TÜRK MİTOLOJİSİ’NDE SU KÜLTÜ VE YADA TAŞI

Yer-su kültü (Yer-Su, Türk ve Altay mitolojisinde bir doğa katmanı. Aynı zamanda eski Türk inancı Tengricilikte bir ruh kategorisidir. Yar-Sub veya Yar-Suv olarak da söylenir. Karşıtı Gök-Kal’dır) büyük imparatorluklar zamanında gelişerek önemli bir kült haline gelmiştir. Göktürk İmparatorluğu devrinde yer-su ruhların önemi Orhun Kitabeleri’nde anlaşılmaktadır. Göktürklerin mukaddes yer­ su ıdık, yer-sub kavramıyla hem koruyucu iyeleri, hem de yaşadıkları mekanı ifade ettikleri görülmektedir. “Eçümüz apamız tutmış yer­ sub” (atalarımızın idare ettiği yer-su) cümlesiyle ifade ettikleri yer-su yaşanılan coğrafyadır. Kült haline gelen yer-su, Ötüken ve Budun İnli Dağlarını ve ormanlarını temsil etmektedir. Bu kutsal yer-su ruhları, Göktürklerin kaderini tayin etmektedir. Tonyukuk Yazıtları’nda, vatanın korunmasında rol alan yer-su ruhlarının önemi açıkça ifade edilmiştir. Göktürk vatanına saldıran düşmanlar, Umay tanrıçası ve yer-su ruhlarının yardımıyla yenilgiye uğratılmıştır. Türk boylarındaki dağ, su, ağaç, orman, kaya külderi çok eski Türk kitabelerinde yer-sub adıyla ifade edilmektedir.
Eski Türk inançlarında yer gibi su da ıdık, yani kutsaldır. Bu kavramın içine bütün ırmaklar, göller, coşkun akan bütün sular ve pınarlar da dahil edilmektedir. Türkler suyu, kuvvet ve bereket kaynağı olarak kabul ettikleri gibi, koruyucu ve cezalandırıcı Tanrı olarak da saymaktadırlar. “Tanrı, Türk’ün yeri ve suyu sahipsiz kalmasın diye” kağanları Türk milletinin üzerine getirip koyar. Vazifesini iyi yapmayan veya isyan edenleriyse yer ve sular cezalandırır. Bu bakımdan yerdeki sular, Türklerin sadece dinlerinde değil, devlet anlayış ve inanışlarında da büyük öneme sahiptir. Bereket sağlama özelliğiyle hayat kaynakları içinde yer aldığına inanılan su, çok sık söylenmese de yeryüzü gibi ana olarak kabul edilmektedir. Bununla birlikte, yağmur şeklinde içinden geldiği göğe bağlı bulunmaktadır.
Görüldüğü gibi yer-su’da yer alan suyun yeryüzünde yüksek bir anlamı vardır. Evrenin dört öğesinden biri de sudur. Su ateşin düşmanıdır ve onu söndürür. Aynı zamanda su, ateşin tamamlayıcısıdır da… Mademki ağaç fidandan oluşuyor, fidanın da serpilip gelişmesi de suyla olmaktadır. Dünyanın yaratılışıyla ilgili mitlerin çoğunda, dünyanın başlangıçta bir okyanustan ibaret olduğuna inanılmaktadır. Sümer mitolojisinde evrenin kökeni ile ilgili olarak Sümer tanrılarının listesini veren bir tablette, adı “deniz” için kullanılan ideogramla yazılan Tanrıça Namnu, “göğü ve yeri” doğuran ana olarak tasvir edilmektedir. Babil Mitolojisi’ne göre, başlangıçta evrenin tatlı su okyanusu Apsu ile tuzlu su okyanusu Tiamet’in dışında başka bir şey yoktur. Bu ikisinin birleşmesinden tanrılar var olmuştur. Mısır yaratılış mitosuna göre hayatın kaynağı kadim sulardır. Atum Kaos’un sularından yükselerek kuru toprakla üzerinde durabileceği bir tepecik oluşturur. Bu kadim tepecik ilk hayatın çıktığı yerdir. İnka ve Maya efsanelerinde de dünyanın yaratılışı ile ilgili olarak şunlar yazar: Henüz insanoğlu ve hayvanlar yoktu, kuşlar, balıklar, yengeçler ne bitkiler, ne de ormanlar vardı. Sadece gökyüzü vardı. Yeryüzünün çehresi görünmüyordu ve gökyüzünün altında sakin yatan deniz tüm enginliğiyle uzanıyordu. Japon efsanelerinde de başlangıçta var olan suyu görmekteyiz. Dünyanın yaratılması efsanesinin başladığı zamanda denizin üzerinde yüzen yağdan başka bir şey olmadığı belirtilmektedir. İnsanların üzerinde yaşadığı toprak henüz yaratılmamıştı. İki tanrı yay biçimindeki köprünün tepesinde dururlar. Aşağıda, sonsuz hareketle kımıldayan, gümüş renginde küçük dalgalarla hiç durmadan hareket eden muhteşem mavilik ve uçsuz bucaksız deniz vardı.
