynağı,
Kur’ân-ı Kerim’dir:
“Eksik ölçüp tartanların vay haline! Onlar insanlardan kendilerine bir şey aldıkları zaman tam ölçerler. Kendileri başkalarına bir şey ölçtükleri veya tarttıkları zaman eksik ölçer ve tartarlar. Onlar tekrar diriltileceklerini zannetmiyorlar mı?” (Mutaffifin / 1,2,3,4)
Metrolojinin (ölçme ve standartlarla ilgili bilim dalı) tarihi, milâttan önceki dönemlere dayanmasına rağmen, bu sahada çalışmaların sistemli bir şekilde ortaya konulması, Avrupa bilim tarihinde ancak 18. yüzyıldan itibaren başlayabilmiştir. 1 Bu gecikmede, kilisenin bilime müdahalesi ve engizisyon mahkemeleri müessir olmuştur. İslâm’ın, ilim ve gelişmeye verdiği önem sayesinde, 8. yüzyıldan itibaren İslâm dünyasında bilimde büyük gelişmeler kaydedilmiş, ölçme ve standartlaşma konusunda da en büyük ilerleme, 15. yüzyılda Osmanlı’da görülmüştür. Maalesef tarihimizi yeterince bilmediğimizden, bu konudaki çalışmaların 18. yüzyılda Avrupa’da başladığını zannediyoruz.

Osmanlı’da ilk dönemlerde üretilen malların standardı ile ilgili belgeler bulunmamakla birlikte, 15. yüzyıldan itibaren, çeşitli mamuller için bazı standartlar ve tüketicinin korunmasına yönelik tedbirler alınmıştır. Ayrıca imâlat sektöründe de, standartlara uygun üretim yapıldığı anlaşılmaktadır. Bunun da en bâriz örneğini, ilki Fatih devrinde çıkarılan ve 2. Bâyezid döneminde genel çerçevesi belirlenen “İhtisab Kanunnâmeleri” oluşturur. Bu kanunnameler ile standartlaşma kavramı yazılı hale getirilerek uygulama mecburiyeti getirilmiştir. Sultan 2. Bâyezid tarafından 1502’de yürürlüğe konan “Kanunname-i İhtisab-ı Bursa” dünyanın ilk yazılı standardı kabul edilmektedir. 2 “Osmanlı Kanunnameleri ve Hukukî Tahlilleri” isimli eserde, bu kanunname için; “…dünyanın en mükemmel ve geniş belediye kanunu olmakla beraber, aynı zamanda dünyada ilk gıda maddeleri nizamnamesi, ilk çevre nizamnamesi, ilk standartlar kanunu ve kısaca asrına göre harika bir hukuk kodudur.” nitelendirmesi yapılmaktadır. 3 Çeşitli standartlara da yer veren bu kanunnamelerde, çarşıda satılan ekmeğin ağırlığından, pişirilme şekline; meyve-sebzenin olgunluğunun tarifinden, fiyatlarına ve taşınma ücretlerine; üretilen mamüllerin hammaddelerinin tarifinden, üretileceği şekil ve boyutlarına kadar birçok mamulün standardı belirlenip bu konuda kanun çıkarılmıştır. Meselâ; Fatih devrinde çıkarılan ilk ihtisab kanunnamesindeki, kasaplar ve et üretimi ile ilgili aşağıdaki hükümler, bu konu hakkında bir fikir edinmemize yardımcı olabilir:

“1- İstanbul’da olan kassab elbetde fusulun gözedeler; a’la (en kaliteli) üç yüz dirhem koyun eti bir akçe olduğu vakit dört yüz dirhem keçi eti bir akçeye ola ve kuzu eti daima koyun etinden elli dirhem eksik ola; şol vakte değin kim şişek ola. Ol vakit koyun etiyle beraber satıla.

2- Ve bir kasabın elinde ne kadar dükkân varsa, narh verildikte (yani fiyat belirlendikten sonra) bir dükkânda et eksük olursa, muhtesib let urub (muhkem ve katı vurup) habd ede (cezalandırmalı). Elbette bulundurmayınca olmaya. (Burada stokçuluk yapan ve elinde koyun-keçi olduğu halde fiyatların artması için kesmeye yanaşmayanlara caydırıcı bir cezalandırma vardır.)

3- Ve koyun etin, keçi etiyle halt edüb (karıştırıp) satmayalar; keçi etin ayru satalar. Muhalefet edeni dergah-ı mu’allama arz edeler. Şöyle bileler.” 4

15. yüzyılda Osmanlı haricinde standartlarla ilgili kanunlaşmış çalışmalara rastlanmamaktadır. Bu da Osmanlı’nın standartlaşma konusunda dünyanın çok önünde olduğunu göstermektedir. Bu kurallar sadece ürün ve mallar için geçerli olmamış, ağırlık ve ölçü birimlerinden, fırıncı ve kasapların verdiği hizmetlere; hekimlerin hastalara gerekli tedaviyi uygulayacak kapasitede olup olmadıklarının tespitinden, muallimlerin talebelerini iyi ve cemiyete faydalı olarak yetiştirip yetiştiremediklerine; ulemânın gerekli ilim seviyesinde olup olmadıklarından, inşaatların hayatın akışını değiştirmemesine; inşaatta kullanılan malzemeden mimariye kadar birçok mevzuu ihtiva edecek şekilde düzenlenmiştir.

Osmanlılar, birçok gıda maddesinin; bazı kumaşların; kaftan, elbise, ferace, gömlek, kavuk gibi giysilerin; halı, kilim, seccade, hasır, sandık, kutu gibi ev eşyalarının; inşaat malzemelerinin ve daha pek çok madde ve ürünün vasıflarını tespit ve tarif etmiş, bugünkü tâbiriyle bunlara standartlar getirmiştir. Bu çalışmalar neticesinde, kalite arttığı için Bursa’da üretilen kumaşlar rağbet görüyor, Vatikan’daki papazların cübbeleri dahi burada üretilen kumaşlardan yapılıyordu.

Osmanlılarda nakil hayvanları için üretilen nalların hangi cins hayvana ait olduğu ve bunların kaç dirhem geldiği gibi konularda da belirli standartlar belirlenmiş bunlara uymaları istenmiştir. Meselâ, Üsküdar camus nalı (halk dilinde camış, manda) 240; katır nalı 220; merkep nalı 140; kara sığır nalı 110 dirhem olacaktı. Ayrıca bunların fiyatı da belirlenmişti: Üsküdar mıhının 1.000 adedi 5,5 vakiyye idi.2

Osmanlı’da dokumacılık önemli bir yere sahipti. Ülke içinde sıkıntı olmaması ve ürünün fiyatının artmaması için üretilecek kumaşın miktarı belirlenir, ürünler kontrol edilir ve esnaf bu konuda uyarılırdı. Meselâ 16. yüzyılda en az 280.000 zirâ (bir uzunluk birimi) kaliteli kumaş üretilmesi mecbûri tutulmuştu.2

Osmanlı’da, üretimde olduğu gibi sağlık ve tedavide, çevre ve hayvan haklarında, hizmet sektöründe (hamallar, kayıkçılar, muallimler, âlimler vs.), hukuk ve bürokraside, nakliyede ve yapı işlerinde yazılı kanun ve standartlar oluşturulmuştur. Osmanlı, milletler arası ticaretin artmasıyla ihtiyaç haline gelen beynelmilel ölçü birliğine, diğer gelişmiş ülkelerle birlikte 1875’te katılmış; fakat 1980’li yıllara kadar bu konuda bir gelişme olmamıştır.

Osmanlı, hak-hukuk meselesini, dinin gerekleri çerçevesinde teferruatıyla ele alarak iktisadî hayatın her merhalesinde yazılı kurallar ve standartlar belirleyerek ciddi bir sistem ortaya koymuştur. Osmanlı’yı bu şekilde standartlaşmaya teşvik eden en önemli husus, kul hakkına riayet etmedeki mesuliyet şuurudur. Belki de Osmanlı’nın uzun müddet ayakta kalmasının en önemli sebeplerinden biri budur. Osmanlı tarihi ve sisteminden çıkarılacak önemli dersler vardır. Yeter ki ecdadımızı tanıyalım, tarihimizi okuyalım ve onların yaptığı güzel çalışmaları günümüz şartlarına göre yeniden tanzim edip hayata geçirelim.
___________

Kaynaklar
1) C.H.Page, P. Vigoureux, the International Bareau of Weights and Measures, 1875-1975, May 1975.
2) İsmail Altınöz, Geçmişten Günümüze kalite: Osmanlı Örneği, TMMOB Makine Müh. Odası, II. Kalite Sempozyumu, 15-16 Haziran 2001, Bursa.
3) Ahmed Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri ve Hukuki Tahlilleri, Cilt II, FEY Yayınları, İstanbul, s. 389, 1990.
4) Ahmed Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri ve Hukuki Tahlilleri, Cilt I, FEY Yayınları, İstanbul, s.188-206, 1990.


FÂCİR

Aralık 25, 2006

Azan, günâha dalan, yemin ve sözünde yalancı çıkan hakîkatten yan çizen kişi. Allah’ın emrinden çıkan, günâhkâr, İslam’ın emirlerini çiğneyen, dinî ölçü ve prensiplere aykırı hareket eden kimse.

Kur’an-ı Kerîm’de fâcir kelimesi bu ıstılâhı anlamda yedi yerde geçmektedir:
“Yoksa inanıp yararlı iş işleyenleri, yeryüzünde bozguncular gibi mi tutarız? Yoksa Allah’a karşı gelmekten sakınanları, yoldan çıkanlar gibi mi tutarız?” (Sâd, 28/28);
“Doğrusu sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar, sadece ahlâksız ve çok inkârcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler” (Nûh, 71/27);
“Işte bunlar inkârcı olanlar, Allah’ın buyruğundan çıkanlardır” (Abese, 80/42);
“Allah’ın buyruğundan çıkanlar cehennemdedirler” (Infitâr, 82/14).
Bu son ayette geçen “fuccâr” kelimesi, “Rabbına karşı terbiyesizlik edip aşırı isyân ve muhâlefete sapanlar” anlamındadır (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, VIII, 5642).
“Sakının; Allah’ın buyruğundan dışarı çıkanlar, muhakkak “siccîn” adlı defterde yazılıdır” (Mutaffifin, 83/7);
“Sonra da ona iyilik ve kötülük kabıliyeti verene andolsun ki…” (eş-Şems, 91/8).
Bu ayette takva ve fücûr kelimeleri yeralmaktadır. Buradan hareketle fücûr, bir bakıma takvânın zıt anlamı olarak kabul edilebilir.
“Ama, insanoğlu gelecekte de suç işlemek ister de, ‚Kıyamet günü ne zamanmış’ der” (el-Kıyâme, 75/5-6).
Yukârıdaki âyetlerde görüldüğü üzere “fâcir” kelimesi, yoldan çıkmak, ahlâksız, Allah’ın buyruğundan çıkmak, kötülük kabıliyeti ve suç işlemek anlamlarını taşımakta; çoğu yerde de “küfür” kelimesiyle birlikte kullanılmaktadır.
Yukarıda geçen Şems sûresi sekızınci âyetindeki “kötülük kabıliyeti” diye tercüme edilen “fücûr”; haktan sapmak, hak yolunu yarıp nizamından çıkmak, fısk ve isyâna düşmek, bilhassa zinâ etmek, yalan söylemek, daha açıkçası edepsızlık etmek olarak izâh edilip bu tür şer ve ma’siyet olan fiillere de denilebildiği ifade edilmektedir (Elmalılı Hamdi Yazır, a.g.e., VIII, 5857).
el-Kıyâme suresi beş ve altıncı ayetlerde ise fücûr; “suç işlemek” anlamında geçmektedir. Yani, insan suç işlemek, zevk ve sefâda bulunmak için yaşamayı ister; şehvetlerinden, ma’siyetlerinden, lezzetlerinden ayrılmamasını, ilerde onlara devam etmesini ister ve hattâ ebediyyen fısk ve fücûr ile Rabbına karşı terbiyesizlik etmek ister; fücûr içinde bulunmayı, sâlih ve sâlim bir hayata tercih eder de istihzâ ederek, “kıyamet günü ne zamanmış” der. Lâkin kıyamet başladı mı gözü açılır, dünyanın başına yıkılmakta olduğunu görür, dehşetler içinde kalır; fakat iş işten geçmiştir, son pişmanlık fayda vermez (Elmalılı Hamdi Yazır, a.g.e., VII, 5476-5477).
Bu ayette geçen fâcirin durumu bir başka şekilde de şöyle izâh edilir: O kişi önce günâhı işler, daha sonra da, “yarın tövbe edeceğim ve bir daha bu işi yapmayacağım” der. Fakat, tevbeyi gerçekleştirmez ve o işi yapmaya devam eder; neticede bu böyle devam eder ve o kişi daima fısk ve fücûr içinde kalmış olur.

Ayrıca, fücûr kelimesi, “yalan” anlamına da geldiğinden yalancıya da fâcir denir (Râgıb el-Isfahânı, el-Müfredât, Istanbul 1986, s.562).
Verilen bu bilgilerin ışığında şöyle bir genellemeye gitmek mümkündür: Fâcir, kâfir anlamına gelmez; ancak küfre götüren ve küfre en yakın bir durum olarak kabul edilebilir. Her kâfir fâcirdir ama her fâcir Allah’ın hükümlerini inkâr etmediği sürece kâfir değildir.
Kısacası fâcir, Islâm dininin kabul etmediği, yasakladığı iş ve hareketleri yapan; aşırı isyâna dalan; özellikle büyük günahlardan olan zinâ etmek, yalan söylemek, adam öldürmek, içki içmek, hırsızlık yapmak gibi fiilleri işleyen, günâhta ısrar eden; başka öz bir ifadeyle, Allah’ın emir ve yasaklarını çiğneyen kimseye denir. Eğer bunları yaparken bir inkâr sözkonusu ise o zaman kişi küfre girmiş olur.
Fücûr bir bakıma fısk ile eşdeğer sayıldığı gibi bir başka açıdan da fısktan daha ileri bir noktada ele alınabilir.
kaynak: islam fıkıh ansiklopedisi


Ultra Ses

Aralık 25, 2006

Muhammed RAMAZANOĞLU (sızıntı)

Yirmi birinci asra geçişe hazırlanan beşerle beraber insanımız da, kâşiflerin birbirleriyle yarışmalarına şahit oluyor. Eskilerimiz, devirlerine göre rakiplerine karşı, Yeryüzünü bir üniversite, kâinatı da bir laboratuar haline getirdiklerinden bu yarışları başta götürüyorlardı. Ya insanımız, niçin bu yarışları sadece seyrediyorlar? Hiç düşündük mü bunu acaba? Kâşifler, keşiflerini yaparlarken kâinat laboratuarındaki mahlûkattan ilham alıyorlar. Ya mahlûkat kimden ilham alıyor? Bunu da hiç düşündük mü acaba?..

Tarihler 14 Nisan 1912’yi gösterirken “TİTANİC’’ 1500 kişiden fazla yolcusu ve mürettebatıyla beraber, bir deniz buzuluna çarpması sebebiyle batmıştı. İşte o zamanlarda İngiliz RİCHARDSON şöyle demişti ‘Acı bir ders! Eğer Titanic içerisinde yüzen buzulların yerini bildiren bir alet olsaydı bu büyük facia olmazdı. Böyle bir aleti muhakkak keşfetmek lazımdır. Yarasalardan ilham alalım!” Richardson haklı mıydı acaba? Meseleye kader yönüyle eğilirsek gemide alet olsaydı batar mıydı, batmaz mıydı bilemezdik ama “Yarasalardan ilham alalım!” sözü gayet mânidardır.

Su altında emisyon yapan Ultra sesler gidip engelde yankılanacaklar ve yeniden gemiye dönerek Aysbergin, buzulun yön’ünü ve uzaklığını gösterecektir. Âlimlerin hemen bu işe koyulmaları lazımdı.

Bilginler, On dokuzuncu asrın sonlarına doğru Ultra seslerden faydalanmaya başlamışlardı. İngiliz fizikçisi Galton hava basınçlı garip bir düdük keşfetmişti. Bu düdük 25.000 devreli bir frekansa ulaşıyordu. 1900 yılında Edelman adlı bir Alman, Galton’un düdüğünü geliştirdi ve bu aleti 170.000 devirli frekans üzerinden öttürdü.

Bu rekor 7 yıl sürdü. 1907 yılında, Altberg adında bir başka Alman 340.000 sesli ultra-sesler elde etti. 1911 yılında ise Neklefayef 400.000 devire ulaştı ve bu rekor uzun yıllar kırılamadı.

Bu ultra-sesler ne demekti ve ne işe yarıyordu. Pek çok kişi bunu uzun seneler merak etti. Asrın beyin yapıcısı “MERAKTAN İLİM NEŞ’ET EDER” diyordu. Öyle de, işte bu meraktan dahi ilim neş’et etmişti. Ultra-sesler tırmık yaraları içindeki bir eli iyileştirmek, balık sürülerini keşfetmek, bir çelik parçasının dayanıklılığını kontrol etmek, hava alanındaki sisi dağıtmak gibi insanlığın faydasına koştuğu halde, Kötü insanların eline geçince de topyekün insanlığı öldürmek gibi vahşiyane bir işe yarıyordu. Paris’teki hastanelerden, bir hasta “DUPUYTREN HASTALIĞI” diye bir hastalığa yakalanmıştı. Bu hastalık el ayası aponevrozunun çekilmesi, toplanmasıdır. Bu durumda parmaklar atmaca pençesine benzerler. Hastanın elleri hemen hemen gergin ve derin bir ızdırab içerisinde.. Hastanın eli bir su küvetinin içerisine koyulmuş, küvetin içerisine kromlu büyük bir silindir oturtulmuş ve bu silindir de üzerinde kadranlar ve düğmeler bulunan madeni bir masaya bağlanmış. Yanında duran doktor ‘bakın” diyor “şimdi çok daha iyisiniz.” Size birşey söyleyeyim mi? Şu anda alet 960.000 titreşimle çalışıyor. İki-üç seans sonra iyileşeceksiniz”. Hasta, alete büyük bir minnettarlık duygusuyla bakarken, kendini her an kontrol eden, milyonlarca mikroba karşı koruyan yada korunacak şekilde bir mekanizma ile mücehhez kılan Hakiki Sahibini, San’atkarını unuttuysa şayet, en büyük gafilliği yapmış demektir.

