Namazın Rükünleri

Mart 20, 2007

Namazın altı rüknü vardır. Bunlar namazın ana unsurlarını teşkil eden ve mutlaka bulunması gereken farzlardır.

1) İftitah Tekbiri:

Namaz kılanın ayakta ve kendi işiteceği kadar bir sesle “Allahu ekber” demesine “iftitah tekbiri” veya “tahrîme” denir. Bununla namaza başlanmış ve dış dünya ile ilgi kesilmiş olur.

Ayakta duramayan kişi oturarak tekbir alabilir. Tekbir, gücü yetenler için arapçadır. Başka dilde olmaz. Arkasındaki cemaate duyurabilmesi için imamın tekbiri açıktan alması müstehaptır. Dilsiz veya başka dilde tekbir getirmekten aciz olan kimseden, tekbir getirme farizası düşer. Tekbirin yalnız bir bölümünü, söylemeye gücü yetene, o kısmın bir anlamı varsa gücünün yettiği kadarı yeterli olur.

Allah Teala’yı yüceltme anlamı taşıyan “Allahul-Kebîr”, “Allah Kebîr” veya yalnız “Allah” denilmesi de farz için yeterlidir. Ancak, “Allahümmeğfislî (Allah’ım beni bağışla)”, “Estağfurullah (Allah’tan bağışlanmamı istiyorum)”, “Euzübillah (Allah’a sığınıyorum)” veya “Bismillah (Allah’ın adı ile başlıyorum)” gibi sözlerle namaza başlanmış olmaz. Çünkü bunlar birer dua cümlesi olup, yalnız ta’zîmi ifade etmez. Hanefilere göre, namaza “Allahu Ekber (Allah her şeyden yücedir)” sözü ile başlamak vacip, bu sözden başkasını tercih etmek ise tahrimen mekruhtur.

Namaza, iftitah tekbiri ile başlamanın farz oluşu ayet-i kerime ve hadis-i şeriflere dayanır: Allah Teala; “Rabbini yücelt” (el-Müddessir, 74/3) buyurur. Hz. Peygamber (s.a.s) de şöyle buyurmuştur: “Namazın anahtarı temizliktir, tahrimesi ise tekbirdir” (Ebü Davud, Salat, 73, Taharet, 31; Tirmizî, Mevakît, 62, Taharet, 3; İbn Mace, Taharet, 3). “Allah Teala abdesti yerli yerinde almadıkça, sonra kıbleye dönüp Allahu ekber” demedikçe bir kimsenin namazını kabul etmez” (Ebû Davud, Salat, 144).

Hz. Peygamber namazını hatalı kılan bir sahabeye namazı tarif ederken; “Namaza kalktığın zaman tekbir getir” (Buharî, Ezan, 95, 122; Müslim, Salat, 45; Ebû Davud, Salat, 164; Tirmizî, Mevakît, 110) buyurmuştur. Ekber yerine “ekbar” veya Allah yerine “Allah” şeklinde uzatarak okumak manayı bozacağı için bununla namaza başlanmış olmaz. Namaz içinde böyle bir okuyuş, namazı bozar. Ekber’in “kaf’ını yumuşak okuyarak “eğber” denilmesi namaza zarar vermez. Çünkü bundan kaçınmak güçtür.

İmama uymak üzere alınan iftitah tekbirinin tamamının ayakta alınması şarttır. Bu yüzden rüku halindeki imama uyan kimse “Allah” lafzını ayakta, “ekber” lafzını ise rükûda iken söylese bununla imama uymuş olmaz. Yeniden doğrulup tekbir alması gerekir. Bu arada rüküyu kaçırırsa, birinci rekatı kaza eder.

Ebû Hanife’ye göre, Arapça dışında bir dilde tekbir getirmek de yeterlidir. Çünkü Allah Teala; “Rabbinin ismini anıp, namaz kılan, mutlaka kurtuluşa ermiştir” buyurur.

2) Namazda Kıyam:

Gücü yetenin farz namazda ve vitir veya adak gibi vacib namazlarda ayakta durması bir rükündür. Bu yüzden ayakta durmaya gücü yeten kimsenin oturarak kılacağı bir farz veya vacib namaz caiz olmaz. Rükünler farz olduğu için onlara uymak gerekir (Zeylaî, a.g.e., l, 104; İbnul-Hümam, a.g.e, 1,192, 304, 378; eş-Sîrazî, el-Muhezzeb, l, 70; ez-Zühaylî, a.g.e., l, 635 vd.; Bilmen, a.g.e., s. 122 vd.). Çünkü, Allah Teala; “Allah’a itaat ederek ayakta durun” (el-Bakara, 2/238) buyuruyor. Hz. Peygamber bir hadisinde; “Ayakta namaz kıl” buyurmuştur. Hadis, İmran (r.a)’dan şu sözlerle rivayet edilmiştir. “Bende basur hastalığı vardı. Hz. Peygamber’e namazı nasıl kılacağımı sordum? Ayakta kıl, eğer gücün yetmezse oturarak, yine gücün yetmezse yaslanarak kıl” buyurdu. Nesaî şunu ilave etmiştir: “Eğer gücün yetmezse sırt üstü kıl. Allah kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez” (Buharî, Taksîr, 19; Ebü Davud, Salat, 175; Tirmizî, Salat, 157; İbn Mace, İkamet, 139).”

