İslam’ın ilk Yıllarında Yapılan Fetihler

Kasım 29, 2022

 Yazarlar, tarihçiler ve eleştirmenler Arapların Rum ve İran ülkesini fethedip kontrolleri altına almalarına yardım eden durum ve sebeplerle ilgili uzun ve tartışmalı değerlendirmeler yapmışlardır. Gerçekte Araplar o dönemin iki büyük devletini fethedip Kayser ve Kisraları kahrettikleri sıralarda sayıları o iki devletten birinin yalnız bir kentinde bulundurabildiği muhafız askerlerin sayısından bile azdı. Ayrıca, Araplar o zamanlar oldukça sade bir yaşam sürdürüyorlardı. Savaş bilgisi ve sanatı konusunda çok az tecrübeleri vardı. Mali durumları zayıf, savaş aletleri ve silahları açısından oldukça eksiklerdi. Rumlarla İranlılara gelince onlar bu sıralarda dünyanın en büyük iki devletiydi. Mükemmel savaş araç ve gereçlerine, üstün silahlara sahiptiler. Ayrıca sayısız askere ve her yerde muntazam kale ve korunaklara maliktiler. Buna ek olarak, Müslümanlar sayı olarak az, durumları zayıf ve basit olmanın yanında., fethetmeye gittikleri ülkelere, söz konusu yerleri bilmeden ve halkından destek ve yardım almadan “hücum edenler” sıfatıyla gidiyorlardı. Hepsinden daha garip ve şaşılacak olan nokta şudur; o iki büyük devleti, aynı dönemde, 10 seneyi geçmeyen kısa bir zaman içinde ele geçirmeyi başarmış olmalarıdır. Bu büyük başarıların sebepleri nelerdi?

Eleştirmenler ve tarihçilerin bu konudaki en bilinen yargı ve yorumları; Müslümanların bu büyük başarılarını, İslamiyet’in ortaya çıktığı dönemde Rum ile İran devletleri arasında devam eden savaşlar sonucu olarak bu iki devletin içine düştüğü zaaf, perişanlık ve gerilemeden kaynaklandığı şeklindedir. Bizim kanaatimize göre, sadece bu zayıflık ve perişanlık, sözü edilen başarıların tek sebebi değildir. Eğer tarihçilerin bu yorumu doğru olsaydı, Arap çöllerinden gelerek iki devleti birden mağlup eden böyle küçük ve zayıf bir ulus yerine, bu iki büyük devletten birinin diğerini yenmesi ve topraklarını istila etmesi daha kolay ve mantıklı olurdu. 

Evet gerek Rum gerek İranlıların o sıralarda içinde bulundukları zayıf ve güçsüz durumun İslam fetihlerini kolaylaştırmada çok etkili olduğunu inkar etmiyoruz. Ancak o hal söz konusu fetihlerin tek ve asıl sebebi değildi. Göstereceğimiz gibi başka gerçek sebepler de vardı.

Arapları o fetihlere yönlendiren, kendilerine bu konuda cesaret ve cüret veren etken veya etkenler nelerdi?

Gerçekten, eskiden beri çölde yaşayan Arapların, yüzyıllardan beri Rumlara ve Acemlere saygı ve heybetle bakarak, üstelik onların geniş ülkelerini atasözleri ve deyimleri arasına sokup, isimlerinden korku duydukları halde, vücutları kaba ve basit elbiseyle örtülü, yiyecekleri darı ve arpadan ibaret, silahları iple bağlanmış mızraklardan, bele bez parçalarıyla asılmış kılıçlardan oluşan bir küçük grupla, o iki geniş ülkeyi fethetmeye nasıl cüret ettiklerini ve İslamiyet’ten önce öyle bir teşebbüse neden cüret etmediklerini inceleyip araştırmak bir tarihçi veya tarih meraklısı için başta gelen görevlerden biri kabul olunur.

Bunun cevabı şudur: Araplar İslam’ı kabul ettikten sonra, İslam’dan önceki tavır ve davranışları değişmiş ve başka bir hale girmişlerdir. Müslüman olmadan önce, darmadağınık birtakım kabilelerden oluşuyorlardı. Ancak İslamiyet’ten sonra hepsi bir kalıpta, tek bir millet haline geldiler. Bununla birlikte, sadece bu özellik o ülkeleri fethetmek gibi oldukça büyük ve zor bir teşebbüste bulunmalarına cüret verecek yeterli bir sebep değildir. Onlara asıl kuvvet ve cesaret veren etken, kabul ettikleri İslam dininin doğruluk ve sağlamlığına samimi olarak inanmak ve hükümlerine tam boyun eğmekti. Müslümanlar, sadece Allah’ın adını ve kelimesini yükseltmek ve yüceltmek uğrunda ülkeleri ele geçirdiklerine, Allah’ın yeryüzünde İslam’ı yayma görevini kendilerine verdiğine, bu uğurda öleceklerin şehit olacağına, ahirette bu dünyadakinden daha değerli ve kalıcı nimetler bulunduğuna, sağlam ve sarsılmaz bir inançla bağlıydılar. Arapların o büyük ve zahmetli mücadeleleri göze almaları konusunda, kendilerine kuvvet ve cesaret veren şey bu sağlam İslam inancı ve Muhammed’in dininin feyz ve bereketiydi. Hz. Peygamber zamanında yapılan savaşlarla, sevk olunan birliklerle, elde edilen zaferlerin mutluluk ve tadı da kendilerini bu yolda teşvik edici ve cesaretlendirici bir başka etken olmuştur. Doğal olarak, insan bir işte başarı elde ettikçe, tehlikeyi görmemeye başlar. Müslümanlar da yeni yeni zaferler kazandıkça, tehlikeleri artık önemsiz görmeye başlamışlardı.

İslam dininin Müslümanlar arasında birleştirici bir unsur olduğu o zamanki Müslümanların tavır ve davranışlarından da anlaşılmaktadır. Hicri birinci yılda, Hicret’ten hemen sonra Medine’de, aralarında imzaladıkları kardeşlik anlaşmasıyla kurdukları uhuvvet (kardeşlik) bu iddiamızın şahididir. Kuran-ı Kerim ve hadis-i şerifler incelenirse, İslam’ın birlik veya birleşme (ittihad) esası üzerine kurulmuş olduğu ortaya çıkar. İslam’ın ilk yıllarında, gerek halifeler gerekse valiler tarafından yapılan konuşmaların içinde, hiçbir nutuk yoktur ki, Arapların Cahiliye dönemindeki ayrılık ve parçalanmışlığından ve İslam’ın hükümleri sayesinde zararlı kabilecilik anlayışını bırakarak, birleşmek için çaba harcanması gereğinden söz edilmemiş olsun. Halifenin, veya onun vekili olan bir zatın arkasında Müslümanların günde beş defa namaz için toplanmaları, aralarındaki birlik kuvvetini bir kat daha güçlendiriyordu. Namaz, Müslümanlarda birlik anlayışının oluşmasında, halifeye itaat eylemelerini sağlama konusunda çok büyük hizmet etmiştir. Belazuri diyor ki: “Ebu Süfyan Mekke henüz fethedilmeden ve kendisi Müslüman olmadan önce Müslümanların yanına gelip kendilerini namazda bulunca ve Peygamber rüküa vardıkça onların da rüküa vardıklarını, Hz. Peygamber secde ettikçe, onların da peşinden secde ettiklerini görünce, ‘vallahi hayret edilecek bir şey görüyorum. Şurdan burdan toplanan birtakım halk, o koca Rum ve Acemleri gölgede bırakacak şekilde gayet düzenli ve itaatli olmuşlardır’ diyerek şaşkınlığını belirtmiştir.”

Arapların yaydıkları dinin hak olduğuna tam inandıklarına ve dünya için değil, ancak ahiret için çalıştıklarına gelince; bu durum, fetihler sırasında onların söz ve eylemlerinden açıkça gözükmektedir.