Kuzey denizinde “ANNE – MARİE” adındaki son derece teknik aletlere sahip bir balıkçı ultra-sesler sayesinde otuzuncu metrede, ringa balığı sürüsünün kuzeye doğru yol aldığını biliyor ve ona göre ağını kullanıyordu.

Büyük bir çelik fabrikasında şilep -pervanesi olacak bir çeliğe, mühendis aleti bağlıyor ve tamam diyor. “Sağlam bir çelik pervane olabilir” diye ilave ediyordu.

Makine sisle kaplı uçuş alanına girmiştir. 16 tekerlekli kocaman bir römork, üzerinde parabolik bir reflektör, makine yavaş yavaş piste doğru ilerlerken reflektör de mihveri üstünde dört bir yana dönüyor. Bir kaç dakikada sisi dağıtıyordu ama personel kansızlık, sağırlık gibi hastalıklara kapılıyordu… Ve birkaç sene sonra da bu menfi tesirleri ortadan kaldırılıyordu.

İşte bütün bu misallerde rolün en büyük kısmını ultra-sesler oynuyordu. Bütün bu misallerde ultra-sesin yaptığı işler onu biraz daha tanınır hale getirmektir.

Vaktiyle Pythagore’nin söylediği Uzaydaki gezegenlerin (seyyarelerin) bir takım sesler çıkardığı, fakat bizim bunu duyacak kulağa sahip olmadığımız hakikati ultra sesler sayesinde ispatlanmıştır. Kulağımız 16.20.000 frekans arasını duyar. 16’dan az frekanstaki seslere “ENFRA SESLER’’, 20.000’den yukarı frekanstaki seslere “MİPER – SESLER’’ denir. Enfra ve miper seslerini duymayışımızın çok hikmetleri vardır. Bu “miper-sesler”de bir nevi ultra ses’tir. İşte bu özellik kâinat laboratuarındaki yarasa ve yunus balığı gibi hayvanlar- da vardır. İlim dünyası bunu uzun araştırmalardan sonra öğrenmiştir. Akılsız olan yarasa ve yunus balığı nereden öğrenmiştir? Yarasa ve yunus balıkları “miper-sesler” çıkararak önlerindeki engelleri anlarlar ve ona göre yol alırlar.

Son yıllarda bu hayvanlardan ilham alınarak radarlar yapılmıştır. Belki zamanın akışı içerisinde ultra-seslerle çalışacak çamaşır makineleri, buzdolapları, arabalar v.s. keşfedilecektir, ama bunları keşfeden niçin insanımız olmasın! Lakin şu andaki gibi bunu keşfetmek insanımıza nasip olmayacaktır.

Ultra-seslerin insanlığın zararına da kullanılabileceğini söylemiştik. Geçmiş yıllarda bir büyük devletin ultra-seslerle işleyen büyük bir top keşfettiği haberi çıkmıştı. İnsanlık için korkunç bir haber! Böyle bir top kullanılırsa insanlar sinek gibi topyekun ölebileceklerdir.. İnsanlığın ölmemesi için topun bulunduğu devletin insanı, “eşref-i mahlûk”u tanıması lazımdır. Ya top, insanı bir makine olarak gören bir devletin elindeyse?… O zaman belki kıyamet! deriz…

Ve bu keşifler yarışında rakiplerimizi icad edeceğimiz şeyleri insanlığın faydasına kullanabilmemiz, geçebilmemiz için asrın beyin yapıcısının “Vicdanının ışığı dini ilimlerdir. Aklın nuru medeniyet fenleridir. İkisinin birleşmesinden hakikat tecelli eder…” mealindeki sözünü kendimize rehber kabul etmeli, “MERAKTAN İLİM NEŞ’ET EDER” sözünü de unutmamalıyız.


NEMRUT

Aralık 25, 2006

Hazreti İbrahim’in yaşadığı dönemde ülkenin hükümdarının veya makamının ismi.
Bunun böyle biliniyor olmasına, üstelik yer olarak da kimilerince Şanlıurfa, kimilerince de Ninova’nın zikredilmesine karşın, devletin bulunduğu coğrafya kesin olmadığı gibi, ülkenin hükümdarının “Nemrut” olduğuna ilişkin bilgiler de “rivayet”ler halindedir. Çoğu “İsrailiyyat” kökenli efsanevî rivayetleri bir yana bıraktığımızda, “Nemrut”a ilişkin bilgilerimiz kıttır. Ve bunlar da tek sağlam kaynak olan Kur’an-ı Kerim’deki kıssalardan ibarettir.
Gerçekten de, Kur’an-ı Kerim’de, Hazreti İbrahim ile ilgili kıssalardan birinde, kendisine “mülk” verilmiş bir kimsenin Hazreti İbrahim ile olan tartışması şu şekilde aktarılır: “Allah kendisine mülk verdi diye (şımararak) İbrahim ile Rabbı üzerine tartışanı görmedin mi? İbrahim, “Rabbım öldüren ve diriltendir” demişti de, o, ben de diriltir ve öldürürüm” demişti. İbrahim, “Allah, güneşi doğudan getirir; haydi sen de batıdan getir” deyince, o inkârcı dona kaldı. Allah, zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez” (el-Bakara, 2/258). Bu ayette görüldüğü üzere, Nemrut ya da bir başka isim geçmemektedir. Hadis-i Şeriflerde de böyle bir isme rastlanmaz.

Efsanelerden daha farklı kimi ipuçları yakalamak amacıyla peygamber kıssaları ile ilgili oldukça ayrıntılara kaynaklık eden Tevrat’a baktığımızdaysa, Nimrod adına rastlarız: “Ve Kuş Nimrod’un babası oldu; o, yeryüzünde kudretli adam olmaya başladı. O, Rabbin indinde kudretli aver idi; bundan dolayı: Rabbin indinde Nemrud gibi kudretli avcı, denilir. Ve, onun krallığının başlangıcı Şinar diyarında Babil ve Erek ve Akkad ve Kalne idi. O diyardan Aşura çıktı ve Nineveyi ve Rehobot-iri, Kalah’ı ve Nineve ile Kalah arasında Reseni bina etti; büyük şehir budur” (Tevrat, Tekvin, 10/8-12).
Olayı bütünleştiren ve Hazreti İbrahim’le ilgili olan bir bölüm de de şöyle denir: “Ve Terah oğlu Abramı, ve Haran’ın oğlu, torunu Lûtu, gelini Sarayı, oğlu Abram’ın karısını, beraber aldı; ve Kenan Diyarına gitmek üzere Kildanîlerin Ur şehrinden onlarla çıktı; ve Haran’a geldiler ve orada oturdular. Ve Terakın günleri ikiyüz beş yıl oldu; ve Terah Haran’da öldü. Ve Rab Abrama dedi: “Memleketinden ve babanın evinden, sana göstereceğim memlekete git” (Tevrat, Tekvin, 11/31-32 ve 12/I).
Tevrat’ın bu cümlelerinden belirleyeceğimiz noktalar şunlardır:
Nimrod, Ham’ın oğullarındandır. Hazreti İbrahim ise, Sam’ın neslindendir. Nimrod, Şinar, Babil, Erek, Akkad, Kalne hükümdarıdır; Hazreti İbrahim, başlangıçta Kitdanilerin Ur kentinde oturmakta, sonra babasıyla birlikte Haran’a göçmektedir. Amaçları, Kenan illerine gitmektir…

Nimrod ile Ham arasında üç göbek vardır. Yani, Nimrod, Ham’ın oğlunun oğlunun torunudur. Hazreti İbrahim ile Sam arasında ise, sekiz göbek vardır.
Ninova, Nimrod zamanında yoktur; kenti Aşura kurmuştur.
Hazreti İbrahim’in Haran’da oturduğu anlatılmakta, ardından bir başka bab’a geçildiğinde O’nun göç etmesine ilişkin buyruğu görmekteyiz. Demek ki, ateşe atılma ve çıkış yeri Haran’dır. Haran ise, Nimrod’un kentleri arasında değildir. Bu bilgiler Tevrat’a göredir.
Bütün bu durumları dikkate aldığımızda Nimrod’un Nemrut olmadığı sonucuna varıyoruz. Ola ki, Nimrod’un çok büyük bir ünü olduğundan, ondan yıllar sonra Hazreti İbrahim’le tartışan ve O’nu ateşe atan kişinin olayları dilden dile dolaşırken, olay, bu ünü dillerde dolaşan kişiye maledilmiştir.
Tarih kitapları da, kimi efsanelerle doldurulmuş olanlarını bir yana bırakırsak, Nemrut’tan söz etmezler. Ya da, söz edenler, işe, “Nemrut kimdir?” sorusunun yanıtını aramakla başlarlar. Bunlardan bir bölümü, Nemrut’un tanınmış Babil Hükümdarı Hammurabi olduğu görüşündedirler. Kimileri ise, bir Babil hükümdarı olduğuna kesin gözüyle bakmakta; ancak, hangi hükümdar olduğunun belirlenemediğini ifade etmektedirler. Bunlara göre, Nemrut, Firavun gibi, Babil hükümdarlarının ünvanıdır; eski tarihçilerden bir bölümü, Hammurabi’ye ilâveten Sinaharib ve Buhtunnasır adlarını sıralarken; yeni tarihçiler de Şemsiulana ve Buhtunnasır adlarını Hammurabi’yle birlikte saydıklarına göre, “demek ki, Babil hükümdarlarının böyle bir ünvanı yok, her biri adlarıyla anılmakta” düşüncesiyle, “ünvandır” görüşüne iltifat etmemek gerekir.
Bu durumda, verilen tek isim olan Hammurabi’ye bakmak gerekecektir. Ancak aradaki zaman farkı pek olumlu ipucu vermemektedir. Nitekim İsrailoğulları’nın Mısır’a göçtükleri M.Ö.1780 yıllarında Hammurabi 12 yaşındadır. Mısır’a göçenler oğlunun torunu olduğuna göre, 12 yaşındaki bir çocuğun Hazreti İbrahim’e yetişmiş olması düşünülemez. Hazreti İbrahim’in Milattan 2000 yıl önce doğduğu “rivayet”ini esas aldığımızda ise, bu takdirde Mısır’a göç M.Ö. 1630’larda olmuş olur ki, bu da Hammurabi’nin ölümünden sadece 56 yıl sonradır. Yine, zaman uyumu yoktur. Hele bir de, Hammurabi Kanunları’nın Hazreti Mûsâ şeriatından alındığı yolundaki görüşe iltifat edecek olursak, araya giren zaman daha da büyüyecektir.
Öte yandan, Nemrut’a ilişkin rivayetlerde sözü edilen “doğum” ve “ırmak”a bırakılma olayının benzeri bir başka rivayette, Akad devletinin kurucusu Sargon için anlatılır. Sargon, M.Ö. 2350’lerde yaşamıştır. Hazreti Mûsâ ile arasında 650 yıl vardır. Bunun 430 yılı Mısır’da geçtiğine göre, geriye kalan yaklaşık 200 yıl, Hazreti İbrahim’in torununun oğluna kadar geçen süreye pek uygun düşmektedir. Hazreti İbrahim’in M.Ö. 2000’lerde yaşadığı “rivayet”i ile pek bağdaşmasa da, Hazreti Musa’nın yaşadığı yıllardan çıkarak yaptığımız hesap, Hazreti ibrahim ile Sargon’un çağdaş olabileceğini göstermektedir. Nitekim, yine Nemrut’a ait rivayetlerde anılan “savaşarak devleti ele geçirme” olayı da, Sargon’un tarihsel kişiliğine uymaktadır. Belki ileride Nemrut’un tarihsel kimliği tam olarak belirlenecektir. Ama, şu aşamada Sargon’un Nemrut olma olasılığı, Hammurabi’ye göre, çok daha büyüktür.
Kimliği ve tarihsel kişiliği ne olursa olsun, kesin olan birşey vardır. O da, yaygın bir biçimde “Nemrut” diye anılan bir hükümdarın Hazreti İbrahim’e karşı çıktığı ve onu ateşe atarak yok etmek istediğidir. Bu; isim bir yana bırakılırsa, Kur’an-ı Kerim’in haberleri ile sabittir.

Kur’an-ı Kerim’de Hazreti İbrahim ile Nemrut’un savaşımına ilişkin ayetlerin sayısı 91’i bulur. Üstelik bunlardan bir bölümü de oldukça uzun metinlerdir. Bu bakımdan, Nemrut’u tanıtmak için bu ayetleri ve onlardan derlenen gerçek bilgileri teker teker sıralamak mümkün olmayacağından, konunun “icmalen” aktarılması daha uygundur.
Nemrut’un toplumunda putlara tapılmaktadır (el-Enâm, 6/74; Meryem,19/42, 48; el-Enbiya, 21/52, 57, 66; eş-Şuarâ, 26/70, 71; el-Ankebut 29/17, 25; es-Saffat, 37/85, 86, 95). Onların yeyip içtiğine (es-Saffat, 37/91), konuştuğuna (es-Saffat, 37/92) inanılmakta; onlardan rızık beklenmekte, şifa umulmakta; yaratanın onlar olduğu sanıldıktan başka, ölüm de onlarda görülmekte ve kendilerinden bağışlanma dileğinde bulunulmaktadır (eş-Şuarâ, 26/78-82). Toplumda ahiret inancı yoktur (el-Ankebut, 29/19, 20). Gök cisimleri de, putlardan daha üstün bir konumda, ama kendi aralarında hiyerarşik bir düzene oturtulmuş olarak tapınılan tanrılar arasında yer almaktadır ve bunların en büyüğü Güneş’tir (el-Enâm, 6/74-79).
Halk, alabildiğine dindar olsa gerek ki, hem çok sayıda put edinmiş bulunmakta (el-Enbiya, 21/58), hem putların bakımını üstlenmekte (es-Saffat, 37/91), hem de onları inanmayan kimselere karşı canla başla savunup, üstünlüklerini vurgulamaya çabalamaktadırlar (el-Bakara, 2/258; el-Enâm, 6/76-80; el-Enbiya, 21/55, 59, 60; el-Ankebut, 29/24; es-Saffat, 37/97). Bu dindarlık, heykelcilik (el-Enbiya, 21/52; es-Saffat, 37/95) gibi kimi iş kolları ile birlikte “aslı astarı olmayan söz yığını” (el-Ankebut, 29/ 17) halindeki bir ‘edebiyat’ ya da teolojik felsefeye de varlık kazandırmıştır.
Putların özenle yerleştirildiği tapınaklar, aynı zamanda, yargı gibi kimi kamusal işlerin yürütüldüğü merkezler durumundadır (el-Enbiya, 21/61). Toplumsal dinamiklerin en güçlüsü olarak gelenekleri görürüz (el-Enbiya, 21/52-54; eş-Şuara, 26/7174). Geleneklerle şartlanmışlıklarından ötürü, insanlar, gözleriyle gördükleri gerçekleri bile kabullenemez, bir an için sezer gibi olduklarında da hemen geleneğin ağır basmasıyla eski inançlarına yönelmekten başka birşey yapamaz durumdadırlar (el-Enbiya, 21/58-65). Bunda, elbette, geleneklerle şartlandırma biçimindeki eğitim kadar, korkunun da payı vardır. Gerçekten de, toplumda geleneklere uymayan ve inançlardan sapan kimseler taşlanma, aforoz, sürgün ve hattâ ateşe atılma gibi cezalara uğratılmaktadırlar (el-En’am, 6/80; Meryem, 19/46-48; el-Enbiya, 21/68; el-Ankebut, 29/24; es-Saffat, 37/97). Böylece, toplumda kendi inançlarından başka hiç bir şeyi ciddiye almayan ya da inançlarına uymayan şeyleri gayr-ı ciddi bularak hafifseyen, dışlayan bir yapı oluşmuştur (el-Enbiya, 21/55).
Kur’an-ı Kerim’in Hazreti İbrahim’le ilgili kıssalarda yer alan 91 ayetine topluca baktığımızda, Nemrut toplumu hakkında bize çok ilginç ve önemli ipuçları verecek bir başka belirleme daha yapabiliriz. Ayırım yapmaksızın sıralayacak olursak, bu ayetlerde, “tanrı” kavramı eksenli dört kelime/ isimle karşılaşırız. Allah, Rahman, rab, ilâh ve put…
Bunlardan ilâh ya da ilâhlar sözcüğü yedi yerde geçmektedir. Put kelimesi sekiz yerde kullanılmıştır. Yıldız, ay ve güneş birer kez dile getirilmiştir. Rahman, tek bir ayette anılmaktadır. Ve, Rab adı, bütün ayetlerin çevresinde döndüğü bir eksen durumundadır. Hem Yüce Allah’tan, hem de Nemrut toplumunun tapınmakta olduklarından haber verilirken “Rab” kelimesi ağırlıklı bir biçimde vurgulanarak kullanılmıştır.
İkinci husus, gerek Hazreti İbrahim ve gerekse Nemrut kavmi, putlar için “Rab” kelimesini hiç kullanılmamaktadırlar. Onları anlatmak için kullanılan kelimeler “taptıklarınız” ve “ilahınız/ilahlarınız” biçimindedir ve Nemrut halkı, ancak, gök cisimlerinden söz edildiğinde “rab” kelimesini kullanmaktadır.
Üçüncü hususa gelince: Hazreti İbrahim, sürekli bir biçimde “Allah’tan başka taptıklarınız” anlatımını vurgulamakta ve Allah adını devamlı olarak dile getirmektedir.

