TÜRK MİTOLOJİSİ’NDE GEÇEN KİŞİLER, KAVRAMLAR VE TANRILAR – 7

Nisan 28, 2022

 AKBOZ-AT VE GÖKBOZ-AT (İKİZ ATLAR)

Demirkazık’ın (Kutup Yıldızı) etrafında dönerler. Masal kahramanlarının atı olarak görünürler. Akboz-At en çok Ural Batur Destanı ile özdeşlemiş durumdadır. Köroğlu’nun Kırat’ı da yine Akboz At motifinin bir türevidir. Bamsı Beyrek’in atının adı da Bengi-Boz veya Dengi-Boz olarak anılır. Burada yine atın renginin Boz olması öne çıkar. Gökboz At ise masallarda ve nağıllarda (halk öykülerinde) kanatlı bir at olarak görünür. Sıra dışı yetenekleri ve olağanüstü güçleri bulunur.

AKBUGA (TIP TANRlSI)

Hekimlerin koruyucusudur. Kolunda taşıdığı büyük beyaz bir yılanla simgelenir. Hekimler kendisine dua ederler ve yardım dilerler. Elinde bilgiyi ve bilgeliği temsil eden bir asası vardır. Bu asayla kime dokunursa hemen iyileşir. Ak yılanı ise yeryüzündeki yılanlardan farklı olarak ağulu (zehirli) değildir. Onun ağusu (zehri) ilaçtır, her tür hastalığı sağaltır. Yılanın deri değiştirmesi onun ölümsüz olduğu, toprak altında gezmesiyse ölüler dünyasına inebildiği şeklinde bir inancın doğmasına neden olmuştur. Bu nedenlerle onun gizemli bir canlı olduğu düşünülmüş ve tıp simgesi haline gelmiştir. Yılan ayrıca gücü ve koruyuculuğu simgeler. Zehri öldürücü olabildiği için de ona karşı korkuyla karışık bir saygı duyulur. Ayaklarının olmaması ve sürünerek ilerlemesi dikkat çekici başlıca özellikleridir.

AKGÖL

Yaşam havuzu. “Süt-Ak Göl” olarak da adlandırılır. Gökyüzünde (göğün üçüncü katında) bulunur. Yaşam Ağacı’nın üzerinde yer alan sütten bir göldür. Yaşamsal unsurları taşır ve hayatın kaynağı olarak kabul edilir. Yeryüzüne gelecek ruhlar bu gölün içindedir. Kübey Ana meşin kırbalarda (deri tulumlarla) buradan alarak getirdiği sütü doğacak çocukların ağzına damlatır. Bu damla çocuğun ruhunu simgeler. Pek çok Türk boyundaysa bebeklere annesinin ilk sütünün bu gölden alınan damlayla Umay Ana tarafından verildiğine inanılır. Yakutlarda ise Ayzıt adlı tanrıçanın gebe kadının yanına gittiği anlatılır. Süt Gölü’nden aldığı damlayı çocuğun ağzına damlatır ve daha fazla süt isteyen çocuk ana karnından çıkmak ister. Bu süt aslında çocuğa verilen ruhtur. Süt beyazlığı, saflığı, temizliği ve ruhu sembolize eder. Altay halk inanışına göre iyi insanlar yakınlarıyla birlikte Süt Gölü’nde altın sandallada gezerler. Bu gölün kıyısındaki uçsuz bucaksız sedef kumsallarda eğlenirler. Altay efsanelerinde “Pura” adlı boynuzlu atlar Süt Gölü’nden çıkarlar. Bu inanış soylu hayvanların (veya atalarının) sudan çıkarak geldikleri anlayışının en eski kökenini oluşturur. Ayrıca “Süt Golü” motifı Nasreddin Hoca’nın gölü süt olarak düşünüp maya çalması toplumsal bilinçaltı düzeyinde de olsa alakalıdır. 

Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.


