TALAS SAVAŞI

Kasım 9, 2022

 Müslüman Araplar’la Karluk Türkleri’nin Çin orduları karşısında zafer kazandığı savaş (133/751).

Çin’de T’ang hânedanı, 659 yılında Batı Göktürkleri’ni kendisine bağlayıp Tanrı dağlarının güneyindeki şehir devletleri üzerinde otorite tesis ederken Batı Göktürkleri’nden gelen Türgişler bağımsızlıklarını uzun süre sürdürmüşlerdi. II. Göktürk Devleti’nin 682’de güçlü bir şekilde ortaya çıkması ve Türgişler’in batıda güçlenip komşularıyla rekabete girmesi Çinliler’in bölgedeki hedeflerini sona erdirmişti. Batı Türkistan’daki Çin nüfuzunu ortadan kaldıran Kapgan Kağan, Türgişler’i yenip kendisine bağlayarak bölgede Göktürk gücünü yeniden hâkim kıldı. Ancak Kuteybe b. Müslim’in Mâverâünnehir’i fethi ve Batı Türkistan’a düzenlediği askerî harekât bölgenin siyasî hayatında önemli değişikliklere yol açtı. Su-lu Kağan liderliğinde toparlanan Türgiş ordusu 720-721 yılında Semerkant üzerine yürüdü. Türgişler önce yenilmelerine rağmen ardından Araplar’ı mağlûp etmeyi başardılar. Ancak sonuçta Türgiş Kağanlığı, Arap orduları karşısında tutunamadı. Zor durumda kalan şehirlerde Türk beylerinden Fergana ihşîdi, Buhara ve Semerkant hükümdarları, Tohâristan yabgusu Araplar’a karşı Çin’den yardım istemek zorunda kaldılar. Mâverâünnehir’de ve Batı Türkistan’da Türk-Arap mücadelesinin devam ettiği bu dönemde Çin’de T’ang hânedanının başında güçlü bir hükümdar olan Hivan-tsâng bulunuyordu. Hivan-tsâng cesaretiyle meşhur kumandanlarından Kuça Valisi Kao Sien-Chih’yi Türk beylerine yardım etmekle görevlendirdi. Kao Sien-Chih, 748 yılında Tanrı dağlarının kuzeyindeki Tokmak’ı alarak Batı Türkistan’a giden stratejik mevkiyi ele geçirdi. Bu sırada Kao’nun idam ettirdiği Taşkent hâkiminin oğlu, babasının intikamını almak için Ebû Müslim-i Horasânî ile Yedisu ve Isık Göl civarında yaşayan Karluklar’dan yardım istedi.

Çin ordusu, İslâm ordularıyla, Talas (Tarâz) nehri kıyısında (bugünkü Evliyaata’nın doğusunda) savaşa tutuştu. Fergana ordusu da Çinliler’in yanında yer aldı. Ebû Müslim’in gönderdiği İslâm ordusuna Ziyâd b. Sâlih kumanda ediyordu. Kuzeyden Karluklar yardıma geldiler. Zilhicce 133’te (Temmuz 751) Talas nehri kıyısındaki Atlah mevkiinde cereyan eden savaş beş gün sürdü. Muhtemelen savaşın son günü Karluk Türkleri Çin ordusuna arkadan saldırdı (Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, s. 36). İki ateş arasında kalan Çinliler ağır bir yenilgiye uğradı. Makdisî’ye göre Talas Savaşı’nda 100.000 kişiyi aşkın Çin ordusundan 45.000 kişi öldürülmüş, 25.000 kişi esir alınmıştır (el-Bedʾ ve’t-târîḫ, VI, 74). Savaşın sebebi ve sonucuyla ilgili olarak önemli bilgiler veren İbnü’l-Esîr, Fergana ihşîdi ile Taşkent (Şâş) meliki arasında ihtilâf çıkınca ihşîdin Çin imparatorundan yardım istediğini, onun gönderdiği 100.000 kişilik bir ordunun Taşkent’i kuşattığını, Taşkent melikinin de Çin imparatorunun hâkimiyetini kabul ettiğini, Çin ordusunun geldiğini haber alan Ebû Müslim’in Ziyâd b. Sâlih’i onlara karşı sevkettiğini, savaşı müslümanların kazandığını, 50.000 Çinli’nin öldürüldüğünü ve 20.000’inin esir alındığını, kurtulanların Çin’e kaçtığını, savaşın Zilhicce 133 (Temmuz 751) tarihinde meydana geldiğini belirtir (el-Kâmil [trc. Yunus Apaydın], V, 365). Çin kaynakları ise ordularının asker sayısını 30.000 diye kaydeder. Kaynaklardaki bilgilerden, Çin’in ilk hedef olarak Taşkent’i seçmesinin sebebinin Batı Türkistan’ın içinde bulunduğu siyasî durumla ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Göktürk ve Türgiş devletlerinin yıkılmasının ardından kendileri için yegâne tehlikenin Göktürk şehzadelerinin hâkimiyeti altındaki Taşkent’ten geleceğini bilen Çinliler muhtemelen öncelikle Taşkent’i ele geçirip şehrin hâkimini itaat altına almayı planlamışlar, öte yandan birlik içinde olmayan ve Çinliler’in önünü kesmek isteyen Türkler, Çin ordusuyla tek başlarına mücadele edemeyeceklerini bildiklerinden Çin üzerine bir sefer düzenlemek niyetinde olan Ebû Müslim-i Horasânî’yi Kuça, Karaşar, Hoten ve Kâşgar’ın işgaline ikna etmişler, bu durumu öğrenen Kao Sien-Chih büyük bir orduyla harekete geçmiştir.

T’ang hânedanı bu yenilgiden sonra Batı Türkistan’a hâkim olma emellerinden vazgeçmek zorunda kaldı ve Türk boyları Çin baskısından kurtuldu. Batı Türkistan’da sarsılan Türk nüfuzu yeniden kuruldu. Karluklar 766’da Tanrı dağları yöresinde bağımsız devletlerini oluşturdular. Bu yeni siyasî ortam ve nüfus hareketleri Karahanlı Devleti’nin oluşumuna zemin hazırladı. Hz. Ömer zamanında Sâsânî Devleti’nin yıkılmasının ardından bölgede İslâm fütuhatı sırasında başlayan ve bir asır devam eden Türk-Arap mücadelesi Talas Savaşı’ndan sonra yerini dostluğa ve iş birliğine bırakmış, sağlanan barış ortamında İslâmiyet Türkler arasında hızla yayılmış, Müslümanlığı benimseyen Türkler, Abbâsî halifeliğinin askerî ve siyasî kadrolarında yer almaya başlamıştır. Talas Savaşı kültür tarihi açısından da önemli gelişmelere yol açmıştır. Çin’de keten ve kenevirden imal edilen kâğıt bu savaşta esir alınan Çinliler vasıtasıyla Çin dışında ilk defa Semerkant’ta imal edilmiş, 178 (794) yılında Bağdat’ta bir kâğıt imalâthanesi kurulmuş, bunu Mısır’daki imalâthaneler takip etmiştir. III. (IX.) yüzyıldan itibaren Endülüs’ten Hindistan’a kadar bütün İslâm ülkelerinde kâğıt yapımına başlanmıştır. Kâğıt Avrupa’ya Sicilya ve Endülüs üzerinden girmiştir (Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, s. 37-38).

Alıntıdır: https://islamansiklopedisi.org.tr/talas-savasi


Türk Soylu Halklarda Dünya Tasavvuru-3

Kasım 9, 2022

Gökyüzü ve Sütunu

Bazı Altay halkları gökyüzünü, insanların yaşadığı yeryüzünün üstünü örten ve onu koruyan bir çadır tavanı olarak hayâl etmişlerdir. Yakutlar, gökyüzünün üst üste yığılmış ve iyice gerilmiş postlardan meydana geldiğini anlatırken Buryat efsanelerinde Samanyolunu bir “dikiş” olarak nitelendirerek, bir yaratığın “çok çok eskilerde, gençlik zamanlarımda, gök yüzünü dikerdim” biçiminde geçer. Göçmen kuşlardan ve onların kışı geçirdikleri ülkelerden bahseden (muhtemelen Tatarlardan, Vogullara geçmiş olmalı) bazı Vogul efsanelerinde gökyüzü, çadır tavanı olarak tasavvur edilir. Bu efsanelere göre, kuşların kışı geçirdikleri, çok uzaklardaki “efsane bir ülke”, insanların yaşadığı yeryüzünden gökyüzü sınırı ile ayrılmaktadır. Bu gökyüzü sınırı perde gibidir ve rüzgâr esip sallandığında, kuşlar perdenin altındaki aralıktan uçarak diğer tarafa geçerler.

Türk kökenli halklarda, Tanrıların arada bir gökyüzü örtüsünü biraz aralayıp yeryüzünde neler olup bittiğine göz attıklarına inanılır ki, Çuvaşlar, dünyaya düşen meteorların yarattığı ışıltıyı bu şekilde izah ederler. Gökyüzü örtüsünün aralanışına denk gelmenin şans işareti olduğu ve tam da o anda Tanrıdan dilenen veya gönülden geçirilen bir dileğin kabûl edileceğine inanılır. Buryatlar “gök kapısı”ndan bahsederken, bu görüntüyü kastederler. “Gök kapısı”, Buryatların nazarında tanrıların kısa bir an için örtüyü aralaması anlamı taşır. Tanrılar “kapı”yı çok kısa bir süre için açtıklarında, gökyüzünden dünyaya parıltı saçan muhteşem bir ışık şulesi süzülür. Çuvaşlar gibi, Yakutlar da, “Gök Kapısı”  açıldığında Tanrıların insanlara bütün dilediklerini kabûl edeceklerine inanırlar. Aslında atmosfere düşen bir meteorun sebep olduğu ışıltıdan kaynaklanan bu inanç, sadece Asya’da değil, Batı Avrupa’da da oldukça yaygın olup, aynı şekilde bu esnada tutulan bir dileğin gerçekleşeceğine inanılır.