Bu üç husustan çıkarılacak kimi sonuçlar vardır:
Nemrut toplumunda putlara tapınılmasına karşın, onlara “rab” gözüyle bakılmamaktadır. Rablık, ancak, gök cisimlerine tanınmaktadır.
Toplum, Cahiliye arabı gibi. Allah’ın varlığından haberli bir toplumdur.
“Allah’ın kendisine hükümranlık verdiği kimse” de Rab sayılmaktadır. Çünkü, Hazreti İbrahim karşısında kendini böyle tanıtmıştır.
Nemrut toplumunda tapınılmakta olan putlar, “rab” değilse, nedir? Putlar, “dünya hayatında Allah’ı bırakmış” olan bu toplum için, doğrudan doğruya bir “dostluk vesilesi” dir (el-Ankebut, 29/25). İşte, bu nokta belirlendiğinde, artık, Hazreti İbrahim ile ilgili kıssaların niye baştan başa “Rab” kavramıyla donanmış olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Demek ki, toplum üyeleri için aralarında bağ ve bağlantı kurucu bir “gözetici”, bir “yüklenici”, bir “gereksinme karşılayıcı”, bir “düzenleyici”, bir “eğitici”, bir “seçkin”, bir “sözü dinlenir”, bir “üstünlüğü onaylanır” varlığa gereksinme duyulmaktadır. Bu, her türlü ilişkiyi üzerine kurabilecekleri, her şekil bağlantıya dayanak yapabilecekleri, her çeşit dayanışmada aracı edinebilecekleri, her nevi işlerinde tutunabilecekleri bir şey olmalı ve üstelik kendileri nasıl yorumlarsa, o konumda sayılabilmelidir. İşte “putların dostluklar için vesile kılınması” olayındaki etki budur.
Nemrut toplumunu tekdüze bir eşitlik içinde düşünmek mümkün olmayacağına göre, putları dostluk vesilesi kılmış bu insanların “dostluklar”ı ile bir ehram oluşturduklarını da varsayabiliriz. Herkesin kendisinden bir üstününü rab sayıp, bir altta olanına da rablık ettiği bir ehram. En tepede de, kendisinde yaşatma ve öldürme yetkisi bulunduğunu açıkça belirterek rablığını Hazreti İbrahim’e karşı ilân etmeye kalkışmış olan “Nemrut”… Evet; gökyüzündeki güneş, ay, yıldızlar sıralamasının tapınaklardaki putlara öylece yansıtılmasının ardından, bu putlar vesilesi ile kurulmuş bulunan dostluklardaki hiyerarşik ehram… Dostluk, bilindiği Üzere, “velâ” anlamında bir dostluk… Hazreti İbrahim’in topluluğa karşı kullandığı Eski atalarınızın ve sizin nelere taptıklarınızı görüyor musunuz? Doğrusu onlar benim düşmanımdır. Dostum ancak âlemlerin Rabbıdır. Beni yaratan da, doğru yola eriştiren de O’dur. Beni yediren de, içiren de Odur. Hasta olduğumda bana O şifa verir. Beni öldürecek, sonra da diriltecek olan O’dur. Ahiret gününde yanılmalarımı bana bağışlamasını umduğum, O’dur” (eş-Şuarâ, 26/75-82) cümleleri, O’nun reddettiği putların dostluğunun ve dostluk vesilesi yapılmasının boyutlarını açıkça ortaya koymaktadır. Rızıktan, ölüme dek her alanda… Kulların rablığının, putların dostluklarına dayanılarak, yürürlüğe konulduğu bir toplum “Nemrut” da tepedeki “rab”tır:
Bir yaratığın rablık davasına kalkışması… Bir insanın Allah’tan başka rab veya rablar edinmesi ya da başkalarına böyle bir kapı açması… Bir kimsenin Yüce Allah’ın gönderdiği elçiyi yadsıması, öldürmeğe kalkışması, hattâ onu ya da herhangi bir insanı zulmen öldürmesi… Hele peygamberi ateşe atmak… Bunlar, hep, Nemrut’u “Nemrut” yapan tutumlardır.
Ama, onun asıl “Nemrutluk”u bunlar değil de, tüm bunları uygulayabileceği bir ortama elverişli düzeni kurabilmiş olmasıdır. Çünkü, “düzen” vardır ve tüm bunlara imkân veren de, zemin hazırlayan da, hattâ yönlendiren de işte bu düzendir. Öyle bir düzen ki, Yüce Allah, yaşamın dışında tutulmuştur. Dünya yaşamında Allah bırakılmıştır da, insanlar arası ilişkilerin kurulması ve yürütülmesi için putlar “vesile” edinilmektedir. İnsanlar arasındaki ilişkiye putların vesile kılınmış bulunduğu bu düzenin yürümesi için can, mal, akıl ve nesil güvenliği ortadan kaldırılmış; tüm bunlar “Nemrut Dini”nin ayakta kalabilmesi uğruna güdüm altına alınmıştır, ayrıca… Böylece, insanların “can”ları üzerinde tasarruf edebilme yetkisi, “mal”larını yönlendirebilme gücü, “akıl”ları denetim altına alan gelenekler birikimi “edebiyat”ı oluşturma imkânı, “nesil”leri uyumluca yoğurabilme işlevini veren “eğitim”i yönlendirme araçları elde tutulmuş; bunlar birer silah gibi kullanılarak insanlar güdülmüştür. Bu, tersine de olsa, dört dörtlük bir düzendir ve Nemrut’un asıl “Nemrutluk”u da işte bu noktadadır. Kişisel tutumlarından çok, Yüce Allah’a giden yolları tıkayıcı bir işlev veren bu düzenlemesindedir.
Kaynak:sevde.de(Zübeyr YETİK)


Nemelazımcılık

Aralık 25, 2006

Ramazan KERPETEN

Osmanlı’nın yıkılış sebeplerine dâir çok şey söylenip yazıldı. “Yeniçeri’nin yozlaşması” dendi, “Sanayi Devrimi’nden geri kalması” dendi… Belki de söylenegelen sebeplerin hepsinde birer hakikat payı vardı. Fakat yıkılışın önemli bir sebebi var ki, Osmanlı’nın hem de en zirvede olduğu zamanda dile getirilmişti: nemelâzımcılık. Bu içtimaî karadelik tarih boyunca, nice fert, topluluk, cemaat, devlet ve imparatorluğu yutmuştu.

Kanunî Sultan Süleyman, devletini olabilecek en yüksek seviyelere çıkarır; ama, “Günün birinde Osmanoğulları da inişe geçer, çökmeye yüz tutar mı?” diye de zaman zaman düşünür…

Birçok meselede olduğu gibi, bu endişe edilecek düşüncesini süt kardeşi meşhur âlim Yahya Efendi’ye açmaya karar verir. Keşfine, kerametine inandığı Yahya Efendi’ye el yazısıyla bir mektup gönderir: “Sen ilâhî sırlara vâkıfsın. Kerem eyle de, bizi aydınlat. Bir devlet hangi hâlde çöker? Osmanoğulları’nın âkibeti nasıl olur? Bir gün olur da izmihlâle uğrar mı?” diye özetler endişesini.

Devrin kudretli sultanı Muhteşem Süleyman’dan gelen bu mektubu okuyan Yahya Efendi’nin cevabı ise gayet kısadır: “Nemelâzım be Sultanım!”
Bizden önceki vazife adamları hep öyle yapmışlar.. güçlerini yitirecekleri, tâkatten kesilecekleri ve yatağa düşecekleri ana kadar hep koşmuşlar.. artık ayağa kalkamaz hâle gelince de arkadaşlarının yanında yer alamadıklarından dolayı üzüntü duymuş, çok mütessir olmuş ve ağlamışlar. Hazreti Hâlid’in ölüm döşeğindeki son anlarını ve ızdıraplarının en büyüğünün bu istikamette olduğunu hepiniz hatırlarsınız. “Ey Yermük, ey Mute, ey Halid’in günleri.. geçin gözümün önünden birer birer!..” dediğini, bir fırtına gibi arkasından koşup durduğu ölümü yatakta karşılıyor olmaktan dolayı nasıl bir inkisarla kıvrandığını bilirsiniz. Hıçkıra hıçkıra ağlayışını gören birinin “Neden ağlıyorsun?” demesi üzerine Hazreti Hâlid, “Vücudumda bir para kadar yara almadık yer kalmadı. Senelerce İ’lâ-yı Kelimetullah yollarında ölüm kovaladım. Fakat, işin acayibine bakın ki, şimdi burada, yatakta ölüyorum.” der ve rahat döşeğinde ölmeyi kendi adına bir utanma sebebi sayar. Evet, yatakta ölmek, dini ve milleti hesabına koşmaya alışmış bir insan için ayıptır, ârdır. Mesuliyet duygusuyla dolu bir insan yatakta ölmemeli, ölüm anında bir yatakta olsa bile o yatağı da “vazife” deyip yürüdüğü sırada, son anda bulmalı.. yıllanan insan durmamalı, o koşarken ölme aşk u iştiyakı içinde olmalı. Zannediyorum, senelere yenik düşen insanlarda ve yorgunlarda yeni bir aşk u şevk uyaracak olan da bu duygudur.

***
 

Topkapı Sarayı’nda bu cevabı hayretle okuyan Sultan, bu söze bir mânâ veremez, endişesi daha da artar. Zîrâ Yahya Efendi gibi bir zât, ciddi bir meseleye böylesine basit bir cevap vermezdi, vermemeliydi…

Söylenmeye başlar:
“Acaba bilmediğimiz bir mânâ mı vardır bu cevapta?”

Kalkar, Yahya Efendi’nin Beşiktaş’taki dergâhına gider.

Bu sefer sitem dolu bir şekilde “Ağabey ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al!” diyerek, sorusunu tekrar sorar,

Yahya Efendi duraklar: “Sultanım, sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz etmiştim.”

“İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece “nemelâzım be sultanım!” demişsiniz. Sanki ‘beni böyle işlere karıştırma’ der gibi bir mânâ çıkarıyorum.”

Yahya Efendi bunun üzerine, ibret dolu şu sözleri tarih gergefine nakşeder:
“Sultanım!
Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlıklar ayyûka çıksa…
İşitenler de nemelâzım, deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de, çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa, gizleseler, fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin, feryadı göklere çıksa da, bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür.
Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Âsâyiş ve emniyete vesile olan, itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder hâle gelir…”

Söyleneni dinlerken ağlamaya başlayan koca Sultan, başını sallayarak da bunları tasdik eder. Söz bitince ikazlarının devamı için tembihte bulunur süt kardeşine. Sonra da memleketinde kendisini ikaz eden böyle bir âlim olduğu için Allah’a şükrederek oradan ayrılır…

***

Devletlerini yükseltenler, fetihler yapanlar, imanın güzelliklerini insanlara sunanlar “nemelâzım” demediler. Âhir Zaman Nebisi’nin “Ne güzel kumandan..!” iltifatına mazhar olan Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri, Trabzon dağlarını aşarken yanında Karamanoğlu’nun kızı olan halası bulunmakta idi…

“Sultanım” dedi halası, “bunca zahmete değer mi bir kefere için?”

O koca sultanın ayağında gut hastalığı vardı o zaman ve sarp dağlarda, karların üzerinde atıyla giderken büyük acılar ve zahmetler çekiyordu. İşte hala yüreği buna dayanamamıştı…

Fatih, döndü ve halasına şöyle dedi:
“Bibi (hala), bizim zahmetimiz din-ü devlet içindir, i’lâ-yı kelimetullah içindir, şahsımız için değildir. Eğer bu zahmeti çekmezsek bize ‘gâzi’ demek yalan olur!”

***

Evet, imparatorlukları “nemelâzımcılık” yıkar, ama onları, bir vazife doğduğunda, “Bunu kim yapar?” sorusunu duyar duymaz, sağına soluna bakmadan “Ben varım!” diyenler kurar ve yaşatır.


METEOR YAĞMURLARI

Aralık 25, 2006

METEOR YAĞMURLARI



 

 

İsim

Aktivite 
Aralığı

Maksimum 
Tarih

Yön

h (°)

V (km/s)

r

SMS

Quadrantids

Oca 01-Oca 05

Oca 03

KD

+49

41

2.1

120

delta-Cancrids

Oca 01-Oca 24

Oca 17

GB

+20

28

3.0

4

delta-Leonids

Şub 15-Mar 10

Şub 24

G

+16

23

3.0

2

Virginids

Oca 25-Nis 15

Mar 24

GD

+30

30

3.0

5

Lyrids

Nis 16-Nis 25

Nis 22

KD

+23

49

2.9

15

eta-Aquarids

Nis 19-May 28

May 06

GB

+19

66

2.7

60

June Bootids

Haz 26-Tem 02

Haz 27

D

+61

18

2.2

?

Piscis Austrinids

Tem 15-Ağu 10

Tem 27

G

+05

35

3.2

5

S. delta-Aquarids

Tem 12-Ağu 19

Tem 27

G

+19

41

3.2

20

alpha-Capricornids

Tem 03-Ağu 15

Tem 29

GB

+13

25

2.5

4

S. iota-Aquarids

Tem 25-Ağu 15

Ağu 04

GB

+18

34

2.9

2

N. delta-Aquarids

Tem 15-Ağu 25

Ağu 08

GB

+28

42

3.4

4

Perseids

Tem 17-Ağu 24

Ağu 12

KD

+77

59

2.6

140

kappa-Cygnids

Ağu 03-Ağu 25

Ağu 17

KB

+34

25

3.0

3

N. iota-Aquarids

Ağu 11-Ağu 31

Ağu 19

B

+04

31

3.2

3

alpha-Aquarids

Ağu 25-Eyl 05

Ağu 31

D

+62

66

2.5

10

delta-Aurigids

Eyl 05-Eki 10

Eyl 08

GD

+79

64

3.0

6

Piscids

Eyl 01-Eyl 30

Eyl 19

GB

+25

26

3.0

3

Draconids

Eki 06-Eki 10

Eki 08

KB

+21

20

2.6

?

epsilon-Geminids

Eki 14-Eki 27

Eki 18

B

+36

70

3.0

2

Orionids

Eki 02-Kas 07

Eki 21

B

+23

66

2.9

20

N. Taurids

Eki 01-Kas 25

Kas 12

KB

+06

29

2.3

5

Leonids

Kas 14-Kas 21

Kas 17

GB

+56

71

2.5

100+

Monocerotids

Kas 27-Ara 17

Ara 09

B

+17

42

3.0

3

chi-Orionids 

Kas 26-Ara 15

Ara 02

B

+19

28

3.0

3

sigma-Hydrids 

Ara 03-Ara 15

Ara 11

B

+11

58

3.0

2

Geminids 

Ara 07-Ara 17

Ara 14

B

+26

35

2.6

120

Coma Berenicids

Ara 12-Oca 23

Ara 19

GB

+54

65

3.0

5

alpha-Monocerotids

Ara 15-Ara 25

Ara 21

GB

+21

65

2.4

?

Ursids

Ara 17-Ara 26

Ara 12

K

+67

33

3.0

10


Açıklama:

Yön:

K: Kuzey
G: Güney
D:Doğu
B:Batı 

h:

Ufuktan itibaren yükseklik

r:

Meteor parlaklığının bir ölçüsüdür. 
r = 2.0 – 2.5 arasındaki değerler ortalamadan parlak, 3.0’ün üstünde olanlar ise ortalamadan daha sönük

V:

Meteorların atmosferik hızlarıdır. 
11 km/sn (yavaş), 40 km/sn (orta),  72 km/sn (hızlı) arasında değerler alır.

SMS:

Saatteki meteor sayısını gösterir, açık bir havada ideal bir gözlemcinin gözleyebileceği meteor sayısıdır.


Kaynak: İÜ. Fen Fak. Astronomi ve Uzay Bil. Böl. 2002 Gökyüzü Rehberi


Bilim ve Teknoloji Ufukları

Aralık 25, 2006

Ömer D. İKRAMOĞLU (sızıntı)

Kâinatta ilginç olan şeylerden birisi şudur: Yaratıcı, büyük işleri çok küçük parçacıklara gördürüyor. Meselâ; insanoğlunun 20. yüzyılda zamana damgasını vurduğu en büyük başarısı elektron gibi âdeta kütlesi dahi yok denilebilecek (10-31 kg) parçacıklara hükmetmeyi başarmasıdır. Aslında buna hükmetmek dahi denmez; bir nebze olsun, lâfını geçirebilmeyi, onları kontrol edebilmeyi öğrenmesi demek daha doğru olacak.

Bu kontrol neyi sağladı? Bununla insanoğlu elektronikte transistor devrimini gerçekleştirdi. Etrafımızda gördüğümüz, her türlü teknoloji bu devrimin bir parçasıdır. Mikrobilgisayarlar, süperbilgisayarlar, telekomünikasyon teknolojileri, uydular, humanoidler aklımıza gelebilecek her türlü teknoloji… Ama dikkat edilmesi gereken bir nokta var. Bilim adamlarının dahi tam olarak kavrayamadığı elektronların, bildiğimiz sadece bazı özellikleri ile bunları başarabildik. Yaratıcı’nın muazzam bir şekilde yarattığı, bu küçük olduğu kadar anlaşılmaz ve anlaşılmaz olduğu kadar da âciz parçacıklarla bize sunduğu şu güzellikleri anlayıp, hayran olmamak, zannediyorum mümkün değil.

Bu kadar küçük, daha ne olduğunu bile tam kestiremediğimiz elektronlarda saklı bu inanılmaz bilgiyle; acaba Yüce Yaratıcı bize mânâ boyutlarında hangi mesajları vermek istemiş olabilir? Neden bu çok küçük ve âciz parçacıklara çok sihirli meziyetler vermiş? Tabiat aslında tepeden aşağıya işlemiyor; bütün görevler, en alttaki, en küçük parçacıklarda gizli. Bütün bu parçacıkların muazzam bir ahenkle vazifelerini yapabilmeleri kendi başlarına asla mümkün olamaz. Çünkü, bunların şuurlu olmadığı kesin; insanoğlu, artık onları kendi iradesine göre kontrol edebiliyor, ondan kendisi için fayda çıkarabiliyor. Eğer şuurlu olsalardı, sonsuz denilebilecek sayıdaki bu parçacıklar, yapılan her deneyde aynı sonuçları vermez; aynı kurallara uymazlardı. Fizik yasaları doğmazdı. Yapılan deneylerde, bu parçacıkların hep aynı fizikî kurallara uyduklarını, içlerinden hiçbirinin itiraz etmeden yasalara boyun eğdiğini görürüz. Demek ki; bu parçacıklar kendi iradeleriyle hareket etmiyor, Yaratıcı’nın belirlemiş olduğu kural ve prensiplere göre hareket ediyorlar.