Kadisiye Savaşı’nda Iran orduları komutanı Rüstem’in, İslam komutanı Mugire’ye hitaben “Sizler amacınız uğrunda ölümü hiçe sayıyorsunuz” demesine karşılık Mugire “bizden ölenler cennete, sizden öldürülenler ise cehenneme, yani ateşe giderler. Bizden sağ kalanlar da sizden sağ kalanlara galip gelecektir” cevabını vermiştir. Aynı şekilde Mısır valisi Mukavkıs, Ubade b. Samit’i Rum askerinin çokluğu ile korkuttuğu ve onlara galebe etmek mümkün olmadığını kendisine söylediği zaman Ubade, Mukavkıs’a cevaben “Bu sözlerle kendini ve arkadaşlarını aldatma. Rumların kuvvet ve çokluğuyla bizi korkutmak ve onlara karşı gelemeyeceğimizi söylemek bizi korkutamaz ve azmimizden çeviremez. Eğer şu dediğin doğruysa yani onlar öyle kuvvetli ve çok iseler bu durum bizi savaşmaya daha çok yönlendirir. Ve şevkimizi artırır. Çünkü onlarla savaşta bir ferdimiz kalmayıncaya kadar hepimiz şehit olursak Allah’ın huzuruna daha çok mazeretli bir halde çıkarız ve onun nimet ve rızasına daha layık oluruz. Bu ise arzu ettiğimiz en büyük ve en son saadettir. Bizim için bundan daha kıymetli ve değerli bir şey olamaz. Sizinle savaşırken iki nimetten birini bekleriz: Ya size galip gelerek dünya nimetine kavuşuruz veya mağlup olarak ahiret nimetine kavuşuruz. Elimizden gelen çaba ve gayreti sarf ettikten sonra bu ikinci nimet bizce öbüründen daha çok arzu edilir. Allah Kuran-ı Kerim’de, sayı olarak az nice topluluğun, sayıca çok nice toplumlara galip geldiklerini, Allah’ın sabredenlerin yardımcısı olduğunu bildirmiştir. İçimizde hiçbir kimse yoktur ki saadetle şereflenmiş olarak kendi ülkesine, kendi yurduna dönmemeyi, çoluk çocuğuna kavuşmamayı, her gün sabah akşam Cenab-ı Hakk’tan temenni etmesin. Bizden hiç kimse arkasında bıraktığı şeyleri düşünmez. Herkes çoluk çocuğunu, ailesini ve yakınlarını Allah’a bırakmıştır. Biz ardımıza değil, hep önümüze bakarız. Yaşam için gerekli gıda vs. malzemeler açısından sıkıntı içinde olduğumuz şeklindeki sözlerine gelince; biz kendimizi bu durumda bile cihanda en rahat ve refah içinde bulunan, en şanslı ve mutlu insanlardan sayıyoruz. Eğer dünyanın hepsi bizim olsa, şu geçici dünyada, kendi nefsimiz için şu an sahip olduğumuz miktardan daha fazla bir şeye heves etmeyiz” demişti.

Bu gibi olayların İslam tarihinde örneği çoktur. Üstelik bir Müslüman kardeşini, babasını müşrik görse onunla hiç duraksamaksızın ve yaptığı şeyin en mukaddes bir vazife olduğuna tam bir vicdani kanaatle emin olarak karşı dururdu. Diğer dinlerin tarihlerinde de yer alan bu olaylara benzeyen örnekler de yukarıda anlattığımız gerçekleri desteklemektedir. Bir insanın, bir dava için kendi hayatını tehlikeye atması için, o şeye din derecesinde inanması gerekir. Diğer dinlerde de, şehitlerin hayat hikayelerinde buna benzer yeterli örnek rahatlıkla bulunabilir.

Vurguladığımız bu noktalar dışında, Şam ve Irak bölgesinin oldukça verimli ve zengin olması da Arapların bu bölgeleri ele geçirmelerinde etkili bir neden olmuştur. Çünkü Arapların yaşadıkları yerler kurak ve verimsiz topraklardı. Ve bu kurak yerler bu dini uyanış ve değişimden sonra kendilerini besleyemezdi. Ayrıca Müslümanların ileri gelenleri yalnızca ahiret için mücadele edip savaştıkları halde, bazı kabileler ganimet malları için savaşıyorlardı. Huneyn ve Taif savaşlarından sonra çıkan anlaşmazlık ve gerginlikler bunu gösterir. lbn Hişam diyor ki: “Bu savaşlarda elde edilen ganimet malları pek çoktu. Savaş sona erdikten ve esirler iade olunduktan sonra, Peygamber giderken, halk; ‘Ey Allah’ın elçisi! deve ve koyunlardan paylarımızı bize dağıt!’ diyerek Hz. Peygamber’in arkasına düşmüşlerdi. Hz. Peygamber’i o kadar sıkıştırdılar ki, bir ağacın altında durmaya mecbur oldu. Hz. Peygamber’in başındaki örtü ağaca takılmıştı. Hz. Peygamber halka dönerek: ‘Ey ahali! örtümü bana geri veriniz. Vallahi Tihame’deki ağaçlar sayısınca koyun ve deveniz olsa hepsini size pay ederdim. Hiçbir vakit beni cimri, korkak, yalancı bulamazsınız’ buyurmuştu.

Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.


1700’Lerdeki Savaşlar ve Prusya’nın Ortaya Çıkışı

Kasım 29, 2022
  1. yuzyılın başlarında ispanya’nın ve ispanya imparatorluğu’nun kontrolü ile ilgili sorunlar Avrupa’nın gündemine taşındı. Fransa Prensi Anjoulu Philip ispanyol tahtına varis olunca ispanya Taht Savaşları (1702-1713) başlamış oldu. ispanya ile Fransa’nın birleşme ihtimali Avrupa’da bir şok dalgasına neden oldu. 1701 yılında ingiltere, Flemenkler ve pek çok Alman prensliği bir ittifak kurdular. Avusturyalıların Fransız tahtı üzerinde hak iddia etmesini desteklediler. Savaş esas olarak Avrupa’da yaşanmakla beraber, Kuzey Amerika’da “Kraliçe Anne” Savaşı’nda (1702-1713) ingilizler Fransızlarla karşı karşıya geldiler. 1713 yılında yapılan Utrecht Antlşması savaşa son verdi. Anjou’lu Philip, ispanyol V. Philip olarak tanındı. Öte yandan Philip Fransız kralının halefi olmaktan çıkarıldı. Kuzey Amerika’da ingiltere oldukça önemli bir toprak parçasına sahip oldu.
    Bu arada Prusya, büyük ve süreklilik sağlayan ordusuyla, Almanya’nın üzerindeki egemenlik mücadelesinde Avusturya’nın karşısında önemli bir rakip olarak ortaya çıktı. 1740 yılında Büyük Frederick Avusturya’ nın zengin bölgesi Silezya ‘ yı ele geçirdi . Sekiz yıllık savaş boyunca bu bölgeyi elinde tuttu (Avusturya Taht Savaşı). Yedi Yıl Savaşı’nda (1756-1763) mücadele yeniden başladı. Müttefiki ingiltere Kuzey Amerika’da, Hindistan’da ve Afrika’da Fransızlarla savaşırken Prusya Rusya, Fransa, Avusturya ve isveç’le mücadele etti. Savaş Avrupa haritasında önemli bir değişikliğe neden olmadı. Buna rağmen Silezya Prusya’nın elinde kaldı ve Prusya büyük güçler arasındaki yerini aldı. ingiltere Yeni Fransa’nın büyük bölümünü, ispanyol Floridası’nı, Senegal’i ve Hindistan’daki Fransız ticaret merkezleri üzerindeki üstünlüğü ele geçirdi (Kanada ve Mississippi’nin doğusu). ingiltere en önde gelen sömürgeci güç haline gelmişti. 1707 yılında iskoçya ile birleşerek içeride de gücünü pekiştirmiş oldu.

Alıntıdır.


Türk Soylu Halklarda Yaradılış Mitleri -4

Kasım 29, 2022

 İnsanın Felâketine Sebep Olan “Yasak Meyve”

Şeytanın, insana hayat verilmeden önce ona zarar verdiği ve değiştirdiği efsanelerin yanında, insana Tanrı ona hayat verdikten sonra da zarar vermeye devam ettiği efsaneler içinde yeralır.

Bir grup efsaneye göre, insan bedeni ilk başlarda onu soğuk, nem ve sağlığını tehdit eden diğer tehlikelerden koruyan bir deriye sahiptir. Bu gruptaki efsanelerin bazılarında bu deri, kürk örneği vücut tüyleri, bazılarında ise nasır gibi koruyucu bir kabuktur. İnsan bu koruyucu kıyafetini yasak ağacın meyvesini yediğinde kaybedecektir.

Bir Altay efsanesinde şöyle anlatılır: Tanrı, tek başına büyüyen ve hiçbir dalı olmayan bir ağaç gördüğünde; “Tek başına, dalları olmayan bir ağaç görmek beni üzüyor, bu ağaçtan dokuz tane dal çıksın” diye emretmesi üzerine, ağaçtan dokuz tane dal çıkar. “Bu dokuz daldan, dokuz insan çıksın ve bu dokuz insandan dokuz halk oluşsun” diye devam eder. Ancak efsanenin devamında, sadece iki insandan, bir erkek ve kadından bahsedilmektedir. Erkeğin adı Torogay, kadının adı da Edyi’dir ve başlangıçta her ikisinin derileri de tüylüdür. Tanrı onlara ağacı gösterip; “güneşin battığı taraftaki şu dört dalın meyvelerini yemeyeceksiniz, güneşin doğduğu tarafta çıkan diğer beş daldaki meyveleri yiyebilirisiniz” dedikten sonra köpeği ağacın başına muhafız olarak diker ve; “şeytan yaklaşırsa ona engel ol” diye emreder. Tanrı bunun dışında yılanı da ağacı korumakla görevlendirmiş ve; “eğer şeytan gelirse, onu ısırmasını” tembih etmiştir. Sonra her ikisine de; “insan gelip güneşin doğduğu taraftaki dalların meyvelerinden yemek isterse izin verin, ama güneşin battığı taraftaki dalların meyvelerine almaya çalışırsa engelleyin” talimatını verdikten, sonra göğe çıkar.