Gökyüzünün, dünyanın üzerine yayılmış bir çadır tavanı olarak tasavvur edildiği bu dünya görüşünde, yıldızlar da pek tabii olarak bu çadırın tavanındaki delikler olarak hayâl edilir. Gökyüzü ışığının içinden sızdığı bu delik tasavvuruna öncelikle Yakutlar arasında rastlanır. Meselâ, “Ülker” takım yıldızının görülmesi, bu delikten yeryüzüne soğuk hava gireceği inancıyla kötüye alâmet sayılır. Bu inanış esasında, Ülker takım yıldızının havaların soğumasına doğru gök yüzünde görünmesiyle, gerçek hayat gözlemlerine dayanır.

Gökyüzünün bir çadır tavanı olarak tasavvur edilmesinin kökleri hiç şüphesiz ki tarih öncesi dönemlere uzanmakta, muhtemelen insanlığın en eski dönemlerinden kalma bu ilkel barınma şekli, insanların hayâl gücünü bu yönde etkilemiş olmakla, sadece Sibirya halklarına has bir durum değildir. Babil efsanelerinde bile yeryüzünden, “çoban çadırı” olarak söz edilmekte ve Eski Ahit’in bazı bölümlerinde de (meselâ, Yeşaya, 40/22) “Gökleri perde gibi geren, oturmak için çadır gibi kuran O’dur” diye geçmektedir.

Türk kökenli halklar gökyüzünü yarım küre şeklinde ve sıkıca örtülü olarak tasavvur etmekle, gökyüzünün sınırlarının yerkürenin sınırları ile kesiştiğine inanmışlardır. Buryatlar da ise, gökyüzü ters çevrilmiş bir tencere şeklinde, bazen alçalıp, bazen de yükselen sürekli hareket hâlindedir. Gök kubbe yükseldiğinde, gök kubbe ve yeryüzünün kenarları arasında bir aralık oluştuğuna inanılır. Buryat efsanelerinde bir kahramanın tam bu açılma anını kollayarak, gök kubbe ile yeryüzünün kenarları arasına yayını sıkıştırmasıyla, dünyanın dışına çıkmayı başardığı anlatılır. Rus halk hikayelerinde de, yeryüzü ve gökyüzünün birleştikleri noktada, gök kubbenin üzerine tırmanmanın mümkün olduğu anlatılır. Bir insanın gözünden bakıldığında, ufuk çizgisi yeryüzü ile birleşikmiş gibi göründüğü için, bu tarz bir tasavvur şekli, muhtelif halkların hayâl dünyalarında kendiliğinden, tabii olarak ortaya çıkmış olması muhtemeldir. Fakat buna mukabil, gök kubbenin alçalıp yükselmesine ilişkin tasavvur yine de nadir rastlanan bir durum değildir. Çukçeler, rüzgârın oluşmasını bu kendine has harekete bağlarlarken, Gilyaklar aynı şekilde yeryüzü ile gök kubbenin kenarları arasında bir aralık bulunduğuna ve gök kubbenin alçalıp yükselmesine bağlı olarak bu aralığın kapanıp veya genişlediğine inanırlar. Yeryüzü ve gök kubbenin kenarları birbirlerinden uzaklaştığında şiddetli bir rüzgâr çıkar. Gök kubbenin yükseldiği anlarda da, göçmen kuşlar-meselâ, kuğu sürüleri- insanların dünyasından dışarı çıkarlar. Bu açıklıktan faydalanıp çıkamayan kuşlarsa, gök kubbe tekrar alçalıp da aralık kapanırken, arada kalıp, ezilip ölür ve dünyanın kenarında oturmakta olan yaşlı bir kadın tarafında toplanıp pişirilirler. Bu sebeple Çukçeler, yeryüzüyle, gök kubbe arasındaki bu zaman zaman açılıp kapanan aralığa “Kuş geçidi” adını verirler.

Gök kubbenin yukarıda bahsedilen hareketliliği, Kuzey Amerika Kızılderilileri arasında da görülen bir tasavvurdur. Algonkin Kızılderili efsanelerinden birinde, yeryüzü ve gök kubbenin birbirine yanaştığı anı kollayarak, gök kubbeye tırmanmaya çalışan dört kardeşten bahsedilir. Efsaneye göre kardeşlerden birisi yeryüzü ve gök kubbenin arasına düşerek hayatını kaybeder. Hayda Kızılderililerine göre ise, gök kubbenin bu alçalışı esnasında kimi zaman bulutlar yüksek dağlara değerler ve bu yüzden bir uğultu çıkar, bu uğultu insanlar tarafından da duyulabilir. Avrupa halk inançlarında da bu tarz mistik gök kubbe tasavvurlarına rastlanır.

Buna mukabil, yıldızlı bir gecede gökyüzünde çıplak gözle seyredilebilecek bir hadise de başka bir gök kubbe hareketi tasavvuruna ilham kaynağı teşkil eder; söz konusu hadise, Kutup yıldızı etrafındaki diğer gök cisimlerinin yer değiştirmesidir. Bu dairevî hareketin sebebi dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesi ve bu dönüşü de bir gün içerisinde tamamlıyor olmasıyla ilgili olmasına rağmen, insanların bunu fark edememeleridir. Kuzey yarım kürede yaşayan halklar, göklerin bu esrarlı merkezini çok erken çağlardan itibaren farketmişlerdi. Asya ve Avrupa’nın bir çok halkı, bu sebeple “yeryüzünün göbeği” olduğu gibi, bir de “gökyüzünün göbeği” olacağını tasavvur ederek, bununla gök kubbedeki bu merkez noktayı kastetmişlerdir. Bazı deyimlere bakıldığında, Finlilerin de bu “gökyüzünün göbeğini” fark etmiş oldukları anlaşılmaktadır. Enontekiö’de Kutup yıldızına “Kuzeyin göbek yıldızı” adı verilir. Altay halk şiirlerinde gökyüzü ve yeryüzünün göbeği bir arada anılır. Bütün bunların birbirleriyle ne derecede yakın ilişki içinde tasavvur edildiklerini ise bir şaman şarkısında sözü geçen; “Gökyüzünün göbeği yerde, yeryüzünün göbeği gökte olsaydı.” şeklinde bir dilekte görülür. Gökyüzünün göbek deliği tasavvuru, muhtemelen yeryüzünün göbek deliği tasavvurundan daha önce ortaya çıkmış, hâtta yeryüzünün göbek deliği kavramına bu noktada emsâl teşkil etmiştir.

Gök kubbedeki cisimler, bu “göbeğin” etrafında döndükleri için, insanlar bu “göbeği”, gök kubbenin sabitlenmiş olduğu bir cisim olarak kabûl ederek, bir çok Kuzey halkı, Kutup yıldızını “çivi” (Türklerdeki demir kazık) olarak isimlendirirler. Kutup yıldızına “gök çivisi” adı veren Turuhansk bölgesindeki Samoyedler, bütün gök yüzünün onun çevresinde döndüğünü söylerken, Çukçeler, Koryaklar gibi Kutup yıldızına “çivi yıldızı” adını verirler. Bu hususta Holzmayer, Estelerin bundan yola çıkarak, geliştirdikleri tasavvurları şöyle anlatır: ”Esteler, gök kubbeyi, tabanı kubbeli ve üç ayaklı bir kazan şeklinde tasavvur etmekte, bu kazanın tabanına (pṍhhi) adını vermektedirler. Bu kazan, yâni gök kubbe, derinlerinde orta yerlerde bir çivi (nael) ile sabitlenmiş bu çivi eksen alınarak kazan (yâni kubbe) çivinin etrafında dönebilmekte ve bu dönüş sebebiyle de gök cisimlerinin hareketi meydana gelmektedir. Kutup yıldızı bunun merkezinde olduğu için de, ona pṍhya nael (tabanın veya temelin çivisi) adı verilmektedir. Kutup yıldızına verilen bu isim, aynı biçimde

“Kuzey çivisi” olarak da tercüme edilebilir, keza Este dilinde pṍhi kelimesi “taban/temel/zemin” anlamları dışında “Kuzey” anlamına da gelmektedir. Buna benzer bir isimlendirme bir zamanlar Fince’de de olsa gerektir, zira Lap dilinde Kutup yıldızına “bohinavlle” (Kuzeyin çivisi) denmekte ve bu kullanımın Fince’den Lap diline geçmiş olması muhtemeldir. Laponlar, bu “çivi”nin çıkması hâlinde, gök kubbenin yere düşeceğine inanırlar. İskandinav halk şiirinde geçen “veraldarnagli” (dünyanın çivisi) de aynı anlama gelmektedir. Fince bir büyücülük terimi olan “Himmelsangel” (gök meleği) de bu anlamı ifade etmek için kullanılır.

Gök kubbede gerçekleşen bu esrarlı dönüş hareketi, bir çividen çok daha güçlü ve güvenilir bir dayanak fikrine de ilham kaynağı teşkil eder ki, bu dayanak; ucunda gök kubbenin döndüğü devasa bir sütun veya eksen olarak tasavvur edilmektedir. Bu sebeple Altay halkları Kutup yıldızına başka isimler vermişler; Moğollar, Buryatlar ve Kalmuklar, Kutup yıldızına “altın sütun”, Kırgızlar, Başkırlar ve Batı Sibirya Tatar kabileleri “demir direk-kazık” Teleütler “yalnız direk-kazık” ve Tunguz-Oroçonlar da “altın sütun” adını vermişlerdir. Yakut efsanelerindeyse, dünyanın önceden küçücükken, daha sonraları büyüyerek bugünkü hâline ulaştığı ve efsanede adı geçen “demir ağaç”; “gök kubbe ve yer büyümeye başladıklarında, ben de onlarla beraber büyüdüm” diyerek kendini över.