Bu duruma göre, hasta ayakta namaz kılmaya güç yetiremez veya ayağa kalkınca hastalığının artmasından veya uzamasından yahut da şiddetli ağrı duymasından korkarsa, namazı oturduğu yerde kılar, gücü yeterse rükû ve secdeye varır. Çünkü zorluk kolaylığı celbeder, zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunur.

Bir hasta, bir yere dayanarak ayakta namaz kılabildiği sürece, farz namazları oturduğu halde kılamaz.

Yine bir süre ayakta kılmaya gücü yeten kimse o kadar ayakta durur, sonra oturarak namazını bitirir. Hatta yalnız iftitah tekbirini ayakta alabilen kimse, bu tekbiri ayakta alır, sonra oturup namazını kılar (bk. el-Kasanî, a.g.e., l, 105 vd.; İbnul-Hümam, a.g.e., l, 375 vd.; el-Meydanî, el-Lübab, l, 100 vd.; Zeylaî, a.g.e., l, 109).

3) Namazda Kıraat:

İmamın veya tek başına namaz kılanın, nafile namazlar ile, vitir namazının bütün rekatlarında, üç veya dört rekatlı farz namazların ise iki rekatında bir miktar Kur’an-ı Kerim okuması farzdır.

Namazda kıraatın farz olan miktarı, Ebû Hanîfe’ye göre, her rekatta kısa da olsa bir ayettir. Böyle bir ayet okununca bu farz yerine getirilmiş olur. Fakat Ebû Yusuf’a, İmam Muhammed’e ve Ebû Hanîfe’den başka bir rivayete göre bu miktar, kısa üç ayet veya böyle üç ayet miktarı uzun bir ayettir. İhtiyata uygun olan bu görüştür.

Bir harften veya bir kelimeden ibaret olan bir ayetin, mesela; “Nûn” ve “Müdhâmmetân” ayetlerinin okunması, sağlam görüşe göre yeterli olmaz. Çünkü bu, bir kıraat sayılmaz.

Kıraatin farz oluşu şu delillere dayanır: Allah Teala şöyle buyurur: “Kur’an dan kolayınıza gelen ayetleri okuyun” (el-Müzzemmil, 73/20). Burada mutlak emir vücub ifade eder. Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Kıraatsız namaz yoktur” (Müslim, Salat, 42; Ebü Davud, Salat, 132, 167).

Yukarıdaki ayet, namazda mutlak olarak Kur’an okumayı emretmektedir. Bu yüzden Kur’an adını taşıyan en az okuyuşla kıraat gerçekleşir. Bununla birlikte namaz dışında Kur’an okumak farz değildir. Çünkü ayetin gelişinden bu anlaşılmaktadır.

Namazda Fatiha’yı okumak vacibtir. Fatiha terkedilse, namaz tahrîmen mekruh olmakla birlikte sahihtir. Hz. Peygamber’in; “Fatiha’yı okumayanın namazı kabul değildir” (Tirmizî, Mevakît, 69; Darimî, Salat, 36) hadisi Hanefi müctehitlerince, “Fatiha’sız namazın fazileti yoktur” anlamına hamledilmiştir.

İmama uyan kimsenin Kur’an okuması gerekmez. Çünkü, Allah Teala şöyle buyurmuştur: “Kur’an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki, merhamet olunasınız” (el-A’raf, 7/204). Ahmed b. Hanbel bu ayet hakkında şöyle demiştir: “Bu ayetin namazla ilgili olarak indiği konusunda görüş birliği vardır. Ayet namazda dinlemeyi ve susmayı emretmektedir. Dinlemek ise açıktan kıraat yapılan namazlara mahsustur. Susmak hem gizli, hem de açık okunan namazları içine alır. Bu yüzden namaz kılanların açık okunan namazlarda da, gizli okunan namazlarda da susmaları vacibtir” (ez-Zühaylî, a.g.e., l, 648).

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Bir kimse imamın arkasında namaz kılarsa o imamın okuyuşu onun da okuyuşudur” (İbn Mace, İkame,18). Bu hadis, gizli okunan namazları da, açık okunanları da kapsamına alır. Yine Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “İmam kendisine uyulması için nasbedilmiştir. İmam tekbir getirdiği zaman siz de getirin, Kur’an okuduğu zaman sizler susun ” (Buharî, Taksîr, 19; Ebü Davud, Salat, 68, 175; Tirmizî, Salat, 150,157; İbn Mace, İkame, 13, 144; Ahmed b. Hanbel, II, 230).

Hanefiler dışındaki çoğunluk, namazda kıraattan maksadın Fatiha suresi olduğunu söylemiştir. Dayandıkları delil: “Fatihayı okumayanın namazı yoktur”, “Fatihatül-Kitab’ın okunmadığı bir namaz yeterli değildir” anlamındaki hadislerdir (bk. Tirmizî, Mevakît, 69, 115, 116; İbn Mace, ikame, II).

4) Rükû:

Namazlarda rükûda bir rükün olup farzdır. Kıraattan sonra eğilerek rükuya varılır. Rükûda baş ve sırt düz tutularak eller dizlere kadar varır. Bu yüzden ayakta namaz kılan kimsenin rükü için yalnız başını eğmesi yeterli olmaz, arkasını da eğerek, baş ve sırt düz bir hat meydana getirmelidir. Bu tam bir rüküdur. Bununla birlikte namaz kılan, rüküda tam bu durumda bulunmazsa bakılır, eğer kıyama daha yakın görülürse rüküu sahih olmaz, fakat rükü durumuna daha yakın görülürse sahih olur. Sırtı kambur olan kişi, eğer gücü yeterse, normal rükuya göre biraz fazla eğilir (İbnül-Hümam, a.g.e., l, 193, 208 vd.; İbn Abidîn, a.g.e., l, 416; el-Meydanî, a.g.e., l, 69).