Tabiattaki hâdiselerin temelinde parçacıklar olduğu için, bunlar kendi iradeleriyle hareket ediyor olsalardı, kâinattaki hiçbir şey çok kısa bir süre dahi -meselâ astrofizikte önemli bir zaman aralığı olarak bilinen 10-43 saniye- varlığını devam ettiremezdi. Çünkü evrende o kadar çok parçacık var ki; bunların birbirleriyle uyum içinde olabilmeyi kendi iradeleriyle sağlamaları imkânsız. En azından bazılarının, oyunbozanlık yapacağı kesin gibi. Bu durumda kâinatın; henüz “Big Bang”le doğmaya başlarken, dağılıp yok olması gerekirdi. Oysa ki; kâinatın yaratılışını anlatan teorilerde, bu tarif edilemeyecek kadar kısa sürenin bugünkü kâinat mucizesinin gerçekleşmesinde çok büyük ve hâlen tam olarak kavranamamış bir anlamı vardır. Parçacıklar, mükemmel kolektif şuurla nasıl hareket ederek bugünlerin oluşmasına vesile olmuştur? Kâinatı bu hâle getiren 15 milyar yıllık ahenk, uyum, irade birliği, anlaşılır gibi değildir.

Kâinatın temelindeki bu parçacıklar, kendi iradeleriyle hareket ediyor olsun. Bu durumda, Einstein’ın göstermiş olduğu tabiattaki hiçbir şeyin ışık hızını geçemeyeceği kuralını çiğnemiş oluruz. Neden mi? Çünkü; şuurlu farzettiğimiz bu parçacıkların uyumlu etkileşimde bulundukları kesin gibi. Bu haberleşmeyi ise; asla ışık hızından daha hızlı bir surette sağlayamazlar. Dolayısıyla kâinatın bir ucundaki parçacığın belli bir süre sonraki hâli ile, diğer ucundaki parçacığın belli bir süre sonraki hâli arasında, hiçbir şekilde senkronize edilmiş bir haberleşme olmadığından -yani birbirlerinin durumundan habersiz hareket ettikleri için-, asla uyum göstermemesi, bir süre sonra mutlaka çelişmeleri ve kâinatın anında dağılıp yok olması gerekir. Çünkü bu parçacıkların uzay-zamandaki davranışlarını birbirlerinden bağımsız olarak sağlamaları, fakat ortaya çok ama çok bağımlı bir durumun çıkması mümkün olamaz. İşte bu yüzden, bu parçacıklara aynı anda söz geçirebilen ve bütün parçacıkları aynı anda kontrol edebilen ve onların uzay-zamanda nereye doğru aktığını bilen, geleceklerini gören, Kur’an’ın deyimiyle, onları başıboş bırakmayan bir üstün irade olması gerekir. Ve bu irade bütün parçacıklara aynı yakınlıkta olmalıdır ki, bütün parçacıklara kolektif bir şuur verebilsin. Biz bu yüce irade sahibine Allah diyoruz.

Pekiyi, birbiriyle asla haberleşemeyecek kadar uzakta bulunan parçacıkların, birbirlerinden bağımsız gibi görünen hareketlerinden; nasıl anlamlı, uyumlu bir ahenk çıkabilir? Bu temel parçacıklar aynı kurallara göre nasıl hareket edebilir? Birbirlerinden trilyonlarca ışık yılı uzakta olan parçacıklar, aynı fizikî yasaları nasıl paylaşabilir? Belki şöyle bir soru daha sorulabilir: Bu bilgi alışverişini, gelecekte nasıl davranış göstereceklerini; birbirlerine çok yakın oldukları, hattâ her şeyin enerji olduğu, henüz maddenin doğmadığı, kâinatın ilk zamanlarında sağlamış olamazlar mı? Bu sadece bir ihtimaldir; ancak bu durumda şöyle bir çelişkiyle karşı karşıya kalırız: Neden madde halinde dahi olmayan bu parçacıklar, böyle bir anlaşma yapsınlar? Ve neden içlerinden en azından bazı parçacıklar bu anlaşmayı çiğnemesin? Bu anlaşmaya katılmayan tek parçacık dahi kâinatın alt-üst olması için yeterliyken, nasıl 15 milyar senedir kâinat hâlâ düzenini korumaktadır?

Bir başka düşünce tarzı da şu şekilde olabilir: Pekiyi neden o zaman termodinamik kanunlarına göre entropi (düzensizlik) artmaktadır? Bu soruyu sorarsanız, bir paradoksa sebep olursunuz. Çünkü yasaların olmaması gerektiğini düşündüğünüz bir kâinatı, bir kanunla sorgulamış olursunuz. Aslında tabiatta çoğu şey, hiç de düşündüğümüz gibi hareket etmiyor. Meselâ; ‘Young Deneyi’ aklımızın iflâsını hazırlayan ilk deneylerdendir.

Young deneyi, kuantum mekâniğinin açıklayabildiği, fakat akla daha yakın klâsik fiziğin açıklamakta zorlandığı bir deneydir. Bu deneye göre, çift yarıklı bir engel üzerine birbirinden belli uzaklıkta iki kaynaktan ışık gönderilmektedir. Engelin diğer tarafında ise bir perde bulunmaktadır. Bu perde üzerine düşen ışık desenini incelediğimizde şunu anlıyoruz: Fotonları parçacık olarak düşünemeyiz. Çünkü parçacık olsalardı, perde üzerindeki girişim deseni oluşmazdı. Bu desen iki dalganın girişim desenini vermektedir. Dolayısıyla fotonları, basit parçacıklar olarak düşünemeyiz. Pekiyi fotonları dalga olarak kabul edebilir miyiz? Hayır!.. Çünkü perde üzerinde bulunan özel materyal sayesinde fotonların perdeye momentum ve enerji transferi gerçekleştirdiğini anlıyoruz. Bu ise; fotonun parçacık iyonunun etkisidir. Bu durumda foton dalga mıdır, parçacık mıdır? Foton ne parçacık, ne de dalgadır. Ortada bir dualite (ikilik) vardır, âdetâ ruh ve beden ilişkisi gibi. Bu iki özelliği aynı anda taşır. Biz onun dalga özelliği sayesinde uzay-zamandaki taşıdığı momentum, konum gibi değerlerini ihtimaller çerçevesinde tayin eder, parçacık özelliği sayesinde ise; taşıdığı enerji vs’yi tespit ederiz. Aslında anlamakta zorlandığımız bu durum karşılaşılan tek gariplik değil… İnsanoğlunun akıl ve mantığına garip gelen, keşfedilmeyi bekleyen bu esrarengiz yolculuğa olan merakıdır. Belki de insanın fıtratına dercedilmiş bekâ arzusudur, kuantum dünyasına onun merakını cezbeden.


Osmanlı’da Mahalle

Aralık 25, 2006

Dr. Mümtaz AYDIN

Günümüzde büyükşehirlerde yaşayan gençler için, mahalle, pek bir şey ifade etmemeye başlamış, bunun yerine semt, site, banliyö, uydu kent gibi tabirler anlamlı hâle gelmiştir. Küçük şehir, kasaba ve köylerde ise, az çok mahallenin ne olduğu hâlâ bilinmektedir. Fakat orta yaş üzerindekiler için mahalle kelimesi, çok şey ifade etmektedir. Bu neslin sıkça kullandığı, mahalle mektebi, …bekçisi, …bakkalı, …imamı, arkadaşı, …komşusu, …fakiri–zengini gibi müşahhas ifadeler ile; mahallenin namusu, …şerefi, …asayişi, …huzuru gibi mücerret ifadeler, Osmanlı’nın derin tarihine, zengin kültürüne ve engin medeniyet anlayışına yaslanmaktadır.

Osmanlı’da mahalle; birbirini tanıyan, birbirlerinin davranışlarından mesul ve birbiriyle dayanışma içindeki kişilerin yaşadığı yerdir. Mahalleler; sınırları genellikle cadde veya sokaklarla belirlenmiş, merkezinde cami veya mescid bulunan yerleşim yerleridir. Genelde cami, şehrin merkezini oluşturan bir veya birkaç mahallede bulunur; diğer mahallelerdeki insanlar da cuma namazı için buraya gelir. Cami çevresinde ayrıca alış–veriş merkezleri bulunur, pazarlar genellikle buralara kurulur. Böylece haftanın bir günü şehirdeki insanlar buralarda toplanır, birbirleriyle görüşür ve haftalık ihtiyaçlarını temin eder. Diğer mahallelerde ise, sadece mescid bulunur ve bunun hemen yanında okul öncesi ve ilköğretim seviyesinde eğitim veren bir muallimhane vardır. Ayrıca buralardaki bakkal, kasap, terzi, ayakkabıcı vs küçük esnafa ait dükkân ve işyerleri, mahallenin günlük ihtiyaçlarına cevap verir.

Mahalle idarî olarak, Osmanlı’nın en küçük yönetim birimidir. Bilindiği gibi Osmanlı, başlarında valilerin bulunduğu eyaletlerden oluşur. Eyaletler ise, sancaklardan oluşur ve buralar sancakbeyi tarafından yönetilirdi. Sancaklar, kadı tarafından idare edilen kazalara bölünmüştür. Kazalar ise, mahalle ve köylerden oluşur. Bu en küçük yönetim biriminin başı, daha doğrusu temsilcisi –muhtarlık sistemine geçilinceye, yani II. Mahmut dönemine kadar– imamdır. İmam, camideki vazifesinin yanında, mahallenin asayişini sağlamakla ve ihtiyaçlarını karşılamakla görevlidir. Köylerde de, mahallelere benzer bir yönetim tarzı vardır.

İmam, asayişle ilgili olarak mahallede olup bitenden birinci derecede mesuldür. Burada cereyan eden öldürme, yaralama, hırsızlık gibi inzibatî olayların yanında, zina, fuhuş, taciz, sarkıntılık gibi gayr-i ahlâkîliği de takip edip güvenlik kuvvetlerine bildirir. Mahalleyle ilgili bütün işlerde devletle muhatap olur ve mahalleyi temsil eder. Şehrin idarecisi olan kadı, bağlı olduğu kurumun en üst düzey yetkilisi tarafından atanırken, imam bizzat padişah tarafından bir beratla tayin edilirdi. Bu da onun devlet ve halk nazarında ne derece büyük bir öneme sahip olduğunu gösterir. Padişah tarafından gönderilen emir ve fermanlar, imam tarafından halka duyurulur ve takibi yapılır. Bu şekilde imam; devlete karşı haklar ve ödevler konusunda mahalleliyi temsil ederken, mahallede de padişahı temsil ederdi.

Osmanlı mahallesi, hem asayiş bakımından, hem de sosyal hayat açısından kolektif bir anlayışa dayanır. Mahalleli, müteselsil (zincirleme) olarak birbirine kefildi. Burada meydana gelen öldürme, yaralama gibi olaylarda, olayın faili bulunamadığı takdirde, bütün mahalleli mesul tutulur ve mağdur tarafa ödenmesi gereken diyet (kan parası) sakinlere paylaştırılır. Hattâ Yavuz Sultan Selim zamanında çıkan kanunnameye göre, meydana gelen hırsızlık olaylarından ve zararın ödettirilmesinden mahalle halkı mesuldür. Mahallede bir asayişsizlik olmaması için herkesin dikkat ve gayret göstermesi temin edilerek oto-kontrol sağlanmıştır. Böylelikle fail–i meçhul olaylarda halkın suçluyu saklamasının ve suçu örtbas etmesinin önüne geçilmiştir.

Aynı mesuliyet ve oto-kontrol, ahlâkî hususlarda da söz konusudur. Mahallede meydana gelen veya şüphelenilen gayr-i meşru olaylarda imam, suçlu veya zanlıları güvenlik görevlilerine bildirir, mahallelinin bu yoldaki şikâyetlerinden ilgilileri haberdâr ederdi. İmam ve mahalle ileri gelenlerinin, bu tür evlere baskın düzenleme yetkileri vardı. Gayr-i ahlâkî davranışları olduğu bilinen kimseler mahalleli tarafından istenmeyen kişi ilân edilir ve görevlilerce başka yere sürülmesi istenirdi. Ancak imam ve mahalleli, suçlu veya zanlılara bizzat ceza verme yetkisine sahip değildi, sadece onları adalete teslim edebilir veya mahalleden dışlamak suretiyle cezalandırabilirdi.

Kötülüğü önleme kolektif şuuruyla devlet, başkentten kilometrelerce uzaktaki yerlere kolaylıkla hakim olabiliyordu. Nasıl ki, her sokak süpürüldüğünde bütün şehir temiz olursa; bu uygulama sayesinde de bütün ülkede huzur ve asayiş sürüp gidiyor, suç oranı azalıyordu.

Hayırlı işlerde mahalleli yine aynı kolektif şuurla hareket ediyordu. Bu tür işler için her mahallede bir “Avarız Vakfı” kurulmuştur. Mahalle sakinlerince oluşturulan yönetim kurulu tarafından idare edilen bu vakıfın gelir kaynağı, yine mahallelinin aynî–nakdî bağış veya hibeleridir. Kira getiren ev, dükkân gibi mallar da buraya vakfedilebilmektedir. Mahallede ihtiyacı olanlara borç veya kredi de verilmesi açısından bu vakıf, bir nevi sosyal yardımlaşma sandığı gibiydi. Avarız vakfının gelirleri; mahalledeki hastalara, fakir olanlara ve evlenmek isteyip de ekonomik durumu müsait olmayanlara yardımda kullanılırdı. Buradan fakirlerin cenazelerinin kaldırılması, su yolları, cami, mescit, mektep gibi yerlerin onarımı yapılır ve ısınma, aydınlatma gibi sair giderler karşılanırdı. İmam, müezzin, muallim gibi mahalle görevlilerinin maaşları ödenirdi. Mahalleye yeni gelenlerin yerleşme veya memleketine gidecek olanların yol masrafları karşılanırdı. Vergisini ödeyemeyenlerin vergileri de bu fondan ödenirdi.

Mahalledeki bu resmi dayanışmanın yanında, ayrıca mahallenin zenginleri, mahallelerindeki fakirleri görüp gözetirlerdi. Zekât, sadaka, fitre gibi yardımlar yapılırken, mahalleli tercih edilirdi. Mahalledeki komşuluk ilişkilerinin ne derecede olduğu, şu atasözünden de anlaşılmaktadır: ‘İyi bir komşuya sahip olmak, bir eve sahip olmaktan önemlidir. Çünkü komşu komşunun külüne muhtaçtır.’ Mahalledeki maddî–manevî yardımlaşmanın temelinde; ‘Komşusu açken tok yatan bizden değildir.’ şuuru yatmaktadır.

Osmanlı şehirlerinin bazılarında, Müslüman olmayan nüfus bir mahallede toplandığı gibi, Müslüman mahallelere de dağılmıştır. Müslüman ve gayr-i Müslimler arasında, bugün bile övgüyle anılan bir hoşgörü ve komşuluk münasebeti mevcuttu. Müslüman nüfus hakim unsur olmasına rağmen, komşularına karşı hoşgörülü davranmış; din, örf–âdet, kılık–kıyafet gibi temel hak ve özgürlüklerine karşı toleranslı olmuştur. Buna karşılık Yahudi ve Hıristiyanlar da, Ramazan’da Müslümanların inançlarına saygı göstermiş, açıktan bir şey yiyip içmemişlerdir. Aynı mahallede hem mescit, hem kilise, hem de havra olabilmiştir.

İdarî açıdan mükemmeliyetin yanında, kötülüklerin önlenmesine, iyiliklerin teşvik edilmesine ve bizzat bunun pratiğe taşınmasına bakıldığında, Osmanlı mahallesinde, bir mahalle medeniyetinin oluştuğu görülmektedir. Bu da, Osmanlı’nın uzun ve bereketli ömrünün tesadüfî olmayıp, mükemmel bir şuurdan beslendiğini göstermektedir.


Millî Mücadelede Anadolu Kadını

Aralık 25, 2006

Keriman AYVAZ (sızıntı)

Millî Mücadele’nin destanlaşan birçok erkek kahramanı bilinir; ama kadın kahramanları fazla bilinmemektir. Oysa Anadolu kadını, Millî Mücadele’nin her safhasında vazifesini yerine getirmiştir.
93 Harbi’nde Rusların eline geçen Aziziye tabyalarının kurtarılmasında, Nene Hatun ismiyle nam salan Anadolu kadını, Millî Mücadele’de battaniyeyi evlâdı yerine mermiye örten Kara Fatma’yla sembolleşiyordu. Anadolu kadını evlâtlarını çeşitli cephelerde savaşması için yetiştiriyor gibiydi. O çoğu zaman, cepheye gönderdiği evladının yüzünü bir daha görmüyordu. Ama o her şeyden önce bir anaydı; ana yüreği evlâtların ölmesine tahammül edemiyordu. Merhametliydi ve merhameti herkesin evlâdınaydı.
Hamdullah Suphi Tanrıöver, bir gün: “Anneciğim, gazetede okudum. Bir tabur asker donmuş bir göl üzerinden geçerken buzların altında kalmış.” der. Bunun üzerine “Eyvah!” diye bir çığlıkla karşılaşır Tanrıöver. Annesinin can evinden vurulduğunu görünce, onu yatıştırmak için, “Anneciğim yanlış anladın, buzlar altında kalan Türk taburu değil, Rus taburu…” deyince, annesi: “Olsun evlâdım. Sen daha baba olmadın, evlât sevgisini belki bilmezsin. Ben dünyadaki bütün çocukların annesiyim.” der.