Çin Mitolojisi’nde de yaratılışın çeşitli varyantları vardır. Bunlardan birine göre; “Başlangıçta iki okyanus biri güneyde biri kuzeyde merkezde bir kara parçası vardı. Güney okyanusun efendisi Shu (dikkatsiz) , kuzeydeki okyanusun efendisi Hu (aceleci) ve merkezdeki kara parçasının efendisi Hwuntun (kaos) idi.” Burada yer alan iki ayrı okyanus ve iki ayrı efendi ayrıca kara parçasının da var olması Türk Mitolojisi ile Çin Mitolojisi’ni birbirinden ayırmaktadır. Çin mitolojisinde yaratılış mitinin diğer bir varyantı olan “PanKu” ile İskandinav ve İzlanda Mitolojilerinde yer alan “Ymir” mitlerinde anlatılan dünyanın bir veya iki devin parçalanmasıyla oluşması inancı tamamen Türk Mitolojisi’ne yabancıdır.
Yaratılışın kaynağı olarak “Sonsuz Su”yun gösterilmesi Türk mitolojisi için de geçerlidir ve su kültü burada da diğer milletlerde olduğu gibi birden fazla yaratılış efsanesi yer almaktadır. Altay yaratılış destanında “başlangıçtaki sonsuz su” şöyle ifade edilmiştir.
“Dünya bir deniz idi, ne gök vardı ne bir yer, Uçsuz, bucaksız, sonsuz sular içreydi her yer! Tanrı Ülgen uçuyor, yoktu bir yer konacak, Uçuyor, arıyordu katı bir yer bir bucak:’
Yakutların yaratılış efsanelerinde de başlangıçta her yeri kapla­ yan bir deniz motifi bulunmaktadır. Yakutlara ait olan birkaç değişik yaratılış efsanesinde de bu temel motif yer almaktadır.
“Büyük Ak yaratıcı Ürüngayıgtoyon, ta başlangıçlarda, büyük denizin üzerinde, yükseklerde durup dururken, su üstünde yüzen bir köpük gördü. Tanrı durdu ve köpüğe sordu ‘Sen kimsin?’ diye. Köpük baktı Tanrı’ya dedi: ‘Ben bir şeytanım. Ta su dibinde yerde, ben orada yaşarım: Tanrı döndü şeytana: ‘Gerçek mi bilmem sözün? Var mı su altında yer? Öyleyse bana getir. Yerden bir parça toprak!’ Şeytan daldı denize, epey bir zaman geçti. Sonra şeytan göründü, elinde az toprakla. Tanrı eline aldı, kara toprağı baktı. Takdis etti toprağı, elinden suya attı. Sonra şeytan düşündü, şu Tanrı’yı ben nasıl suya batırayım da boğayım diye. Fakat tam bu sırada toprak nasıl olduysa başladı büyümeğe, etrafa yayılmaya. Sertleşti, katılaştı. Denizin büyük kısmı hemen toprak oldu.”

Yaratılışta, okyanusla beraber Ural Dağları’nı da hesaba katan Vogul Efsanesi’nde de başlangıçtaki sonsuz su, “Çok önceleri dünya suların üzerinde bir tabak gibi yüzermiş” ifadesiyle çok açık bir şekilde görülmektedir.