“Dünyanın sütunu/direği” tasavvuruna, 6 yy’dan kalma Saksonların “dünya sütunları/direkleri” resimlerinden anlaşılacağı üzere, eskiden beri Avrupa’da da görüyoruz. Rudolf von Fulda’nın naklettiğine göre, Saksonların her şeyi taşıyacağına inandıkları ve “irminsul” adını verdikleri (universalis columna) bu sütunlar, göğe doğru uzanan yüksek ağaç kazıklardır. İskandinavyalı Lâplar, Kuzey Cermenlerinin bu konudaki inanç ve geleneklerini daha sonraki dönemlerde benimsemişlerdir. Lâplar, yabancı bir isim (veralden rad) taşıyan tanrılarını şereflendirmek için, kurban törenlerinde kurbanın kanı ile ovularak hazırladıkları yüksek bir ağaç sütuna “dünyanın sütunu/direği” adını vermekteydiler. Bu sütunu dikme sebeplerini de “Tanrının gökleri üstlerine yıkmaması için” veya “dünyaya destek olmak ve mevcut hâlini değiştirmemesi için onu düzen içinde ve iyi durumda tutma” olarak açıklıyorlardı. Knud Leem’in Porsanger civarında görmüş olduğu bir “dünya sütunu”, üst ucunda sivri bir demir uçluk bulunan, toprağa dikilmiş dört yüzeyli bir direkten ibaretti.

Direğin ucundaki sivri demir, hiç şüphesiz daha önce bahsi edilen “çivi”yi ifade ederken, Lapların tasavvurunda yeralan gökyüzünün bu demir ucun etrafında döndüğünü göstermekle, buradan sütunun ucunun gökyüzünde hangi noktaya denk geldiğini tasavvur ettiklerini anlamak mümkündür. Kutup yıldızına Lapların vermiş olduğu isim “dünyanın sütunu/ direği” (İskandinav Lapçasında: veralden-tṧuold) veya “Gök sütunu/direği” (Rusya Lapçasında: almetṧuolda) bize daha önce Altay halklarında görmüş olduğumuz inanç biçimlerinin tezahürü olan adlandırmaları hatırlatmaktadır.

Yeryüzünden çıplak göz ile bakıldığında, “Büyük Ayı” ve diğer yıldızların gökyüzünün bu temel direğinin etrafını belli bir mesafede çeviriyormuş hissi uyandırdığı bilinmektedir. Bu yıldızların görünmeyen bağlarla bu direğe bağlanmış oldukları fikri de buradan doğmuştur. Kırgızlar, “demir sütunun” yanında bir yay oluşturan üç yıldızı “ip” olarak adlandırarak, bu “ip”e, aynı takım yıldızlarının (yâni Küçük Ayı) diğer iki büyük yıldızı, yâni iki ”binek atı” bağlı olduğuna inanırlar. Benzeri şekilde Tatarlar da Büyük Ayı’yı oluşturan “yedi hayvanı” gök direğine bağlanmış olarak düşünürler. İplerin kopması durumunda, gök yüzünde büyük sıkıntılar ve aksaklıklar meydana gelir. Yakut efsanelerinden birinde, yerde ve gökte uçları olan “demir ağaca” bağlı yedi ren geyiğinin iplerinden kurtulmak için nasıl sağa sola koştukları anlatılır. Buryatlar ise, yıldızlı gök yüzüne baktıklarında, at sırtındaki bir “solbon”un (Venüs) ve yardımcılarının çobanlık ettikleri bir at sürüsü görürler. Bu örnekleri vermemizin sebebi, Türk kökenli halk efsanelerinde “dünya sütununun/direğinin” sık sık “bağlama demiri/kazığı” olarak geçmesidir. Meselâ, Yakutlar bu sütuna “bağlama kazığı beyi” derken, Buryat efsanelerinde gökyüzünde oturan ruh “Boşintoy”un dokuz oğlundan bahsedilir: sanatının erbabı olan bu demirci usta oğullar, insanlara demir işlemeyi öğrettiklerinden, “Boşintoy’un dokuz ak demircisi… bize Kutup yıldızından bağlama kazığı ve altın denizden de yarış sahası yaptılar” sözleriyle övülürler. Orta Asya göçebelerinin barınaklarının önünde atlarını bağladıkları bir bağlama kazığı olması gibi, tanrıların da atlarını bu “gök kazığına” bağladıkları anlatılır. Sibiryadaki bazı Tatar kabileleri, Tanrıların gökyüzünde bir çadırda yaşadıklarına ve bu çadırın önünde bir bağlama kazığı olduğuna inanırlar. Karjalainen, Vasyugan Ostyaklarının Tatarlardan geçmiş olduğunu söylediği bazı motiflere rastladığı bu Ostyak destanlarında, gök Tanrı Torem’in yaptığı, güneşe dönük olarak yerleştirilmiş bir demir veya taş kazıktan bahseder. Bu kazığa, içinden bir insanın kolu geçebilecek genişlikte bir halka asılıdır ve Torem bu halkaya ren geyiğini bağlar. Vogul halk efsanelerinde Gök Tanrı’nın evinin önünde bulunan “Tanrının kutsal demir sütunu” bulunur ve bu sütun da “renkli baldırları olan kutsal hayvanları” bağlamaya yarar.

Yıldız kümelerine ilişkin yukarıda adı geçen bu tasavvurlara karşılık gelebilecek başka inanç şekillerine eski Asya kültürlerinde de rastlanır. İncilde de (Eyü, 38/31) “Ülker yıldızlarını bağlayabilir misin, Orion’un bağlarını çözebilir misin?” şeklinde geçen ayet bunlardan birisidir. Bu konudaki en açık ifade, Hind destanlarından Vişnupurana’da görülür. Bu destanda “yıldızları, Kutup yıldızına bağlayan iplerin gökteki yıldızlar kadar çok olduğu” ifade edilir. Avrupa halk şiirlerinde de yıldızları bağlayan iplerden söz edilir ki, meselâ Tenojoki’deki Laplardan bir kişi bana “yıldızın ipi (täsni-pӑti) kopacak olursa, yıldızın yeryüzüne düşeceğini anlatırken, Skolteler arasında duymuş olduğum bir masalda, genç bir kıza talip olan damat adayından, kahramanlık gösterisi olarak bir “yıldız ipi” getirmesi istenir”.

Saksonlar ve Laplar gibi, Sibirya halkları da bu “dünya sütunu”nun resimlerini yapmışlar, bazı bölgelerde bu gelenek günümüze kadar ulaşmıştır. Hâtta Türk-Tatar kültürü ile irtibatı olan Ugurlar arasında bile bu tip sütunlara rastlanır. Ostyaklar, kurban etmek için hayvanlarını getirdikleri bu sütunlara “şehir sütunu” veya “şehir merkezinin kudretli sütunu” adını verirler. Karjalainen’in belirttiğine göre, basit bir gövde yapısına sahip olan bu sütunların belirli bir şekli yoktur, az bir bölümü toprağa gömülüdür. Çingala köyündeki bu sütun, tahminen iki kulaç 5 mt civarı yüksekliğinde, dört kenarlı prizma biçiminde yontulmuş, ince bir direkten ibarettir. Karjalainen, şimdilerde bu tip sütunlara ancak İrtiş bölgesindeki birkaç kıyı köyünde rastlandığını anlatır. Başka bazı köylerde de yakın zaman kadar bu sütunlardan olduğu, ancak bir heyelan sonucu nehre sürüklenip, akıntıyla birlikte kaybolup gittikleri bilinmektedir. Çingala’daki “şehir sütunu” ise ilâhi bir varlık gibi saygı görür.

Karjalainen, bu hususta kendi köyündeki bir töreni şöyle anlatır: Vergilerini ödemek için toplanan kendi köylüleri ve aynı bölgedeki diğer köylülerle, ortaklaşa olarak bir inek veya öküz alıp, onu “işlerinde başarı ve ailelerine bereket” getirmesi için bu sütunun altında kurban ederler. Çingala’daki Ostyaklar, kutsallık atfettikleri bu ahşap sütuna “demir sütun adamı” adı verirler ki, aynı isimlendirme İrtiş nehri kıyısında bir köy olan Semeikin’de de görülür ve Tatarların “demir sütun” tanımına tekabül eder. Göründüğü kadarıyla, Ostyakların “şehir merkezinin kudretli sütunu” adını verdikleri ve destanlarından birinde; “Tanrının diktiği ağaç” olarak geçen bu sütunlar, Karjalainen’in belirttiği gibi sadece “kurbanlık hayvanın bağlandığı, kesilen kurbanların asıldığı ve koruyucu ruhların dinlenmeleri için” dikilmiş direklerden ibaret değil, daha başka anlamlar da ihtiva etmekte, bu sebeple olsa gerek dualarda bu sütunun “baba” ve “erkek” olarak tanımlanması da bunu göstermektedir.