Rükû’nün farz oluşu ayet ve hadislere dayanır. Allah Teala şöyle buyurur: “Ey İman edenler! Rükü edin” (el-Hacc, 22/77).

Resulullah (s.a.s)’in yaptığı rükû şeklini Ebü Humeyd (r.a) şöyle açıklar: “Hz. Peygamber’in rükü yaparken ellerini dizleri üzerine koyduğunu gördüm. Sonra sırtını düzgün tutardı” Hz. Aişe (r.anha) rüküda başın eğilmesi şeklini şöyle nakleder: “Resulullah (s.a.s) rükuya gittiği zaman başını yukarıya doğru kaldırmaz, aşağı doğru da eğmezdi. İkisi arasında bir vaziyette tutardı (Müslim, Salat, 240; Ebü Davud, Salat. 122; İbn Mace, ikame, 16; Ahmed 6. Hanbel, VI, 31,194)

Başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur: “Hz. Peygamber rükuya gidince, sırtı üzerinde bir bardak su bulunacak olsa, hareket etmezdi” (Buharî, Ezan, 120; Ahmed b. Hanbel, l, 123).

Oturarak namaz kılan kimse rüküda biraz eğilmesi, secdede bundan daha fazla eğilmesi gerekir.

5) Secde:

Secde namazda bir rükün olup, farzdır. Namaz kılan kimse rüküdan sonra secdeye varır. Secdede alın, yüz, iki ayak, iki el ve iki diz yere veya yere bitişik bir şey üzerine konulur. Böylece Allah Teala’ya ta’zîmde bulunulur. Bu secde her rekatta birbiri ardınca iki kere yapılır.

Secdelerin farz olduğu konusunda görüş birliği vardır. Allah Teala şöyle buyurur; “Ey iman edenler! Rükû ve secde yapın ” (el-Hacc, 22/77).

Resulullah (s.a.s) de namazını kötü bir şekilde kılan kimseye şöyle emretmiştir: “Sonra mutmain olacak şekilde secde et. Sonra mutmain olacak şekilde secdeden kalkıp otur, sonra yine mutmain olacak şekilde secde yap.

Tam ve mükemmel secde yedi aza üzerine yapılan secdedir. Yüz, iki el, iki diz ve iki ayak. Bunun dayandığı delil İbn Abbas (r.a)’dan rivayet edilen şu hadistir: “Ben yedi kemik üzerine secde etmekle emrolundum. Bunlar da; alın (eliyle burnuna işaret etti), iki el, iki diz ve iki ayaktır” (Buharî, Ezan, 133, 134, 137; Müslim, Salat, 226, 227, 229, 230; Nesaî, Tatbîk, 40, 43-45, 56, 58; İbn Mace, İkame, 19).

Alın ve burnun ikisiyle birlikte secde etmek vacibtir. Secdede elleri, dizleri yere koymak farz değil, sünnettir. Çünkü bunu yapmaksızın da secde gerçekleşebilir. Ancak bu, Züfer ve İmam Şafiî ile Ahmed b. Hanbel’e göre farzdır.

Secdede iki ayağı yere koymak farzdır. Bu yüzden iki ayağın veya bir ayağın parmakları yere konulmadıkça, secde caiz olmaz. Tercih edilen görüş budur. Bir ayağın yalnız bir parmağını veya ayağın yalnız üstünü yere koymak yeterli olmaz. Eğer bir kimse iki ayağını da yere koymazsa secdesi geçerli olmaz.

Atılmış yün, pamuk, saman, sünger ve kar gibi bir şey üzerine secde edildiği zaman, eğer bunlar yoğunluk meydana getirip, hacimleri anlaşılırsa secde caiz olur. Fakat bunların içinde yüz kaybolup hacimleri anlaşılmaz ve yüz aşağıya tam yerleşip sertlik hissedilmezse secde caiz olmaz.

Rükü ve secdede durmada sünnet miktarının en azı üçer kere tesbih okumaktır. Ortası beş, en mükemmeli yedi kere tesbih okumaktır. Namazı tek başına kılan kimse, daha çok tesbihte bulunabilir. Fakat imam olan kimse, cemaatin rızası bulunmadıkça, üçten fazla tesbih okumamalıdır. Çünkü cemaatı usandırmak ve namazları kaçırmak uygun değildir.

Rükûda okunacak tesbih; “Sübhane rabbiyelazîm (pek büyük olan Rabbim, her türlü eksikliklerden münezzehtir)” ve secdelerdeki tesbih de; “Sübhane rabbiyel a’la (En yüce olan Rabbim, bütün eksikliklerden) münezzehtir”.

Her rekatta iki secde yapılır. Bunlardan birisi bilerek terk edilse namaz bozulur, sehven terk edilse, selamdan sonra bile hatırlansa, namaza aykırı bir şey yapılmamışsa secdeye varılır, daha sonra son oturuş iade edilerek sehiv secdeleri yapılır. Çünkü farz olan secde normal yerinden geri bırakılmıştır.

6) Son Oturuş:

Namazların sonunda teşehhüt miktarı oturmak da namazın bir farzı, bir rüknüdür. Buna “Ka’dei ahire (son oturuş)” denir. İki rekatlı namazlarda ikinci rekattan, dört rekatlı namazlarda ise dördüncü rekattan sonraki oturuşlar “son oturuş”tur.