Hindistan’daki Mughal İmparatorluğu ve Sihizm

Nisan 28, 2022

1526 yılında Cengiz Han ve Aksak Timur’un soyundan gelen Müslüman bir Türk olan Babur Hindistan’a yürüdü. Kuzey Hindistan’ın merkezi bölgelerini fethetti. Afganistan’daki Kabil’i de içeren Babur’un toprakları Mughal imparatorluğu olarak biliniyordu. “Mughal” kelimesi Moğol sözcüğünden türetilmişti ve imparatorun geldiği kökene işaret ediyordu.
Babur’un ardından bir dizi önemli imparator başa geçti. Akbar (1556-1605 yılları arasında tahtta kaldı) güçlü bir yönetim sistemi kurdu. Hindulara dinlerini özgürce yaşamaları için izin verdi. Hindistan imparatorluğu’nun sınırlarını doğuda Bengal’den batıda Gujarat’a ulaşacak şekilde genişletti. Babur imparatorluğu’nun önemli liderlerinden olan Şah Cihan (1628-1658) inşa ettirdiği muhteşem sarayı ile tanınıyordu.
Pers kültürü ve dilinin yaygınlaşması, mimari ve minyatür alanında kendine özgü bir Hint-islam tarzının gelişmesini sağladı. Günümüz dillerinden Urdu bu dönemde ortaya çıktı (Arapça ve Pers dillerinden belirgin bir biçimde etkilenmiştir). Hindistan’ın pek çok sarayı, anıt mezarı ve kalesi Mughal döneminde inşa edilmiştir. Bunların arasında Agra’daki Tac Mahal ve Delhi’deki Red Fort da bulunmaktadır. Her ikisi de şah Cihan döneminde inşa edilmişlerdir.

  1. yüzyılın başlarında yeni bir tektanrıcı din olan Sihizm, Pencap’ta yaygınlaşmaya başladı. Bu inanç Guru Nanak tarafından kurulmuştu. Hinduizm ve islam’dan etkilenmişti. Hinduizm’in reenkarnasyon ve karma inançlarını kabul etmekle birlikte kast sistemini reddediyordu. Onuncu ve son guru olan Gobind Rai (1666- 1708) Singh adının tüm vaftiz edilmiş erkek Sihlere verilmesini istedi. Sihizmin saç uzatma (türbanla örtülü olmalı) ve sakal kesmeme gibi dış görünüşe ilişkin kurallarını biçimlendirdi . Mughal düşmanlığına karşı Sihleri silahlandırdı. Daha sonra Sihler Pencap’ta önemli bir politik güç haline geldiler.

Alıntıdır.


DÜNYA’NIN KORUNMUŞ TAVANI: ATMOSFER

Nisan 28, 2022

Biz çoğunlukla pek farkında olmayız, ama her gezegene olduğu gibi Dünya’ya da çok sayıda göktaşı düşmektedir. Diğer gezegenlere düştüklerinde dev kraterler açan bu göktaşlarının Dünya’ya zarar vermemelerinin nedeni, gezegenimizi saran atmosferin düşmekte olan göktaşlarına karşı büyük bir direnç göstermesidir. Göktaşı bu dirence fazla dayanamaz ve sürtünmeden dolayı yanarak büyük bir kütle kaybına uğrar. Böylece, büyük felaketlere yol açabilecek bu tehlike, atmosfer sayesinde savuşturulmuş olur.