Patkanov’un Konda nehrinde görmüş olduğu bu tip bazı şehir sütunlarının üst tarafında çatı benzeri bir parçayla, bunun üzerinde kabaca oyulmuş bir kuş figürü yeralmaktadır. Bu tarz kutsal ve çoğunlukla da üzerine kuş figürü oyulmuş sütunlar, çevrede yaşayan başka halklar arasında; meselâ bazı Samoyed kabileleriyle, Yenisey Ostyakları ve Çatanga nehri mecrasındaki Dolganlar arasında da görülür. Artık kaybolmuş olan eski bir Samoyed kabile köyünde Lehtisalo’nun görmüş olduğu uzun bir çubuğun ucundaki tenekeden yapılma bir kuş figürünü Lehtisolo’nun rehberi “gökyüzü kuşu-semavî kuş” olarak açıklamıştır. Dolganların, iki başlı bir kartal olarak resmettikleri bu efsanevî kuş (tojon kötör- kuşların beyi), “dünya sütunun” üst ucunda yer alır. Bu kuşa Ostyaklar “num sives” (Gök kartalı), Yakutlar “öksökö” adını verirler. Sibirya halklarının efsanelerinde bu kuşun kökenine dair bir bilgi yoktur, ama bu figür bize Ön Asya kültürüne mensup halkların güç sembolü olarak kullandıkları “çift başlı kartal” figürüyle örtüştüğünü gösterir. Dikdörtgen prizma şeklinde yontulmuş ve üst tarafına semavî (Tanrısal) güçleri ifade eden çift başlı kartal figürünün yerleştirilmiş olduğu bu sütun, Dolganların inancına göre Baş Tanrının evinin önünde dikili olup, “asla devrilmeyen bu sütun (tüspät turṹ)”, bir benzeri olmadığı gibi, asla ne yaşlanır, ne eskir, ne de devrilir. Dolganların sütunlarında bu kuş figürünün altında ayrıca bir de dört köşeli çatı görülür. Bu çatının altında, ana sütuna ilâve olarak, çatıya dayalı dört ince destek (taşıyıcı) direk bulunur ki, muhtemelen bunlar da dört ana yönü ifade etmektedir.

Sütun 1, 5 metre kadar yükseklikte, çatı 50 cm uzunluk ve 33 cm kadar genişlikteki bir tahtadan oluşmakta, yan desteklerin her biri üzerinde üç adet, ana sütunda ise dört tane enine açılmış çentik yeralmaktadır. Sütunun bu çentiklerle oluşturulmuş bölümlerinde, birbirlerine karşılık gelen yüzeylere insan yüzleri oyulmuş, yâni taşıyıcı yan direklerin her bölmesindeki içe bakan iki yüzeyde bir yüz bulunmaktadır. Yan direklerin bazı dış yüzeylerinde de bu tarz resimler mevcuttur. Çizimde çatının üzerinde duran çift başlı kuş, aslında ana sütun üzerinde yeralmakta, kuşun yanında duran nesne ise, bir ren geyiği figürü, muhtemelen de kurbanlık bir hayvandır. Çatının kenarında, diklemesine yerleştirilmiş dar bir tahta parçasıyla, bu parçanın üzerinde dokuz adet oyulmuş kâseden dokuzuncusu diğerlerinden biraz uzakta bulunmaktadır. Dolgan inançlarına göre Baş Tanrı, dokuzuncu gökte oturur ve şaman, ayin esnasında, dokuzuncu kata çıkmakta, bu çıkış esnasında, şaman çıktığı her kat için, bu kâselerden bir tanesine süt doldurur.

Burada da toplam beş direk vardır, ama dört tanesi ortadakinin etrafında daire şekilde dizilmişlerdir. Ortadaki 1, 5 metre yükseklikte, diğerleri daha alçak olmak üzere muhtelif boylardadırlar. Bütün direklerin üzerinde bir kuş ve altında da dört köşeli bir çatı figürünün yeraldığı orta sütunun tepesinde, çift başlı “gök kuşu”, altındaki çatının her köşesinde ise, insan benzeri bir figür yeralır, fakat sütunun üzerinde sadece bir tane kalmıştır. Ana sütun çatısının altında kalan bölümünde üç adet enine çentik ve bu çentiklerin her birinin üzerine oyulmuş bir insan yüzü figürü yer almaktadır. Çatının üzerindeki figürler ve sütunlara oyulmuş yüzler, Baş Tanrı’nın oğullarını sembolize ederken, kuş figürlerinin yan taraflarında görülen izler, bu figürlerin bir zamanlar kanatlı olarak oyuldukları-ama zaman içerisinde bu kanatların düşmüş olduğunu-akla getirmektedir. Çift başlı kuş ile, altında yer alan ve gökyüzünü sembolize eden çatının kenarları toprak rengine boyanmıştı.

“Asla devrilmeyen sütun”, dalları olan bir ağaç tasavvur edilmiş olarak görülür. Ağaca, enine olarak dört tane tahta parçası iliştirilmiş ve bu tahta parçaları “yaratıcı Bey/Efendi”nin (ajy-tojons) evinin önünde bulunan sekiz dallı ağacı sembolize etmektedir. Şamanlar, insanların ruhlarını bu ağacın gölgesi altına taşırlar. 

Hiç şüphesiz; “Gök sütunu” aynı zamanda Altay Tatarları ve Buryatların çadırlarının ortasına diktikleri tahta direği de sembolize ederken, bu direk üzerinden şamanların göğe yükseldiklerine inanılır. Soyotelerin bozkırlarda yaptıkları çadır benzeri kutsal mekânlarında da bu tip direklere rastlanır. Ancak bu direkler, koni biçimli çadırın üst ucundan yukarıya, gökyüzüne doğru biraz çıkacak şekilde yerleştirilmişlerdir. Direk, eşit aralıklarla açılmış olan basit çentiklerle bölümlere ayrılmış ve 3, 20 cm arası genişlikte, muhtelif renkteki ip veya bez parçaları ile süslenmiştir. Bu bezler, genellikle çeşitli yönleri ifade eden mavi, sarı ve beyaz renktedirler. Olsen bu direğin; “Direğin kendisini kutsal, hâtta bir nevi Tanrı gibi görüldüğünden” bahseder. Direğin alt tarafının çevresi üst üste yığılı taşlardan basit bir sunak yapılmış, sunağın üzerine tahtadan oyulma hayvan resimleri konmuştur. Resimlerin bazılarında ev hayvanları, bazılarında ise ayı, kunduz, su samuru, dağ keçisi ve kuğu gibi yabani hayvanlar yeralır, ancak bunların haricinde balçıktan yapılma Buda figürlerine de rastlanır. Bu kutsal mekânların çatısının üzerinde de bayrak direkleri yeralmaktadır.

“Dünya sütunu” fikri, çok eski zamanlardan beri Asya halklarıyla, eski Mısır kültüründe yeralırken, yine eski Hind dünyasında dikkâte değer ilginçlikler gösterir. Kutsal Hind metinlerinde “Rig Veda”da (X, 89, 4) bir “araba dingili” ile, yeryüzü ve gökyüzünü birbirinden ayıran İndra’ya methiyeler düzülür. Kirfel’in de ifade ettiği gibi Rig Veda’daki bu ifadeyle, yeryüzü ve gökyüzü aynı eksenin iki ucunda olan araba tekerleklerine benzetilir. Eski Hind tasavvuruna göre tekerleklerden birisi yeryüzü; hareketsizdir. Rig Veda mısralarında terennüm edilen bu “dünya sütununun” alt ucunun yeryüzünün tam ortasında olduğu fikri de gizlidir. Muhtemelen, eski dönemlerdeki bir çok başka kültürlerde de bu tür tasavvurlar mevcuttur. Eski Yunanlılar da zaman zaman kendi yeryüzü tasavvurlarında geçen “yeryüzünün göbek deliği” yerine, “eksen” kavramını kullanıyorlardı. Gerek eski Yunanlıların bu tasavvuru, gerekse eski Hind kültüründeki “yeryüzünün merkezinden geçen eksen” tasavvurları, şimdiye kadar düşünülenin aksine, bizi bu kültürlerin yeryüzünü küre şeklinde tasavvur ettikleri fikrine götürmez. Babilliler de, “yeryüzü ve gökyüzünün bağlanma zinciri” kavramı ile, “Gök sütunu” ve “dünyanın göbek deliğini” kastetmiş olmaları muhtemeldir. Bu konuda kayda değer bir başka tasavvur ise, Japon kültüründe geçen “Kuzeydeki metal sütun” kavramıdır. Japonlara göre, bu sütunun yeryüzünün merkezinden geçtiği varsayılır. Yakutlarda geçen bir bilmece de şöyle söylenir: “Dünyanın ortasında dikili kayın ağacından bir direk” Laplar, “dünya sütununu”, Tanrının gökyüzünü yukarda tutmakta kullandığı bir destek olarak tasavvur etmişlerdir. Asya’da ise bu “dünya sütununa” mukabil sütunlar, kutsal yerlerin emaresi hâlini alırlar. Asya kültürlerinde buralar, Tanrıya ibadet edilen veya Tanrıya daha yakın olunan yerlerdir. Hindistandaki kurban sunaklarında bulunan sütunlar, aynı zamanda “dünyanın göbek deliğinin” sembolü olup, zira kurban yeri “dünyanın göbek deliğini” temsil eden bir yerdedir. Cermen kabileleri arasında rastlanan “irminsul”, bu tarz bir kutsallığın emaresi sayılırken, Laplarda da buna benzer örnekler görülür: “dünya sütununun yanında kurbanlarını kestikten sonra, kanını etrafta bulunan taşlara (taştan yapılma putlara) sürerler” Moğolistan’da rastlanan dört köşeli taş direkler de muhtemelen “dünyanın sütunu”nu ifadesi olup, bu direkler bir kişi ve bir olayın hatırasına dikilmiş ve alt tarafları (temel taşı) kaplumbağa figürlü kaideler üzerine oturtulmuştur.

Her ne kadar Budist Lama rahipleri bu sütunların çoğunu yıktırmışlarsa da, hâlâ bu temel taşları kalmıştır. Hind dünya görüşünde yeralan “dünyayı-ve dünyanın sütununu- sırtında taşıyan kaplumbağa” fikri bu sütunlara da yansımaktadır. Yaşanan büyük bir hadisenin ebedî hatırasına gelecek kuşaklara aktarmanın en etkili ve anlaşılır yolu da bu tip sütunlardır.

Uno Harva’nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.