Teşehhüt miktarından maksat ise “Tahiyyati” okuyacak kadar bir süredir. Şafiî ve Hanbelîlere göre ise, son oturuşta teşehhüt ile birlikte Hz. Peygamber’e salavat getirmek, yani; “Allahümme salli ala Muhammed” diyecek kadar oturarak teşehhütte bulunmak bir rükündür.

Hz. Peygamber’den nakledilen “Tahiyyat” duası şudur: “et-Tahiyyatü lillahi ve’s-salavatü vettayyibatü, es-selamü aleyke eyyühan’Nebiyyü ve rahmetullahi ve berakûtühû. es-Selâmü aleyna ve ala ibadillâhi’s-salihîn. Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve Rasûluh”.

Anlamı: “Bütün dualar, senalar, bedenî ve malî ibadetler Allah Teala’ya mahsustur. Ey Peygamber! Sana selam olsun, Allah’ın rahmeti ve bereketi üzerine olsun, (Ey Rabbimiz)! Selam bize ve Allah’ın salih kullarına olsun. Şunu bilir ve herkese açıklarım ki, Allah’tan başka hiç bir gerçek mabud yoktur ve yine bilir ve açıklarım ki, Hz. Muhammed, Allah’ın kulu ve peygamberidir” (bk. Buharî, Ezan, 148, 150; Deavat, 16; Tevhîd, S;Müstim, Salat, 56,60,62; Ebu Davud, Salat, 128).

Son oturuşta, teşehhüt miktarı oturmanın farz oluşu şu hadise dayanır: “Hz. Peygamber, İbn Mes’ud (r.a)’a teşehhüdü öğrettiği zaman şöyle buyurmuştur: “Bunu söylediğin veya yaptığın zaman namazın tamam olmuştur” (Ebü Davud, Salat, 178; Nesaî, Tatbik, 15). Yani teşehhüdü okuduğun veya oturma işini yaptığın zaman namazın tamamdır. Burada, Resulullah (s.a.s), namazın tamamlanmasını fiile bağlanmıştır. Bu fiil de oturma işidir. Hz. Peygamber, tahiyyatı ancak oturduğu zaman okumuştur. Bu yüzden namazın gerçekten tamam olması oturmaya bağlıdır (bk. el-Kasanî, a.g.e., l, 133; İbnül-Hümam, a.g.e., l, 113; Zeylaî, Tebyînül-Hakaik, 1,104; İbn Kudame; a.g.e., l, 532; ez-Zühaylî, a.g.e., l, 665 vd.; Bilmen, a.g.e., s.129,130).

7) Ta’dîl-i Erkana Riayet Etmek:

İmam Ebû Yusuf ile Şafiî, Malikî ve Hanbelî mezheplerine göre namazda ta’dili erkan bir rükün veya rüknün şartıdır. Ta’dili erkan; itminan halinde bulunmak, hareketten sonra durmak yahut kalkması eğilmesinden ayrılacak şekilde iki hareket arasında sükunet bulmaktır. Namazda ta’dili erkan rükuda, rüküdan doğrulmada, secdede, iki secde arasındaki oturuşta söz konuşu olur. Mesela; rüküdan kıyama doğrulurken vücut dimdik bir hale gelmeli, sükunet bulmalı, en az bir kere; “Sübhanellahilazîm (Yüce olan Allah’ı her türlü eksiklikten tenzih ederim)” diyecek kadar ayakta durup daha sonra secdeye varmalıdır. İki secde arasında da bu şekilde bir tesbih miktarı durmalıdır.

Hz. Peygamber, namazım kötü bir şekilde kılmakta olan bedevîye şöyle buyurmuştur: “Namaza kalktığın zaman tekbir getir, sonra kolayına gelen Kur’an ayetlerinden bir kısmını oku. Sonra mutmain olacak şekilde rükû yap, sonra mutmain olacak şekilde secde yap. Sonra bunu bütün namazın süresince yap ” (Buharî, Ezan, 95, 122; Müslim, Salat, 45; Ebû Davud, Salat, 164).

Ta’dili erkan Ebu Hanîfe ile İmam Muhammed’e göre vacibtir. Birinci görüş olan çoğunluğun görüşüne göre, ta’dili erkana riayet edilmeksizin kılınan bir namazı yeniden kılmak (iade etmek) gerekir. İkinci görüşe göre ise; bu durumda yalnız sehiv secdesi yapmak yeterlidir. Fakat böyle bir namazı yeniden kılmak daha uygundur. Böylece ihtilaftan kurtulunmuş olur.

8) Namazdan Kendi Fiili İle Çıkmak:

Namaz kılan kimsenin, namazdan kendi isteğine bağlı bir fiil ile çıkması Ebû Hanîfe’ye göre bir rükün ve dolayısıyla bir farzdır. Namazın sonunda selam vermek farz değil vacibtir. Bu yüzden, bir kimse teşehhüt miktarı oturduktan sonra bir tarafa selam vermek, konuşmak, bir iş yapmak veya abdesti bozulmak gibi fiillerle namazdan çıksa bu yeterlidir. Namaz, birinci selamda “aleyküm” kelimesinden önce “selam” sözünü söylemekle son bulur.