Daha sonra şeytan ağacın yanına gelir ve yılanın uyuduğunu görerek kurnazca onun bedenine girip, böylelikle ağaca tırmanarak, önce kadını, sonra da kadın vasıtasıyla erkeği kandırıp, onları yasak dalların meyvelerinden yemeye ikna eder. İnsanlar, ağacın meyvesini tattıklarında, vücutlarındaki tüylerin döküldüğünü fark ederek, korku içinde ağaçların arkasına saklanırlar.

Tanrı dünyaya geri gelip, yokluğunda olanları gördüğünde; insanı çağırıp; “sana böyle ne oldu, ey insanoğlu” diye sorduğunda adam; “karım dudaklarıma yasak meyve ile dokundu” diye cevap verir. Tanrı kadına dönüp; “Bunu neden yaptığını” sorduğunda, kadın; “Yılanın kendini kandırıp, yasak meyveyi yemeyi sağladığını” söylemesiyle, bu defa Tanrı yılana; “ne yaptığını” sorduğunda, yılan; “Kadını kandıran ben değilim, şeytan benim içime girip, kadını kandırdı” der. Tanrı; “şeytan nasıl girdi senin içine” dediğinde; “içim geçmiş ve uykuya dalmıştım, o sırada gelip içime sızmış” der. Tanrı sonra köpeğe dönerek; “Peki sen neden şeytanı kovalamadın” dediğinde, Köpek; ”gözlerim onu görmedi ki” diye cevap verir.

Bu efsanede hem yılan, hem de köpek yasak meyvelerin muhafızı olarak yer almaktadır. İncil’deki meselleri bilenlerin hatırlayacağı gibi köpek, İncil’de yer almaz. Dolayısıyla, “yasak meyve” Altay efsanelerine daha önce nakletmiş olduğumuz başka efsanelerden birinden girmiş olması muhtemeldir.

Her ne kadar bu efsane hristiyanî efsaneleri hatırlatırsa da, aralarında bazı ciddi farklılıklar vardır. İncil’deki anlatımda cennetin ortasında iki tane ağaç yetişir, bir tanesi “Hayat Ağacı” diğeri de “iyiyi kötüden ayırma” ağacıdır ve bunlardan ikincisinin meyvesi insana yasaktır. Bizim efsanemizde ise, tek bir ağacın değişik meyveler veren iki tarafı söz konusudur. Bu ağaç, bir anlamda hem “Hayat Ağacı” hem de “iyiyi kötüden ayırma ağacıdır”. Efsanemizin İncildeki hikâyattan bir başka farkı, İncildeki efsane ölümün kökenini bir itaatsizlik veya günah ile açıklarken, Altay efsanesinde bu itaatsizliğin cezası meyvenin yendiği anda gerçekleşerek, insan kürkünü kaybedecektir. İncil efsanesinin ilk hâli, muhtemelen aslında ölümsüz olarak yaratılmış olan insanın ölümlülüğünü açıklama amacıyla doğmuştur. Bu durumda ölüm, yasak meyveyi yemenin doğrudan cezası değil, meyvenin yenmesiyle, koruyucu vücut örtüsünün kaybedilmesi, insanın savunma ve direncini azaltmış ve hastalıklara ve diğer dış tesirlere, dolayısıyla ölüme karşı korunmasız bırakmıştır. Bir çok halk efsanelerinde, yaradılışın başlangıcında hastalık ve ölümün olmadığı, ancak daha sonra yeryüzüne gelerek, insanların başına belâ oldukları anlatılır.

İnsanların vücutlarının tüy ile kaplı olması tasavvuru, bildiğimiz kadarıyla Doğu Avrupa efsanelerinde yer almamasına karşılık, Orta ve Kuzey Asya’da yaygın olarak görülmektedir. Fin kökenli halklardan Vogul efsanelerinde insanların ilk başta çok tüylü olarak yaratılmış olduğu ve onlara istedikleri her yerde dolaşma ve meyvelerden bir tanesi hariç istedikleri her şeyi yeme izni verildiği anlatılır. Bu yasak meyve, “orman ruhunun meyveleri” olan yaban mersinidir. Ne var ki, insanlar bu yasağa uymayacaklar ve Tanrı bir gün, yaratmış olduğu insanları görmeye geldiğinde onları çalıların arkasına gizlendiklerini ve dışarı çıkmalarını emrettiğinde, insanlar sürünerek çalılardan dışarıya çıktıklarında, Tanrı onların tüylerini kaybetmiş olduklarını ve karşısında dururken soğuktan titrediklerini görecektir. Tüylerini yitirmelerinin sebebi de Tanrının emrine karşı gelip, uğursuzluk getiren yasak meyveyi yemiş olmalarıdır. Bundan sonra insanoğlu, soğuğa ve neme karşı çıplak vücutlarıyla yaşamak zorunda kalacaklardır.

Sami halklarının ihtişamlı ve güzel cennet ağacı, Kuzeyin verimsiz ve kıt topraklarında yaşayan Vogul efsanelerindeki yerini ormanda yetişen yaban mersinine bırakmıştır.

Daha önce görmüş olduğumuz yaradılış efsanelerinde bir başka tarz koruyucu örtü olarak, bir nevi kabuğa da rastlanmaktadır ki, bu kabuktan geriye sadece el ve ayak tırnakları kalmıştır. Efsanenin bu anlatımı Doğu Avrupa’da oldukça yaygın ve muhtemelen Kuzey Sibirya’ya da Ruslar ve Estonyalılar vasıtasıyla yayılmıştır. Aynı şekilde Arap ve geç dönem Yahudi efsanelerinde cennette Adem ve Havva’nın vücutlarının bir kabuk ile kaplı olduğu ve bu sebeple giyinmeye ihtiyaç duymadıkları anlatılır. Bu vücut örtüsünü “ilk günah” tan sonra kaybetmişlerdir.

  İnsanın tüylü olarak yaratılmış olduğu tasavvuru Ön Asya’dan doğmuş olması muhtemeldir. Bazı Arap efsanelerinde Adem ve Havva cennetteki elmas dağında yaşarken, yerlere kadar uzanan ve vücutlarını kaplayan tüyleri olduğundan bahsedilir. Yasak meyveyi yediklerinde bu tüyler dökülür ve güneşin yakıcı ışığında çıplak bedenlerinin derileri koyulaşır. İlk günah işlenene kadar bir nevi tabii vücut örtüsü olduğu fikri, İncildeki hikâyatta da rastlanır, zira Tanrının emrine karşı geldikten sonra insan çıplaklıklarının farkına varırlar.

Astrahan Kalmuklarının anlatımına göre ise insanlar, cennetten çıkana kadar nurdan yaratılmış varlıklardı ve etraflarını aydınlatıyorlardı. O zamanlar ne ay, ne de güneş vardı, insan vücudunun ışıltısı onu terk edince gökyüzündeki ışıklar yaratıldılar. Bu tasavvurun kökeni de Ön Asya efsanelerine dayanmakta, Suriye’de derlenen bazı efsanelere göre Adem ve Havva, cennetteyken kafaları güneş gibi, bedenlerinin geri kalanı da kristal gibi parlamaktaydı. Habeşistan’da (Etiyopya) benzeri şekilde yaradılış efsanelerinde, cennetten kovuluş sonrasında insanların nurlarını (ışıltılarını) kaybettikleri anlatılır.

Budist Kalmuk efsanelerinde ilk günah ve cennetten kovuluşun sonucu olarak, insanın hayat süresi azalmış, boyu da kısalmıştır. Onların inanışlarına göre, ilk başlarda insanın ömrü 80.000 yıldır, her yüzyılda insan hayatından bir yıl eksilmiş ve şimdi de ortalama altmış yıla inmiştir. Günahın kuşaktan kuşağa aktarılmasıyla, insan hayatı on yıla inene kadar bu azalma devam edecektir. Diğer yandan, ilk başlarda bir dev boyutunda olan insan bedeninin ufalması da o zaman kadar devam edecek ve insanlar sonunda parmak boyuna kadar ineceklerdir. Bunlar olduktan sonra Berde-Gabat dünyaya gelip (Maidere’nin elçisi), insanları iyileştirecek ve yeniden insan ırkının boyu ve hayat süresi artmaya başlayarak, ilk hâline geri dönecektir.

İnsan hayatının kısalmasına karşılık gelen bazı öğelere İncil’de de rastlarız, aynı şekilde Yahudi efsanelerinde insanın boyunun kısalmasına ilişkin anlatımlar görülür, meselâ, “Adem yaratıldığında dünya kadar büyüktü, ama günaha düştüğü için küçüldü” diye geçer.

Tanrının yaratmış olduğu insanlar, yasak meyveden yiyip değişip, bozulduklarına, Tanrı öfkelenir ve; “Bir daha asla insan yaratmayacağım, bundan sonra kendi kendilerine çoğalsınlar” der. Tanrının buradaki kararı daha çok kadını işaret etmektedir, çünkü doğurma işi onun görevidir. Hâtta Kalmuklara göre üreme organları ve güdüleri, bu ilk günah sonrası ortaya çıkmıştır. Ölümün ve ölümlülüğün sebebini açıklamaya matuf bu efsane, aynı zamanda doğumu da açıklamaya çalışır. Ölümün sebep olduğu kayıpların ve neslin azalışının gözlenmesi, bu kayıpların doğum yoluyla telafi edileceği düşüncesine de kaynaklık etmektedir.