Çeviren: Erol Cihangir


DÎNİ SÖZLÜK “D”

Kasım 9, 2022

DEVR:

Bir şeyi elden ele aktarma. Vefât eden bir müslümanın sağlığında kılamadığı namaz, tutamadığı oruç ve veremediği zekât gibi borçlardan kurtulması için birkaç fakirin kendilerine ölünün vasî veya velîsi tarafından verilen fidyeyi alıp, gönül rızâsıyla tekrar geri vermek sûretiyle yapılan muâmele.

Namaz, oruç, zekât, kurban, sadaka-ı fıtır, adak, kul ve hayvan hakları için devir yapılır. Yemin ve oruç keffâretleri için devir yapılmaz. Her keffâret için, bizzat fakire mal, para verilir.

DEYN:

Borç, hazır ve mevcûd olmayan mal.

1. Hazır olmayıp, ayrı olarak bulunduğu yeri bildirilmeyen her türlü mal ile hazır ise de ayrı olarak gösterilmeyen kıyemî (çarşıda benzeri bulunmayan, bulunsa da fiyatları farklı olan) mal.

Her satışta söz kesilirken iki maldan her biri ya ayn (hazır, mevcût, belli) veya deyn olur. Bir satışta mebî’in (satılan malın) ve semenin (bedelin) söz kesilme sırasında ikisi de deyn olurlarsa, ayrılmadan önce kabz edilseler (teslim olunsalar) de bey’ (satış) sahîh (geçerli) olmaz. Akd (sözleşme) bâtıl (hükümsüz, geçersiz) olur. Sarf satışı bundan müstesnâdır. (Ali Haydar Efendi)

2. Zekât verecek kimsenin elinde, yanında olmayıp başkasında bulunan zekât malı.

Deyn olan malın zekâtı deyn olarak verilemez. Ayn olarak vermek lâzımdır. Yâni, başkasında bulunan malının zekâtını hazır olan malından vermek lâzımdır. Hazır malı yoksa, başkasındaki malından zekât miktârı istenir. Teslim alınıp, fakîre verilir. (İbn-i Âbidîn)

Deyn-i Kavî:

Ödünç verilen zekât malı ve zekât malının satışı karşılığı alınacak olan semen (bedel).

Deyn-i kavî, zekâtta nisâb hesâbına katılır. Alınacak paranın veya bunun ile yanında bulunanın toplamının nisâbı üzerinden bir sene geçince, eline geçen her miktârın kırkta birini hemen vermek farz olur. İki sene sonra eline geçenin iki yıllık, üç sene sonra eline geçenin üç yıllık zekâtını verir. Meselâ, üç yüz dirhem alacağı olan, üç sene sonra, iki yüz dirhem alırsa, üç yıl için beşer dirhemden, on beş dirhem zekât verir. Almadan önce zekâtını vermesi lâzım olmaz. Kirâcı , mal sâhibinin izni ile, kirâ karşılığı tâmir yaparsa, bu masrafı mal sâhibine ödünç vermiş olur. (Redd-ül-Muhtâr)

Deyn-i Mütevassıt:

Ticâret malı olmayan zekât hayvanları ile köle, ev, yiyecek, içecek gibi ihtiyâç maddelerinin satışları karşılığı ve binâların kirâ alacakları.

Deyn-i mütevassıt, nisâb hesâbına katılır. Bir sene sonra, eline nisâb miktârı veya daha çok geçince, her sene ele geçenin kırkta biri hemen verilir. (İbn-i Âbidîn)

Deyn-i Zaîf:

Mîrâs ve mehr malları.

Deyn-i zaîf, nisâb hesâbına katılır. Nisâb miktârı malı teslim aldıktan bir yıl sonra yalnız o yılın zekâtı verilir. Elinde nisâb miktârı mal da varsa, deynden aldığını, buna katıp, elindekinin bir yılı tamam olunca, aldığının zekâtını da birlikte verir. Bunun için ayrıca bir yıl beklemez. Deyn-i kavî ve mutavassıttadan sene geçmeden önce ele geçirdiğini aynı şekilde kendisinde bulunan nisâba katarak zekâtlarını birlikte verir. İki imâma, İmâm-ı Ebû Yûsuf ile İmâm-ı Muhammed’e göre, her alacak, nisâb miktârı ise, alınan miktâr az ise de, bir yıl geçmişse zekâtı verilir. (İbn-i Âbidîn)

DEYYÂN (Ed-Deyyân):

Allahü  teâlânın  Esmâ-i  hüsnâsından  (güzel  isimlerinden).  Kıyâmet  günü,  herkesin dünyâda iken yaptıklarının hesâbını ve hakkını en iyi bilen ve veren.

Ben azîm-üş-şân (şânı  büyük, çok yüce) herkese mücâzât eden (karşılığını  veren)

deyyânım. (Hadîs-i kudsî-Sahîh-i Buhârî)

Ben azîm-üş-şân (şânı büyük, çok yüce), melik-i deyyânım. Benim verdiğim rızkı yiyip de, bana ortak koşanlar ve bana değil de putlara ibâdet edenler nerededirler? O kimseler benim verdiğim rızık ile kuvvetlenip de bana âsî olurlar (karşı gelirler). Cebbâr (zorba kimseler) ve zâlimler (zulm edenler) nerededirler? Kibirlenen (büyüklük taslayanlar) ve öğünenler nerededirler? (Hadîs-i kudsî-Dürret-ül-Fâhire)

DEYYÛS:

Hanımının nâmussuzluğuna, ahlâksızlığına aldırış etmeyen, göz yuman kimse. Cennet, deyyûsa haramdır. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)

Üç kişi Cennet’e hiç girmeyecektir: Birincisi deyyûs, ikincisi, kendisini erkeklere benzeten kadınlar. Üçüncüsü, içki içmeye devâm edenler. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)

Hayâsızlık pek çoğalır, deyyûslara kalır meydan İnsanların en alçağı, Moskova’da okur ferman

(M. Sıddîk bin Saîd)

DİN:

Allahü teâlânın insanları dünyâ ve âhirette râhat, huzûr ve seâdete (mutluluğa) kavuşturmak için peygamberleri vâsıtasıyla bildirdiği yol, emirler ve yasaklar.

Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Doğrusu Allah indinde (katında) makbûl olan din İslâm’dır. Kendilerine kitâb verilenler (hıristiyanlar ve yahûdîler) kendilerine ilim geldikten (İslâm dînini bildikten) sonra aralarındaki çekememezlik, kin ve düşmanlıktan dolayı (onun hakkında) ihtilâfa düştüler. Kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse, şüphesiz ki Allah, hesâbı pek çabuk görendir. (Âl-i İmrân sûresi: 19)

… Bugün sizin dîninizi kemâle erdirdim (dîninizin hükümlerini tamamladım), üzerinize olan nîmetimi tamamladım ve din olarak da İslâm dînini (verip ondan) hoşnut oldum…

(Mâide sûresi: 3)

Size gönderdiğim İslâm dîninden râzıyım (yâni bu dîni kabûl edenlerden, bu dînin emir ve yasaklarına tâbî olanlardan râzı olurum. Onları severim). Bu dinde olmak ancak cömerdlikle ve iyi huylu olmakla tamam olur. Dîninizin tamam olduğunu her gün bu ikisi ile belli ediniz. (Hadîs-i kudsî-Taberânî)

Muhammed aleyhisselâm bütün insanlara ve cinnîlere gönderilmiş hak peygamberdir. Dîninin hükmü kıyâmete kadar devâm edecektir. Dîni, evvel gelen ve geçen peygamberlerin dinlerinin bâzı hükümlerini nesh etmiş, hükmünü kaldırmıştır. (Süleymân bin Cezâ)

Allahü teâlânın bildirdiği her din, iki kısımdır. Îtikâd (inanılacak hususlar) ve amel (yapılması ve kaçınılması gereken hususlar). Bunlardan îtikâd her dinde aynıdır. Îtikâd, dînin aslı ve temelidir. Din ağacının gövdesidir. Amel (iş) ise, ağacın dalları yaprakları gibidir. (Ahmed Fârûkî)

Allahü teâlâ, ilk peygamber Âdem aleyhisselâmdan beri, her bin senede bir peygamber vâsıtası ile insanlara bir din göndermiştir. Bu peygamberlere Resûl denir. Her asırda, en temiz bir insanı peygamber yaparak, bunlar ile dinleri kuvvetlendirmiştir. Resûllere tâbi olan bu peygamberlere Nebî denir. Din işlerinde âlimlerin sözleri mûteberdir. (Abdülhakîm Arvâsî)

Dinde Bid’at:

Peygamber efendimiz ve O’nun dört halîfesi zamânında olmayıp, dinde sonradan ortaya çıkarılan bozuk inanışlar, sevap kazanmak niyetiyle yapılan ibâdetler. Dinde yapılan her türlü değişiklikler, yenilikler ve reformlar.

DÎNÂR:

Bir miskal (4.8 gram) ağırlığındaki altın para.

Bir kimsenin infak edeceği (harcayacağı) en fazîletli dînâr, çoluğuna-çocuğuna infâk ettiği (harcadığı) dînâr ile Allah yolunda hayvanına infâk ettiği dînâr, bir de yine Allah yolunda arkadaşlarına sarfettiği dînârdır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

Allah yolunda infâk ettiğin bir dînâr, köle azâdı için infâk ettiğin bir dînâr, bir fakire sadaka olarak verdiğin bir dînâr, âilene sarfettiğin bir dînâr vardır. Bunlardan sevâbı çok olanı âilene sarfettiğindir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

DİNSİZ:

Hiç bir dîne inanmıyan, ateist.

Bir babanın, evlâdını Cehennem ateşinden koruması, dünyâ ateşinden korumasından daha mühimdir. Cehennem ateşinden korumak da, îmânı ve farzları ve harâmları öğretmekle, ibâdete alıştırmakla dinsiz ve ahlâksız arkadaşlardan korumakla olur. Bütün dinsizliklerin ve fenâlıkların (kötülüklerin) başı, kötü arkadaştır. (İmâm-ı Gazâlî)

DİRÂYET:

Zekâ, bilgi, idâre kâbiliyeti.