Hz. Peygamber (s.a.s), namazlarını selam vererek bitirmekle birlikte, selamın farz olmadığını göstermek için arada başka türlü amelleri de olmuştur. Abdullah b. Amr b. As’ın naklettiği bir hadiste Allah Rasülü şöyle buyurmuştur: “İmam namazını bitirip oturunca, konuşmadan önce abdesti bozulursa namazı tamam olur. Bunun gibi imamın arkasında bulunup da namazını bitirmiş olanların da namaz tamam olur” (Tirmizî, Salat, 183; Ebü Davud, Salat, 187, 230; İbn Mace, İkame, 138; Darimî, Vüdû’, 114; Ahmed b. Hanbel, VI, 272).

İbn Abbas (r.a)’nın naklettiği şu hadis de bu anlamı desteklemektedir: “Rasulullah (s.a.s) teşehhüt miktarı oturduğu zaman, yüzünü bize doğru döndürür ve şöyle buyururdu: Bir kimsenin teşehhüt miktarı oturduktan sonra abdesti bozulsa, onun namazı tamam olmuştur” (Buharî, Ezan,156; Cenaiz, 93; Nesaî, İftitah, 84; İbn Mace, Salat, 8; Ahmed b. Hanbel, V,14, 41).

Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’e göre ise, teşehhüt miktarı oturduktan sonra namazı sona erdirecek fiilin kendi isteği ile olması da şart değildir. Bu yüzden, teşehhütten sonra abdestin irade dışı bozulması halinde bu iki müctehide göre yine namaz tamam olmuş sayılırken, Ebû Hanîfe’ye göre tamam olmuş olmaz. Hemen abdest alıp, kendi ihtiyarı ile namazdan çıkması gerekir. Aksi halde namazı batıl olur (bk. el-Kasanî, a.g.e., l, 113; İbnü’l-Hümam, a.g.e., l, 225; Zeylaî Nasbur-Raye, II, 63; İbn Abidîn, a.g.e., 1,418).


Namazın Vacibleri

Mart 20, 2007

Ayet, mütevatir veya meşhur hadis gibi kesin delille sabit olan, fakat delaleti zannî bulunan hükme vacib denir. Vacibin terki sebebiyle namaz bozulmaz. Bu eksiklik sehiv secdesi yapılarak tamamlanır. Namazın vacibleri şunlardır:

1) Namaza başlarken yalnız ta’zîm ifade eden “Allah” lafzıyla yetinmeyip, tekbir anlamı taşıyan bir ifadenin ilave edilmesi vacibtir. Mesela; “Allahu ekber” denilmesi vacibtir.

2) Namazlarda “Fatiha” süresini okumak vacibtir. Hanefîler dışındaki çoğunluğa göre, namazın her rekatında Fatiha’yı okumak farzdır.

3) Namazlarda farz olan kıraatin ilk iki rekata tahsis edilmesi vacibtir.

4) İlk iki rekattan her birinde Fatiha’yı bir kere okuyup, tekrar etmek vacibtir.

5) Fatiha’yı, okunacak diğer sure veya ayetlerden önce okumak. Çünkü, Hz. Peygamber bu şekilde okumuştur. Bir kimse yanılarak Fatiha’dan önce, başka sure veya ayetleri okur ve sonra bunu hatırlarsa, kıraati keserek önce Fatiha’yı ondan sonra da diğer sure veya ayetleri okur. Namazın sonunda da sehiv secdesi yapar.

6) Farz namazların ilk iki rekatında Fatiha’dan sonra, başka bir sure veya bir sure yerine geçecek miktarda ayet-i kerime ilave etmek vacibtir. Ebü Saîd el-Hudrî (r.a) den nakledilen bir hadiste şöyle buyurulmuştur: “Biz namazda Fatiha ile birlikte kolayımıza gelen ayetleri okumakla emrolunduk” (Ahmed b. Hanbel, III, 2).

7) Tek başına namaz kılan kimse, sabah, akşam ve yatsı namazlarında açıktan okumakla gizli okumak arasında serbesttir. Dilerse açıktan, dilerse gizli okuyabilir. Fakat öğle, ikindi ve gündüzün kılacağı nafile namazlarda gizli okuması vacibtir.

Resulullah (s.a.s) gece namazlarında nasıl okuduğu Hz. Aişe (r.anha) dan sorulmuş, o şöyle cevap vermiştir:

“Bazan gizli, bazan da açıktan okurdu” (Nesaî, Kıyamül-Leyl, 23; Tirmizî, bu hadis için sahihtir, demiştir),

8) Cemaatle kılınan namazlardan sabah, cuma, bayram, teravih ve vitir namazlarının her rekatında; akşam ve yatsı namazlarının ilk iki rekatlarında açık olarak; öğle ve ikindi namazlarının bütün rekatlarıyla akşam namazının üçüncü ve yatsı namazının da son iki rekatlarında gizli olarak kıraatta bulunmak vacibtir.

9) Vitir namazında kunut duası okumak ve kunut tekbiri almak Ebû Hanîfe’ye göre vacibtir. Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’e göre bunlar sünnettir.

10) Kazaya kalan bir namaz, gündüzün cemaatle kılınacak olsa, eğer sabah namazı gibi açıktan okunması gereken bir namaz ise yine açıktan okunur. Öğle namazı gibi gizli okunacak bir namaz ise gizli okunur.

11) İki bayram namazının üçer tane ilave tekbirleri vacibtir. İkinci rekatların rükü tekbirleri ise, vacib olan ilave tekbirlere bitişik olduğu için vacib sayılır.

12) Secdede alın ile birlikte burnu da yere koymak vacibtir.

13) Üç veya dört rekatlı namazlarda birinci oturuş vacibtir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) buna devam etmiş, yanlışlıkla ayağa kalktığında da sehiv secdesi yapmıştır. (ey-Şevkanî, a.g.e., II, 273).

