Yazarlar, tarihçiler ve eleştirmenler Arapların Rum ve İran ülkesini fethedip kontrolleri altına almalarına yardım eden durum ve sebeplerle ilgili uzun ve tartışmalı değerlendirmeler yapmışlardır. Gerçekte Araplar o dönemin iki büyük devletini fethedip Kayser ve Kisraları kahrettikleri sıralarda sayıları o iki devletten birinin yalnız bir kentinde bulundurabildiği muhafız askerlerin sayısından bile azdı. Ayrıca, Araplar o zamanlar oldukça sade bir yaşam sürdürüyorlardı. Savaş bilgisi ve sanatı konusunda çok az tecrübeleri vardı. Mali durumları zayıf, savaş aletleri ve silahları açısından oldukça eksiklerdi. Rumlarla İranlılara gelince onlar bu sıralarda dünyanın en büyük iki devletiydi. Mükemmel savaş araç ve gereçlerine, üstün silahlara sahiptiler. Ayrıca sayısız askere ve her yerde muntazam kale ve korunaklara maliktiler. Buna ek olarak, Müslümanlar sayı olarak az, durumları zayıf ve basit olmanın yanında., fethetmeye gittikleri ülkelere, söz konusu yerleri bilmeden ve halkından destek ve yardım almadan “hücum edenler” sıfatıyla gidiyorlardı. Hepsinden daha garip ve şaşılacak olan nokta şudur; o iki büyük devleti, aynı dönemde, 10 seneyi geçmeyen kısa bir zaman içinde ele geçirmeyi başarmış olmalarıdır. Bu büyük başarıların sebepleri nelerdi?
Eleştirmenler ve tarihçilerin bu konudaki en bilinen yargı ve yorumları; Müslümanların bu büyük başarılarını, İslamiyet’in ortaya çıktığı dönemde Rum ile İran devletleri arasında devam eden savaşlar sonucu olarak bu iki devletin içine düştüğü zaaf, perişanlık ve gerilemeden kaynaklandığı şeklindedir. Bizim kanaatimize göre, sadece bu zayıflık ve perişanlık, sözü edilen başarıların tek sebebi değildir. Eğer tarihçilerin bu yorumu doğru olsaydı, Arap çöllerinden gelerek iki devleti birden mağlup eden böyle küçük ve zayıf bir ulus yerine, bu iki büyük devletten birinin diğerini yenmesi ve topraklarını istila etmesi daha kolay ve mantıklı olurdu.
Evet gerek Rum gerek İranlıların o sıralarda içinde bulundukları zayıf ve güçsüz durumun İslam fetihlerini kolaylaştırmada çok etkili olduğunu inkar etmiyoruz. Ancak o hal söz konusu fetihlerin tek ve asıl sebebi değildi. Göstereceğimiz gibi başka gerçek sebepler de vardı.
Arapları o fetihlere yönlendiren, kendilerine bu konuda cesaret ve cüret veren etken veya etkenler nelerdi?
Gerçekten, eskiden beri çölde yaşayan Arapların, yüzyıllardan beri Rumlara ve Acemlere saygı ve heybetle bakarak, üstelik onların geniş ülkelerini atasözleri ve deyimleri arasına sokup, isimlerinden korku duydukları halde, vücutları kaba ve basit elbiseyle örtülü, yiyecekleri darı ve arpadan ibaret, silahları iple bağlanmış mızraklardan, bele bez parçalarıyla asılmış kılıçlardan oluşan bir küçük grupla, o iki geniş ülkeyi fethetmeye nasıl cüret ettiklerini ve İslamiyet’ten önce öyle bir teşebbüse neden cüret etmediklerini inceleyip araştırmak bir tarihçi veya tarih meraklısı için başta gelen görevlerden biri kabul olunur.