Dirâyet Tefsîri:

Resûlullah’tan sallallahü aleyhi ve sellem gelen rivâyetler (açıklamalar) esas alınarak, Kur’ân-ı kerîmin lisan bilgilerine ve zamanın fen bilgilerine, aklî ilimlere göre yapılan açıklaması. Bu tefsîre ma’kul, re’y tefsîri ve te’vîl de denir.

Dirâyet tefsîrlerinin doğruluğu, nakle uygunluğu ile anlaşılır. Tefsîr âlimleri, nakle uygun te’villeri de tefsîr olarak kabûl etmişlerdir. Nakle uymayan Dirâyet tefsîrleri, tefsîr değil, yazanın şahsî düşüncesi olur. Nitekim hadîs-i şerîfte; “Kur’ân’ ı kendi görüşü ile açıklayan hatâ etmiştir” buyruldu. Bunun içindir ki, Kur’ân-ı kerîmde mânâsı açık olmayan âyet-ikerîmelerden yalnız akla güvenip, yanlış te’viller yapılarak yanlış mânâlar çıkarılması netîcesinde yetmiş iki dalâlet (bozuk) fırka ortaya çıktı. (Abdülhakîm Arvâsî)

DİRHEM:

İslâmiyet’ten önce ve sonra kullanılan değişik ağırlıktaki gümüş paralar.

Bir dirhem fâiz (almak ve vermek) otuz zinâdan daha günâhtır. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı

Seâdet)

On dirhemlik elbisenin, bir dirhemi haram olsa, o elbise ile kılınan namazlar kabûl olmaz (namaz borcundan kurtulur fakat sevâb kazanmaz). (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)

Dirhem kelimesi necâset bahsinde ayrı, zekât bahsinde ayrı mânâ ifâde etmektedir. Necâsette bir miskal ile (4,8 gr.) ağırlık kasd edilirken, zekâtta tamâmen şer’î dirhem (3,365 gr.) ağırlık ifâde etmektedir. Örfî dirhem bundan daha az (3,20 gr.) ağırlıkta idi. (İbn-i Âbidîn)

Deride, elbisede, namaz kılınan yerde dirhem miktârı veya daha çok kaba necâset yok ise, namaz sahîh olur ise de, dirhem miktârı bulunursa, tahrîmen mekrûh olur ve yıkamak vâcib olur. Dirhemden çok ise yıkamak farzdır. (İbn-i Âbidîn)

Dirhem-i Şer’î:

Peygamber efendimiz zamânında kullanılan (3,36) üç gram ve otuz altı  santigram ağırlığındaki gümüş para.

Dirhem-i Urfî (Dirhem-i Örfî):

Bir memlekette kullanılması âdet olan veya hükûmetlerin kabûl ettikleri belli ağırlıktaki dirhem.

Dirhem-i şer’îden hafîf olan dirhem-i urfîlerle zekât hesâb etmek câiz değildir. 3.365 gram ağırlığında olan dirhem-i şer’î ile hesap yapmak lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

DİYÂNÂT:

Allahü teâlâ ile kul arasında olan işler, ibâdetler. Teklik şekli, diyânettir.

Diyânâtta, âdil (adâletli) ve bâliğ (ergenlik yaşına gelmiş) bir müslümanın sözüne inanılır. Bu hususta bir kadın da, bir erkek gibidir. Suyun pis olduğunu söylerse, bu su ile abdest alınmaz; teyemmüm edilir. Fâsık (açıkça günâh işleyen) veyâ hâli belli olmayan bir müslüman söylerse, araştırılır ve kuvvetli zanna göre hareket edilir. Kâfir veya çocuk, suya pis derse ve abdest alacak olan kimse kendi de buna inanırsa, o suyu dökmeli ve sonra teyemmüm etmelidir. (İbn-i Âbidîn)

Mihrâb (câmide îmâmın namaz kıldırdığı yer) bulunmayan, hesâb, yıldız gibi şeylerle de kıblenin ne tarafta olduğu anlaşılamayan yerlerde, kıbleyi bilen, sâlih müslümanlara sormak lâzımdır. Kâfire, fâsıka ve çocuklara sorulmaz. Muâmelâtta (alış-veriş ve ticâret gibi insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde) bunlara inanılırsa da, diyânâtta inanılmaz… (İbn-i Âbidîn)

DİYÂNET:

Allahü teâlâ ile kul arasındaki dînî iş, ibâdet.

DİYET:

Kâtilin (adam öldürenin) vereceği para cezâsı.

Çocuğa tehlikeli bir iş yaptırınca çocuk ölürse, o işi yaptıran şahıs diyetini öder. (Hamevî)

Şebeh-i amd (kasda benzer şekil) ile öldürmenin cezâsı ağır diyet olup, yüz devedir. Yirmi beşi iki yaşına, yirmi beşi üç yaşına, yirmi beşi dört yaşına ve yirmi beşi de beş yaşına basmış dişi deve olacaktır. Âlimlerin bir kaçı, bin dînâr (4800 gram) altın da verilebilir dedi. Hatâ ile öldürenin diyeti, yine yüz deve olup, adı geçen yavrulardan yirmişer ve yirmi tâne de iki yaşına basmış erkek devedir. Yâhut, bin dînâr altın veya on bin dirhem gümüştür. (İbn-i Âbidîn)

DUÂ:

İsteme, yalvarma. Bir kimsenin kendisi veya başkası hakkında bir dileğine bir arzusuna kavuşması için Allahü teâlâya yalvarması.

Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Bana (hâlis kalb ile) duâ ediniz. Duânızı kabûl ederim. (Mü’min sûresi: 60)

Allahü teâlâyı unutarak, gafletle edilen duâ kabûl olmaz. (Hadîs-i şerîf-Mevâhib-i Ledünniyye)

Mü’minin din kardeşi için, arkasından yaptığı hayır duâ kabûl olur. Bir melek, “Allahü teâlâ, bu iyiliği sana da versin! Âmin” der. Meleğin duâsı red edilmez. (Hadîs-i

şerîf-Riyâz-üs-Sâlihîn)

Ümmetimin     günâh     işlemeyen     gençlerinin     duâları     kabûl     olur.                               (Hadîs-i

şerîf-Künûz-üd-Dekâik)

Beş vakit farz namazdan sonra yapılan duâ kabûl olur. (Hadîs-i şerîf-Merâk-il-Felâh)

Lânet etmek için gönderilmedim. Hayır duâ etmek için, her mahlûka merhamet etmek için gönderildim. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Kendinize, evlâdınıza, kötü duâ etmeyiniz. Allah’ın kaderine râzı olunuz. Nîmetlerini arttırması için duâ ediniz. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Çalışmadan duâ eden, silâhsız harbe giden gibidir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî)

Çok kimse vardır ki, yedikleri ve giydikleri haramdır. Sonra ellerini kaldırıp duâ ederler. Böyle duâ, nasıl kabûl olunur? (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)

Birinize derd ve belâ gelince, Yûnus peygamberin duâsını okusun. Allahü teâlâ muhakkak onu kurtarır. Duâ şudur: Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minez zâlimîn. (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i Mazharî)

Sabah kalkınca, üç kerre: Bismillâhillezî lâ-yedurru ma asmihî şey’ün filerdı velâ fissemâi ve hüvessemî’ul-alîm (duâsını) okuyana akşama kadar hiç belâ gelmez. (Hadîs-i şerîf-Tenbîh-ül-Gâfilîn)

Duâ etmekle emr olunduk. Kulun Rabbine duâ etmesi, yalvarması, yakarması, sığınması, ağlayıp sızlaması Rabbine hoş gelir. (İmâm-ı Rabbânî)

Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesine uymadan, sebeplere yapışmadan, çalışmadan duâ etmek, Allahü teâlâdan mûcize istemek demektir. Müslümanlıkta, hem çalışılır, hem de duâ edilir. Önce sebebe yapışmak, sonra duâ etmek lâzımdır. (Şerefeddîn Ahmed Yahyâ Münîrî)

Duânızı öyle bir delîl (vesîle, vâsıta) araya koyarak edin ki, o, günah işlememişlerden olsun. O delîl, Allah dostları, Allah adamlarıdır. Onlara sevgi ve tevâzu gösterin ki, sizin için duâ etsinler. (Ali Râmitenî)

Allahü teâlâya itâat et, emirlerine uy. Sonra duâ et. Allahü teâlâ duânı kabul eder. (Ammâr-ı Yâser)

Zâlim kimseleri, âdil diye medh edenin ve din düşmanlarının ölüsüne, dirisine duâ edenin îmânı gider. (Abdülhakîm Arvâsî)

Binlerce top ve tüfek, yapamaz aslâ,

Gözyaşının seher vakti yaptığını.

Düşman kaçıran süngüleri, çok defa,

Toz gibi yapar, bir mü’minin duâsı.

(Muhammed Rebhâmî)

Duâ Ordusu:

Sıkıntı ve darda kalan müslümanlara duâları ile yardımda bulunan Allahü teâlânın sevgili kulları, velîler.

İmrân sûresinin yüz yirmi altıncı âyetinde ve Enfâl sûresinde meâlen; “Yardım, ancak ve yalnız Allah’tandır” buyruldu. Bu yardıma, duâ ordusu vâsıtası ile kavuşulur. Ayrıca duâ, kazâyı def’eder, uzaklaştırır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; “Kazâ, ancak ve yalnız duâ ile durdurulur” buyurdu. Duâ ordusunun askerleri, gazâ ordusu askerlerinin rûhu gibidir. Gazâ ordusunun askerleri, onların kalbleri, bedenleridir. O hâlde gazâ ordusunun askeri, duâ ordusu olmadıkça iş başaramaz. (İmâm-ı Rabbânî)

Gazâ ordusu, duâ ordusunun yardımına muhtâcdır. İhlâs ile yapılan duâ muhakkak kabûl olur. (Hadîmî)

DUHÂ NAMAZI:

Duhâ (kuşluk) vaktinde kılınan namaz, kuşluk namazı.