14) Namazların her oturuşunda teşehhütte bulunmak, yani tahiyyatı okumak vacibtir. Hz. Peygamber; Her iki rekatta oturduğunuz zaman; “Ettehiyyatü lillahi deyin”buyurmuştur (Müslim, Sa-lat, 24; Ebü Davud, Salat, 122; Ahmed b. Hanbel, IV, 381).

15) İlk oturuşta tahiyyatı okuduktan sonra hiç ara vermeden üçüncü rekata kalkmak vacib olup, bir rükün eda edecek kadar ara verme sehiv secdesini gerektirir. Çünkü teşehhüdü uzatmakla farz tehir edilmiş olur. Bir rükün miktarı ise sadece: “Allahümme salli ala Muhammed” diyecek kadar zamandır.

16) Namazın farzlarında tertibe riayet etmek vacibtir. Sırayı gözetmek kıraat ile rükü arasında ve her rekatta tekrarlanan hareketlerde söz konuşu olur.

17) Vaciblerden her birini yerinde yapıp geri bırakmamak vacibtir. Kıraattan sonra bir sure, dalgınlıkla düşünceye dalıp, daha sonra rükûya varılması gibi.

18) Namaz içinde okunan secde ayetinden dolayı tilavet secdesinde bulunmak vacibtir.

19) Namazda, yanılarak terk edilen vaciblerden dolayı sehiv secdesi yapmak vacibtir.

20) Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed’e göre, rükünlerde itmi’nan halinde bulunmak vacibtir. Rükü, secde, rüküdan doğrulma veya iki secde arasında azalar sükunet bulmalı, kaslar gevşeyip vücut rahatlamalıdır. Bunun dayanağı, namazını kötü bir şekilde kılan kimse ile ilgili hadistir.

21) Namazların sonunda selam vermek. Önce sağ tarafa, sonra sol tarafa yüz çevirerek “es-Selam (size selam olsun)” demek vacibtir. “Aleyküm ve rahmetullah (selam ve Allah’ın rahmeti sizin üzerinize olsun)” sözünü söylemek ise sünnettir.

İbn Mes’ud (r.a)’un naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur: “Hz, Peygamber sağına ve soluna selam vererek; “es-Selamü aleyküm ve rahmetullah, es-selamü aleyküm ve rahmetullah” der ve sağa sola dönerken yanağının beyazlığı görünürdü” (Müslim, İkame, 27; Ebü Davud, Salat, 41, 187, 188; Tirmizî, Mevakît, 105; Nesaî, Tatbîk, 34, 83, Sehv, 68-71 ).


CÜMLENİN ÖĞELERİ

Mart 20, 2007

Bir duygu, düşünce veya durumu tam olarak anlatan sözcük ya da söz öbeklerine cümle denir. Şimdi birbirini tamamlayan öğeleri inceleyeceğiz.
Bir cümlenin oluşması için en önemli şart, kip ve şahıs bildiren bir unsurun bulunmasıdır. Yani eğer cümle içinde herhangi bir söz, haber veya dilek kiplerinden herhangi biriyle çekimli halde bulunuyorsa o, bir yargı bildiriyor demektir. Yargı bildirmek ise cümle olmanın en önemli koşuludur. Şahıs bildirmek, cümle olmak için her zaman gerekli değildir.
Cümlede bulunabilecek öğeler, yüklem, özne, nesne ve tümleçlerdir. Bunların özelliklerinin neler olduğunu şimdi ayrı ayrı görelim.

Yüklem

Cümlede kip ve zaman bildirerek yargıyı ortaya koyan temel unsurdur. Tek başına cümle özelliği gösterir. Diğer öğeler yüklemin tamamlayıcı öğeleridir.
Cümlede yüklemi bulmak için herhangi bir öğeye soru soramayız. Onu çekimli durumda bulunan sözcüklerden anlarız.

Örneğin;

“Biliyorum” sözü “bilmek” eyleminin şimdiki zamanla çekimlendiğini gösteriyor. Öyleyse yargı bildiriyor demektir. Dolayısıyla bir cümledir.
“Biraz önce gelen çocuk, kapıcının kızıydı.”
cümlesindeki altı çizili söz isim tamlaması olduğundan;
“O, eskiden, yaramaz bir çocuktu.”
cümlesindeki altı çizili söz sıfat tamlaması olduğundan birbirinden ayrılmaz ve birlikte yüklem olur.

Özne

Cümlede yüklemin bildirdiği işi, hareketi yapan ya da oluş içinde bulunan öğedir. Cümlenin temel öğesidir. Ancak her cümlede bulunmak zorunda değildir.
Cümlede özneyi bulmak için yükleme “kim” ve “ne” sorularını sorarız. Ancak özellikle “ne” sorusu, nesneyi bulmak için de sorulduğundan, biz özne sorusunu yükleme değişik biçimde sorarız.