W. Radloff, Verbitskiy, Anohin ve Potanin gibi araştırmacıların Altay, Yenisey, Yakut ve diğer Türk boyları arasından topladıkları metinlere bakıldığı zaman, Türklerin dünyanın yaratılışıyla ilgili efsanelerindeki en önemli unsurun “başlangıçtaki sonsuz su” inancı olduğu görülür. Asya ve diğer kıtalardaki başka kültürlerde dünyanın yaratılışındaki bu durum Türk Mitolojisi’ndeki gibi özellikler taşımamaktadır. Kuzey Amerika Kızılderili kabilelerinden Cheyyenlerin mitolojisine göre “başlangıçta hiçbir şey yokmuş ve büyük ruh Maheo boşlukta yaşıyormuş. Maheo etrafına bakmış ama görünürde hiçbir şey yokmuş. Maheo gücüyle göle benzeyen ama tuzlu olan büyük bir su yaratmış.” Cheyyenlere ait bu metin, başlangıçta Tanrı’dan başka hiçbir şey olmadığını ve göle benzeyen tuzlu suyun Tanrı tarafından sonradan yaratıldığını ifade etmektedir. Halbuki Türk Mitolojisi’nde, başlangıçta Tanrı ve sonsuz su vardır.
Bazı Türk boyları suyu Tanrı bilirler. Yunanlıların Poseidon’una benzer. Altaylılar bir su iyesinin varlığından bahsetmektedir. Sümerlerin büyük tanrısı Enlil suların ve fırtınaların tanrısıdır. Bununla birlikte Ningişzida’nın da suların tanrısı olduğuna inanılır. Enlil gibi Ea da suların ve fırtınaların tanrısı kabul edilir. Bunun yanında Haniş adında ikinci derecede bir su tanrısı bulunmaktadır. Nina da kuyu ve su yollarının tanrısıdır. Gardizi’ye göre Kimekler (Kıpçaklar) İrtiş ırmağı’nı büyük kabul edip ona tapar ve secde ederler. Suyun, Kimeklerin Tanrısı olduğunu belirtirler. Bazı Türk boylarında suyun Tanrı kabul edilmesinin yanında Türk boylarının hemen hepsinde her suyun bir iyesi olduğu inancı hakimdir. Günümüz Yakut Türkleri her ırmağın, gölün, pınarın ayrı bir iyesi olduğuna inanmaktadır. Karağas Türkleri su iyesine Sug ezi adını verir ve bol balık avlamak isteyen balıkçı, bu iyenin ruhunu memnun etmesi amacıyla bir kayın ağacına onun adına renkli bir bez parçası bağlar. Yakut Türkleri, ilkbaharda balık avına çıkmadan önce, U İççite adlı su iyesine doğurmamış bir ineği kurban edip içki ve balık sunarlar. Yakutlardaki su iyesinin bir diğeriyse Ukula Toyonöur. Bu su iyesi, su1arın kirletilmesine kızar, şayet su1ar temiz tutulmaz kirletilirse su kaynaklarını kurutur ve insanları susuz bırakır.
Sayıları çok ve değişken olan, Göktürklerin kutsal nehirlerine Altay toplumlarında tarih boyunca rastlanmaktadır. Reşideddin bu nehirleri Onnehir, OnOrkun (On Orhon) olarak adlandırmaktadır. Bu nehirler, Uygurlarda Tamir, Selenge, Tola; Moğollarda Selenga, Onoen, Kerulen İli; Batı’da Volga (İdil) olarak anılmaktadır. Altay Türkleri hanlarının, Khatun Nehri’nin kaynağında oturduklarına inanarak onun adına kurban keserler. Böylece, kendilerine iyilik etmeleri için yalvarırlar. Yeniseylilerse, Tom ve Kem Irmaklarını kutsal sayarlar. Diğer bir Türk halkı olan Etilere göre de Tamarmara Nehri kutsaldır ve Sulikatte adında bir de tanrısı vardır. Kumarbi efsanesinde Dicle Nehri Tanrı olarak nitelendirilir ve Aranzah olarak adlandırırlar. Karanlıklar içinde gömülü olan Kaf Dağı da kimsenin görmediği bir denize çevrilidir.
Türklerde suya karşı olan bu sağlam inanç ona kutsallık vermekle birlikte ölümsüzlüğü de bahşettiğine inanılmaktadır. Fakat bu su diğer su1ardan ayrılmakta ve “Hayat Suyu” olarak anılmaktadır. Bu unsur, Eski Türk inanç sistemi içinde yer almakta ve birçok Türk boyunda görülmektedir. Bazı Altay efsanelerine göre, göğün on ikinci katına kadar uzanan Dünya Dağı’nın üzerinde bir kayın ağacı var. Hayat Suyu da bu kayının altındaki kutsal bir çukurda bulunmaktadır. Bu suyun başında yine kutsal sayılan bir bekçi ruh vardır.