Bunun cevabı şudur: Araplar İslam’ı kabul ettikten sonra, İslam’dan önceki tavır ve davranışları değişmiş ve başka bir hale girmişlerdir. Müslüman olmadan önce, darmadağınık birtakım kabilelerden oluşuyorlardı. Ancak İslamiyet’ten sonra hepsi bir kalıpta, tek bir millet haline geldiler. Bununla birlikte, sadece bu özellik o ülkeleri fethetmek gibi oldukça büyük ve zor bir teşebbüste bulunmalarına cüret verecek yeterli bir sebep değildir. Onlara asıl kuvvet ve cesaret veren etken, kabul ettikleri İslam dininin doğruluk ve sağlamlığına samimi olarak inanmak ve hükümlerine tam boyun eğmekti. Müslümanlar, sadece Allah’ın adını ve kelimesini yükseltmek ve yüceltmek uğrunda ülkeleri ele geçirdiklerine, Allah’ın yeryüzünde İslam’ı yayma görevini kendilerine verdiğine, bu uğurda öleceklerin şehit olacağına, ahirette bu dünyadakinden daha değerli ve kalıcı nimetler bulunduğuna, sağlam ve sarsılmaz bir inançla bağlıydılar. Arapların o büyük ve zahmetli mücadeleleri göze almaları konusunda, kendilerine kuvvet ve cesaret veren şey bu sağlam İslam inancı ve Muhammed’in dininin feyz ve bereketiydi. Hz. Peygamber zamanında yapılan savaşlarla, sevk olunan birliklerle, elde edilen zaferlerin mutluluk ve tadı da kendilerini bu yolda teşvik edici ve cesaretlendirici bir başka etken olmuştur. Doğal olarak, insan bir işte başarı elde ettikçe, tehlikeyi görmemeye başlar. Müslümanlar da yeni yeni zaferler kazandıkça, tehlikeleri artık önemsiz görmeye başlamışlardı.
İslam dininin Müslümanlar arasında birleştirici bir unsur olduğu o zamanki Müslümanların tavır ve davranışlarından da anlaşılmaktadır. Hicri birinci yılda, Hicret’ten hemen sonra Medine’de, aralarında imzaladıkları kardeşlik anlaşmasıyla kurdukları uhuvvet (kardeşlik) bu iddiamızın şahididir. Kuran-ı Kerim ve hadis-i şerifler incelenirse, İslam’ın birlik veya birleşme (ittihad) esası üzerine kurulmuş olduğu ortaya çıkar. İslam’ın ilk yıllarında, gerek halifeler gerekse valiler tarafından yapılan konuşmaların içinde, hiçbir nutuk yoktur ki, Arapların Cahiliye dönemindeki ayrılık ve parçalanmışlığından ve İslam’ın hükümleri sayesinde zararlı kabilecilik anlayışını bırakarak, birleşmek için çaba harcanması gereğinden söz edilmemiş olsun. Halifenin, veya onun vekili olan bir zatın arkasında Müslümanların günde beş defa namaz için toplanmaları, aralarındaki birlik kuvvetini bir kat daha güçlendiriyordu. Namaz, Müslümanlarda birlik anlayışının oluşmasında, halifeye itaat eylemelerini sağlama konusunda çok büyük hizmet etmiştir. Belazuri diyor ki: “Ebu Süfyan Mekke henüz fethedilmeden ve kendisi Müslüman olmadan önce Müslümanların yanına gelip kendilerini namazda bulunca ve Peygamber rüküa vardıkça onların da rüküa vardıklarını, Hz. Peygamber secde ettikçe, onların da peşinden secde ettiklerini görünce, ‘vallahi hayret edilecek bir şey görüyorum. Şurdan burdan toplanan birtakım halk, o koca Rum ve Acemleri gölgede bırakacak şekilde gayet düzenli ve itaatli olmuşlardır’ diyerek şaşkınlığını belirtmiştir.”
Arapların yaydıkları dinin hak olduğuna tam inandıklarına ve dünya için değil, ancak ahiret için çalıştıklarına gelince; bu durum, fetihler sırasında onların söz ve eylemlerinden açıkça gözükmektedir.