Merhameti bu derece yoğun olan Anadolu kadını, vatanı işgale maruz kalınca, soluğu cephede aldı. Yıllarca süren savaşlarda, babasını, eşini veya oğlunu şehit vermiş olan Anadolu kadınları, vatanın işgal edilmesi üzerine mukaddes değerlerinin muhafazası için, kendisi de bizzat cepheye gidip savaştı. Anadolu kadını, yazdığı destanın ‘cephe sayfasında’ eksik olmasın istiyordu. Millî Mücadele, Anadolu kadınının kahramanlık hikâyeleriyle doludur:
Bu kahramanlardan biri Tayyar Kadın’dır. O, Osmaniye’nin Raziyeler Köyü’ndendi, asıl adı Rahime’dir. Tayyar Kadın, Kilikya’da Albay Arif’in 11. Tümen’inde savaşmıştı; 1920 Şubat’ında gönüllü milislerle Hasanbeyli Tüneli’nde Fransızlara saldırıp, onlardan seksen tüfek, iki makineli tüfek almışlardı. Tayyar Kadın, savaşta ölen iki kişiyi de sırtında taşımıştı. Çevikliğinden dolayı ona Tayyar Kadın adı verilmişti. 1920 Haziran’ında Osmaniye’de Fransız istihkamına yapılan hücuma o önderlik etmişti. Ve bu karargahın önünde şehit düşmüştü.
Millî Mücadele’deki kadın kahramanlardan biri de Emire Ayşe Aliye’dir. “Birçok kişide bulunmayan şecaatle, Aydın’da duman ve kanlar içinde çiğnenmemek için boynundaki ziyneti satarak bir tüfek tedarik eden kadın” diye anlatılıyor Emire Ayşe Aliye. Kendisine, “Harbe niçin girdin?” diye sorulduğunda; “Yunan, Aydın’a gelmeden önce altun paramı boynumdan atıp martini aldım ben. On beş gün evvel düşman Nazilli’ye geçti. Geçtiği yerleri yakıp yıkmaya başladı. Dayanamadım. Köylü, büyük adamlar, ‘Silâhı olan alsın çıksın.’ dedi. Aldım martini, ben de çıktım. Üç dört gün sonra harp başladı. Köylü bana, ‘Ya martini bize ver, ya harbe git.’ dedi. Aldım martini, köyümden gittim.” diyor.

Millî Mücadele’de savaşan kadınların yanı sıra, cephe gerisinde çalışan adsız kadın kahramanlar da vardı. Fotoğraf karelerinden tanıdığımız; omzunda top mermisi, kağnılarla cepheye mermi, mühimmat ve erzak götüren kadınların yaptıkları destanlaştırılacak işlerdendir.

Anadolu kadını cephedeki çalışmalarının yanı sıra, cephe gerisinde yardım toplama vb çalışmalarda da erkeklerle yarışmıştır. Bunlardan biri Hilal-i Ahmer’in (Kızılay), organize ettiği himmet toplantısında görülür. Bu organizasyonda Ankara erkeklerinden bin lira toplanabilmişti. Kadınlardan daha az, en fazla yüz lira toplanabileceği tahmin ediliyordu. Ancak umulmayan bir şey olmuştu. Kadınlar bu konuda da erkeklerden geri kalmamış, bin lira toplamaya muvaffak olmuşlardı. Bu yardım toplantılarından biri de, Kız Öğretmen Okulu salonunda yapılmıştı. O toplantıda konuşma yapan Halide Edip toplantıya katılanlardan birini şöyle anlatıyor: “Ben epeyce konuştuktan sonra, basma entarili bir kadın yanıma geldi. Anlaşılan gözleri pek görmüyordu. ‘Nerede, nerede?’ diye sordu. Ben yanına varınca, kollarını boynuma doladı. Kalbinin attığını duydum. ‘Senin ne dediğini anladığımı söylemek istiyorum. Benim Darü’l-Muallimat’ta (Kız Öğretmen Okulu) bir kızım var. O da hizmet edecek. Ben fukara bir çamaşırcı kadınım. Onu okutabilmek için her gün çalışıyorum. O da bir gün öğretmen olacak. Benim oğlum Çanakkale’ de şehit oldu. Ağlamıyorum. İşimi bırakmıyorum. Çünkü o zaman kızımı okutamam. Fakat, hep yeni savaşlardan söz ediyorsun. Çanakkale’de ölenleri hiç söylemedin!’ dedi ve göğsünden bir lira çıkararak ‘Hilâl-i Ahmer’in yaralılarına…’ diye uzattı. Karşı karşıyaydık. Birbirimizin gözünün içine bakıyorduk. Boynuna sarıldım. Yanaklarından öptüm ve gözlerimizden yaşlar boşandı.”
Oğlunu Çanakkale’de kaybetmiş, ancak vatanının kurtulacağına olan inancını kaybetmemişti Anadolulu anne. Hayata dört elle sarılmış, dişinden tırnağından artırdığıyla çorbada tuzunun bulunmasını istiyordu. Oğlunu şehitler ordusuna vermişti, kızını muallimler ordusuna hazırlıyordu, kendisi de var gücüyle çalışıyordu. Savaş devam ediyordu, hem de yıllardır devam ediyordu. Balkan Harbi, İtalyan Harbi, Çanakkale, Galiçya, Sarıkamış, Yemen, Sina derken düşman Anadolu’nun içlerinde ilerliyordu. Erkekler cephede destanlar yazıyordu. Ancak hayat da devam ediyordu. Hem cephe gerisinde kalanların, hem de cephedekilerin doyurulması gerekiyordu. Anadolu kadını toprağı sürüyor, ekiyor, biçiyordu. Elleri yarılmıştı, ayakları nasırlaşmıştı, yüzü esmerleşmişti. Tanrıöver, Halide Edip’le Anadolu kadınının bir karşılaşmasını şu şekilde nakletmektedir:
“Halide Edip, Millî Mücadele’nin başında Kalaba Köyü’nden gelen bir kadının yaz toprakları gibi çatlamış ellerine dikkatlice bakmıştı. Köylü kadın bunu gördü ve ‘İçerinin karısıyım, dışarının erkeğiyim. Bu el yumuşak kalsın, beyaz kalsın olur mu?’ dedi.” Evet o eller beyaz kalamazdı, yumuşak kalamazdı. Çünkü o eller saban tutuyor, tarla sürüyordu. Tohum ekiyor, ekin biçiyordu. Mermi taşıyor, tetik basıyordu. Yağmur-çamur, kar-kış demeden çalışıyordu. Onun, elleriyle, kaşıyla, gözüyle, ağzıyla, burnuyla uğraşacak zamanı yoktu. Bu bilmediğinden değildi. Elbette o da biliyordu, süslenmeyi, giyinmeyi, kuşanmayı. Ne zaman ne yapacağını biliyordu. ‘Gözün goca olursa süzersin, ağzın goca olursa büzersin, burnun goca olursa nidersin?’ diyordu. Farkındaydı elbette güzelliğin, güzelleştirecek şeylerin. Ancak buna zaman kalmıyordu. Çünkü o kendi veciz ifadesiyle, ‘içerinin kadını, dışarının erkeği’ idi.”
Anadolu kadının katlanamayacağı bir şey daha vardı: Dinine dil uzatılması ve küfredilmesi. “Türk’ün Ateşle İmtihanı”ndan öğrendiğimiz kadarıyla, işgal yıllarında azınlıklar vapurlarda her zaman ikinci mevki için bilet aldıkları halde birinci mevkide yolculuk yaparlarmış. Güçlerini işgal kuvvetlerinden alırlarmış. Yine bir defasında azınlık kadınlarından biri, hâdise çıkarmıştı. Biletine uygun yerde oturmak istemiyordu. İlgililer duruma müdahale edip onu biletine uygun yere gönderirken, o küfürler savuruyordu. Bundan sonrasını Halide Edip’ten dinleyelim: “Çıkarken kadının tekrar dine ve imana sövmesinden dolayı, o zamana kadar bir köşede oturan ihtiyar bir kadın, birdenbire bayıldı. Çantamdaki kolonya ile başını, bileklerini ovdum. Biraz kendine geldi; fakat durmadan ağlıyordu. ‘Benim gibi ak saçlı ve beş vakit namazında bir kadın dinine küfür edildiğini duyarsa ne yapabilir?’ diyordu.” Bunları diyor ve bir şey yapamamanın üzüntüsüyle kahroluyor, buna dayanamayıp bayılıyordu Anadolu kadını. Evet bayılmıştı ninemiz. En güçsüzünün, en yaşlısının yaptığı buydu. Dinine saldırılması bayıltacak kadar ızdırap veriyordu Anadolu kadınına.
Anadolu kadını, kendi topraklarının galip devletler tarafından işgal edilmesine mânâ veremiyordu. Artık üzerine gelinmesini istemiyor, rahat bırakılmasını istiyordu. Ancak onlar nifak tohumlarını atıp gidiyorlar, tekrar geri geliyorlardı. Millet-i sadıkayı tahrik edip isyan ettiriyorlardı. Asırlardır sulh içinde yaşayan insanları birbirine düşman ediyorlardı. Fatma Nine, Yunanlıların kendi köyünü yakması üzerine, “Bütün evleri yakmayın, hiç olmazsa yaşayanlar için bir dam bırakın, burada ne işiniz var?” diye seslendiğini, ancak kendisine, “Bizi Avrope yolladı.” dediklerini anlatıyor ve Halide Edip’e şunları söylüyor: “Bana bak kızım, o Avrope denilen adama söyleyin, biz ona fenalık etmedik. Biz biçare köylüleri rahat bıraksın.”

Anadolu kadını bayrağına düşkündü. Nasıl düşkün olmasın ki, bayrak, hürriyetin ve bağımsızlığın sembolüydü. Vatanında bayrakları dalgalanmayan bir ülkenin esir olduğu aşikârdı. Bu kadınlardan birisi, bayrak sevgisini “Türk’ün Ateşle İmtihanı”nda şöyle anlatıyor: “Yavrucuğum, ben Üsküp’ten beri beş göç gördüm. Ay yıldız nereye giderse peşinden gittim. Mutlaka onun altında ölmek istiyordum. Balkan Harbi’nden sonra İstanbul’dan çıktım. Anadolu’nun, Kâbe toprağı olduğuna inanırdım ve oraya kâfirlerin gireceğine inanamazdım. Onlar gelince şaşırdım. Bir mucize bekledim. Zafer haberi geldiği zaman Yunanlılar hâlâ şehirdeydi. Ay yıldız gelmeden ölmekten korkuyordum, sonunda bizimkilere kavuştum. Ben onlara sarıldım, onlar bana sarıldı. Ay yıldızın arkasından geldiğimi söylediğim zaman beni bayraktarın arkasından yürüttüler.”
Anadolu kadını, askerî savaşların yerine, ekonomik, kültürel ve sosyal savaşların yaşandığı günümüzde de, kültürünün muhafazasını temin için kolundakini, kulağındakini ve parmağındakini seve seve ortaya döküyor. Tarihteki hemcinsleri gibi, destansı sayfalara yenilerini ekliyor.


Muvazene

Aralık 25, 2006

Zekvan AYVAZ (sızıntı)

Güneşin gurub ettiği bir vakitte uyuyup da, henüz kavuşan ışıklarıyla gözlerini açan kimse afallayarak; vaktin sabah mı ? Akşam mı olduğunu düşünürken, biraz gözlerini oğuşturunca kafasının ağrıdığının farkına varır.

İnsan acizliğini idrak edemediği nisbette hayatında karşılaştığı hadsiz muammalara omuz silkmek zorunda kalır. Düşünen insanın; neden, niçin ve nasıl soruları arasıda kendisini sıyırabilen, kalbini itminana kavuşturma cehdini gösteren insanın hali böyle değildir. Çünkü o, başına gelen anlaşılmaz sıkıntılar, hadiseler karşısında omuz silkip geçemez, esrarlı perdeleri yırtıp arkadaki hakikatleri görmeden rahat edemez, ruhu huzura kavuşamaz. Onun bu tedirginliği, bulma merakı, mana âlemine dalıp esbab arkasındaki gizli kudreti araştırması hayvandan farkına ait âmillerdir.

Beşer, muvazene dendiği zaman eşit büyüklükte eşya veya kütleler aklına gelir. Fakat bu ağır ve cesim kütlelerde muvazene nasıl sağlanmıştır. Ayrıca, ha inat kadar muazzam bir insan vücudunda muvazene nasıl sağlanmıştır? Düşünemeyeceğimiz kadar büyük bir cisim yine düşünemeyeceğimiz kadar küçük bir zerre tarafından zîr-ü zeber olabilir. Diyelim ki çok muazzam, çok hassas bir terazi olsun. Biz bu terazinin iki ayrı kefesine iki aynı güneş koysak veya eşit büyüklükte iki dünya koysak veya aynı ağırlıkta iki yumurta koysak sarf olunacak ayni kuvvet ile o hassas azim terazinin bir gözü göğe, biri zemine inebilir.

Küreler arasındaki bu muazzam dengeyi düşünürken, milyonlarca zerre taşıyan harika insanın gözle görünmez bir mikrop karşısında dengesini kaybedip hasta olması, onun ne kadar hassas olduğunu bize gösterir. Bu muazzam fabrika her yönüyle tam kapasite ile çalışmakta, böbrekler her beş dakikada vücuttaki bütün kanı temizlemekte; karaciğer dörtyüze yakın görevini eksiksiz yapmakta; çizgili kastan teşekkül etmiş olan kalp, düz kasın çalışma programını uygulamakta; küçük dil trafik kanunlarını mükemmel tatbik etmekte; sindirim esnasında mukus hemen mide duvarlarını kaplayıp tuz ruhunun (Hidroklorik asit) mideyi delerek vazifeden kaçmasını engellemektedir.

Milyonlarca yumurta yumurtlayan balıklara kendi cinsini yeme özelliği verilip kürre-i arzın dengesi sağlanırken, insana da muazzam vücut küresini kullanma programı gönderilmiştir. Basit bir otomobili yapan, planını programını önceden çizen onu en ince teferruatına kadar düşünüp teşekkül ettiren kişi, elbette onun nasıl kullanılacağını da çok iyi bilir. Ne ile çalıştırılıp, nasıl hareket ettirileceğini, nasıl kullanılırsa arıza ortaya çıkacağını, çıkan arızanın nasıl giderileceğini, elbette ki onu en küçük vidasına, somununa kadar düşünen zat veya sırlarını öğrettiği bir başkası bilir.

Uyuma vakitlerini dahi tanzim edemeyen beşer; kendisini seyyareler arasındaki muazzam ilahi kanunun farkına varıp-uygulayıcısı değil de mucidi ve yaratıcısı sanırsa; kendi mühendisini kendi yaradanını tanımaz ve onun gönderdiği mesajlara kulak vermezse tabii ki hor ve hakir bir sudan dünyaya geldiğini sanacaktır. Fakat hak ve hakikate kulak veren, gece ve gündüzünü ayarlayıp, adımlarının artık daha sağlam olduğunu görecek ve cismini ruhuyla bütünleştirip aklını kalbiyle izdivaç ettirerek hayat dersini dinleyecek ve ruhunun başka âlemlerden getirdiği kadehlerdeki nağmelerin hazzını, sermest olup huzurla yudum yudum içecektir.


Motor Sinir Liflerindeki Sır

Aralık 25, 2006

Dr. Suat SOYSAL (sızıntı)

En güzel şekilde yaratılmış olan insan, en girift sisteme sahip varlıklardan biridir. Beden-nefis ve ruh olarak üç farklı tabakadan meydana gelen insanın bedeni de, bir saray ve şehir hükmünde yaratılmıştır. İç içe geçmiş sistemlerin bir arada ahenkli şekilde işletildiği vücutta sinir sistemine, bütün diğer sistemlerin faaliyetlerini kontrol ve düzenleme görevi verilmiştir. Vücuttaki yerleşimi açısından sinir sistemi, beyin ve omurilikten ibaret merkezî sinir sistemi ve bütün organlara dağılan çevreyi kuşatan (çevre) sinir sistemi şeklinde iki ana bölüme ayrılır. Çevreye ait sinirler, omurilikten çıkarak vücudun her tarafına dağılır. Çevre sinirlerinin bir tanesinin içinde milyonlarca sinir lifi (akson) mevcuttur. Çevre sinirlerinin bazıları hareketle ilgili (motor sinir) olup, kaslarımızın çalışmasına vesile olur. Bazıları, vücudun her tarafından alınan duyuları beyne taşımakla vazifeli olup, duyu sinir lifleri olarak tarif edilir. Meselâ dokunma, basınç, ağrı, sıcak-soğuk ve deri ile alakalı diğer uyarılar, duyu sinir lifleriyle beyne taşınır.

Çevre sinirlerinin iyileşmesi, aklı hayrete düşüren, esrarengiz reaksiyonların gerçekleştiği biyolojik bir hâdisedir. Çevre sinirleri, herhangi bir yaralanma veya darbe neticesinde bütünlüklerini kaybedebilir, hatta kopabilir. Sinir hücresinin genetik programına yerleştirilen olağanüstü tamir ve iyileşme potansiyeli, gecikmeden yapılan uygun cerrahî müdahale ile tetiklenebilirse, sinirlerin eski sağlıklı durumlarına geri dönüş ihtimali artmaktadır.

Ancak çevre sinir liflerinin bir kısmının duyu, bir kısmının da hareket siniri olması, bu iyileşme hâdisesini girift hâle getirmektedir. Bir sinirin kesilmesi durumunda arızasız bir iyileşmenin elde edilebilmesi için, kesilen noktanın her iki tarafında kalan kopuk motor ve duyu liflerinin karşılıklı olarak bir araya getirilmesi (duyu ile duyunun, hareket ile hareket sinir uçlarının buluşturulması), iyileşme açısından mecburidir. Sinir cerrahları, iyileşme vesilesi bu buluşmayı sağlayabilmek için, birtakım metotlar kullanmaktadır. Meselâ cerrahlar sinirleri, birbirine bağlamadan (dikmeden) önce, hareket ve duyu liflerinin kesik uçlarının hangileri olduğunu, ayna görüntülerine göre tahmin ederek belirlemeye veya ameliyat esnasında bazı ayırt edici boyalar kullanarak bu lifleri işaretlemeye çalışmışlardır. Ancak bu teknikler, hem uygulaması pratik olmayan, hem de yanlış netice verebilen beşerî müdahalelerdir.