Moğol ve Buryatların yukarıda nakledilen efsanelerinde ayrıca, Burkhan Bakschi’nin ilk insanı yarattığında onu ölümsüz kılmak istediği ve bunun için gökten “Hayat suyu” getirmesi için bir kargayı gönderdiği anlatılır. Karga “Hayat suyu”nu gagasına alıp geri dönerken, yolda bir çam ağacının tepesinde dinlenmek ister. Ama ağaçta yaşayan bir Baykuş Kargayı görüp tehditkar çığlıklar atmasıyla, karga korkup ağzını açmasıyla, “Hayat suyu” ağacın üzerine dökülür. O zamandan beri çam ağacı yaz kış yeşildir, ama insanlara ölümsüzlük kısmet olmamıştır. Bu efsanenin benzer bir varyantı da Altay Tatarları arasında mevcuttur.

Uno Harva’nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.

Çeviren: Erol Cihangir


ANADOLU İNANÇLARI-2

Kasım 29, 2022

 AY’LA  İLGİLİ İNANÇLARIN  KAYNAĞI-2

AY İLE SU

Genellikle ırmaklarda, derelerde oluşan küçük göllerle ilgili bir inanç vardır. Bu inanç iki yönlüdür: Biri uğurlu, biri uğursuz. Uğurlusuna göre gece gizlice, ay ışığında, gölgede yıkananlar ay gibi parlak olurmuş. Uğursuz sayılan bölüme göre de geceleri göllere girmek iyi değilmiş. Geceleri cinler, peri kızları göllerde yıkanırlarmış. Bu inanca uymayan kimseyi, özellikle genci (ister kız, ister erkek olsun) periler çalarmış. Çalmasalar bile insanın bir yanına inme iner, çarpılıverirmiş.

Bir başka söylenti de geceleri ay ışığında peri kızları toplanır göllerin kıyısında düğün dernek düzenlerlermiş. Suyun şırıltısı onların sesi, sudaki gölgeler onların yüzlerinin yansımasıymış.

Bu göller çok derin olur da dipleri görünmezse ovada devler bile bulunur, insana kötülük eder, suyun dibine, yerin altına çekip götürürlermiş. Karanlık göllerin birer devi, ya da perisi varmış. Ay böyle korkulu yerlere pek sokulmazmış. Bu inancın özünde geceleri çevrenin doğal durumu gereği, ay ışığından yoksun kalması yüzünden doğan ürküntü vardır.

Halk arasında yaşayan bir söylentiye göre ay suya düştüğü zaman ona bakan (sudaki yansımasına) çarpılırmış. Bunun nedeni de ay’ın bu durumdan üzülmesiymiş. Göklerde dolaşan, bütün gök varlıklarının en güzeli, sevgilisi olan ay suya, düşmeden dolayı utanır, onu öyle görmek isteyenlere kızarmış.

Bir başka masal daha vardır ay üstüne: Ay’ın annesinin bir gece çok işi varmış. Gökyüzüne çıkıp evreni aydınlatmak onun göreviymiş, ya da sıra onunmuş. Bütün yıldızlar sıra ile evreni aydınlatırmış. Gündüz bu işi güneş yaparmış. Ay ise sıranın kendinde değil annesinde olduğunu ileri sürerek o gece evreni aydınlatmaya çıkmamış. Ay’ın annesi ise: “kızım çık evreni benim yerime bu gece sen aydınlat, bak benim işim var, öteki kardeşlerine ekmek yapmak için hamur yoğuruyorum, ellerim unlu, hamurlu. ” Ay gene direnmiş, “evreni aydınlatma sırası senindir” deyip durmuş. Buna kızan annesi de hamurlu eliyle ay’ın yüzüne tokatı yapıştırmış. Ay’ın yüzü hamurla sıvanmış. İşte geceleri ay’ da görülen leke bu hamur bulaşığı imiş. Ay yüzünü ne denli yıkamışsa su, annesinden korkarak., bu bulaşığı çıkarmamış. Bu bakımdan ay da suya darılmış.

Bu masalın özünde de ay’ın çok eski zamanlarda gök varlıklarının, tanrıların sevgilisi, gözdesi olduğu inancı vardır. Eski Anadolu dinlerinde, Mezopotamya dinlerinde ay göklerin en güzel varlığıdır, en sevgilisi, en gözde güzelidir. Gece pınarları, suları koruyan, onlara sağlık, esenlik bağışlayan aydır.

Ayın yansıması suya vurunca o su içilmezmiş, içenin başına er geç bir yıkım gelirmiş. Suya giren kimse bir de ayın yansımasına çarptı mı, onu bozdu mu bu yıkımdan onu kimse kurtaramazmış.

Ay suda yansıyınca ona bakanın gözleri kamaşırmış. Suyun inceden inceden dalgalanması sonucu gözü yoran bu görüntünün nedenini halk inançları şöyle açıklar: Ay yüzündeki lekenin görünmesinden utanç duyduğu için ona bakanın gözüne iğnelerini batırırmış. Bu inanç güneş için de söylenir.

Ay geceleri gökte dolaşmış durmuş, kendisiyle evlenmek isteyenleri beğenmemiş. Bunun üzerine yeryüzüne inmiş, sularda gezinmeye başlamış. Kim beni yakalarsa onunla evleneceğim, demiş. Oysa gene onu kimse yakalayamamış. İşte çağlar boyunca ay’ın sularda gezinmesi, yalnız kalması onu yakalayacak kimsenin bulunmayışından dolayı imiş.

Ayla ilgili inançların çoğu eski Anadolu dinlerinden kalmadır. Birtakımı ise sonradan, özellikle XII. yy. dan sonra Asya’dan Türklerle, Şaman dinini benimsemiş toplulukla gelmiştir. Ancak Şaman dininde önemli bir yeri olan ay’ın çevresinde örülen inanç dokusu da bir yandan eski Anadolu dinlerine, bir yandan Hind inançlarına dayanır. Şamanlıkta, Anadolu’daki inanç bolluğu yoktur. Sonra Şamanlık, eski Anadolu dinlerine Oranla çok yenidir. Ancak Yörükler, Tahtacılar arasında yaşayan ay’la ilgili inançların kaynağıdır Şaman dini. O inançlar da zamanla Anadolu inançlarıyla karışıp kaynaşmıştır bugün.

Eski Anadolu dinlerinde, özellikle Hititlerde ay’la ilgili birçok tören düzenlenir, .ay’a adaklar sunulurdu. Ay bir tanrıydı. Geceleri kralın yönetiminde ay için büyük törenler, şölenler düzenlenirdi. Bu inançlar daha sonraki çağlarda yaşayan uluslara, özellikle Bergama, Frigya, Lidya, Yunan, Roma uluslarına geçmiştir. Olympos tanrıları arasında ay’ın önemli bir yeri vardır. Bu yeri ona daha önceki Anadolu dinleri sağlamıştır. ·Bu inançların (Ay’la. ilgili olanların) çoğu eskiden olduğu gibi bugün de sularla yakın bir bağlantı içindedir. Ay ile su inanç bakımından yanyana yürüyor. Nitekim ayın suya varmasını türkülerin giriş bölümünde de sık sık görürüz.

Ay vuranda sulara

Yar dalar uykulara

Gece aydınlutunda

Düşti göynum yollara

*

Göğde ay gelin oldı

Girdi suyın goynina

Beşibirlik yapturdum

Astum yarun boynina

Ay’ın su ile görülen bağlantısında bugün için bir yarar, bir çıkar yoktur. Çağların süzgecinden süzülen, zamanla çevrelere, insan yaşayışlarına göre boyuna değişen bu inançlar, bugün için az da olsa, özünden uzaklaşmış, kaynağına yabancılaşmıştır. Bugün çarpılma, nazar değme gibi inançların gerçekle en küçük bir ilgisi yoktur. Eskidense birtakım olaylar bunlara bağlanır, bunlarla açıklanırdı. Ay’la ilgili inançlar da öyledir. Eskiden ay’ın kutsal bir varlık olduğu inancının kalıntısı olmaktan öteye geçemezler. Ancak, bu inanç kalıntıları bugün büsbütün bırakılamaz, halkın özüne işlemiş, yüreğinde yerleşmiştir. Halkın iç dünyası onlarla örülüdür. Onlar halk yaşamını dokuyan bırakılmaz ipliklerdir. Birtakım bilginler, bu inançlar arasında, özellikle tarımla ilgili olanlarla gerçeklerin bulunduğunu ileri sürüyor. Ay’ın kendi yörüngesi üzerindeki dolaşımı mevsimlerle, burçlarla, hava değişmeleriyle, yeryüzünde geçen olaylarla ilgili görülüyor. Denizlerde görülen gel-git olayının ay’la bağlantılı olduğu açıktır. Ancak eskiçağ insanı bunu bir doğa olayı değil de tanrısal oluşum diye yorumlar, değerlendirirdi. Mevsim değişmeleri de böyledir, ay’la birtakım ilgileri vardır. Bu inançlar bu ilgilerin, ay’ın bir tanrı olarak saygı gördüğü dönemden kalma bölümleriyle bağlantılıdır. Doğal oluşumlarla içten ilişkileri vardır.