Örneğin;

“Öğretmen soruyu bana sordu.”
cümlesinde “sordu” yüklemdir. Özneyi bulmak için yükleme “Soran kim?” diye soruyoruz. Cevap olarak “Öğretmen” geliyor. Öyleyse cümlenin öznesi bu sözcüktür.
Cümlede özne yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi, açık olarak verilebileceği gibi, yüklemin çekiminden de çıkarılabilir. Cümlede olmayan, yüklemdeki şahıs eklerinden anlaşılan bu tür öznelere “gizli özne” adı verilir.
“Sana bu kitabı iki günlüğüne verebilirim.”
cümlesinin yüklemi “verebilirim” sözüdür. Özneyi bulmak için “Veren kim?” diye soruyoruz, “Ben” cevabı geliyor; ancak bu söz cümlede yok, biz bunu yüklemin bildirdiği şahıstan çıkarıyoruz. Öyleyse bu cümlenin öznesi gizli öznedir. Bu özne cümlede var olan öğelerden biri sayılmaz. Yani “Geldim.” cümlesinde öznenin “ben” olduğu görülse bile bu cümle sadece yüklemden oluşmuş sayılır.
Her cümlede özne bulunmaz. Yani eylemi yapan bazen belli değildir.
“Kasabaya bu yoldan gidilmez.”
cümlesinde “Gidilmeyen ne, gidilmeyen kim?” gibi sorulara cevap alınmaz. Öyleyse cümlenin öznesi yoktur.

Nesne

Cümlede yüklemin bildirdiği işten etkilenen öğedir. Yükleme sorulan “kimi, neyi, ne” sorularına cevap verir.
Nesneler hal ekini alıp almamalarına göre iki grupta incelenir.

1. Belirtili Nesne

Nesne görevinde bulunan söz, “-i” hal ekini almışsa, nesneye belirtili nesne denir.
“Çiçekleri annesine verdi.”
cümlesinde “Çiçekleri” nesnesi “-i” hal eki aldığından belirtili nesnedir.

2. Belirtisiz Nesne

Nesne görevinde bulunan söz “-i” hal ekini almamışsa nesne, belirtisiz nesnedir.
“Annesi için çiçek topladı.”
cümlesinde “çiçek” nesnesi bu eki almamış ve belirtisiz nesne olmuştur.

Dolaylı Tümleç

Yüklemin yöneldiği, bulunduğu, çıktığı yeri gösteren öğedir. Yükleme sorulan “-e”, “-de” ve “-den” hal eklerini alan sorulara aynı ekleri alarak cevap veren sözcük ya da söz öbekleri dolaylı tümleç görevinde bulunur. Soruların ve cevapların aynı ekleri alması zorunluluğu bunun diğer öğelerle karışmasına engel olur. Bunu örneklerle açıklayalım.
“Elindeki kitap ve defterleri bana verdi.”
cümlesinde altı çizili öğeyi bulabilmek için yükleme “kime” sorusunu soruyoruz. Soru da cevap da aynı eki almış. Öyleyse “bana” sözü dolaylı tümleçtir.
“Sizinle ancak yaza görüşürüz.”
cümlesinde altı çizili sözcük de “-e” hal ekini almıştır. Ancak bu öğeyi bulmak için yükleme “ne zaman” sorusunu soruyoruz. Görüldüğü gibi soru hal eki almadan soruluyor. Öyleyse bu, “-e” hal eki almış olmasına rağmen dolaylı tümleç değildir.
“Kimseye sormadan dışarı çıktı.”
cümlesinde ise altı çizili öğeyi bulmak için yükleme “nereye” sorusunu soruyoruz. Bu durumda soru, “-e” hal eki almış, ancak “dışarı” sözü aynı eki almamış. Öyleyse buna da dolaylı tümleç diyemeyiz.
Görüldüğü gibi sorular ve cevapların aynı ekleri alması koşulu, birbiriyle karışan öğeleri ayırt etmemizi sağlıyor.
Aynı durumu “-de” ve “-den” eklerinde de görebiliriz.
“Beni sınıfta iki saattir bekliyormuş.”
cümlesindeki altı çizili öğeyi cevap olarak almak için, yükleme “nerede” sorusunu soruyoruz. Öyleyse bu öğe dolaylı tümleçtir.
“Hepimiz iki saattir ayakta bekliyoruz.”
cümlesinde ise altı çizili öğeyi bulabilmek için yükleme “nasıl” sorusunu sormamız gerekiyor. Görüldüğü gibi soru “-de” ekiyle sorulmamış. Demek ki öğe dolaylı tümleç değil.
“O, iki gün önce buradan ayrıldı.”
cümlesinde altı çizili öğe “nereden” sorusuna cevap vererek dolaylı tümleç olmuş.
“Senin de gelmeni yürekten isterdim.”
cümlesinde altı çizili öğe “nasıl” sorusuna cevap verdiğinden dolaylı tümleç değildir.
“Şu elmadan üç kilo verir misin?”
cümlesinde altı çizili öğeyi bulmak için “neyden” sorusunu yükleme soruyoruz. Cevap geldiğinden öğe dolaylı tümleçtir.
“Hastalandığından gelmedi.”
cümlesinde altı çizili öğeyi ise “niçin” sorusuyla buluyoruz. Öyleyse bu, dolaylı tümleç değildir.
Örnekleri daha da çoğaltabiliriz. Burada unutmamamız gereken, soruyla cevabın aynı ekleri (-e, -de, -den) almasıdır. Dolaylı tümleci bulduran soruları ezberlemek yerine, bunu kavramak daha avantajlı bir yoldur.