Son zamanlarda yapılan araştırmalar, sinir hücrelerinin kendi eşini bulma potansiyelinin yaratılışlarında mevcut olduğunu, özellikle hareket liflerinin, kesiğin her iki tarafında birbirini bulduğunu göstermektedir. Bu durumu araştırmacılar, “tercihli hareket liflerini eklemlendirme (iletilendirme)” olarak tarif etmektedirler. Hareket liflerindeki bu seçici ve tercihli buluşma, sadece kesi hattının iki yanında değil, aynı zamanda hedef organ seviyesinde de olmakta ve her life, kendi hedefi tespit ettirilerek neticelendirilmektedir. Bu mu’cizevî hâdise, öylesine kararlı ve tesadüflerden uzak bir şekilde gerçekleştirilmektedir ki, cerrahî müdahaleye dayalı tamir, deney hayvanlarında kasten hatalı yapılsa veya kesiğin her iki ucu arasında bir boşluk bırakılsa dahi, hareket liflerinin karşı taraftaki hareket dallarını seçici bir şekilde, şaşırmadan bulabildikleri tespit edilmiştir. Akıl ve iradeden yoksun sinirler, cerrahlara âdeta; “Siz beni karşı karşıya getirin yeter, Allah’ın izniyle ben yolumu bulurum.” demektedir. Bu hâdiseyi hayalimizde şöyle canlandırabiliriz: İçinden binlerce ince (mikron ölçeğinde) fiber optik telefon kablosu geçen ve Avrupa’yı ABD’ye bağlayan okyanus dibine döşenmiş ana kablonun koptuğunu ve dolayısıyla iki kıta arasındaki bütün haberleşmenin durduğunu düşünelim. Sonra bu ana kablonun kesilen iki ucundaki dış plâstik muhafazanın usta dalgıçlarla bir araya getirilerek dikildiğini ve başka bir işlem yapılmadığını kabul edelim. Buna rağmen binlerce ince fiber optik kablo, sanki ilâhî bir emir almışçasına büyümeye başlamakta ve herbiri kendi eşini bulup kaynaşmakta, böylece iki kıta arasında haberleşme tekrar tesis edilmektedir.

Sinir kesilmesinden hemen sonra, hareket lifleri kesinin karşı tarafındaki hem duyu, hem de hareket liflerine rastgele yeni dallar göndermeye başlamaktadır. Karşı taraftaki duyu dallarına büyüme esnasında yanlış bir şekilde giden hareket dalları, kesilmenin üçüncü haftasından sonra âdeta budanarak büyümesi durdurulmaktadır. Ancak doğru hareket lifleriyle birleşerek adeta eşini bulan hareket lifleri, büyümelerini sürdürmekte ve hedef organlara ulaşabilmektedir. Böylece muhtemel hatalı bir bağlantının oluşması ve yanlış mesaj gönderilme ihtimali, önlenmiş olmaktadır. Burada mesaj taşıyıcı kanalları doğru şekilde birbirine tekrar bağlama, temel olarak sebepler diliyle şu şekilde izah edilmektedir. Kesilen bölgenin karşı tarafındaki duyu liflerinin dış kılıfında bulunmayan ancak hareket liflerinde bulunan ihtisas sahibi “tanıyıcı kimlik molekülleri”nin varlığı, hareket liflerinin hedef organa doğru büyümesinde veya budanmasında vazifeli anahtar yapıdır. Buna örnek olarak L2 carbohydrate verilebilir. L2 carbohydrate duyu liflerinde nâdiren bulunurken, hareket liflerinin dış kılıfını oluşturan schwann hücrelerinden hususî bir ölçü ve mekanizma ile salınmaktadır.

Çocuk felcinde iyileşme

Çocuk felci bir virüsün sebep olduğu ve sinirlerin harabiyetiyle neticelenen ciddi bir hastalıktır. Bu hastalıkta kaslara giden hareketi sağlamada vazifeli motor sinirler öldüklerinden, ilgili kaslarda felç ortaya çıkar. Ancak felcin sebebi, kas liflerinin değil, sinir liflerinin ölmesidir. Çocuk felcinde, sinir kopmalarında ortaya çıkan hârikulâde iyileşmenin bir benzeri görülmektedir. Sağlam kalan sinir liflerinin etrafına yeni dallar gelmekte hareket sinirleri ölü, felç olmuş kas lifleri ile bağlantılar teşkil etmekte ve bunların yeniden çalışmasına vesile olmaktadır. Ancak bu işlem epeyce zaman almaktadır. Bundan dolayı, felçli kasların yeniden sinirlerle donatılıncaya kadar ölmelerinin engellenmesi gereklidir. Bunun için de bu felçli kasların, dışardan elektrik uyarılarıyla veya masajla hareketi temin edilmeli ve ilgili organların canlı tutulması sağlanmalıdır. Bu tür bir iyileşme olmasına rağmen geçen süre içinde yardım edilerek kasları çalıştırılmamış felçliler, hassas hareketleri yine de yapamamaktadır. Bunun sebebi, hareket sinir lifinin çalıştırdığı kas lifi sayısının sağlıklı kişilerdekine kıyasla oldukça artmış olmasıdır. Zîrâ sağlam sinirler, hem doğuştan kendilerine verilmiş olan kas liflerini, hem de çocuk felcinden ölmüş sinir liflerinin uyarması gereken kas liflerini çalıştırmak mecburiyetinde kaldıklarından, hassas hareketleri gerçekleştirme kapasiteleri yok olmaktadır.

Sinirlerin iyileşmesinde gözlenen bu akıl almaz harika mekanizmaların varlığını tesadüflere bağlamak ve bütün bunların kendi kendine olduğunu iddia etmek akıl ve vicdan ile telif edilemez. Bu işleri ya Kudreti ve İlmi Sonsuz’a vereceğiz; yahut hücreleri oluşturan atomların Kur’an-ı Kerim’de bize öğretilen Yaratıcı’ya ait sıfatlara sahip olduğunu kabul edeceğiz. Bu ise hem muhal içinde muhal, hem de atomlara ilâhlık yükleyecek kadar saçma bir hükümdür.

Kaynaklar
– Brushart TME. Motor axons preferentially reinnervate motor pathways. J Neurosci 13: 2730, 1993.
– Martini R, Xin Y, Schmitz B, Sachner M. The L2/HNK-1 carbohydrate epitope is involved in the preferential outgrowth of motor neurons on ventral root and motor nerves. Eur J Neurosci 4: 628, 1992.


Bakış Açımız

Aralık 25, 2006

Bakış açısı, derinlere dayalı bir felsefedir. İnsanların bakış açısı onların şahsiyet ve kimliklerini belirler. Yani bir meseleyle karşılaşılınca, onu değerlendirmesi, ona karşı gösterdiği tepki ve aksülamel, o meselenin fikir ve amel planında meydana getirdiği değişmeler, müspet veya menfi alınan tavırlar kişinin inanç, kültür ve tecrübe durumlarını ve bunların seviyelerini gösterir. Nitekim “medeniyet”in tarifini yapan düşünürler çoğunlukla “dünya görüşü”, “hayata bakış şekli” demekte ittifak ederler.

“Bakış açısı” tabirini biraz açmak için “Neye bakış açısı?” sorusunu cevaplayalım:
Her şeye!
Hayata, ölüme, başarıya, başarısızlığa, zenginliğe, fakirliğe, paraya, mevki ve makama, yetki ve salahiyete.
Dosta, düşmana.
Kadına-erkeğe, büyüğe-küçüğe.
Hatta zelzele, hastalık, savaş, kıtlık, bolluk-darlık, musibet… ve ekonomik krize bakış açısı. Nitekim aynı hâdise karşısında insanların tepkisi bir değildir. Sözgelimi ölüm hadisesi inanan insanla inanmayan insanın, iyi ve müttakî ile fâsık ve günahkar kimselerin üzerinde aynı tesiri hâsıl etmez.

Sözü fazla uzatmadan şunu demek istiyoruz: Hayatın her meselesinde olduğu gibi musibetler ve hususen şu ekonomik ve mâlî kriz karşısında bir Müslümanın takınması gereken tavır, gayr-ı müslimlerin tavrından farklı olmalıdır.

Acaba bunu hiç düşündük mü?

Düşündükse, kendimizi bir sigaya çekip muhâkeme ve muhâsebeden geçirdik mi: Değerlendirmelerimiz ve bu değerlendirmeler sonucu ortaya koyduğumuz tavırlarımız ve sarf ettiğimiz sözler ve yaptığımız fiillerin ne derece İslamî olduğu? sorusuna cevap verdik mi? Verdiğimiz cevaplar ayet ve hadislere mi dayanmakta yoksa çevremizden veya televizyondaki bir açık oturumda söylenenlerden duyduklarımıza, yada rast gele bir gazeteden okuduklarımıza mı dayanmakta!

Eğer Müslümanlığımızın Allah nezdinde makbul olması, bir bakıma, bu çeşit durumlar karşısında ortaya koyacağımız, İslama uygun sağlıklı tepkiye bağlı ise bu soruya müspet cevap verebilmemiz gerekir.

Şu sahih hadis açısından, tepkimizin –bir sözle dahi olsa- hayatî önem taşıdığını bilmemiz gerekir:
“Muhakkak ki kul, Allahın rızasına uygun bir kelam sarfeder de bunun kazandıracağı dereceyi bilemez, halbuki Allah, o söz sebebiyle, kıyamete kadar kendisinden razı olur. Yine kul, bir kelam sarfeder de onun sebebiyle, Allahın kendisine gadab edeceğini hiç düşünemez. Halbuki Allah o sözü yüzünden, kavuşacağı güne kadar ona gadab eder” (1).

Bu hadiste ifade edilen yasağın bir çerçevesi olmadığı için bütün konuşmalara şâmil olduğunu söyleyebiliriz. Hatta bir başka hadis, fitne sırasında başvurulması gereken tedbirlerden biri olarak sükûtu yani “konuşmama”yı tavsiye etmektedir(2). Yine Resulullah bir keresinde “Ya hayır konuş yada sus” derken(3) bir diğer seferinde de: “Emr-i bil-maruf ve nehy-i anil-münker ile zikrullah dışındaki bütün sözlerinin, kişinin lehinde değil aleyhinde olduğuna (4) dikkat çeker.

Burada hassaten, asıl konumuz olan iktisadî kriz, deprem, fitne ve benzeri meselelerde uluorta konuşmalara çok dikkat edilmesi gerektiğine dikkat çekmek istiyoruz. Çünkü “kalbin tercümanı” durumunda olan sözümüz(5) ve tavrımız, Kuran tarafından açık ve kesin bir üslupla belirtilen şu düstura ters düşebilir: “Allah ve Resûlünün beyanını olduğu gibi kabul etmek”. Bir müminin, olmazsa olmaz diye ifade edebileceğimiz temel vasfı “Allah ve Resulüne” itiraz etmemek, onlara muhalif düşmemektir. Çünkü doğrunun, gerçeğin ve hakikatin kaynağı onlardır. Bu hususu teyit eden sadece üç kısa ayetin mealini kaydediyoruz:
“Rabbine yemin olsun ki, onlar, aralarında çıkan ihtilafta seni hakem tayin edip, sonra da senin verdiğin hükme, içlerinde bir rahatsızlık hissetmeden tam bir teslimiyetle razı olmadıkça onlar mümin olamazlar” (6).

“Allah ve Resûlü, müminleri ilgilendiren işlerden bir şey hususunda bir hükümde bulunduğu zaman, ne erkek ne de kadın hiçbir müminin, o meselede (bir başka hükmü tercih etmek) muhayyerliği yoktur. (Kim bu hükme uymayarak) Allah ve Resulüne âsi olursa, mutlaka, pek açık bir sapıklığa düşmüş olur” (7).

Üçüncü ayet, hem daha açık hem de daha kesin muhtevasıyla imanda sağlamlık arayan kalpleri “yanlış”a düşme endişesinden ürpertip teyakkuza sevk edecek mahiyettedir: “Aralarında hükmetmek üzere Allah ve Resûlüne (uymaya) çağrıldıkları zaman müminlerin sözleri “işittik ve itaat ettik” demekten ibâret olmalıdır. İşte gerçek mümin bunlardır” (8)

. Söz ve tavırlarımızda böylesi bir hassasiyet ve itinaya yer vermediğimiz takdirde, yine Kuranın ifadesiyle “Kendi hevamızı (yani bir kısım arzu ve kaprislerimizi) kendimize ilah (tanrı) kılmak” (9) gibi ciddi bir şirke düşme tehlikesiyle baş başa kalabiliyoruz.

Kaynaklar :
1-Müstedrek 1, 45, Tirmizi, Zühd 8.9 (2416, 2418, 2421.hl.
2-Ebu Dâvud, Melâhim 17, 4343. h. (Başka rivayetler için bak. İslam Işığında Anarşi s. 316-17).
3-Buharî, Rikâk 23, Müslim, İman 75-77
4-Feyzul-Kadir 5,57,sh
5-A. e. 5,57.
6-Nisa 65.
7-Ahzâb 36.
8-Nur 51.
9-Furkân 43.
Prof. Dr. İbrahim CANAN

sorularlaislamiyet.com
 


EDİLLE-İ ERBAA (DÖRT DELİL)

Aralık 25, 2006

Dört delil: Kur’ân, Sünnet, İcmâ, Kıyas.

Edille, delil kelimesinin çoğuludur. Erbaa dört demektir. “Dört delil” anlamına gelir. Bu tâbir İslam hukukunda fıkhın dayandığı dört ana kaynağı ifade eder.

Bunlar; Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas’tır.

1) Kitap: Kur’ân-ı Kerîm’dir. Hz. Muhammed’e yüce Allah katından Cebrâil (a.s.) vasıtasıyla 22 yıl, 2 ay ve 22 günde nâzil olmuştur. Kur’ân, önceki semâvî kitaplar gibi yalnız inanç kitabı değil, hem inanç ve hem de insanlar arası münâsebetleri düzenleyen ve hayatı düzenleyici hükümleri kapsayan bir kitaptır. Âyetlerde şöyle buyurulur: “Biz Kitap’ı sana her şeyi beyân için indirdik” (en-Nahl, 16/89). “Kitapta hiçbir şeyi ihmal etmedik” (el-En’âm, 6/38). Kur’ân-ı Kerîm Hz. Muhammed’e ilk defa tefekkür ve ibadet için gittiği Hıra mağarasında, Ramazan ayının Kadir gecesinde inmeye başlamıştır. İlk inen âyetler: “Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı alâk’tan (kan pıhtısı biçimindeki embriyodan) yarattı. Oku, Rabbin sonsuz kerem sahibidir. Ki O, kalemle (yazı yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini O öğretti ” (el-Alâk, 96/1-5). Son âyet ise Vedâ Haccı sırasında Zilhiccenin dokuzuncu günü inmiştir. Bu âyet de şudur: “Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim. Üzerinizde olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı verip ondan hoşnut oldum” (el-Mâide, 5/3). İbn Abbâs’a göre, Bakara Sûresinin 281’inci âyeti bundan daha sonra inmiştir.

Kur’ân’ın ilk inen âyetlerinde daha çok ahiretle ilgili bilgiler yeralır. İnsanlar İslâm’a alıştıktan sonra helâl ve harama dâir âyetler inmiştir. Âyetlerin çoğu ya bir soru ya da bir olay üzerine inmiştir. Buna “Esbâb-ı nüzûl * (iniş sebebi)” denir. Kur’ân nâzil oldukça Hz. Peygamber, inen ayetleri vahiy kâtiplerine yazdırırdı. Hangi âyetin nereye yazılacağını söylerdi. Âyetlerin tertibinin yazılışı sırasında Vahye dayanıldığında görüş birliği vardır. Sûrelerin sıralanışının da Vahye dayandığı kuvvetli bir görüştür.

2) Sünnet: Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirleridir. “Bir kimse uyuyarak veya unutarak namazı geçirirse, hatırlayınca kılsın” (Ebû Dâvud, Salât, II; Dârimî, Salât, 26) hadisi sözlü sünnetin; “Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın” (Buhâri, Ezan, 18, Edeb, 27, Ahad, I) hadisi fiili sünnetin; su bulamadığı için teyemmümle namaz kılan bir sahabenin, namazdan sonra su bulduğu halde namazını iâde etmemesi ve Hz. Peygamber’in onu tasvip etmesi takrîrî sünnetin örnekleridir. Fıkıhta Kur’ân’dan sonra ikinci ana kaynağın Sünnet olduğunda görüş birliği vardır. Sünnetin delil oluşu âyetlerle sâbittir. Bazı âyetler şunlardır:

“Peygamber size neyi verirse onu alın; size neyi yasaklarsa, ondan da uzak durun” (el-Haşr, 59/7).
“Hayır, Rabbına andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem kılıp; verdiğin hükme, içlerinde bir sıkıntı duymadan rıza ve teslimiyet göstermedikçe iman etmiş olmazlar” (en-Nisâ, 4/65) ”Peygambere itaat eden Allah’a itaat etmiş olur” (en-Nisâ, 4/80). “Ey iman edenler, Allah’a itâat edin, Peygamber’e ve sizden buyruk sahibi olanlara (ulû’l-emr’e) itâat edin” (en-Nisâ 4/59). ”Allah ve Rasûlü birşeye hükmettiği zaman, iman eden erkek ve kadına artık işlerinde muhayyerlik yoktur” (el-Ahzâb, 33/36).
Sünnet, Hz. Peygamber’in Rabbinden aldığı elçilik görevini tebliğinden ibarettir. Bu konuda âyette: “Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et; eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun ” (el-Mâide, 5/67).
Kur’ân’ı Kerîm Hz. Peygamber’in vahiyle konuştuğunu haber vermektedir: “O, kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması ancak indirilen bir vahiy iledir” (en-Necm, âyet, 3-4). Diğer yandan Kur’ân âyetleri, Peygamber’e iman edilmesini açıkça bildirir: ”Allah’a ve okuyup yazması olmayan (ûmmî) Peygamber’e ibâdet edin; o Peygamber de Allah’a ve O’nun sözlerine iman etmiştir ve Ona itâat edin ki hidâyete eresiniz” (el-A’raf, 158).
Sünnetin Kur’ân’ı Kerîm karşısında üç fonksiyonu vardır. Sünnet Kur’ân’ın müphem ve mücmel olan âyetlerini açıklar; umûmî hükümlerini tahsis eder; nâsih ve mensûh’u bildirir; Kur’ân’da asılları sâbit olan nasslara tamamlayıcı hükümler getirir; Kur’ân’da bulunmayan bir kısım hükümler koyar. Kur’ân’daki namaz ve zekât emirlerinin edâ şeklinin sünnetle açıklanması; karısı zinâ eden ve bunu isbat edemeyen erkeğin mulâane yoluna gitmesi halinde evliliğin sonra ereceği hükmü ile ehlî eşeklerin ve yırtıcı kuşların etinin yenmesini yasaklayan hadisler bunun örnekleridir (Muhammed Ebû Zehra, Usulü’l Fıkh, s.113, 114).