Yâ Ebâ Hüreyre! Duhâ namazını terk etme! Cennet’in bir kapısı vardır ki, ona “Duhâ kapısı” derler. Bu kapıdan yalnız kuşluk namazı kılanlar girer. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)

Günahları deniz köpüğü kadar olsa da iki rek’at duhâ namazına devâm eden kimsenin günâhları mağfiret olunur. (Hadîs-i şerîf-Şir’at-ül-İslâm)

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Ey Ebû Zer! Bir kimse iki rek’at kuşluk (duhâ) namazı kılsa gâfillerden olmaz. Dört rek’at kılsa, zikredenlerden yazılır. Altı rek’at kılsa, şirk (Allahü teâlâya ortak koşma) dışında ona günâh ulaşmaz. On iki rek’at kılsa, Cennet’te ona bir ev yapılır.” Ebû Zer (r.anh); “Yâ Resûlallah! Hepsinibirden mi kılmalı?” dedi. “Ayrı ayrı olsa da olur” buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Gunye)

Mekke’nin fethedildiği gün, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, hazret-i Ali’nin kızkardeşi Ümmühânî’nin (r.anhümâ) evinde gusül abdesti alıp, sekiz rek’at duhâ namazı kıldı. (Abdülkâdir Geylânî)

Duhâ, yâni kuşluk vakti hiç olmazsa iki rek’at namaz kılmak lâzımdır. Teheccüd (gece namazı) ve duhâ (kuşluk) namazlarının en çoğu on iki rek’attir. (İmâm-ı Rabbânî)

Duhâ namazı kılanlar âhiret şehîdi olurlar. (İbn-i Âbidîn)

Her kim duhâ namazını iki veya dört rekat kılarsa, zâkirler (zikredenler, Allahü teâlâyı ananlar) zümresine yazılırlar. Altı veya sekiz rekat kılsa, sıddıklar zümresine yazılır. Bu vakitte kazâ namazı kılan, hem borcundan kurtulur, hem de bu sevâblara kavuşur. (Süleymân bin Cezâ)

DUHÂ SÛRESİ:

Kur’ân-ı kerîmin doksan üçüncü sûresi.

Duhâ sûresi, Mekke-i mükerremede inmiştir. On bir âyet-i kerîmedir. Birinci âyet-i kerîmede duhâya (kuşluk vaktine) yemin edildiği için bu kelime sûreye isim olmuştur. Rivâyete göre, bir müddet vahy gelmemişti. Bu sebeble Peygamber efendimize inanmayanlar; “Rabbi Muhammed’i terk etti, O’na darıldı” diyerek Peygamber efendimizi üzmeye, müslümanlar arasında fitne çıkarmaya çalışıyorlardı. O zaman bu sûre nâzil oldu. Nüzûl (iniş) sebebi olarak başka rivâyetler de vardır. (İbn-i Abbâs, Kurtubî, İmâm-ı Süyûtî)

Duhâ sûresinde meâlen buyruldu ki:

(Ey Muhammed!) Âhiret senin için dünyâdan daha hayırlıdır. Rabbin sana râzı oldum deyinceye kadar, her istediğini verecek. (Âyet: 4-5)

Rabbinin nîmetlerini an, anlat. (Âyet: 11)

DUHÂ VAKTİ:

Kuşluk vakti. Oruç zamânının yâni imsak ile iftar vakti arasındaki müddetin dörtte birinin tamam olmasından îtibâren başlayan vakit.

DUHÂN SÛRESİ:

Kur’ân-ı kerîmin kırk dördüncü sûresi.

Duhân sûresi Mekke-i mükerremede nâzil olmuştur (inmiştir). Elli dokuz âyet-i kerîmedir. Adını onuncu âyet-i kerîmede geçen ve duman mânâsına olan duhân kelimesinden almıştır. Bir rivâyete göre duhân kıyâmetin büyük alâmetlerinden birisidir. Sûrede, Kur’ân-ı kerîmin mübârek bir gecede (Kadir gecesi veya Berât gecesinde) nâzil olduğu, inanmıyanların nasıl bir azâb görecekleri, Mûsâ aleyhisselâm ile Fir’avn’ın ve kavminin kısaları anlatılarak, inanmıyanlar îkâz edilmekte ve yine inanmıyanların, kıyâmeti inkâr etmelerinin ve câhilce iddiâlarının çirkinliği anlatılmaktadır. (İbn-i Abbâs, Ebû Hayyân Endülüsî, Taberî)

Duhân sûresinde meâlen buyruldu ki:

Muhakkak biz (Kur’ân-ı kerîmi) mü’minler üzerine bereketi çok olan, çok kimsenin af ve mağfiret olunduğu, bağışlandığı bir gecede (Kadir gecesinde veya Berât gecesinde) indirdik. Biz (O’nunla kâfirleri) azâb ile korkuturuz. (Âyet: 3)

O gün (kıyâmet günü) dost dostunu (akrabâ akrabâyı) azâbdan kurtaramaz. Ancak

Allahü teâlânın merhâmeti ve izni ile bir mü’min bir mü’mine şefâat edip, azâbdan kurtarabilir. Allahü teâlâ Azîzdir. Azâb edilmesini emrettiğine kimse yardım edemez. Rahîmdir, merhamet olunmasını emrettiğinden de merhametine kimse mâni olamaz. (Âyet: 41-42)

DÜNYÂ:

Yer küresi.

1. Ölümden önce olan her şey.

Mal ve dünyâdan size verilen şey, yalnız hayatta bulunduğunuz müddetçe, onunla geçinmektir. Îmân edip, Rablerine tevekkül edenler için, âhirette Allahü teâlânın indinde, dünyâ nîmetinden hayırlı ve dâimî çok sevâb vardır. (Şûrâ sûresi: 36)

Siz dünyâ malını istiyorsunuz. Allahü teâlâ ise, sevâb kazanmanızı, Cennet’e ve nîmetlere kavuşmanızı istiyor. (Enfâl sûresi: 67)

Dünyâ sizin için yaratıldı. Siz de âhiret için yaratıldınız. (Hadîs-i şerîf-Mârifetnâme)

Dünyâya, burada kalacağınız kadar, âhirete de, orada kalacağınız kadar çalışınız! (Hadîs-i şerîf-Mârifetnâme)

Âhiretin sonsuz olduğuna inanan kimsenin bu dünyâya sarılması çok şaşılacak şeydir. (Hadîs-i şerîf-Mârifetnâme)

Arzûsu âhiret olup, âhiret için çalışana Allahü teâlâ, dünyâyı hizmetçi yapar. (Hadîs-i şerîf-Mârifetnâme)

Dünyâyı terk etmek demek, ona düşkün olmamak, kıymet vermemek demektir. Ona düşkün olmamak da, insanın nazarında varlığıyla yokluğu eşit olmasıdır. Böyle olabilmek için Allah adamlarının yanında yetişmek lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Ey oğul! Dünyâ ve dünyâ nîmeti hayaldir. Gök kubbesi altında hiçbir şey aynı hal üzere kalmaz, hep değişir. Onun için dünyâ malına makâmına ve dünyâ hayâtına güvenme. Biz bu dünyâda misâfiriz. Sonunda ayrılıp gideceğiz. Sıkıntı varsa üzülme. Bir an sonra ne olacağımız belli değil. (Azzâz bin Müstevdî)

Allahü teâlânın sevdiklerinin yolunda olmak ile dünyâya kıymet vermek, ona düşkün olmak bir arada bulunmaz. Bu yolda bulunan bir kimsenin kalbinde dünyânın zerre kadar kıymeti bulunursa, yağdan kılın çıkması gibi kolayca bu yoldan çıkar. Allah adamları dünyâya kıymet vermezler. Onun için bu hususta gam yemezler. (Abdullah-ı Ensârî)

Dünyâ sevgisi ve günahların kapladığı kalbden nasıl hayır beklenir. (Abdullah bin Mübârek)

Ey oğul! Dünyâya sarılmış ona gönül vermiş olanlarla bulunma. Onlarla sohbet ve berâberlik, gam, keder ve üzüntü getirir. Bu tecrübe ile sâbittir. Onlar senden faydalanırlar ise de, sen onlardan faydalanamazsın. (Ahmed Siyâhî)

Allahü teâlâ, dünyâyı elinizle değil, kalbinizle terketmeyi ister. (Abdullah-ı Ensârî)

2. Kalbi Allahü teâlâdan gâfil eden, O’nu unutturan her şey.

Dünyâ mel’ûndur ve dünyâda Allah için yapılmayan her şey de mel’ûndur. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî)

Kalbi Allahü teâlâdan gâfil eden, O’nu unutturan, kalbe Allah’tan başkalarını getiren şeyler hep dünyâdır. Allahü teâlâyı unutturan mallar, sebepler, mevkiler, şerefler, hep dünyâ olur. Vennecm sûresinin; “Bizi düşünmeyenlerden, bizden yüz çevirenlerden, sen de yüzünü çevir. Onları sevme!” meâlindeki yirmi dokuzuncu âyet-i kerîmesi böyle olduğunuaçıkça göstermektedir. İşte bu dünyâ insanın can düşmanıdır. Bu dünyânın düşkünleri, hiç toparlanamaz, kendilerine gelemezler. Âhirette de, pişmân olacaklar, çok acılarla karşılaşacaklardır. (İmâm-ı Rabbânî)

En iyi kimse, kalbi Allah sevgisi ile çarpan ve dünyâya bağlı olmayandır. Dünyâ sevgisi, günâhların başıdır. Çünkü Allahü teâlâ, dünyâya düşkün olmayı sevmez. Onu yarattığı zamandan beri, hiç sevmemiştir. Dünyâ ve dünyâya düşkün olanlar, mel’ûndur yâni Allahü teâlânın merhametinden uzaktır. (İmâm-ı Rabbânî)

3. Allahü teâlânın haram (yasak) ettikleri ile Resûlullah efendimizin mekrûh dediği şeyler.

Allahü teâlânın haram etmediği, hatta emrettiği dünyâ işleri, zararlı ve kötü olan dünyâ değildir. Böylece, ne kadar çok olursa olsun, çalışıp kazanmak, fen, tıb, hesab, hendese, mîmârlık ve harb vâsıtalarını öğrenmek, yapmak, kısaca insanlara râhat, huzûr ve seâdet sağlayan her türlü medenî vâsıtaları yapmak ve kazanmak, dünyâlık değildir. Bunların hepsini, Allahü teâlânın gösterdiği şekillerde, yollarda ve şartlarda yapmak ve kullanmak ibâdet olur. Allahü teâlâ böyle müslümanlardan râzı olur. Bunlara âhirette sonsuz nîmetler, seâdetler ihsân eder. (İmâm-ı Rabbânî)

Kim umar senden vefâyı, yalan dünyâ değil misin

Enbiyânın seyyidini alan dünyâ değil misin?