Zarf Tümleci

Yüklemin zamanını, durumunu, miktarını, yönünü, koşulunu vb. bildiren öğelerdir. Bunların her biri değişik bir soruyla bulunur.
“Hava kararmadan köye inmeliyiz.”
cümlesindeki altı çizili zarf “ne zaman”;
“Dosta düşmana muhtaç olmadan

yaşamalıyız.” cümlesinde altı çizili zarf “nasıl”;
“Aldığı notlar şaşılacak kadar yüksekti.”
cümlesindeki altı çizili zarf “ne kadar”;
“Tek bir söz bile söylemeden içeri girdi.”
cümlesindeki altı çizili zarf “nereye”;
“Zamanımız kalırsa bir örnek daha çözeriz.”
cümlesindeki altı çizili zarf “hangi takdirde” sorularına cevap vermişlerdir. Yükleme sorulan bu sorulara cevap veren öğeler daima zarftır. Ancak burada “nereye” sorusuna dikkat etmeliyiz. Dolaylı tümleç konusunda da söylemiştik, bu soru dolaylı tümleci de buldurur. Ancak cevabın da aynı eki alması gerekir. Örnekteki “içeri” sözü ise bu eki almamıştır. Bu özelliği, yani hal eki almadan yön bildirme özelliğini yer-yön zarfları gösterir.
Cümleyi öğelerine ayırırken dikkat edilmesi gereken bir husus, azlık – çokluk zarflarının kullanımıdır.
“O, çok çalışkan bir öğrencidir.”
cümlesinde yüklem, altı çizili sözün tamamıdır. Çünkü “öğrenci” isimdir, “çalışkan” öğrencinin sıfatıdır. “çok” da çalışkan sıfatının zarfıdır. Dolayısıyla, “çok çalışkan bir öğrenci” sıfat tamlaması olduğundan bunlar birbirinden ayrılmaz. Oysa biz aynı cümleyi;
“O, çok çalışkandır.”
şeklinde kullansak, “çalışkandır” yüklem “çok” zarf tümleci olacaktır. Kısaca adlaşmış sıfatlar yüklem olduğunda, onun derecesini bildiren zarflar zarf tümleci olur. Çıkmış soruların birinde,
“Kafesteki kuşların tüyleri, şaşılacak kadar parlaktı.”
cümlesi verilmiş ve “şaşılacak kadar” öğesine zarf tümleci denmiştir.

Edat Tümleci

Çıkmış sorularda, seçeneklerde bile olsa, edat tümleci adının geçtiği görülmemiştir. Ancak bazı soruların çözümünde yardımcı olduğu söylenebilir. Eğer seçeneklerde “edat tümleci” adı geçmiyorsa, siz “edat tümleci” olarak gördüğünüz söz öbeklerine zarf tümleci de diyebilirsiniz.
Yüklemin ne ile, kimin ile, hangi amaçla, yapıldığını gösteren söz öbeklerine edat tümleci denir.
“O, bütün yazılarını, dolma kalemle yazar.”
“Bu araştırmayı arkadaşlarıyla yapmış.”
“Bu yemekleri sizin için hazırladım.”
cümlelerindeki altı çizili söz öbekleri edat tümleci sayılır.

Cümle içinde her söz, cümlenin bir öğesi durumunda değildir. Yükleme sorulan sorulara cevap vermeyen söz veya söz öbekleri cümle dışı unsur sayılır. Örneğin aşağıdaki cümleyi öğelerine ayıralım.

“Ahmet, sana defalarca geç kalmamanı
Nesne Dolaylı Zarf

söylemedim mi?”
yüklem

Görüldüğü gibi “Ahmet” sözü cümlede yükleme sorulan herhangi bir soruya cevap vermiyor yani cümle dışı unsurdur.

CÜMLE VURGUSU

Cümlede asıl anlatılmak istenen öğe vurgulanır. Biz konuşurken, önemsediğimiz öğeyi cümlenin herhangi bir yerinde ses tonumuzu yükselterek vurgulayabiliriz. Ancak yazıda bunu yapamayacağımızdan, vurgulamak istediğimiz öğeyi yükleme yaklaştırırız. Yani cümlede yükleme en yakın öğe, en çok vurgulanan öğedir.
“O, beni, hep burada bekler.”
Özne Nesne Zarf Dolaylı Yüklem

Tümleci Tümleç

cümlesinde yükleme en yakın öğe dolaylı tümleç olduğundan, en çok vurgulanan öğe de odur.

ARASÖZ

Cümleyi söylerken söz arasına sıkıştırılan, bazen bir öğenin açıklayıcısı, bazen cümle dışı unsur olan söz veya söz öbeklerine arasöz denir. Eğer bu söz bir cümle ise “aracümle” diye de adlandırılır.

Açıklamadan da anlaşılacağı gibi arasözün iki işlevi vardır.

“O kasabayı, doğduğum yeri, bu kitapta tanıttım.”
Nesne Dolaylı Yüklem
Tümleç

cümlesinde “doğduğum yeri” sözü, kasaba hakkında söylenmiştir ve kasabayı açıklamaktadır. Öyleyse bu öğe nesneyi açıklayan bir arasözdür.

Arasöz daima açıkladığı öğeden sonra gelir.

“Ahmet, siz de çok iyi bilirsiniz, derslerine pek çalışmaz.”
özne Dolaylı Zarf Yüklem
Tümleç Tümleci

cümlesinde “siz de çok iyi bilirsiniz” sözü cümlenin geneli üzerinde açıklama yapan, ancak herhangi bir öğeyle ilgili olmayan bir arasözdür. Cümle dışı unsur olarak kabul edilir.
Arasöz ve aracümleler iki virgül arasında ya da iki kısa çizgi arasında verilir.

“Anneme, hayatını bana adayan kadına, saygıda kusur etmem.”
D.Tümleç Dolaylı Tümleç Yüklem

“Odaya girdiğimde, neden olduğunu bilmiyorum,

alıntıdır.