Gökyüzünün “korunmuş bir tavan” oluşunun en önemli örneklerinden biri Dünya’yı saran manyetik alandır. Atmosferin en üst tabakası “Van Allen” adı verilen bir manyetik kuşaktan oluşur. Bu kuşak Dünya’nın çekirdeğinin sahip olduğu özellikler nedeniyle ortaya çıkmıştır.
Çekirdek, demir ve nikel gibi manyetik özelliği olan ağır elementleri içerir. Ancak bunlardan daha önemlisi çekirdeğin iki farklı yapıdan oluşmuş olmasıdır: İç çekirdek katı, dış çekirdek ise sıvı haldedir. Çekirdeğin bu iki katmanı birbiri etrafında hareket eder. Bu hareket ağır metaller üzerinde bir çeşit mıknatıslanma etkisi yaparak bir manyetik alan oluşturur. İşte Van Allen Kuşakları bu manyetik alanın, atmosferin en dışına kadar ulaşan bir uzantısıdır. Bu manyetik alan sayesinde Dünya, uzaydan gelebilecek olan tehlikelere karşı korunmuş olur.
Bu tehlikelerin en önemlilerinden biri, “Güneş rüzgarları”dır. Güneş, Dünya’ya ısı ve ışıktan başka, radyasyon ile beraber saatteki hızı 1.5 milyar kilometreyi bulan, proton ve elektronlardan oluşan bir rüzgar da gönderir. Güneş rüzgarları, Dünya’nın 40.000 mil uzağında manyetik halkalar çizen Van Allen Kuşakları’ndan geçemezler. Parçacık yağmuru şeklindeki güneş rüzgarı, bu manyetik alanla karşılaşır ve ayrılarak bu alanın çevresinden akar. Güneş’ten gelen X ve ultraviyole ışınlarının büyük bölümü ise atmosfer tarafından emilmektedir. Bu emilme olmadan, yeryüzünde hayat olması ise mümkün değildir.
Etrafımızı saran atmosferik kuşaklar, sadece zararsız orandaki ışınlar, radyo dalgaları ve görünür ışığın Dünyamıza ulaşmasına imkan verecek bir geçirgenliğe sahiptirler. Eğer atmosferimiz bu geçirgenlik özelliğinden yoksun olsaydı, ne haberleşme dalgalarını kullanabilir, ne de canlılığın temeli olan gün ışığını bulabilirdik.
Dünya’yı saran ozon tabakası da Güneş’ten gelen ve canlılar için zararlı olan morötesi ışınların yere kadar ulaşmasını önlemektedir. Güneş’ten gelen ultraviyole ışınları yeryüzündeki tüm canlıları öldürecek kadar fazla enerji yüklüdürler. Bu nedenle, Dünya’da yaşamın var olabilmesi için, gökyüzünün “korunmuş tavan”ına bir de ozon tabakası eklenmiştir.
Ozon, oksijenden üretilir. Oksijen gazının (O2) moleküllerinde 2 oksijen atomu bulunurken, ozon gazının (O3) moleküllerinde 3 oksijen atomu bulunur. Güneş’ten gelen ultraviyole ışınları, oksijen gazına bir atom daha ekleyerek ozonu oluştururlar. Ve ultraviyole sayesinde oluşan ozon tabakası, öldürücü ultraviyole ışınları tutarak yeryüzünde yaşamın en temel şartlarından birini oluşturur.

Alıntıdır.


ATMOSFERDEKİ BÜYÜK DENGE

Nisan 28, 2022

Dünya’nın atmosferinde dört temel gaz bulunur. Bunlar azot (%78), oksijen (%21), argon (%1’den az) ve karbondioksittir (%0.03). Atmosferde bulunan gazlar “reaksiyona giren” ve “reaksiyona girmeyen” olarak iki ana sınıfa ayrılırlar. Reaksiyona giren gazları incelediğimizde bunların yaptıkları reaksiyonların hayat için vazgeçilmez olduğunu, diğer gazların ise reaksiyona girmeleri durumunda canlılığı yok edecek bileşikler oluşturduklarını saptayabiliriz. Örneğin argon ve azot pasif gazlardır, bunlar çok çok az kimyasal reaksiyona dahil olabilirler. Ancak bunlar örneğin oksijen gibi kolaylıkla reaksiyona girebilselerdi, okyanuslar nitrik asit haline gelirlerdi.

Öte yandan oksijen diğer atomlarla, organik bileşiklerle ve hatta kayalarla bile reaksiyona girer. Bu reaksiyonlar su gibi, karbondioksit gibi hayatın varlığı için en temel molekülleri oluştururlar.

Gazların reaksiyona girme-girmeme özelliklerinin yanısıra, mevcut oranları da canlı hayatı için son derece kritiktir.

Örneğin oksijeni ele alalım. Oksijen atmosferimizde en yoğun bulunan reaktif gazdır. Atmosferimizdeki bol oksijen bizi diğer gezegenlerden de ayıran bir özelliktir, çünkü Güneş Sistemi’ndeki diğer gezegenlerde oksijenin zerresine bile rastlanmamıştır.

Atmosferde şimdikinden daha fazla oksijen olsaydı, yanma reaksiyonları daha süratli olarak gerçekleşecek, kayalar ve metaller çok daha çabuk aşınacaktı. Bu yüzden yeryüzü hızla aşınıp eriyecek ve canlı yaşamı için büyük bir tehdit oluşacaktı. Eğer biraz daha az oksijenimiz olsaydı, solunum zorlaşacak, daha az ozon gazı üretilecekti. Ozon miktarındaki değişmeler de canlılık için öldürücü olacaktı. Şimdikinden daha az ozon, Güneş’in morötesi ışınlarının Dünya’ya daha şiddetli ulaşmasına ve canlıların yok olmasına sebebiyet verecekti. Şimdikinden daha fazla ozon ise güneş ısısının Dünya’ya ulaşmasını engelleyeceğinden öldürücü etkiye sahip olurdu.