Kasdedip halkın özüne toprak doldurup gözüne

Ehl-i gafletin yüzüne gülen dünyâ değil misin.

Kimisini nâlan eden, kimisini giryân eden

En sonunda uryân edip soyan dünyâ değil misin. İşin gücün dâim yalan, çok kişi den arta kalan

Nice kere boşalıp da dolan dünyâ değil misin

Gel aldanma bu dünyâya sonu virân olur bir gün Senin bu sürdüğün demler elbet yalan olur bir gün.

(M. Sıddîk bin Saîd)

Dünyâ Hayâtı:

Âhiretten önceki hayat.

Kim dünyâ hayâtını ve onun süsünü isterse, onlara yaptıklarının karşılığını burada tam olarak veririz. Bu hususta bir eksikliğe de uğratılmazlar. Onlar öyle kimselerdir ki, âhirette kendileri için ateşten başkası yoktur. Dünyâda yapageldikleri şeyler orada boşa gitmiştir. (Hûd sûresi:15-16)

Dünyâ hayâtı iş yapacak zamandır. Keyf yapacak, eğlenecek zaman ilerde gelmektedir. Orada dünyâda yapılan işlerin karşılığı ele geçecekdir. Dünyâ hayâtı pek kısadır. Mes’ûd o kimsedir ki, bu fırsatı büyük nîmet bilir ve âhiret işlerini bu kısa zamanda gerektiği gibi yapar. Yolculukta lâzım olan azığını hazır eder. (İmâm-ı Rabbânî)

Dünyâ Hırsı:

Dünyâya lüzûmundan fazla meyletmek. Şiddetli mal, mülk arzusu, isteği.

On şey insana zarar verir: 1) Terbiye azlığı, 2) Cehâlet çokluğu, 3) Halktan nîmet beklemek, 4) Şehvet azgınlığı, nefis kudurgunluğu, 5) Baş olma sevdası, 6) Dünyâ hırsı, 7)

Nefis ile dostluk kurmak, 8)Çok yemek, 9) Çok uyumak, 10) Kalabalığa uymak. (Bâyezîd-i Bistâmî)

Dünyâ Sevgisi:

Kalbin dünyâ malını ve mülkünü çok sevmesi.

Dünyâ sevgisi, günahların başıdır. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât)

Dünyâyı sevenler, âhirette zarar görür. (İmâm-ı Rabbânî)

Allahü teâlâya şükre sebep olan dünyâlık, insana zarar vermez. (Abdullah bin Zeyd)

DÜNYÂLIK:

İnsanın hayatta muhtâc olduğu şeyler, para, mal v.s.

Dünyâlık olan şeylerin Allah indinde sivri sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfire bir yudum su vermezdi. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Dünyâlık peşinde koşmak, su üzerinde yürümeğe benzer. Bunun ayaklarının ıslanmaması mümkün müdür? (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Dünyâlık arayanın buna kavuşması güçtür. Âhireti arayanın buna kavuşması kolaydır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Kur’ân-ı kerîm okuyunca, Allahü teâlânın rızâsını ve Cennet’i isteyiniz! Dünyâlık istemeyiniz! Bir zaman gelir ki, hâfızlar, Kur’ân-ı kerîmi, insanlara yaklaşmak için vâsıta yaparlar. (Hadîs-i şerîf-Şir’at-ül-İslâm)

Dünyâlık, para, eskiden sevilmezdi, ama şimdi, mü’minin kalkanıdır. (Süfyân-ı Sevrî)

Ölümden önce olan her şeye dünyâ denir. Bunlardan, ölümden sonra faydası olanlar, dünyâlık sayılmaz, âhiretten sayılırlar. Çünkü dünyâ âhiret için tarladır. Âhirete yaramayan dünyâlıklar, zararlıdır. Haramlar, günahlar ve mubâhların fazlası böyledir. Dünyâda olanlar İslâmiyet’e uygun kullanılırsa, âhirete faydalı olurlar. Hem dünyâ lezzetine, hem de âhiret nîmetlerine kavuşulur. Mal iyi de değildir, kötü de değildir. İyilik, kötülük onu kullanandadır. O hâlde mel’ûn olan, kötü olan dünyâ, Allahü teâlânın râzı olmadığı, âhireti yıkıcı yerlerde kullanılan şeyler demektir. (Erzurumlu İbrâhim Hakkı)

Allahü teâlâya şükre sebeb olan dünyâlık insana zarar vermez. (Abdullah bin Zeyd)

DÜNYÂYI TERKETMEK:

1. Bütün haram olan şeyler ile berâber, mübâhları da, yâni günâh olmayan lezzetlerin çoğunu da bırakıp, yaşamak için zarûrî olan miktârını kullanmak.

Mes’ûd o kimsedir ki, dünyâ onu terk etmezden önce, o dünyâyı terk etmiştir. (Hadîs-i şerîf-Mârifetnâme)

Dünyâyı terk eyle ki, Allahü teâlâ seni sevsin! İnsanların malına göz dikme ki, herkes seni sevsin. (Hadîs-i şerîf-Mârifetnâme)

Dünyânın her türlü zevk ve lezzetinden vazgeçip, bütün zamânını, ibâdet ile ve müslümanların rahatlarını ve İslâm dînini bilmeyenlerin, doğru yola kavuşmaları için; lâzım olan ilmî ve teknik usûlleri ve vâsıtaları, en ileri ve en üstün şekilde yapmak ve kullanmakla geçirmeli ve durmadan çalışmalı ve dünyâ zevkini böyle çalışmakta aramalı ve bulmalıdır. Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) hepsi ve büyüklerimizin çoğu, böyle idi. Dünyâyı, bu söylediğimiz şekilde terk etmek pek yüksek ve pek faydalıdır. Dünyâyı bu şekilde terkten maksad, İslâmiyet’in emrettiği şeyleri yapmak için, bütün râhatı ve zevkleri fedâ etmektir. (İmâm-ı Rabbânî)

2. Harâm ve şüpheli şeylerden kaçıp mübâhları kullanmak.

Harâm ve şüpheli şeylerden kaçıp mübâhları kullanarak dünyâyı terketmek, hele bu zamanda çok kıymetlidir. (İmâm-ı Rabbânî)

DÜRZÎ:

Derezîler adlı bozuk fırkaya mensub olan kimse.


Aynı anne ve babanın çocukları niçin farklı oluyor?

Kasım 9, 2022

Çocukların oluşumunu anne ve babadan aldıkları kromozomlar belirliyorsa, her insanda bir set kromozom varsa ve de bu kromozomlar zamanla değişmiyorsa, aynı anne ve babadan olan çocukların da birbirinin aynı olması gerekmez mi? Üreme konusunda tabiat müthiş şaşırtıcıdır. Tabiatta çocukların oluşumu ile ilgili özel bir sistem dizayn edilmiştir.
Son yılların gözde konusu DNA ile ilgili olarak gazetelerde ve dergilerde çizilen resimlerden belki dikkatinizi çekmiştir. Kadın veya erkek olsun her insanın bir set kromozomu vardır ve her kromozom birleştikleri zaman “X” harfini oluşturan iki parçadan ibarettir. Bu ikili DNA’nın birbirine sıkıca sarılmış iki koludur.
Bir insanın kromozomunun, bu iki yakasından biri anneden, diğeri de babasından gelir. Ortadan “X” şeklinde bağlı bu yeni kromozomun her iki yarısı da komple bir gen setini taşır.
Sperm, yumurta ile birleşerek yeni bir insanın oluşumunu sağlar. Sperm yeni bebeğin kromozomunun bir yarısını taşır, yumurta diğerini. Esas soru şudur: Sperm ve yumurtadaki DNA nereden gelmektedir? Babadaki her hücre, birbirinin tamamen aynı “X” şeklindeki kromozomları taşır. Anne için de bu aynıdır. Baba ile annenin kromozomları da kendi anne ve babalarının kromozomlarından gelmiştir. Ama hangi yarısı gelmiştir? İşte doğanın müthiş düzeninin ipucu da buradadır.
Babada sperm hücreleri oluşurken, kendi anne ve babasının kromozomlarının birer yarısını rasgele, yani bir kurala bağlı olmadan alır. Annenin yumurtalarında da aynı şey olunca, doğan her çocuk dört kişinin, yani anneanne, babaanne ve her iki dedesinin (dolayısıyla onların da ebeveynlerinin) genlerinin rasgele karıştırılmış şekilden oluşur ve her çocuk farklı fiziksel ve psikolojik özellikler gösterir.

Alıntıdır.