Efsaneye göre bekçinin adı Tata’dır ve Hayat Suyu ile ilgili kısmı şöyledir:

“Büyük bir dağ yükselir, on iki gök katından Dağda bir kayın vardı, yaprakları altından, Kayının altındaysa, küçük bir çukur vardı, Bir karış bile değil, o kadar yüzlek dardı.
Bu çukur hep doluydu, kutsal hayat suyuyla, İçen ölmez olurdu, ebedi bir duyuyla,
Altın bir köse vardı, bu suyun tam başında,
Bir de bekçe konulmuştu, kim bilir kaç yaşında, Aksak.al Tata denir bu bekçinin adına,
Tannca konmuş idi, bu kayının altına.”
Uygurların Ttireyiş efsanelerinden Er Sogotoh Destanı’nda da Hakan Ağacı’nın varlığından bahsedilir. “Bu ağaca Hakanağaç derlenmiş. Bu ağaç öyle büyük öyle büyükmüş ki, ortadaki dalları bile gökte mavi bir duman gibi görünmüş. Zirvesi dokuz göğü bile delip geçermiş. Onun dibinde de, insanlığa ölmezlik sırrını veren ebedi ‘Hayat Suyu’ kaynarmış. İhtiyarlar kuvvetten düşmüş, inleyerek gelirler, bunun diplerinde gezerler bu sudan içtikten sonra, yine gençleşip kuvvetlenerek dönerlermiş.”
Dede Korkut kitabındaki Salur Kazan’ın ırmağa hitaben söylediği sözler, şamanların yer-su ruhlarına hitaben söyledikleri ilahilere benzemektedir. Salur Kazan ırmağa;
“Çığnım çığnım kayalardan akan su, Ağaç gemileri oynadan su
Hasan ile Hüseyin’in hasreti su

Bağ ile bostanların ziyneti su Ayşe ile Fatma’nın nikahı su Şehbaz atlar içtiği su
Kızıl develer gelüp geçtiği su
Ag koyunlar gelüp çevresinde yattığı su Odamın haberini verir misin degil mana
Kara başum kurban olsun suyum sana” demektedir.
Akışı hızlı, büyük, ırmaklar geçit vermezler. İrtiş ırmağı, Türgeş adını taşıyan bütün Türk kesimlerinin ırmağıdır. Türgeşlere yapılan büyük Göktürk akınları, Türgeş ırmağı ile yakından ilgili olmuştur. Bunun için Vezir Bilge Tonyukuk, “Ertiş ögüzüg keçiksizin keçtimiz” (İrtiş ırmağı’nın geçitsizliklerini geçtik) demiştir. Oğuzların ulu kabul ettikleri ırmağı ise, kendi illerinden geçen Benegit ırmağı’ydı. Bütün Türk halklarının kendi dünya görüşlerine göre, kendi suları, ulu ve kutlu ırmakları vardı. Bunun yanında eski Türkler sıcak suların cehennemden, tatlı ve iyi suların da cennetten geldiğine inanırlardı.
Eski Türkler büyük su birikintilerine ve büyük göllere tengiz derlerdi. Göller, Türk masallarında, efsanelerinde ve mitolojisinde duygularla dolu bir yer olarak anlatılmıştır. Göl “ünlerin, bilginin, paranın birikmesi” veya bunun sembolüdür. Kültegin (Költigin) kitabesindeki “Türgi Yargun Köl” bunların en önemlisidir. Yine bu kitabedeki “Kara Köl”ü de bu göllere katabiliriz. Göller içinde efsanelerde en çok yer almış olan göl Issık Göl(iür. Milli destanlarımızdan anlaşıldığına göre Türkler, her tarafı dolaştıktan sonra bu gölün kenarına gelmiş ve yerleşmişlerdir. Bu civar Türk kahramanlarına uzun yıllar sahne olmuştur. Issık Göl’ün etrafı ormanlarla, yüksek tepelerle ve otlaklarla çevrilidir. Suları da sıcaktır. Bu yüzden ıssık Göl denilmiştir. Kırgızlar da bu gölün etrafında yerleşmişlerdir. Bazı dağların başındaki volkanik göller de “Gök Gölü” diye adlandırılmış ve bunlar da kutsal sayılmıştır.