Karbondioksit de benzeri hassas dengelere sahiptir. Bitkiler bu gaz sayesinde Güneş’in radyasyonunu alır, onu suyla karıştırır, bunun sonucunda da kayaları eriten bikarbonatı oluşturur ve onu okyanuslara bırakırlar. Yine bu gazı ayrıştırarak oksijeni atmosfere geri verirler. Canlıların vazgeçilmez ihtiyacı olan oksijen bu sayede atmosfere sürekli olarak verilir. Öte yandan yine bu gaz sayesinde Dünya bir “sera etkisi” yaşayarak şimdiki ısısını muhafaza eder.

Eğer daha az karbondioksit olsaydı, karadaki ve denizdeki bitkilerin miktarı azalacaktı, böylece hayvanlar için daha az besin üretilmiş olacaktı. Okyanuslarda ise daha az bikarbonat olacak, bunun sonucunda da asit oranı artacaktı. Atmosferdeki karbondioksitin artması ise kıtaların kimyasal olarak aşınmasını hızlandıracak, okyanuslarda zararlı alkali bir ortam oluşacaktı. Öte yandan sera etkisi artacağından Dünya’nın yüzey ısısı yükselecek ve hayat yok olacaktı. Görüldüğü gibi Dünya’daki yaşamın sürekliliği açısından atmosferin varlığı son derece önem taşımaktadır. Atmosferin varlığının gerçekleşmesi için bazı astrofizik şartların birarada bulunması gerekir.

A ) Dünya yüzeyi belirli bir sıcaklıkta, devamlı ve ılımlı ölçüler içinde kalmalıdır: Bunun sağlanması için:

1- Dünya Güneş’e belli bir uzaklıkta olmalıdır. Çünkü bu uzaklık Güneş’ten Dünya’ya ulaşan ısı enerjisinin miktarında rol oynayacaktır. Dünyanın bugün Güneş etrafında izlediği yörüngeden, biraz yakınlaşma ya da uzaklaşma şeklindeki bir sapma, Güneş’ten Dünya’ya ulaşan ısı enerjisinin miktarında büyük değişmelere neden olacaktır. Hesaplara göre Dünya’ya ulaşan güneş enerjisindeki %13’lük bir azalma yeryüzünün 1000 metre kalınlığında bir buzul tabakasıyla örtülmesiyle sonuçlanır. Enerjinin biraz artması halinde ise tüm canlılar kavrularak öleceklerdir.

2- Yerküre’nin bütünündeki ısının homojen olması gereklidir. Bu amaçla Dünya’nın kendi etrafında belirli bir hızda (Ekvatorda 1670 km/saat) dönmesi gerekir. Eğer Dünya’nın dönüşü belirli hızdan daha fazla olursa, atmosfer fazlaca ısınacağından gaz moleküllerinin Dünya’dan kaçış hızları artacak, bu nedenle de atmosfer uzaya dağılarak yok olacaktı. Dünya’nın dönüş hızı gerekenden daha az olsaydı, bu sefer Dünya’dan kaçış hızları azalan gaz molekülleri, yerçekiminin etkisiyle toprak tarafından emilerek yok olacaktı.

3- Dünya’nın ekseninin 230 27´lik eğimi, kutuplarla ekvator arasındaki atmosferin oluşmasında engel oluşturabilecek aşırı sıcaklığı önler. Eğer bu eğim olmasaydı, kutup bölgeleriyle ekvator arasındaki sıcaklık farkı çok daha artacak ve yaşanabilir bir atmosferin var olması imkansızlaşacaktı.

B ) Oluşan ısının dağılmasını önleyecek bir tabakaya ihtiyaç vardır:

Dünya’nın yüzey ısısının kararlı kalması için özellikle geceleri ısı kaybının önlenmesi gerekir. Bunun için atmosferde ısı yansımasını engelleyen bir bileşiğe ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç, atmosfere karbondioksit ilave edilerek giderilmiştir. Bu gaz, yeryüzünü adeta bir yorgan gibi örterek ısının uzaya dağılıp yok olmasını engeller.