3) İcmâ: Sözlük anlamı; ittifak ve görüş birliği demektir. Bir terim olarak; Hz. Peygamber’den sonraki bir çağda İslâm müctehidlerinin, bir konu üzerinde ittifak edip aynı görüşü paylaşmalarıdır. Bu târife göre icmâda şu şartların bulunması gerekir:
a) Müctehid olmayanların ittifakı, dini bir delil sayılmaz. Müctehid; delillerden dinî hükümler çıkarma yeteneğine sahip olan kimsedir.
b) Müctehidlerin ittifakı, dinî bir meselenin hükmü üzerinde ilk görüş birliği meydana geldiği zaman aranır. Daha sonra görüş değiştirmekle icmâ bozulmaz. İcmâ için müctehidlerin bir mecliste toplanması şart değildir. Bütün dünyadaki İslâm bilginleri bir meselede görüş birliği etmekle icmâ oluşturulmuş olur.
c) İcmâ, bir asırdaki bütün müctehidlerin ittifakı olduğundan, bir grup müctehidlerin ittifakı icmâ sayılmaz.
d) Dinî yönü bulunmayan konulardaki görüş birliği icmâ sayılmaz. Zaten İslâm’da dini ilgilendirmeyen bir mesele olmaz. Dünyada meydana gelen her olayın dinî yönü vardır. Ve İslâm her konuda hüküm koymuş her meseleye çözüm getirmiştir. İşte bu şartlar yerine gelince icmâ bir delil olur. Artık müslümanların bu meseleye uymaları gerekir.
Ayette; “Kim kendisine hidâyet belli olduktan sonra, Rasûl’e karşı gelir, mü’minlerin yolundan başka bir yola uyarsa ona döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız” (en-Nisâ, 4/115) buyurulur.
İcmâ’ın bir delil olduğunu ifade eden hadisler de vardır: “Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da güzeldir” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 379). “Ümmetim dalâlet üzerinde birleşmez” (İbn Mâce, Fiten, 8). Hz. Ömer’den şöyle nakledilmiştir: “Kim cennetin ortasında olmak yani oraya girmek istiyorsa, cemaatten ayrılmasın; çünkü şeytan boş kalan kimse ile beraber olup iki kişiden uzaktır” (İmam,Şâfii, er-Risâle, s.474).
İcmâ; sarih, sükûtî ve meselenin belli bir kısmı üzerinde görüş birliği etmek üzere üçe ayrılır. Sarih icmâ; her müctehidin icmâ konusu mesele üzerindeki görüşünü açıkça söylemiş olduğu icmâdır. Sükuti icmâ; herhangi bir asırda, ictihad yetkisi olan bir ilim adamı belli bir görüşe varır ve bunu ilân ederse ve kendisini tenkid eden çıkmazsa buna sükûti icmâ denir
İmam Şafii ve bazı bilginler bunu delil saymaz. Meselenin bir kısmı üzerinde icmâ’a gelince; meselâ miras konusunda sahâbiler, ölenin kardeşleriyle birlikte mirasa giren dedeşinin üçte birden az olmamak üzere mirasçı olacağını, kimisi de mirasın tamamen dedeye kalacağını söylemiştir. Burada dedenin her iki durumda da miktarı değişmekle birlikte mirasçı olacağı konusunda görüş birliği oluşmuştur (Muhammed Ebû Zehra, İslâm Hukuku Metodolojisi, s.179).

4) Kıyas: Bir şeyi başka bir şeyle ölçmek, karşılaştırmak anlamına gelir. Bir terim olarak; hakkında âyet ve Hadislerde bir hüküm gelmemiş olan bir meseleyi ortak özelliklerinden dolayı, hakkında hüküm gelmiş olan bir mesele ile karşılaştırmak, onun hükmünü buna da vermek demektir. Kur’ân ve hadiste bulunmayan yeni bir olay, Kur’ân ve hadisteki benzerleriyle karşılaştırılır. Aralarında ortak benzerlik olunca birinin hükmü diğerine verilir. Buna şarap örnek verilebilir. Şarap Kur’ân-ı Kerîm’de yasaklanmıştır. Ancak daha sonraki dönemlerde rakı, votka, şampanya, viski gibi değişik adlarda içkiler ortaya çıkmıştır. Bunlar Kur’ân-ı Kerîm’de isim olarak zikredilmez. Şarabın sarhoşluk verdiği için yasaklandığı, üzerinde düşünülünce anlaşılacağı gibi, çeşitli hadisler de bunu belirtmiştir. Bu yeni içki çeşitleri de sarhoşluk verir. Bu ortak özellikten dolayı şarabın hükmü kıyas yoluyla diğerlerine şamil olur.

Kıyasın delil oluşu âyet ve hadislerle sâbittir. Ayette; “Ey iman edenler Allah’a itâat edin, Peygamber’e itâat edin ve sizden buyruk sahiplerine itâat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz, Allah’a ve Peygamber’e havale edin ” (en-Nisâ, 4/59) buyurulur. Birşeyi Allah’â ve Rasulüne havale etmek, ancak Kur’ân ve Sünnetin işaret ettiği amaçları bilmekle olur. Bu da kıyas demektir.
Bazı sahâbîler, Ebû Bekir’e bey’at ederken, Peygamber (s.a.s.)’in Onu namaz için İmam olarak seçtiğini gözönüne almışlar ve hilâfeti, namaz imamlığına kıyas ederken; ”Peygamber, onu din işimizde İmam tâyin etmiştir. Öyleyse biz onu, dünya işimizde niçin İmam tanımayalım” (es-Serahsı, Usûl, II, 131, 132; İbn Kayyim el-Cevziye, İ’lâmü’l-Muvakkıîn, Kahire, 1325-1326, I, 253)
Kıyas dört rükünden meydana gelir:
a) Asl: Bu, hükmü beyan eden nass olup “hüküm kaynağı” adını da alır.
b) Fer: Bu, hakkında nass bulunmayan meseledir.
c) Hüküm: Bu, kıyas vasıtasıyla asl’dan fer’e geçmesi istenilen şeydir.
d) Ortak illet: Bu da hem asl hem fer’de bulunan bir vasıftır. Kıyasın dayanmış olduğu esası teşkil eder.
İlletle hikmet birbirinden farklıdır. Hikmet, hükme uygun bir vasıf olup, çoğu hallerde gerçekleşen mazbut ve mahdut olmayan bir şeydir. Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre hükümler hikmete değil, illete dayanırlar.
İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre bazan kıyas nass’la çatışabilir. Bu Kur’ân ile sünnetin âmm (umûmî) ifadeleri veya haber-i vâhid olduğu zaman meydana gelir. Hanefilere göre âmm delâlet bakımından kesindir. Kıyas ise nasıl olursa olsun zannîdir. Ancak âmm herhangi bir delil ile tahsis edilirse zannı olur. Çünkü âmm, tahsis edildikten sonra şâmil olduğu fertlerden bazısına delâlet etmez. Bu yüzden Hanefiler, âmm’ın ilk tahsisten sonra artık kıyas ile de tahsis edileceğini söylerler. Meselâ; “…Bunlardan başkası size helâl kılındı” (en-Nisâ, 4/24) âyeti, Hz. Peygamber’in ittifakla kabul edilen “…Kadın, erkek kardeşinin kızı ve bacısının kızı üzerine nikâh edilmez” (Buharı, Nikâh, 27; Müslim, Nikâh, 37-39) hadisi ile tahsis edilmiştir. Bu şekilde bir defa tahsise uğrayan bir âyet, zannı bir delil ile tekrar tahsisi kabul edebilir.

kaynak: islam fıkıh ansiklopedisi


Eleştiriden düşmanlığa

Aralık 25, 2006

Oksidentalistler için Batı’nın en büyük günahı, inancın düşmanı olan zevk ve sefa düşkünü putperestlik: Batı, sekülerleşme adı altında, barbarlıktan güç alan yeni ‘Cahiliye’ devrinde…

 

 

1978 yılında yayımladığı ‘Oryantalizm’ (Şarkiyatçılık) adlı kitabıyla bir zihniyet devrimi yaşamamıza neden olan Edward Said’e göre oryantalist söylemin temel özelliği Batı’nın eşsizliğini vurgulamak için Doğu’yla farklılığının altını çizmekti. Batılılar genel bir söylemle, ‘Ben Batıyım, akıl, bilim ve demokrasiyim. Sen Doğusun, duygu ve içgüdü, dinsel fanatizm ve diktatörlüksün’ diyorlardı. Oryantalizm söylemine yöneltilen eleştirileri bir an için görmezden gelerek soralım: Yıllardır Said’in tanımladığı türden kurumsallaşmış bir önyargının kurbanı olduğumuzu düşünüyoruz. Peki hikâyenin öteki tarafı yok mu?
Kahire Üniversitesi’nin solcu İslam felsefesi profesörü Hasan Hanefî, 12-13 Şubat 2002’de İstanbul’da toplanan İKÖ-AB Ortak Forumu sırasında kendisine, “Oryantalizme karşı, bir tür oksidentalizm (garbiyatçılık) mi öneriyorsunuz?” diye soran Umran Dergisi yayın yönetmeni Yusuf Kaplan’a şöyle diyordu: “Tabii ki. Böyle bir şeye şiddetle ihtiyacımız var. Batı, oryantalizmle kendisini Doğu’yu bilen/araştıran/tanımlayan bir Özne; Doğu’nun kendisini ise bilinen, hakkında araştırma yapılan ve tanımlanan bir Nesne olarak konumlandırmıştı(.) İşte şimdi bizim bu rolleri değiştirmemiz, yıkmamız, tersine çevirmemiz gerekiyor.”


Tersyüz etme yöntemi


İlk bakışta hakkaniyetli bir tersyüz etme eylemi gibi görünüyor, ama durum Hanefi’nin ifade ettiği kadar basit mi? Oksidentalizm, genel anlamıyla, Batı tarafından Doğu zorbalığı, şaşaası, acımasızlığı, şehveti, felsefesi, bilgeliği, coğrafyası gibi başlıklara indirgenmiş olan Doğu’nun, Batı’yı sığlığa, çürümüşlüğe, sömürgeciliğe, makineleşmeye, ahlaksızlığa ve inançsızlığa indirgemesinin adıdır. Evet, yüzlerce yıl süren korkunç sömürgecilik dönemi, CIA’nin kirli planları, ABD ordusunun Irak’taki gibi vahşi müdahaleleri, Wall Street politikaları, dejenere Hollywood filmleri ve daha nicesi Batı düşmanlığını haklı çıkarmaya yeterlidir. Ama bugün radikal İslamcıların ABD’yi Büyük Şeytan olarak nitelemesiyle zirveye çıkmış olan düşmanlık hali, bildiğimiz türden politik Batı eleştirisini çoktan aşmış durumda. Doğu ile Batı arasındaki savaş aynen Mecusilikteki, iyiyi temsil eden Yezdan ile kötüyü temsil eden Ehriman arasındaki ölümcül savaşa döndü. Son karikatür krizi ise ateşin harlandığı bir döneme işaret ediyor.
2004 yılında yayımladıkları ‘Oksidentalizm’ adlı kitapla önemli bir tartışma başlatan İan Ama Buruma ve Avashai Margalit’in bu yorumlara yaptığı özgün katkı ise, oksidentalizmin (ve silah arkadaşı anti-Semitizmin) İslam’ın ürettiği bir kavram olmadığı, hele bir ‘Ortadoğu hastalığı’ hiç olmadığı yolunda. Yazarlara göre ilk kez 1942 Temmuzu’nda Japonya’nın Kyoto şehrindeki konferansta Japon milliyetçilerince formüle edilen oksidentalizm, 18. yy Alman romantizmi, 19. yy Panislavizmi, 1930’ların Hitler faşizmi, İtalyan nasyonal sosyalizmi ve Stalinci komünizminin doğurduğu bir kötü fikirler dizgesi. Yani oksidentalizm aslında Batı’nın (Frankistan’ın) yarattığı bir çeşit Frankeştayn canavarı. Radikal İslamcılık ve küreselleşme sadece katalizör rolü oynuyor. Gerçi, Buruma ve Margalit, İslam’ın Tevhid fikrine gayet aykırı olan bu ve Manici (3. yy’da İran’da doğmuş dinsel akım) kavrayışın, yani evreni, ‘ışığın çocuğu iyilikle, karanlığın çocuğu kötülüğün sonsuz savaşı’ olarak görme halinin İslam’a nasıl sızdığını tam anlatamıyorlar. Ayrıca yazarların yaklaşımlarındaki, ‘Doğu-Batı düşmanlığı için bile Batı’nın ideolojik cephaneliğine muhtaçtır’ diye özetlenebilecek bir çeşit oryantalizme düşüyorlar.
Dahası, ‘Doğu’ya her ne kötülük gelmişse Batı’dan gelmiştir’ şeklinde özetlenebilecek, oksidentalist bir çıkarım yapıyorlar, ancak yazarların tezleri ilgiyi hak ediyor.


Dört büyük günah


Büyük şehirler: Yazarlara göre, oksidentalistler Batı’nın dört temel kötü özelliğinden nefret ediyorlar: Bu kötülüklerden birincisi erdemli taşra hayatını zehirleyen, köksüzlüğün, kibrin, çürümüşlüğün, manasız kozmopolitliğin merkezleri olan, Müslümanların ve Hıristiyanların aynı dine, yani paraya taptığı büyük şehirler.


Oksidentalistlerin öncüllerinden Panislavist yazar F. Dostoyevsky’nin kahramanları için St. Petersburg ‘dünyanın en absürd şehri’ idi. Hitler için Berlin yıkılıp yeniden inşa edilmesi gereken ‘aşağılık’ bir yerdi. Amerika doğumlu, Fransa ve İngiltere eğitimli ünlü şair T.S. Eliot için Antwerp, Brüksel ve Londra çürümüş mekânlardı. Bunların Doğu’daki müritleri ise işi lafta bırakmadılar. Mao Zedong Kültür Devrimi sırasında milyonlarca şehir halkını kırsal alanlara gönderirken, Kızıl Kmer lideri Pol Pot, başta başkent Pnom Phen olmak üzere büyük şehirlerde yaşayan 2 milyon kişiyi, bir süre sonra ölecekleri ölüm tarlalarına sürerken ‘Batı kültürü ile çürümüş şehir’ temalarına başvurdu. Postmodern şehir düşmanları ise, ikiz kuleleri ‘fahişelerin anası Semiramis’in diktiği’ Babil Kulesi’ne benzeten Muhammed Atta ile Kâbil, Riyad ve Kahire’yi kokuşmuş oluşumlar olarak gören Usame bin Ladin.


Burjuvazi: Oksidentalistlerin Batı’ya yönelik ikinci eleştirisi kahramanlığın yerini korkak burjuva düşüncesinin alması. Bu fikri ilk dile getiren 1910’lu yılların ünlü Alman sosyal bilimcisi ve ‘Kahramanlar ve Tüccarlar’ kitabının yazarı W. Sombart’a göre, “Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik, tüccar idealleridir ve bunlar insanları yumuşak konfor düşkünü burjuvalara dönüştürür. Konfor düşkünü birini ise bir dava uğruna kahramanlığa razı etmek mümkün değildir.” Amerikan deneyimini genel olarak olumlu gören Fransız düşünürü Alexis de Tocqueville’in Amerikalıda gördüğü en büyük eksiklik de bu duygudur. Bu anlamda, Rus intihar bombacıları, Hitler’in fanatisch’leri, Stalin’in kolhoz’cuları ve ise Japonların kamikaze pilotları tam bu korkak tüccar ruhuna cevaptı. “Biz kazanacağız çünkü Amerikalılar Pepsi-Cola’yı biz ise ölümü seviyoruz” diyen Afganistanlı Cihad savaşçısı ya da “Kadınlarımız parfümlerini toprağın kokusu ile, mücevherlerini silahlarıyla değiştirdiler” diye övünen El Fetih sorumlusu ise Batılı öncüllerinin yolundan gidiyor.


Akıl ve bilim: Oksidentalist söyleme göre, Batı’nın üçüncü büyük kusuru insan ruhunun bütünselliğini tehlikeye sokan ‘akıl ve bilim safsatasına’ inanması. Hakikaten bu fikrin babası da bir Batılı. Milletlerin toprağa kök salmış organik oluşumlar olduğunu, dil ve kültürün de milletlerin ruhu olduğunu söyleyen romantik Alman düşünürü G. von Herder’e göre ‘soğuk Avrupa dünyası’ evrensel akıla dayalı olduğunu ileri süren Aydınlanma felsefesi ile donup kalmıştır. (Yezdan ve Ehriman’ın Herder’deki karşılığı ‘organik’ ve ‘mekanik’dir.) Balkan milliyetçiliğini de derinden etkileyen Herder’in görüşlerinin, Alman felsefeci F. F. Nietzsche aracılığıyla Rusya’ya, yine Alman düşünürleri F. W. Schelling ve F. Fanon aracılığıyla İran’a taşındığını biliyoruz. (İran yoluyla nerelere taşındığını hatırlatmaya gerek yok.)


Putperestlik: Ama oksidentalistlere göre Batı’nın en büyük günahı saf inancın düşmanı olarak zevk ve sefa düşkünü putperestlik. Onlara göre, Batı sekülerleşme adı altında, kutsal olan her şeyin yok edildiği, gücünü barbarlıktan alan ‘Yeni Cahiliye’ dönemini yaşamakta. Buruma ve Margalit’e göre bu suçlama ile Puritenlerin Batı’ya yönelttiği eleştiri arasında akrabalık bulmak mümkün.


Özellikle Batılı kadınların yaşam biçimleri oksidentalistlerde büyük rahatsızlık, hatta tiksinti yaratıyor. Örneğin 1948’de Mısır hükümeti tarafından İngilizcesini geliştirmesi için New York’a gönderilen Müslüman Kardeşler örgütünün kurucusu ve Cihad ideolojisinin teorisyeni Seyid Kutb’u en çok rahatsız eden şeyler ‘şehrin ayartıcı atmosferi’, ‘günlük yaşamın tenselliği’ ve ‘Amerikalı kadınların hayâsızlığı’ olmuştu. 10. İslam Ülkeleri Konferansı’nda 57 ülkeden gelen binlerce kişiye seslenen Malezya Başbakanı Mahathir Muhammed için, “Yahudi lobisi tarafından yönetilen Batı uygarlığı kulamparalığa varan bir seks özgürlüğü, erkeklerle erkeklerin, kadınlarla kadınların evlenmesinin, hatta ensestin bile resmen onaylandığı bir çürümüşlük” demekti. (Bu anlamda, AKP Milletvekili Mehmet Çiçek’in geçen hafta İskandinav ülkelerini ahlaki ve dini değerler açısından ‘dünyanın en tabana vurmuş ülkeleri’ ilan etmesi, ya da Vatan Gazetesi yazarı Necati Doğru’nun 11 Şubat 2006 tarihli yazısında, Batı’yı toptan ‘züppe, saldırgan, zalim, acımasız’ ilan etmesi çok insaflı kalıyor.) Sonuçta bu dört büyük günahla kirlenmiş Batı dünyası, İranlı entelektüel Celal Ahmed’in 1960’larda icat ettiği ünlü ‘Westoxification’ terimiyle beyinlere kazıdığı gibi, tüm diğer uygarlıkları kirletiyor. Bu kadar tehlikeli bir uygarlığa karşı ‘nefret’ duymak da haklı hale geliyor.