Suyla ilgili bu inançların ve kutsallıkların günümüzde de halkımız arasında yaşadığını gösteren örnekleri vardır. Bugün Tunceli ve Bingöl çevrelerinde gelin eve getirilmeden önce ırmak veya dere üstüne kurulu köprüden geçirme adeti vardır. Bu dere ve ırmak kuru dahi olsa bu adet yerine getirilir. Böylece eve gelen gelinin kötülüklerden korunacağına ve girdiği eve bereket getireceğine inanırlar. Diyarbakır ve Şanlıurfa çevresinde kuruyan veya kurumak üzere olan su kuyularına ve ırmaklara kurban kanı akıtılır. Bu işlem sayesinde onların kuruması önlenmeye çalışılır. Harput’un Güneyçayır Köyü’ndeki “Kırklar” adı verilen kaynak suyuyla yıkanan hastalıklı ve cılız çocukların, kırk basan ve iflah olmayanların şifa bulacağına inanırlar. Bitlis’te cenaze çıkan evde bütün kaplardaki sular boşaltılır. Bu uygulamanın evdeki diğer kişilerin hayrına olduğuna inanırlar. Kars’ta yedi ayrı çeşmeden su toplayıp sabah namazından sonra bu suyla yıkanan kızın bahtının açık olacağına inanırlar. Malatya’da doğum yapan kadının sonu denilen kısmının suya atılmasıyla çocuğun kısmetinin açıldığına ve kısmetini bulunduğu yerden uzaklarda arayacağına aynı zamanda da huyunun su gibi temiz olacağına inanırlar. Şanlıurfa’da ve yöresinde sabah erkenden kapı önüne su dökülürse evin rızkının artacağına inanılır. Kars ve çevresinde rüya, akan bir suya anlatmak suretiyle suyun sıkıntıları alıp götüreceğine inanılır. Yine Anadolu’nun birçok köy ve kasabasında, suyun akıtılmaması ve pislenmemesi inancı vardır. Suyun boşa akıtılması ve lüzumsuz kullanılmasına izin verilmemektedir.
Bugün Orta Asya toplumlarının birçoğunda suyun dışkıyla kirletilmesi, bazen suda yıkanılması ve de çamaşır ve kap kacağın yıkanması yasaklanmıştır. 1912-1914 ve 1918-1922 yıllarında Kazak boyları arasında yapılan bazı araştırmalara göre, sabahleyin elini yüzünü yıkamadan sofraya oturan çocukları anaları takdir ederken, ihtiyarlar da şaka olarak “dokunmayın buzağıları, kuzuları semiz

olur” demektedir. Böyle bir şaka Başkurtlarda da tespit edilmiştir. Bu şakanın ve davranışların Eski Türklerin inanç sisteminin kalıntısı olduğundan şüphe yoktur. Bu adetler temizliğe riayet etmemek gibi basit bir tembelliğin neticesi değil, arı ve kutlu bir ruh veya bu ruhun makamı sayılan suyu kirletmekten çekinme ve sakınmanın icabıdır. Ayrıca bugün Anadolu’da sıcak su yere dökülürken yerde bulunan yer iyelerinin (iyi veya kötü) yanacağından korkularak, dökmeden önce ve dökerken “destur destur” diyerek uzaklaştırılır ve de zarar görmesi engellenir.
Nahcivan’da, Iğdır’da olduğu gibi Nevruz bayramında, son çarşamba (Ahır çerçenbe) gecesinin sabahında, kızlar akarsuyun yanına giderek suya selam verir ve üzerinden atlarlar. Bir kap su getirerek evin etrafına ve bahçesine dökerek bütün sıkıntıların bitip bereketin geleceğine inanmaları başlangıçtaki Türk inançlarının değişik şekillerde günümüzde de devam ettiğini gösteren pratiklerdir. Pınarların, derelerin kuruduğu ve kuraklığın çok arttığı zamanlarda eski Türklerin, göğe bağlı olan suyu yağmur şeklinde yere indirmek amacıyla kullandıkları bazı teknikleri vardı. Bu tekniklerin başında “Yada Taşı” geleneği gelmektedir. Yada taşı, Türk dini tarihi içinde yağmur taşı (Yada, yat), Doğulu ve Batılı araştırmacıların dikkatini üzerine çekmiştir. Çok eski devirlerden beri Türk kavimlerindeki yaygın bir inanca göre, büyük Türk Tanrısı Türklerin ceddi alasına yada (yahut cada, yat) denilen sihirli bir taş armağan etmiştir. Türkler bu taşla istediği zaman yağmur, kar, dolu yağdırır ve fırtına çıkartabilirdi. Bu taş her devirde Türk kamlarının ve büyük Türk komutanlarının ellerinde bulunmuştur. Şamanlara göre, zamanımızda da büyük kamların ve yadaçların ellerinde de bulunmaktadır. Bu taşa Araplar Hacerül Matar, Farslar