Halk yaşamı ile sıkı bir bağlantı içinde bulunan bu inançlar, halkın günlük yaşayışını düzenler niteliktedir. Halkı bu gibi inançlara karşıt bir davranışa itmek, ona inancına uymayan bir eylemi yaptırmak elde değildir. İnançların genel geçerliği, bu günlük yaşamı, etkilemesi yüzündendir.

İSMET ZEKİ EYUBOĞLU’nun ANADOLU İNANÇLARI ANADOLU MİTOLOGİSİ Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.


Britanya Adalarının Söylenceleri – 15 İngiltere/Fransa Kral Arthur

Kasım 29, 2022

IV. Bölüm

(Roma İmparatoru Lucius Hiberius Britanya’dan haraç ister. Kral Arthur Roma’ya savaş açar. Arthur Kuzey Galya’da bir devle dövüşüp onıı öldürür. Sonra şövalyeleriyle Roma ordusunu yener ve Roma İmparatorluğu’nun hâkimi olur.)

Kral Arthur Norveç ve Danimarka’yı, sonra Roma eyaleti olan Galya’yı fethetti. Bir gün Kral Arthur şövalyeleriyle otururken, saçlarında altın bantlar olan on iki yaşlı adam, ikişer ikişer salona girdiler. Her adam yoldaşının elini tutmuştu ve Kral Arthur’un tahtına yaklaşırken öteki elinde de bir zeytin dalı taşıyordu. Kralı selamladılar ve Roma İmparatoru Lucius Hiberius’un elçileri olduklarını söylediler.

Kral Arthur, kendisine verdikleri parşömen mektubu yüksek sesle toplantıda hazır bulunanlara okudu: “Roma İmparatoru Lucius Hiberius’tan düşmanı Kral Arthur’a. Sen kimsin ki Roma toprağını çalabiliyorsun? Sen kimsin ki adaletin babası Roma’ya yasa öğretmeye kalkıyorsun? Roma’ya borçlu olduğun haracı ödemeyi ne cesaretle reddedersin?”

Belge, “Sezar’ın hakkını Sezar’a vermeye neden karşı çıkıyorsun” diye devam ediyordu. “Aslanın tuzaktan kaçmasını mı bekliyorsun? Kurt kuzudan korkacak mı? Leopar tavşanın karşısında titreyecek mi? Bu dünyada böyle mucizeler olmaz! Bizim yiğit atamız Julius Caesar, Britanya’yı fethetti ve o zamandan beri Britonlar Roma’ya haraç ödediler.”

Kral Arthur okumayı sürdürdü: “Roma Senatosunun huzuruna gelip ödemen gerekeni ödemezsen, güçlü bir orduyla ben oraya geleceğim ve Galya’yı senden alacağım. Bütün Britanya’yı yakacağım ve şövalyelerini ezeceğim. Kaçmaya kalkışırsan, peşine düşeceğim ve yakalayana kadar sana huzur vermeyeceğim. Toprağı kazıp çukura saklansan bile Roma’nın gücünden kurtulamazsın!”

Roma imparatorunun sözleri öyle düşmanca bir gürültüyle karşılandı ki, Arthur, şövalyelerin Roma elçilerine zarar vermesini önlemek için kuvvet kullanmak zorunda kaldı. Sonra Devlerin Kulesi’nde özel danışma kuruluyla toplandı. Kral Arthur şunları söyledi: “Dostlar ve yoldaşlar, sizin yetenekleriniz bana hazine ve altın kazanma ve birçok komşu krallığı Britanya’ya bağlama olanağı verdi. Bir halk, fethedebildiği ve savunabildiği toprağı elinde tutma hakkına sahiptir. Ancak Roma da güçlü bir ülke. Hangi tutumun bizim çıkarımıza olduğuna karar vermek zorundayız.”

Kurul, Roma’ya karşı savaş açılmasına karar verdi. Kral Arthur elçilere “İmparatorunuza Roma’ya seyahat etmek niyetinde olduğumu, fakat haraç ödemek değil, almak istediğimi söyleyin. Lucius Hiberius’u bağlayıp asacağım. Ülkenizi yıkıp, bana karşı dövüşen şövalyelerinizi öldüreceğim” dedi.

Roma elçileri ülkelerine döndüler ve Kral Arthur’un kararını bildirdiler. İmparator Lucius, Kral Arthur’la Galya dağlarında savaşmaya karar verdi. Arthur ve soyluları da savaşa hazırlandılar.

Manş Denizi’nden karşıya geçerken, Kral Arthur bir rüya gördü. Korku salan bir ayı, doğudan yükselip gökte uçuyordu. Kocaman, uğursuz ve fırtına bulutları kadar karaydı. Uçuşuna yıldırımlar ve gök gürültüleri eşlik ediyor ve korkunç böğürtüsünden deniz kıyısı sallanıyordu. Bir ejderha, batıdan ayıya doğru uçtu. Ejderhanın gözlerinden çıkan ürkütücü ışıklar, denizi ve karayı aydınlatıyordu. Ayı yiğitçe dövüştü ama ejderhanın ardı gelmeyen saldırılarına karşı duramadı. Ejderhanın alevli soluğu ayıyı yaktı ve tutuşmuş gövdesi cansız, toprağa düştü.

Arthur rüyasını yoldaşlarına anlattığında, “Ejderha seni simgeliyor. Ayı dövüşeceğin korkunç bir devi anlatıyor. Ejderhanın ayıyı yendiği gibi, sen de devle savaşından zaferle çıkacaksın” dediler.

Arthur, “Yorumunuza katılmıyorum” diye yanıtladı. “Bana göre rüyam, İmparator Lucius Hiberius’la yapacağım dövüşü anlatıyor. Zamanı gelince Tanrı onun gerçek anlamını gösterecek.”

Britonların Kuzey Galya’ya varmalarından kısa süre sonra, Kral Arthur’u arayan bir şövalye geldi. “Lordum” dedi, “yedi yıldır canavar gibi bir dev bize korku salıyor. İblis, çiftçilerin evlerini yıkıyor, ürünlerini eziyor, sığırlarını, atlarını, keçilerini ve domuzlarını yiyor.”

“İnsanları yakalayıp canlı canlı yediğini de gördük! Kadın ve çocukları Mont Saint-Michel’deki inine taşıyor. Şimdiye kadar bebekler dahil beş yüzden çok insanı yedi. Saklandığı uçurumda sayamayacağın kadar çok Ölü ve Yunanların surlarla çevrili eski kenti Troya’yı ele geçirdiklerinde bulduklarından fazla hazine bulacaksın.”

Şövalye devam etti: “İblis, şimdi de Brötanya dükünün soylu yeğenini kaçırdı. İki haftadır, kızı Mont Saint-Michel’in sırtında saklıyor. Şimdi ölmüş bile olabilir. Kimse onu kurtarmak için tehlikeyi göze alamadı. Bu ülkede hiç kimse, ister şövalye ister halktan biri olsun, devle karşılaşacak cesaret ve güce sahip değil. Artık ona karada saldırma cüretini gösteremiyoruz, bu kesinlikle ölüm demek. Denizde saldırmaya çalıştığımızda, koca dalgalar gönderdi ve gemilerimizi batırdı, içindekiler boğuldu, istediği yere gidip istediğini yapıyor.”

“Kırlarımızda hiçbir yaşam işareti kalmadığını fark etmişsindir. Devin gazabından kurtulmak için çoğu insan ormanların derinliklerine saklandı. Başkaları saklandıkları yerde açlıktan Ölüyorlar. Tarlalar boş çöllere döndü.”

“Senin yardımına muhtacız” diye sözlerini tamamladı şövalye. “Bize yardım etmezsen, canavar dev bu ülkeyi ve halkını yok edecek.”

“Heyhat!” dedi Arthur, “bu devi bilseydim, ülkenize girmeden Önce yaşamımı ona sunardım. Bu iblisi kayalıklarında bulacağım. İstediği toprak veya hazine ise, onun öfkesini gidereceğim. Nefreti yatıştırılamaz ise onunla ölümüne dövüşeceğim. Gücünün ve yeteneğinin beni aştığını sanmam.”

O akşam Arthur, üvey kardeşi Sör Kay’i yanına aldı ve “Bu gece yarısı, seyislerimiz dışında kimseye bir şey söylemeden benimle gelmeni ve devi bulmakta bana yardım etmeni istiyorum. Onu kendim öldürmek istiyorum -kralların şövalyelerine iyi örnek olması önemlidir. Sanırım kendi cesaret ve yeteneğimden başka şeye gereksinimimim olmayacak. Ancak yardıma ihtiyacım olduğunu görürsen, bana yardım edersin.”

Gece yarısı iki kardeş Mont Saint-Michel’e doğru yola çıktılar. Dağın sırtında kocaman bir ateşin parıltısını gördüler. Eteklerine gelince, atlarını bir ağaca bağladılar. Yolculuklarının bu bölümünü kıyıya bağlanmış bir kayıkla yapmak zorunda kaldılar. Çünkü gelgit ne zaman yükselse, tepe denizin üstünde kalıyordu.