‘Aşağılık kompleksi’


Görüldüğü gibi oksidentalistler Batı’da en küçük bir iyilik, güzellik hali görmüyorlar. Yani Doğu’ya bakarken en azından gizem, erotizm, egzotik tatlar, görkemli yaşam gibi olumlu sayılabilecek özellikler bulan oryantalistlerden daha acımasızlar. Anlaşılan Doğulunun yarası çok derin. (H. Hanefi bu duygunun adını ‘aşağılık kompleksi’ koymuş.) Ama hepimiz şapkalarımızı önümüze koyup düşünmeliyiz: Oksidentalizm oryantalizmin açtığı yaralara merhem olabilir mi? Doğulunun kendini ‘ezilmiş bir masum’ olarak sunma kolaycılığının ardına gizlendiğini ve aynen Batı gibi davranarak, kimliğini İslam gibi, farkları gizleyen ve tamamen kendine ait özellikler üzerinden kurduğunu, böyle yaparak da Batı’ya alternatif oluşturduğunu sandığını söyleyen Edward Said’in bu soruya cevabı kesin bir hayırdı.


İslam araştırmacısı Kerim Balcı’ya göre oksidentalistler oryantalizmi olumsuzlamak için değil, Doğu’ya yapılanın aynısını Batı’ya yapmak için, yani intikam amacıyla yola çıktıkları için başarı şansı görünmüyor. (Zaman, 7 Nisan 2003)


Birbirinin ayna görüntüsü değiller ama, oryantalizm ve oksidentalizmin birbirini besleyen birer kötü fikirler dizgesi olduğu açık. Bu kötü fikirleri nasıl bertaraf edeceğimizi söylemek ise kolay değil. Ama kendi payımıza işe, “Doğu da, Batı da Allah’ındır, nereye dönerseniz Allah’ın yüzü oradadır” diyen Ayet-i Kerimeyi (Bakara suresi, 115.ayet) daha sık tekrarlayarak başlayabiliriz.

Ayşe Hür: Yazar


AZINLIK VAKIF VE CEMAATLERİ

Aralık 25, 2006

Faaliyetteki cemaat vakıfları
1- Beykoz Aya Paraşkevi Ortodoks Kilisesi ve Kabristanı Vakfı

2- Büyükada Rum İlk Mektebi ile Panayia Aya Dimitri ve Profiti İlya Kiliseleri ve Rum Kabristanı Vakfı

3- Heybeliada Aya Triada Tepe Manastırı Vakfı

4- Heybeliada Aya Nikola Rum Ortodoks Kilisesi, Mezarlığı ve Aya Varvara Kilisesi Vakfı

5- Heybeliada Rum Ruhban Okulu Vakfı

6- Kınalıada Rum Ortodoks Panayia Kilisesi ve Mezarlığı Vakfı

7- Burgazada Aya Yorgi (Karipi) Manastırı Vakfı

8- Burgazada Aya Yani Rum Kilisesi, Mektebi ve Mezarlığı Vakfı

9- Fener Maraşlı İlk Mektebi Vakfı

10- Fener Yovakimion Rum Kız Mektebi Vakfı

11- Fener Rum Mektebi Kebiri (Erkek Lisesi) Vakfı

12- Feriköy Rum Ortodoks 12. Apostolos Kilisesi ve Mektebi Vakfı

13- Tekfursaray Hançerli Panayia Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı

14- Fener Vlahsaray Panayia Vakfı

15- Fener Meryemana Rum Ortodoks (Kanlı) Kilisesi Vakfı

16- Kurtuluş Aya Dimitri Aya Tanaş Aya Leftor Aya Kiryaki Kiliseleri ve İlkokulları Vakfı

17- Beyoğlu Rum Ortodoks Kiliseleri ve Mektepleri Vakfı

18- Beşiktaş Cihannüma Panayia Meryemana Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı

19- Beşiktaş Köyiçi Rum Cemaati Panayia (Meryemana)Kilisesi Vakfı

20- Yenimahalle Aya Yani Rum Kilisesi ve Mektebi Vakfı

21- Bebek Aya Haralambos Kilisesi,Bebek Aya Yani Mezarlık Dova Kilisesi ve Mezarlığı Vakfı

22- Çengelköy Aya Yorgi Rum Kilisesi, Aya Tanteli Ayazması Rum İlk Muhtelit Mektebi İki Eski ve Yeni Kabristanı Vakfı

23- Eğrikapı Meryemana Rum Kilisesi Vakfı

24- Langa Aya Todori Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı

25- Bağımsız Türk Ortodoks Kiliseleri Başpapazlığı Vakfı

26- Aya Dimitri, Aya Vlaherna Kiliseleri ve Mektebi Vakfı

27- Üsküdar Profiti İlya Rum Kilisesi, Ayazması, Kabristanı ve Rum Muhtelit İlk Mektebi Vakfı

28- Arnavutköy Aya Strati Taksiarhi Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı

29- Aya Stepanos Kilisesi ve Mektebi Vakfı

30- Altımermer Meryemana Kilisesi Vakfı

31- Cibali Aya Nikola Kilisesi, Mektebi, Aşhanesi, Aya Haralambos Kilisesi ve Ayazması Vakfı

32- Aya Pandelemion Rum Kilisesi Vakfı

33- Kumkapı Rum Cemaati Aya Kiryaki, Mektebi Elpida Kiliseleri Panayia Vakfı

34- Balat Aya Strati Kilisesive Mektebi Vakfı

35- Balat Rum Balino Kilisesi Vakfı

36- Zapion Rum Kız Lisesi Vakfı

37- Sarmaşık Aya Dimitri Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı

38- Topkapı Aya Nikola Kilisesi Vakfı

39- Hasköy Aya Paraşkevi Kilisesi, Rum Kabristanı ve İlk Mektebi Vakfı

40- Salmatomruk Rum Panayia Kilisesi Vakfı

41- Yeniköy Aya Yorgi Manastırı ve Kilisesi Vakfı

42- Galata Muhtelit İlk Rum Mektebi Vakfı

43- Tarabya Aya Paraşkevi Rum Kilisesi ve İlk Rum Mektebi Vakfı

44- Paşabahçe Aya Konstantin Rum Kilisesi, Aya Kiryaki Ayazması ve Kabristanlığı Vakfı

45- Ortaköy Aya Foka Aya Yorgi Kiliseleri Mekteb ve Mezarlığı Vakfı

46- Kuruçeşme Aya Dimitri Aya Yani Kiliseleri Vakfı

47- Yeniköy Rum Panayia Kilisesi ve Mektebi Vakfı

48- Boyacıköy Panayia Evangelistra Rum Kilisesi ve İlkokul Vakfı

49- Kadıköy Rum Ortodoks Kiliseleri, Mektebi ve Mezarlığı Vakfı

50- Balıklı Rum Hastanesi Vakfı

51- Büyükdere Aya Paraşkevi Aya Yorgi Rum Kilisesi, Mektebi ve Mezarlığı Vakfı

52- Bakırköy Aya Yorgi Aya Analipsi Rum Ortodoks Kiliseleri ve Mektepleri Vakfı

53- Kandilli Rum Ortodoks Cemaatı Metemorfosis Kilisesi ve Kandilli Rum Muhtelit İlk Mektebi Vakfı

54- Belgratkapı Panayia Meryemana Kilisesi Vakfı

55- Samatya Aya Nikola Rum Kilisesi Vakfı

56- Samatya Aya Yorgi Klparisa Kilisesi Vakfı

57- Samatya Aya Analipsi Kilisesi Vakfı

58- Samatya Aya Konstantin Rum Ortodoks Kilisesi, İlk Mektebi ve Kazlıçeşme Aya Paraşkevi Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı

59- Samatya Aya Mina Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı

60- Beyoğlu Yenişehir Evangelistra Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı

61- Fener Rum Patrikhanesi Avlusunda Aya Yorgi Kilisesi Vakfı

62- Yeniköy Aya Nikola Rum Kilisesi Vakfı

63- Dereköy Aya Marina Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı

64- Tepeköy Evangelismos Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı

65- Zeytinliköy Aya Yorgi Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı

66- Bademliköy Panayia Kimisiz Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı

67- Bozcaada Kimisiz Teodoku Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı

68- Gökçeada Merkez Panayia Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı

69- İskenderun Rum Ortodoks Kilisesi Fukara Vakfı

70- Antakya Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı

71- Antakya Rum Katolik Kilisesi Vakfı

72- Altınözü Tokaçlıköyü Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı

73- Samandağı Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı

74- İskenderun Arsuz Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı

75- Altınözü Sarılar Mahallesi Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı

76- Feriköy Surp Vartanas Ermeni Kilisesi ve Merametciyan Mektebi Vakfı

77- Üsküdar Yenimahalle Surp Garabet Ermeni Kilisesi, Semerciyan-Cemaran Mektebi ve Mezarlığı Vakfı

78- Üsküdar Selamsız Surp Haç Ermeni Kilisesi Nersesyan-Yermonyan Mektepleri ve Mezarlığı Vakfı

79- Eyüp Surp Agya Ermeni Kilisesi ve Mektebi Vakfı

80- Eyüp Ermeni Surp Astvazazin Kilisesi ve Arakolyan Mektebi ve Ermeni Mezarlığı Vakfı

81- Yedikule Narlıkapı Surp Hohannes Ermeni Kilisesi Vakfı

82- Rumelihisarı Surp Sanduth Ermeni Kilisesi, Tateosyan Mektebi ve Mezarlığı Vakfı

83- Kadıköy Ermeni Surp Takavor Kilisesi Aramyan Uncuyan Mektebi ve Mezarlığı Vakfı

84- Kuzguncuk Surp Lusavoriç Ermeni Kilisesi Vakfı

85- Beşiktaş Meryemana Ermeni Kilisesi, Ermeni Makruhian Mektebi ve Mezarlığı Vakfı

86- Ortaköy Ermeni Katolik Surp Kirkor Lusavoriç Kilisesi ve Mektebi Vakfı

87- Ortaköy Ermeni Meryemana (Surp Astvazazin) Kilisesi, Tarkmanças ile Hrıpsinyans Mektepleri ve Ermeni Mezarlığı Vakfı

88- Boyacıköy Ermeni Yeris Mangans Kilisesi Mektebi ve Mezarlığı Vakfı

89- Kandilli Surp Arakelos Ermeni Kilisesi, Mektebi ve Mezarlığı vakfı

90- Kartal Surp Nişan Ermeni Kilisesi Bezciyan Mektebi ve Mezarlığı Vakfı

91- Yenikapı Ermeni Tateos Partegimeos Kilisesi ve Ermeni Mektebi Vakfı

92- Kınalıada Surp Lusavoriç Ermeni Kilisesi Nersesyan Ermeni Mektebi ve Mezarlığı Vakfı

93- Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi ve Mektebi Vakfı

94- Gedikpaşa Surp Ohannes Kilisesi ve Mektebi Vakfı

95- Bakırköy Meryemana Ermeni Kilisesi Datyan Ermeni Mektebi ve Mezarlığı Vakfı

96- Balat Surp Hreştegabet Ermeni Kilisesi, Horenyan Mektebi ve Mezarlığı Vakfı

97- Galata Ermeni Katolik (Surp Pırgıç) İsa Kilisesi Vakfı

98- Beyoğlu Anarathıgutyun Ermeni Katolik Rahibeler Vakfı

99- Beyoğlu Üç Horan Ermeni Kilisesi, Bağlı Kiliseler ve Mektepler Vakfı

100- Beyoğlu Ohannes Gümüşyan (Andonoğlu Ormanyan Mağukyan) Vakfı

101- Beyoğlu Aynalı Çeşme Türk Protestan Amena Surp Yerrortutyun Ermeni Kilisesi Vakfı

102- Beyoğlu Surp Gazar Ermeni Katolik Mihitarist Rahipleri Manastır ve Mektebi Vakfı

103- Viyana Mihitaryan Manastır ve Mektebi Vakfı

104- Yeniköy Ermeni Meryemana (Kuddüpo Surp Astvazazin) İstinye Surp Garabet Ermeni Kilisesi Mektebi ve Mezarlığı Vakfı

105- Şişli Karagözyan Ermeni Erkek Eytamhanesi Vakfı

106- Beyoğlu Surp Agop Hastanesi Düşkünlerevi, Mezarlığı Özkoparan Kilisesi Vakfı

107- Surp Harutyun Ermeni Kilisesi ve Bogosyan Varvaryan Ermeni Mektebi Vakfı

108- Halıcıoğlu Meryemana Surp Astvazazin Ermeni Kilisesi ve Kalfayan İnas Eytamhanesi ve Mektebi Vakfı

109- Kumkapı Ermeni Meryemana Kilisesi Vakfı

110- Kuruçeşme Yerevman Surp Haç Ermeni Kilisesi, Surp Tarkmanyaç Mektebi ve Mezarlığı Vakfı

111- Büyükdere Ermeni Surp Hripsima Kilisesi, Mektebi ve Mezarlığı Vakfı

112- Samatya Sulu Manastır Surp Kevork Ermeni Kilisesi ve Sahakyan Nunyan Ermeni Mektebi ve Mezarlığı Vakfı

113- Samatya Anarathigutyun Ermeni Katolik Kilisesi Vakfı

114- Topkapı Ermeni Surp Nikagos Kilisesi, Levon-Vartuhyan Mektebi ve Mezarlığı Vakfı

115- Galata Ermeni Lusavoriç (Cerçiş) Kilisesi ve Ermeni Getronogan Mektebi Vakfı

116- Yeşilköy Surp İstepanos Ermeni Kilisesi, Kamaciyan Mektebi ve Mezarlığı Vakfı

117- Hasköy Surp İstepanos Ermeni Kilisesi, Surp Nersesyan Ermeni Mektebi ve Mezarlığı Vakfı

118- Apeloğlu Andon Vakfı

Apeloğlu Andon Vakfı Hayratından

Büyükdere Surp Boğos Kilisesi

Büyükada Surp Astvazazin Kilisesi

Beyoğlu Surp Astvazazin Kilisesi

Beyoğlu Surp Yerurtuyun Kilisesi

Kadıköy Surp Levon Kilisesi

Tarabya Surp Andon Kilisesi

119- Yedikule Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Vakfı

120- Kumkapı Ermeni Meryemana Kilisesi Drasular Vakfı

121- Beykoz Surp Nikagos Ermeni Kilisesi Vakfı

122- İskenderun Karasun Manuk Ermeni Katolik Kilisesi Vakfı

123- Samandağı Vakıflı Köyü Ermeni Ortodoks Kilisesi Vakfı

124- Kayseri Ermeni Surp Lusovoriç Kilisesi Vakfı

125- Diyarbakır Ermeni Surp Küçük Kilisesi Hıdır İlyas Surp Gregos Kilisesi Vakfı

126- Mardin Ermeni Katolik Kilisesi Vakfı

127- Kırıkhan Ermeni Ortodoks Kilisesi Vakfı

128- Büyükada Hased Leavraham Sinagogu Vakfı

129- Hasköy Mealem Musevi Sinagogu Vakfı

130- Beyoğlu Musevi Hahamhanesi (Hahambaşılığı) Vakfı

131- Galata Seferadim Musevi Cemaatine Ait Sinagog ve Mektepleri (Neva Şalom) Vakfı

132- Ortaköy Musevi Etz-Ahayim Sinagog Vakfı

133- Sirkeci Musevi Cemaatı Vakfı

134- Kuzguncuk Bet Yaokov Sinagog Vakfı

135- Beyoğlu Musevi Eşkenazi Cemaatı Mektep ve Sinagogları Vakfı

136- Hasköy Karaim Musevi Cemaatı Vakfı

137- Kadıköy Hemdat İsrael Musevi Sinagog Vakfı

138- Balat Or-Ahaim Hastanesi Vakfı

139- Balat Ahrida Musevi Cemaatı Vakfı

140- Ankara Musevi Cemaati Vakfı

141- Bursa Musevi Cemaati Vakfı

142- Çanakkale Mekor Hayim Musevi Sinagog Vakfı

143- Antakya Musevi Havrası Vakfı

144- İskenderun Musevi Havrası Vakfı

145- Kırklareli Musevi Cemaatı Sinegogu Vakfı

146- Diyarbakır Süryani Kadim Meryemana Kilisesi Vakfı

147- Beyoğlu Süryani Kadim Meryemana Kilisesi Vakfı

148- Mardin Süryani Katolik Kilisesi Vakfı

149- Mardin Süryani Kadim Deyrulzafaran Kilisesi Vakfı

150- Mardin Süryani Protestan Kilisesi Protestan Cemaati Vakfı

151- Midyat Süryani Protestan Kilisesi Vakfı

152- Midyat Süryani Deyrulumur Margabriel Kilisesi ve Manastırı Vakfı

153- Midyat Süryani Kadim Marborsan ve Mart Şemuni Kilisesi Vakfı

154- İdil Süryani Kadim Kilisesi (Mardodo) Vakfı

155- Diyarbakır Keldani Katolik Kilisesi Vakfı

156- İstanbul Keldani Cemaati Vakfı

157- Mardin Keldani Katolik Kilisesi Vakfı

158- Edirne Bulgar Sveti Gorci Kilisesi Vakfı

159- Bulgar Ekzarhlığı (Bulgar Ortodoks Kiliseleri) Vakfı

160- Şişli Gürcü Katolik Kilisesi Vakfı

161- Mersin Tomris Nadir Mutri Kilisesi Vakfı

Fatih Çekirge/Hürriyet