Senki Vede, Çağataylarsa Yeşim Taşı demektedir. Türk lehçelerindeki bazı fonetik farklılıklardan dolayı bu taşın telaffuzunda da farklılıklar bulunmaktadır. Yakutçada sata, Altaycada cada, Kıpçak grubuna dahil olan lehçelerde cay denir. Yada taşı hakkındaki ilk bilgiye Çin kaynaklarında rastlanmaktadır. Çinlilerin Tong sülalesi tarihine göre; “Türklerin büyük ataları Hunların kuzeyinde bulunan So sülalesindendi. Oymağın başbuğu Ananbu idi. Bunlar yetmiş kardeş idi. Birincisi dişi kurttan türemiş olup adı İçjininişibu idi. Ananbu ve kardeşleri doğuşundan budala oldukları için onların bütün sülalesi imha edildi. Nişibu tabiatüstü hususiyetlere malikti. Yağmur yağdırıp fırtına çıkarabilirdi. İki karısı vardı. Diyorlar ki biri yaz ruhunun kızı, ikincisi de kış ruhunun kızıydı” denilmektedir.
Prof. Dr. Faruk Sümer, eski Türklerde Yağmur ve Kar Yağdırma Adeti adlı makalesinde 17. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar telif olunan coğrafi ve tarihi eserlerde, seyahatnamelerde, lügat kitaplarında ve şairlerin manzumelerinde Türklerin bu meşhur adetlerinden bahsedildiğini ve bu konuda birbirinden meraklı ve tafsilatlı haberler verildiğini yazmıştır.
Yada taşının fonksiyonu ile ilgili hadiseyi gözüyle gördüğünü bildiren ilk yazar büyük Türk alimi Kaşgarlı Mahmut’tur. Kaşgarlı Mahmut da 1 ı. yüzyılın ikinci yarısında yazmış olduğu Divan-ı Lügat-it Türk adlı eserinde, bu meseleyle alakalı olan müşahedesini söyle anlatmaktadır: Yat bir nevi kahinliktir. Hususi taşlarla yapılır. Bu şekilde yağmur ve kar yağdırılır, rüzgar estirilir. Bu usul Türkler arasında tanınmış bir şeydir. Ben bunu Yağma ülkesinde gördüm. Orada bir yangın çıkmıştı; mevsim yazdı. Bu suretle kar yağdırılırdı ve ulu Tanrı’nın izniyle yangın söndürüldü.
449 yılı olaylarından bahsedilirken şöyle bir kayıt olduğu belirtilmektedir: “Evvelce Kuzey Hunlarının idaresinde bulunan Yüeban ahalisinde öyle kahinler vardı ki Cücenlerin saldırışlarına karşı durduklarında çok şiddetli yağmur yağdırdılar, fırtına çıkardılar. Cücenlerin onda üçü sellerde boğuldu, soğuktan kırıldı:’
Kaşgarlı Mahmut’un çağdaşı olan Gardizi’nin “Zeynül Ahbar” adlı eserinde yat taşının menşei hakkında şöyle bir rivayet nakledilmektedir: “Peygamber Nuh Aleyhisselam cihanı dört oğlu arasında taksim ettiği zaman Türklerin atası olan Yafese de şark diyarlarını vermişti. Nuh Peygamber Tanrı’ya, oğlu Yafese istediği zaman yağmur yağdırabilmesi mümkün kılacak bir dua öğretmesini niyaz ediyor. Cenabı Hak sevgili peygamberinin duasını müstecab kılarak Yafes’e bir dua öğretiyor. Yafes duayı unutmamak için bir taşa yazıyor. Ve bunu muska gibi boynuna asıyor. Türkistan’a gelen Yafes, bu taşla istediği zaman yağmur yağdırıyor ve suları taşırıyordu. Yafes öldükten sonra taş Türkiye Türklerinin ataları olan Oğuzlara intikal ediyor. Lakin diğer Türk kavimleri de Yafes’in evladı oldukları için taş üzerinde hak iddia ediyorlardı. Bunun üzerin Oğuzlar, diğer Türk kavimlerinin bu meseleyi halletmesi için yaptıkları teklifi kabul ederek kura çekiyorlar. Kura, Türk kavimlerinden biri olan Karluklara çıkmış ve taş onlara verilmiştir. Bir müddet sonra Karluklar yağmur yağdırmak istediler. Lakin bu maksatla yapılan işten olumlu bir sonuç alınmamış ve gökten bir damla yağmur yağmamıştır. Böylece taşın sahte olduğu anlaşılmıştı. Oğuzlar asıl taşı saklayarak Karluklara ona benzeyen başka bir taş vermişlerdi. Meselenin anlaşılması üzerine Türk kavimleri arasında uzun ve kanlı bir savaş başlamıştır:’
Dr. Rıza Nur’un Türk Tarihi adlı eserinde Şamanizm’de dinle sihrin eşit olup şamanların yağmur yağdırma kudretine sahip oldukları kaydedilmiştir. Doğu Türk yurtlarındaki birkaç ırmaktan çıkan ve birkaç çeşidi olan yada taşıyla da yağmur yağdırdıklarını bildirmektedir.