C) Yeryüzünde, kutuplar ile ekvator arasındaki ısı farkının dengelenmesini sağlayan yapılar vardır:

Bilindiği gibi Dünya’nın ekvatoru ile kutupları arasında 120°C’lik bir ısı farkı vardır. Eğer böyle bir ısı farkı fazla engebesi olmayan bir yüzeyde gerçekleşmiş olsaydı, burada öyle şiddetli bir atmosfer hareketi olurdu ki, hızı saatte 1000 km’ye varan fırtınalar Dünya’yı allak bullak ederdi. Bu fırtınalar sonucunda, kısa sürede atmosferdeki statik denge yok olur ve atmosfer dağılırdı.

Halbuki yeryüzü, ısı farkından dolayı ortaya çıkması muhtemel kuvvetli hava akımlarını bloke edecek engebelerle donatılmıştır. Bu engebeler, Çin’de Himalayalarla başlar, Anadolu’da Toroslarla devam eder ve Avrupa’da Alplere kadar sıradağlar halinde uzanarak batıda Atlas Okyanusu, doğuda Büyük Okyanus’la birleşir. Okyanuslarda ise ekvatorda oluşan fazla ısı, sıvıların ısı farkını dereceli bir şekilde dengelemesi sayesinde kuzeye ve güneye doğru aktarılır.

Görüldüğü gibi yaşamın en önemli temellerinden biri olan havanın varlığı binlerce fizik ve ekolojik dengenin kurulması sayesinde sağlanmıştır. Üstelik Dünya üzerinde canlılığın devamı için gezegenimizdeki şartların tek başına gerçekleşmiş olması da yeterli değildir. Dünya, jeofizik yapısından uzaydaki hareket şekillerine kadar bugünkü haliyle var olsa, ancak bulunduğu galaksideki konumu farklılık gösterse, gerekli dengeler yine alt-üst olacaktı.

Örneğin Güneş’in yerinde daha küçük bir yıldızın var olması, Dünya’nın aşırı derecede soğumasına, büyük bir yıldızın var olması ise Dünya’nın sıcaktan kavrulmasına neden olurdu.

Dünya’nın birtakım tesadüflerin eseri olmadığını anlamak için uzaydaki milyonlarca ölü gezegene bakmak bile yeterlidir. Yaşam için gerekli koşullar, asla ve asla “kendiliğinden” oluşamayacak kadar karmaşıktır ve yalnızca Dünya, yaşam için özel bir yaratılışla yaratılmıştır.

AZOT DENGESİ VE BAKTERİLER

Dünya’nın insan yaşamı için yaratıldığının bir başka göstergesi de, yeryüzündeki azot çevrimidir. Azot tüm canlıların dokularında bulunan en temel elementlerden biridir. Atmosferin %78’ini oluşturduğu halde havadaki azot, insanlar ve hayvanlar tarafından doğrudan doğruya alınamaz. Azot ihtiyacının karşılanmasında en önemli görev bakterilere verilmiştir.

Azot çevrimi havadaki azot gazı (N2) ile başlar. Bazı bitkilerde yaşayan bakteriler, havadaki azotu amonyağa (NH3) dönüştürürler. Başka cins bakteriler ise amonyağı nitrata (NO3) çevirirler. (Havadaki azotun amonyağa çeviriminde yıldırımlar da önemli rol oynamaktadır.)

Bir sonraki aşamada nitrat, yeşil bitkiler gibi besinini kendi üreten canlılar tarafından emilir. Kendi besinlerini üretemeyen insan ve hayvanlar ancak bu bitkileri yiyerek azot ihtiyaçlarını karşılarlar.

İnsanlar ve hayvanlardaki azotun yeniden doğaya dönmesi ise, bu canlıların atıkları ve ölülerinin yine bakterilerce parçalanması ile gerçekleşir. Bakteriler bu işi yaparken sadece temizlik işi yapmakla kalmaz, azotun temel kaynağı olan amonyağı da tekrar ortaya çıkarırlar. Amonyağın bir kısmı başka bakterilerce karbona dönüştürülerek tekrar havaya karışırken, diğer bir kısmı da yine başka çeşit bakterilerce nitrata dönüştürülür. Bunlardan bitkiler faydalanır ve çevrim böyle sürüp gider.

Dikkat edilirse, bu çevrim içinde sadece bakterilerin bulunmamasının bile hayatın sonunu getireceği anlaşılacaktır. Çünkü bakteriler olmadan bitkiler karbon ihtiyaçlarını karşılayamayacak ve yok olacaklardır. Bitkilerin olmadığı bir ortamda ise elbette hayat söz konusu olamayacaktır.

Alıntıdır.