Kadisiye Savaşı’nda Iran orduları komutanı Rüstem’in, İslam komutanı Mugire’ye hitaben “Sizler amacınız uğrunda ölümü hiçe sayıyorsunuz” demesine karşılık Mugire “bizden ölenler cennete, sizden öldürülenler ise cehenneme, yani ateşe giderler. Bizden sağ kalanlar da sizden sağ kalanlara galip gelecektir” cevabını vermiştir. Aynı şekilde Mısır valisi Mukavkıs, Ubade b. Samit’i Rum askerinin çokluğu ile korkuttuğu ve onlara galebe etmek mümkün olmadığını kendisine söylediği zaman Ubade, Mukavkıs’a cevaben “Bu sözlerle kendini ve arkadaşlarını aldatma. Rumların kuvvet ve çokluğuyla bizi korkutmak ve onlara karşı gelemeyeceğimizi söylemek bizi korkutamaz ve azmimizden çeviremez. Eğer şu dediğin doğruysa yani onlar öyle kuvvetli ve çok iseler bu durum bizi savaşmaya daha çok yönlendirir. Ve şevkimizi artırır. Çünkü onlarla savaşta bir ferdimiz kalmayıncaya kadar hepimiz şehit olursak Allah’ın huzuruna daha çok mazeretli bir halde çıkarız ve onun nimet ve rızasına daha layık oluruz. Bu ise arzu ettiğimiz en büyük ve en son saadettir. Bizim için bundan daha kıymetli ve değerli bir şey olamaz. Sizinle savaşırken iki nimetten birini bekleriz: Ya size galip gelerek dünya nimetine kavuşuruz veya mağlup olarak ahiret nimetine kavuşuruz. Elimizden gelen çaba ve gayreti sarf ettikten sonra bu ikinci nimet bizce öbüründen daha çok arzu edilir. Allah Kuran-ı Kerim’de, sayı olarak az nice topluluğun, sayıca çok nice toplumlara galip geldiklerini, Allah’ın sabredenlerin yardımcısı olduğunu bildirmiştir. İçimizde hiçbir kimse yoktur ki saadetle şereflenmiş olarak kendi ülkesine, kendi yurduna dönmemeyi, çoluk çocuğuna kavuşmamayı, her gün sabah akşam Cenab-ı Hakk’tan temenni etmesin. Bizden hiç kimse arkasında bıraktığı şeyleri düşünmez. Herkes çoluk çocuğunu, ailesini ve yakınlarını Allah’a bırakmıştır. Biz ardımıza değil, hep önümüze bakarız. Yaşam için gerekli gıda vs. malzemeler açısından sıkıntı içinde olduğumuz şeklindeki sözlerine gelince; biz kendimizi bu durumda bile cihanda en rahat ve refah içinde bulunan, en şanslı ve mutlu insanlardan sayıyoruz. Eğer dünyanın hepsi bizim olsa, şu geçici dünyada, kendi nefsimiz için şu an sahip olduğumuz miktardan daha fazla bir şeye heves etmeyiz” demişti.
Bu gibi olayların İslam tarihinde örneği çoktur. Üstelik bir Müslüman kardeşini, babasını müşrik görse onunla hiç duraksamaksızın ve yaptığı şeyin en mukaddes bir vazife olduğuna tam bir vicdani kanaatle emin olarak karşı dururdu. Diğer dinlerin tarihlerinde de yer alan bu olaylara benzeyen örnekler de yukarıda anlattığımız gerçekleri desteklemektedir. Bir insanın, bir dava için kendi hayatını tehlikeye atması için, o şeye din derecesinde inanması gerekir. Diğer dinlerde de, şehitlerin hayat hikayelerinde buna benzer yeterli örnek rahatlıkla bulunabilir.
Vurguladığımız bu noktalar dışında, Şam ve Irak bölgesinin oldukça verimli ve zengin olması da Arapların bu bölgeleri ele geçirmelerinde etkili bir neden olmuştur. Çünkü Arapların yaşadıkları yerler kurak ve verimsiz topraklardı. Ve bu kurak yerler bu dini uyanış ve değişimden sonra kendilerini besleyemezdi. Ayrıca Müslümanların ileri gelenleri yalnızca ahiret için mücadele edip savaştıkları halde, bazı kabileler ganimet malları için savaşıyorlardı. Huneyn ve Taif savaşlarından sonra çıkan anlaşmazlık ve gerginlikler bunu gösterir. lbn Hişam diyor ki: “Bu savaşlarda elde edilen ganimet malları pek çoktu. Savaş sona erdikten ve esirler iade olunduktan sonra, Peygamber giderken, halk; ‘Ey Allah’ın elçisi! deve ve koyunlardan paylarımızı bize dağıt!’ diyerek Hz. Peygamber’in arkasına düşmüşlerdi. Hz. Peygamber’i o kadar sıkıştırdılar ki, bir ağacın altında durmaya mecbur oldu. Hz. Peygamber’in başındaki örtü ağaca takılmıştı. Hz. Peygamber halka dönerek: ‘Ey ahali! örtümü bana geri veriniz. Vallahi Tihame’deki ağaçlar sayısınca koyun ve deveniz olsa hepsini size pay ederdim. Hiçbir vakit beni cimri, korkak, yalancı bulamazsınız’ buyurmuştu.
Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.