Firdevsi’nin meşhur eseri Şahname’de yada, Moğolca ced, yadacılık, yedecilik, cadılık ve bu işin sihir olduğundan bahsedilir. Tuluy Han zamanında yağmur yağdırılarak Hitay askerinin perişan olduğundan bahsediliyor. Yada, yat vb. dini-sihri inançların sınırı ve etkisi hemen bütün Türk kavmini sardığı gibi Çin’e, Moğollara ve Ural­ Altay kavimlerine kadar yayılmış bulunmaktadır.

  1. yüzyılda yaşamış bir müellifde yağmur taşının şekli ve menşei hakkındaki sözleri şöyle özetlemiştir: “Yağmur taşı yumuşak, büyük bir kuş yumurtası büyüklüğünde olup üç türlüdür. Bu taş hakkında muhtelif fikirler vardır. Bazılarının zannına göre bu taş Çin’in doğu sınırlarında bulunan madenlerden hasıl olmaktadır. Bazılar derler ki bu taş, Çin’in serhaddindeki sürhab adlı kırmızı kanatlı büyük bir su kuşunun mahsulüdür.” Türklerin kültür hayatı, folkloru, etnografyası üzerinde yapmış olduğu araştırmalarla tanınan Radloff, 1861 yılında Altayda Abakan Irmağı kaynağı çevresinde bulunduğu sırada yağmur taşıyla ilgili bir olaya tanık oluyor. Bu defa şiddetli yağmurdan kurtulmak için rehberi olan şahıs, aynı zamanda yadacı olduğundan yağmurun durması ve gökyüzünün açılması için efsun mahiyetinde manzume okuduğunu kaydetmiştir. Yada taşının yağmur yağdırmasının yanı sıra yağmurun şiddeti ve uzun süre yağmasından dolayı halkın ayrıca büyük zarar gördüğü ve yağmuru durdurmak için de değişik metotların uygulandığı kaynaklardan anlaşılmaktadır. Hatta bazı yadacıların akıbeti de bu yüzden kötü olmaktadır. “Harzemşah (Harezmşah) Sultanı Mehmet, Çingiz (Cengiz) istilasından önce Çin tarafına gelirken çok fazla yağmur ve kara maruz kalır. Bunu, yağmur taşı kullanan bir yadacının yaptığını anlayınca o iki şahsı huzuruna getirtir ve siyah keçelere sarıp gömdürür. Böylece yağmur kesilir. Şayet öldürmeselermiş yağmur kesilmeyip felakete uğrayacaklarmış.” Taşın nasıl kullanıldığı, yağmur yağdırma işlemlerinde hangi sıranın takip edildiği ve taşla birlikte kullanılan diğer materyallerin ne olduğuna gelince: “Harezm hükümdarlarından Sultan Alaaddin Mehmet huzurunda bir ihtiyarın bir tasa su doldurup içine iki boru diktiğini, üçüncü borudan yüksek bir yere koyduğu, yağmur taşı renginde bir yılanın aşağı sarkıverdiğini, ihtiyarın Türk yat taşını tasa daldırdığı ve daha bir dakika olmadan bunları sudan çıkarak birbirine sürttüğü ve ikisini de birer tarafa fırlattığını ve bunu yedi defa tekrarladıktan sonra taştan su alarak her tarafa serptiği ve yağmur yağdırdığı kaydedilmiştir.” Yağdırma işlemini Şaban Şifai de aynı şekilde anlatmıştır. Yine, yağmur taşının yağdırma işinde kullanma metodu ve nerede bulunduğu, Cabir bin Hayyan’ın “El havasül KebirKitab’ül” bahsinde şu şekilde sunulmuştur: “Yazın sıcak bir gününde, bu yağmur taşı bir büyük tasın içine konulup tasın içine doluncaya kadar su konduktan sonra bu taşların yüzlerini birbirine sürtecek olursan