Yüksek tepenin sırtına doğru tırmanırken yukarılardaki ağaçlar arasında yankılanan bir kadın sesi duydular. Kral Arthur Excalibur’unu kınından çıkardı ve cesaretle yürüyüşüne devam etti. Sör Kay’a “Ben önden gideceğim, fakat sen de beni izle” dedi. “Sırta varınca olanları görebileceğin bir yere yerleş. Güvenliğin için, gölgelerin İçinde kal. Nasıl darbeler alırsam alayım yerinde kal, ancak dev beni yere yıkıp onun merhametine kaldığımda yerinden çık. Bu devle dövüşmek benden başka kimseye düşmez.”

Kral Arthur, tepeye çıkınca kocaman, parlak bir ateş gördü. Yerlere saçılmış, az çok etleri sıyrılmış insan kemikleri vardı. Ama devden iz yoktu. Onun yerine taze mezar yığını üstüne oturmuş, elbiseleri parçalanmış, ateşin başında yaşlı bir kadın vardı. Uzun saçları yüzüne dökülmüştü ve üzüntüyle iç çekip ağlıyordu.

Kral Arthur Excalibur elinde hazır, aydınlanmış yere girince, kadın ağlamayı kesti ve ona döndü: “Kimsin sen, hangi kötü kader seni buraya getirdi?” dedi. “Melek misin, şövalye mi? Eğer evin göklerdeyse burada güvenle dolaşabilirsin. Ama eğer şövalyeysen ve evin yeryüzündeyse, o zaman gerçekten de talihsiz bir insanmışsın.”

“Sana acıyorum, çünkü dev seni parça parça edip öldürecek. En güçlü metalden bile yapılmış olsan seni mahveder. Kendin kadar güçlü elli şövalyeyle de gelmiş olsan hepinizi mahveder. Adı batsın!”

Kadın devam etti: “Brötanya dükünün yeğenini yeni gömdüm. Dev seni öldürmekte de tereddüt etmeyecektir. Brötanya’daki şatoların en iyilerine saldırdı. Kapılar onun elinde parça parça oldu. Koca salonların duvarlarını yerle bir etti. Hanımımın odasının duvarını beş parçaya ayırdı. Bizi yakalayıp bu yabani, ormanlık yere getirdi. Zavallı yavrum on beş yaşındaydı. Ben onun ebesiydim ve doğduğu günden beri ona ben bakmıştım. Canavarın kollarında dehşet içinde öldü! Yaşam ışığım titreyip sönene kadar onları seyrettim!”

“Güzel lordum öğüdümü dinle ve fırsatın varken kaç. Burada kalmak ölümü aramaktır. Dev seni bulursa parçalara ayırır ve etini yer. Onu sözlerle alt etmeye kalkma. Toprakla, anlaşmalarla, hatta sandık sandık altınla satın alınamaz. Hiçbir kural dinlemeden istediği yere saldırır, kendi kendisinin efendisidir o ve hiç kimseye yanıt vermek zorunda değildir.”

Sonra kadının yüzü dehşetle sarsıldı. Kral Arthur onun bakışlarını izleyip geriye döndü ve canavar devi kendisine bakarken buldu.

İblisin korkunç görünüşü ancak yaptığı korkunç işlerle karşılaştırılabilirdi. Yüzü kurbağa derisi gibi kara lekelerle doluydu. Kaşları, ateşler saçan gözlerine iniyordu. Kulakları kocamandı ve burnu şahin gagası gibi kancaydı. Ağzı dere balığı gibi düzdü ve etli, gevşek, koca dudakları şişkin dişetlerini göstererek aralık duruyordu. Fırça gibi kara sakalı göğsüne inmiş, şişman gövdesini bir parça gizliyordu. Bir boğanın kalın boynu ve omuzlarına sahipti. Kol ve bacakları koca bir meşe ağacı gibi uzanıyordu. Başının tepesinden kürek gibi ayaklarının ucuna kadar boyu elli metre vardı.

Dev insan saçından yapılma, sakaldan saçakları olan bir tunik giyiyordu. Sırtında birbirine bağladığı on iki köylünün cesedini taşıyordu. Elinde, ülkenin en güçlü iki çiftçisinin kaldıramayacağı ağırlıkta bir sopa vardı.

Dev, cesetleri ateşin yanına attı ve geniş adımlarla Arthur’a yaklaştı. Arthur Excalibur’u yoklarken, devin ağzında hâlâ son yemeğinin artığı pıhtılaşmış kan ve et parçaları olduğunu gördü. Saçı sakalı kan olmuştu.

Arthur deve: “Dünyayı yöneten göklerdeki ulu Tanrım sana kısa bir yaşam ve utanç dolu bir ölüm versin! Sen şimdiye kadar bilinen en iğrenç iblissin! Kendini kolla köpek, ölmeye hazırlan, bugün bu ellerim seni öldürecek!”

Dev korkunç sopasını kaldırarak karşılık verdi. Dehşet saçan dişleri, kendinden emin öfkeli bir yaban domuzu gibi sırıtıyordu. Sonra böğürdü ve ağzından köpükler saçıldı.

Kral Arthur kalkanını kaldırdı ve iblisin güçlü sopasından kendisini koruması için Tanrı’ya yalvardı. Devin ilk darbesi Arthur’un kalkanına geldi, uçurumlar sanki Örse vurulmuş gibi çınladı ve Arthur’un korunma kaynağı parça parça oldu. Darbenin etkisi Arthur’u neredeyse yere yıkıyordu, ama çabuk toparlandı.

Darbe Arthur’un öfkesini ateşledi ve kılıcını hınçla devin alnına indirdi. Devin gözleri ve yanakları kanla doldu ve Önünü göremedi.

Av köpeklerinin saldırılarıyla etleri parçalanmış bir domuzun öfkeyle avcıya saldırması gibi, dev de yarasının acısıyla çıldırmış, kükreyerek Arthur’a saldırdı. Kör gibi elleriyle yoklayarak Arthur’u omuzlarından yakaladı, çekip göğsüne bastırdı ve kaburgalarını kırıp kalbini patlatmak için sıkmaya başladı. Kral Arthur bütün gücünü topladı ve devin pençesinden sıyrılıp kurtuldu.

“Dövüşmeyelim lordum” dedi dev, “sen kimsin ki benimle böyle beceriyle dövüşüyorsun? Yalnız Arthur, bütün kralların en soylusu beni dövüşte yenebilir!”

“O dediğin Arthur benim” diye yanıtladı kral. Sonra Arthur yıldırım hızıyla, deve kılıcıyla defalarca vurdu. Gözlerine dolan kandan çevresini göremeyen dev, bir sonraki darbenin nereden geleceğini anlayamıyordu. Arthur’un kılıç darbeleri yağmur gibi üstüne yağıyordu ve sonunda kılıcı kulağından girip kafatasının içine kadar geçti.

Dev korkunç bir çığlık attı ve dehşetli bir fırtınada sökülen meşe ağacı gibi devrildi. Arthur yere düşen kurbanına baktı ve rahatlayarak güldü.

Sör Kay, ateşin ışığına girdi ve “Etkileyici bir ölüm darbesiydi” dedi. “İblis miğfer giymeliydi!”

“Kılıcını al ve başını kes, Kay” diye emretti Arthur. “Herkesin görmesi için onu yoldaşlarıma götürmek istiyorum. Eğer kılıçlarımızı kulaklarına sokarsak, başını çadırlara kadar aramızda taşıyabiliriz. Hazine istiyorsan istediğini al. Ben iblisin tuniği ve sopasından başkasını istemiyorum.”

Kral Arthur ve Sör Kay kampa girerlerken, şafağın ilk ışıkları göğe gül renginin tonlarını yeni veriyordu. Haber çadırdan çadıra çoktan dolaşmıştı, meraklı şövalyeler topluluğu onları bekliyordu. Devin kocaman, uğursuz başına ürküntüyle baktılar, çünkü büyüklüğünün ve çirkinliğinin benzeri yoktu.

Brötanya dükü, unutulmasın dîye, yeğeninin Saint-Michel tepesindeki mezarı üstüne bir şapel inşa etti. İnşaat bittiğinde Kral Arthur’un bağlaşıkları İrlanda’dan, İskoçya’dan gelmişlerdi ve hepsi Roma lejyonlarıyla karşılaşmak İçin hazırlandılar.

Kral Arthur’un sarayındaki eşi bulunmaz iki şövalye, Gölün efendisi Sör Lancelot ve kralın yeğeni Sör Gawain’di. İkisi de Roma’ya karşı savaşta kahramanlıklarını gösterdiler.

İlk savaşta Sör Gawain ciddi yaralar aldı, ama dövüşmeye devam etti. Savaş bittiğinde Kral Arthur’un şövalyeleri on binden fazla Roma askerini öldürmüş, birçok tutsak almış ve kalanı da kaçmışlardı.

Kral Arthur, Sör Lancelot’u, Paris’e götürülecek olan tutsakların başına koydu. İmparator Lucius Hiberius Lancelot’a pusu kurmaları için altmış bin Roma askeri gönderdi.

Lancelot’un öncüleri pusuyu haber verdiler. Romalıları Bretonların altı katı olmasına karşın, ölümcül bir çarpışmaya girdiler. Lancelot o kadar güçlü ve yetenekliydi ki, askerleri savaşı kazandı; birçok Roma askerini öldürdüler; kalanları, aslan veya kurttan kaçan koyunlar gibi kaçmaya mecbur ettiler.

Ama kralın yanına döndüğünde Arthur, “Cesaretin neredeyse seni mahvediyordu Lancelot! Adam sayın bu kadar az olduğu zaman savaşmak aptallıktır” dedi.

Sör Lancelot, “Hayır, aptallık değildir” diye yanıtladı. “İnsan bir kez utanç dolu işler yaptı mı, onurunu bir daha kazanamaz.”

Kaderi belirleyecek savaş bundan sonra oldu. Kral Arthur İmparator Lucius Hiberiusla uzun, şiddetli bir çatışmaya girdi. Arthur ciddi yaralar aldı, ama sonunda Excaliburu alıp İmparator’un başını kesti. O gün Kral Arthur ve adamları, altmış Roma senatörü ve Roma bağlaşığı yirmi ülkenin kralını da öldürdüler.

Kral Arthur sağ kalan üç senatöre, “bu cesetleri şu mesajımla senatonuza götürün” diye emretti. “Onlara, benden istedikleri haracın bu olduğunu söyleyin. Ayrıca bu yeterli değilse, Roma’ya geldiğimde ek bir haraç Ödeyeceğimi de söyleyin, ödeyeceğim tek haraç türünün bu olduğunu iyice anlatın. Son olarak onlara, Britanya’dan bir daha hiçbir haraç veya vergi istememelerini de söyleyin.”

Cenaze töreni başladıktan kısa süre sonra Arthur ve şövalyeleri Roma’ya doğru yürüyüşe geçtiler. Eyaletlerdeki kentler art arda ellerine geçti. İtalya’nın kentleri, Roma dahil teslim oldu. Önde gelen Roma yetkilileri barış istediğinde, Arthur Yuvarlak Masa toplantısını o yılbaşı Roma’da yapıp, Roma imparatoru olarak taç giyme koşuluyla kabul etti.

Böylece Kral Arthur, bütün Roma ülkelerinin yöneticisi oldu. Taç giyme töreninden sonra Arthur, şövalye ve uşaklarına toprak dağıtarak onları cömertçe ödüllendirdi. Şimdi bütün şövalyeler evlerine ve karılarına dönme özlemi içindeydiler.

Kral Arthur’un kendisi de daha fazla güç peşinde değildi. “Büyük şan ve onur kazandık” diye bildirdi, “Tanrı’yı kızdırmak akıllıca değil.”

Böylece Arthur ve ordusu Britanya’ya döndüler ve bütün krallıkta törenlerle karşılandılar. 

Donna Rosenberg’in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.


Amasra / Bartın

Kasım 29, 2022

Hz. Muhammed (S.A.S) Döneminde İslam Bizans İlişkileri (m.610-632)

Kasım 29, 2022

 Hz. Muhammed döneminde Bizans İmparatorluğu’na yönelik bazı diplomatik faaliyetlerin gerçekleştiği görülmektedir. Hz. Peygamber, bizzat İmparator Herakleios’a (610-641) İslam’a davet mektubu gönderdiği gibi, Bizans’a bağlı vali veya vassal devlet yöneticilerine de elçiler ve mektuplar göndermiştir.

Hz. Muhammed döneminde Bizans’a yönelik ilk diplomasi faaliyeti 7 /628 yılında gerçekleşmiştir. Mekkelilerle yapılan Hudeybiye barış antlaşmasından sonra Hz. Peygamber, dönemin ileri gelen diğer bazı devlet başkanlarının yanısıra Bizans imparatoru Herakleios’a da bir İslam’a davet mektubu gönderdi. Mektubu imparatora götürmek üzere, ticaret amaçlı seyahatleri dolayısıyla Suriye bölgesini iyi bilen, ayrıca sahabiler arasında fiziki özellikleriyle dikkat çeken Dihye b. Halife el-Kelbi görevlendirildi (Muharrem 7 /Mayıs 628). İslam kaynaklarına göre Hz. Muhammmed’in Herakleios’a gönderdiği mektup şöyledir:

Bismillahirrahmanirrahim. Allah’ın kulu ve elçisi Muhammed’den Bizans imparatoru Herakleios’a,

Hidayete uyanlara selam olsun. İslam’ı kabul et ki, kurtuluşa eresin ve Allah da ecrini iki kat versin. Eğer kabul etmezsen sorumluluğun altındaki insanların (çiftçilerin, tebaanın, Ariusçuların [Erisiyyin]) günahını sen çekersin. “Ey Ehl-i kitap! Sizin ve bizim aramızda müşterek olan söze gelin: ‘Sadece Allah’a kulluk edelim ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da birimiz diğerini rab edinmesin.’ Eğer yüz çevirirlerse ‘şahid olun biz Müslümanız’ deyiniz.

Yıllar süren savaşlar sonunda Sasaniler karşısında Ninova’da kesin bir zafer kazanmış olan Herakleios bir şükran ifadesi olarak hac ziyaretinde bulunmak ve İranlılardan geri almayı başardığı· kutsal haçı tekrar eski yerine dikmek üzere o sıralarda Kudüs’te bulunuyordu. imparator, Busra valisi aracılığıyla kendisine gelen peygamber elçisi Dihye’yi kabul etti.

Kaynaklarda imparatorun Hz. Muhammed hakkında daha detaylı bilgi almak üzere, o sıralarda ticaret için Suriye’ye gitmiş bulunan Ebu Süfyan ve arkadaşlarını huzuruna getirttiği ve nesep bakımından Hz. Muhammed’in en yakını olan kafile başkanı Ebu Süfyan’la aralarında uzun bir konuşma geçtiği belirtilir. imparator, Ebu Süfyan’dan Hz. Muhammed’in soyu, ailesi, çevresi, toplumdaki konumu, kişiliği, getirdiği mesajın niteliği ve temel prensipleri v.s. hakkında bilgi almış ve anlatılanların bir peygamberin özelliklerine uygun olduğunu ifade etmiştir.

Herakleios’un, Ebu Süfyan’dan bilgi almanın yanısıra, Dihye’yi bir mektupla birlikte, Rumiye’deki yakın dostu patrik Dagatır’a gönderdiği ve ondan konuyla ilgili kanaatını sorduğu da kaynaklarda yer alan rivayetler arasındadır. Dagatır’ın Hz. Muhammed’in beklenen peygamber olduğu kanaatiyle İslam dinine girdiği ve bu durumu belirten bir mektub yazarak Herakleios’a götürmesi için Dihye’ye verdiği kaydedilmektedir. Aynı rivayetlere göre, daha önce çok sevilen Dagatır, Müslümanlığı kabul ettiği için kısa bir süre sonra Rumlar tarafından dövülerek öldürülmüştür. Hz. Peygamber’ in ona da bir İslam’a davet mektubu göndermiş olduğu nakledilmektedir.

İmparatorun Dihye’ye bir takım kıymetli hediyeler ve elbiseler verdiğini de görüyoruz. Elçi, dönüşte Hısma denilen yerde Cüzam kabilesine mensup bir çetenin baskınına uğramış ve çevredeki Müslümanların yardımıyla hediyelerin bir kısmını geri almayı başarmıştır.

Burada sözkonusu edilen mektupla ilgili rivayetlerin çeşitliliği hakkında bir fikir vermek üzere belirtilmelidir ki, klasik kaynaklardan sadece Ya’kubi’de yer alan bir rivayete göre Herakleios da Hz. Muhammed’e bir cevap mektubu göndermiştir. Mektubun metni şöyledir:

İsa’nın müjdelediği Allah’ın Resulü Ahmed’e Bizans meliki Kayser’den,

Mektubun elçin aracılığıyla bana ulaştı. Şehadet ederim ki, sen Allah’ın elçisisin. İncil’ de senin adını bulmaktayız; Meryem oğlu İsa da seni bize müjdelemiştir. Ben Rumları sana iman etmeye davet ettim, ancak kabul etmediler. Eğer bana itaat etselerdi, onlar için daha hayırlı olurdu. Senin yanında olup sana hizmet etmeyi ve ayaklarını yıkamayı çok isterdim.

Aynı kaynak, mektubu alan Hz. Muhammed’in “Mektubum onların yanında kaldığı sürece mülkleri de kalacaktır” dediğini kaydeder. Hamidullah, sonunda Bizans diplomasi geleneğinde öteden beri bilinen mühür gibi özelliklerden bahsedilmediğine dikkat çekerek bu mektubu şüpheyle karşılamakta veya Herakleios’un bunu imparatorluk sıfatıyla değil, şahsı adına yazmış olabileceğini belirtmektedir.. L. A. ismail de bu rivayeti oldukça mübalağalı bulmaktadır.