yağmur yağmaya başlar:· Ayrıca bu taşın Karluk Türklerinin topraklarındaki bir derede bulunduğu, bu yerlerde aynı zamanda elmas bulunduğu ve vadinin içinde müthiş yılanlar, büyük yırtıcı kuşların bulunduğu ve manzarasının ürpertici olduğu anlatılıyor. Bu vadiden geçirilen katır ve eşek gibi hayvanların ayaklarına keçeler sarılarak taşların birbirine çarpıp yağmur yağmasına karşın tedbir alınması gerektiği söyleniyor. Faruk Sümer de bu meseleyle ilgili olarak şunları bildirmektedir: “Türkistan’da bir dağ geçidi vardır. Buradan geçenler gürültü çıkmaması için hayvanların nallarını keçeyle saralar. Eğer geçitte bulunan taşlardan birisi diğerinin üzerine düşer ve bundan cüzi da olsa bir gürültü çıkarsa hava derhal bulutlanır ve bulutlardan insan ve hayvanları mahvedinceye kadar, kesilmeyen ve bol miktarda yağmur yağar:·
Çağdaş Türk halklarının folklarında yada taşı efsanesi en çok yayılmış efsanelerden biridir. Yakutlar yada taşına “sata” derler. Bu taş Yakutlara göre, at, inek, ayı, kurt gibi hayvanların midesinde bulunur. En kuvvetli sata taşı, kurdun karnından çıkarılan taştır. Sata taşıyla Şamanlar yazın yağmur, kar yağdırıp; müthiş fırtına estirebilirler. Sata taşı Yakutlara göre canlı bir cisimdir. İnsan kafasına benzer. Yüzü, gözü, kulağı, ağzı çok net görülür. Kadın veya bir yabancının eli veya gözü dokunursa ölür, kuvvetini kaybeder. Canlı satayı ele alıp yukarı kaldırılırsa derhal soğuk rüzgar eser, yağmur veyahut kar yağar. Elinde bu taşı bulunduran adam uzak yola çıkar ve bunu da atının yelesi veya kuyruğu altına bağlarsa at terlemez, daima esen serin rüzgar altında rahat rahat seyahat eder. Altay Şamanlarında kamlardan başka “yadaçı” denilen adamlar da vardır. Yadacı, yada denilen taşıyla yağmur, kar, dolu yağdırır ve fırtına çıkarır. Yada taşı daima rüzgar esen dağlarda bulunur. Bu taşı elde temek için yadacı, bütün mal ve mülkünü feda edebilir.
Kırgız ve Kazakların Er Gökçe Destanı’nda, Altınordu Devleti’nin meşhur kahramanlarından Er Kosay’ın düşman ülkesine akın yaptığı esnada çölde başına gelenler şöyle anlatılmaktadır:

“Yanındaki adamlar susadı. Er Kosay’a susuzluktan şikayet ediyorlar. Er Kosay, uzun kulaklı sarı atının eyerinin altından çay taşını çekip çıkardı. Salladı salladı yere koydu. Havadan yağmur yağdı yağmur suyunu içtiler:’
Kırgızların Manas Destanı’nda büyük Çin seferi rivayetinde Almanbet adlı kahramanın yağmur yağdırmak için “bulutları efsunladığından bahsedilmektedir. Kırgızların inanışlarına göre çada (yada) taşı koyun karnında bulunur. Bu taşla yazın kar yağdırmak mümkündür.
Bugün Anadoluda bu geleneğin izlerinin var olduğu ve bir şekilde devam ettirildiği de açıktır. Anadolu’nun bazı bölgelerinde yağmur duasıyla ilgili gelenekler arasında kırk bir taşa dua okunup suya atmak adeti tespit edilmiştir. Yine Anadolu’da her türlü tehlikeyi uzaklaştıracağına inanılarak çocuklara takılan bir taşa da yat taşı, yat boneuğu dendiği bilinmektedir. Bu adetlerin de “yada taşı” inancına bağlı olduğunu söylemek mümkündür.

Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Yorum bırakın