İmparator Herakleios’un, Hz. Muhammed’in elçisi Dihye’yi ve getirdiği İslam’a davet mektubunu diplomatik nezaket kuralları dahilinde kabul ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Buna karşılık imparatorun İslam’a girmek istediği, Hz. Muhammed’in yanında olup O’na hizmet etmeyi ve ‘ayaklarını yıkamayı’ arzuladığı, hatta Müslüman olduğu halde halktan çekindiği için bu durumu açıklayamadığı ve bu hususta Hz. Peygamber’e bir mektup yazdığı şeklindeki rivayetleri kabul etmek mümkün gözükmemektedir. Bu tür rivayetler imparatorun arzularından daha çok, Müslüman ravilerin ve müelliflerin temennilerini yansıtmış olmalıdır.

Herakleios’un Tebük seferi sırasında tekrar İslam’a davet edilmesi, Ma’an valisi Ferve b. Amr’ı, İslam’ı kabul ettiği için öldürmesi ve kendi döneminde Müslümanlara karşı yaptığı savaşlar, yukarıdaki kanaatimizi desteklemektedir. Kaldı ki, Ebu Ubeyd’in eserine aldığı bir rivayete göre, Tebük seferi sırasında İmparator tarafından bir miktar dinarla birlikte gönderilen İslam’ı kabul mektubunu aldığında Hz. Peygamber: “Yalan söylüyor Allah’ın düşmanı, henüz Hıristiyanlıktan vazgeçmiş değil” diyerek dinarları hediye olarak kabul etmeksizin Müslümanlar arasında paylaştırmıştır.

Hz. Peygamber’in Herakleios’a gönderdiği mektup konusuna İslam kaynaklarının, burada az bir kısmını zikredebildiğimiz birçok detaylarıyla yer verdiğini göz önüne alan bir araştırmacı, Bizans kaynaklarının bu konudaki suskunluğuna hayret etmeden geçemez. Bu durum özellikle klasik İslam kaynaklarının “Peygamber merkezli” olduğu için bu tür olayları kaydetmeye önem vermesi, buna karşılık İslam’ın henüz başlangıç dönemlerini yaşaması dolayısıyla Bizans çevrelerinde o derece bilinmemesi yanında, o döneme ait Bizans kaynaklarının oldukça sınırlı olması ve daha sonraki tarihçilerin de bu sınırlı kaynaklara dayanmak zorunda kalmış olmalarıyla izah edilebilir. Kısaca ifade etmek gerekirse, Araplar veya Müslümanlar, Bizansın kendilerinin “farkında” olmasından daha çok Bizans’ın farkındaydılar.

Kaynaklar arasında az önce belirttiğimiz bu farklı tutum dolayısıyla olmalıdır ki, Hz. Peygamber’in Herakleios’la mektuplaşması hususu, araştırmacılar arasında öteden beri tartışma konusu olagelmiştir. Oryantalistlerin bir kısmı, mektuplaşma olayının aslı olmadığı veya orijinalliği ileri sürülen mektupların uydurma olduğu görüşündedirler. Buna karşılık Hz. Peygamber’ in diğer mektupları da dahil olmak üzere, konuyla ilgili uzun araştırmaları bulunan Hamidullah başta olmak üzere Müslüman araştırmacıların hemen hepsi, mektuplaşma olayını kabul etmekte ve günümüze gelen mektupların orijinal olduğunu veya orijinal olma ihtimalinin daha yüksek olduğunu belirtmektedirler.

Burada, Bizans İmparatoru’na ve bu arada Arap olmayan diğer devlet başkanlarına gönderilen İslam’a davet mektuplarıyla ilgili yeni bir tartışmanın açılması gereksiz görülmektedir. Bu mektupların, Hz. Muhammed’in peygamberliğinin ve İslam dininin evrenselliğini ispatlama amacıyla uydurulduğu veya Arapça bilmeyen muhataplara Arapça olarak gönderildiği ve bu durumun da mektupların uydurma olduğunu gösterdiği şeklindeki görüşleri bir tarafa bırakarak mektup konusuyla ilgili iki noktanın açıklığa kavuşturulması gerektiği düşünülmektedir:

Bunlardan birincisi, mektup hicretin 7. yılında (m. 628) gönderildiği halde içerisinde, h. 9 (veya 8) yılında Necran Hıristiyanlarıyla görüşmeler sırasında indirildiği bilinen ayetin yer almış olmasıdır. Bu hususta ayetin, hicretin ilk yıllarında Yahudilerle ilgili olarak indirildiği rivayetinin de bulunduğunu zikredebiliriz.

Önemli gördüğümüz diğer bir husus, mektubun gönderiliş tarihi ile Herakleios’un kutsal haçı yerine dikmek üzere Kudüs’te bulunduğu tarihin birbirine denk olup olmadığıdır. Hemen şunu belirtelim ki, gerek Bizans kaynakları ve gerekse Bizantinistler kutsal haçın yerine dikilme tarihi konusunda kesin bir ittifak içinde değildirler. Theophanes 629 yılı ilkbaharını (h. 7. yılın sonları) verirken, Nikephoros, 628 yılından (h. 7. yılın başı) bahseder. C. Mango, bu konuda 628-631 arasında değişen tarihler verildiğini belirtir.

9/630 yılında Hz. Muhammed’le Herakleios arasında ikinci diplomatik faaliyetin gerçekleştiğini görüyoruz. Herakleios’un büyük bir ordu hazırladığı haberi üzerine, 30.000 kişilik büyük bir ordunun başında Tebük’e kadar gelen Hz Muhammed, burada Herakleios’a tekrar bir mektup yazmış ve yine Dihye b. Halife’yi elçi olarak göndermiştir. Bu mektupta imparatora İslam’a girme, cizye ödeme veya savaş alternatifleri teklif edilmekte, bunun yanında hiç olmazsa halkından İslam’ı seçecek olanlara engel olmaması istenmekteydi. Mektubun metni kaynaklarda şu şekilde kaydedilmektedir:

Allah’ın elçisi Muhammed’ den Bizans İmparatoruna,

Seni İslam’a girmeye davet ediyorum. İslam’ı kabul edersen Müslümanların sahip olduğu haklara sen de sahip olur, onların sorumlu olduğu şeylerden sen de sorumlu olursun. Eğer İslam’ a girmeyi kabul etmezsen cizye ödersin. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kendilerine Kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve elçisinin haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle size boyun eğerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın” (et-Tevbe 9/29). Bu tekliflerimi kabul etmezsen tebaanın (çiftçilerin, köylülerin, lfellahin]) İslam’a girmelerine veya cizye ödemelerine engel olma.

Mektubu alan Herakleios ‘un, dini ve askeri çevresiyle istişare ettikten sonra Hz. Muhammed’e, Tenuh kabilesine mensup Hıristiyan bir Arabı, bir mektup ve bir miktar dinarla birlikte elçi olarak gönderdiği kaydedilir. Elçi savaş şartlarının müsaade ettiği ölçüde ağırlanmış ve kendisine Hz. Osman tarafından kıymetli bir elbise hediye edilmiştir.

 Hz. Muhammed Bizans İmparatoru Herakleios’un yanında Bizans’a bağlı devletçiklere ve valilere de İslam’a davet mektupları göndermiştir.

Bizans’ın önemli bir eyaleti durumundaki Mısır’ın valisine (Mukavkıs) dine davet mektubunu ulaştırmak üzere Hatıb b. Ehi Belte’a el-Lahmi’yi görevlendirmiştir (Muharrem 7 /Mayıs 628). Hatıb, daha önce hıristiyan olan azadlı Cebr ile birlikte Mısır’ın dini ve idari merkezi durumundaki lskenderiye’ye gitmiş ve mektubu Mukavkıs’a sunmuştur.

 “Bismillahirrahmanirrahim. Allah’ın kulu ve elçisi Muhammed’den Kobtların reisi Mukavkıs’a” şeklindeki hitap cümlesiyle başlayan mektubun bundan sonraki kısmı, -muhataba uygun olarak yapılması gereken “(… ) eğer yüz çevirirsen Kobtların günahını sen çekersin.” gibi zaruri bir değişiklik dışında-, Herakleios’a gönderilen mektupla aynıdır. Mukavkıs mektubun okunmasından sonra onu fildişi bir kutuya koyup üzerini mühürlemiş ve saklanmasını istemiştir. Rivayete göre Mukavkıs elçiyi beş gün süreyle ağırlamış, bu arada Hz. Muhammed ve İslam dini hakkında bilgi almış ve Hz. Muhammed’e bir de cevap mektubu yazmıştır. Mektupta “Bir peygamberin çıkacağını biliyordum. Ancak bunun Suriyeli olacağını sanıyordum.” dedikten sonra elçiye güzel davrandığını belirtip gönderdiği hediyeleri sıralamıştır. Bu hediyeler Mariye ve Sirin adlı iki Kobt cariye ile o dönemde Araplarda görülmeyen beyaz bir katır (Düldül) ve değerli bir elbiseden oluşmaktaydı.

Hz. Muhammed öteden beri Bizans’ın himaye ve kontrolünde olan Gassanilerin krallarından Haris b. Ebi Şemir’e, İslam’a davet mektubuyla birlikte Şuca’ b. Vehb el-Esedi’yi elçi.olarak göndermiştir (Muharrem 7 /Mayıs 628). Mektubun metni şöyledir:

Bismillahirrahmanirrahim. Allah’ın resulü Muhammed. ‘den Haris b. Ebi Şemir’e,

Allah’ın selamı hidayet yoluna giren ve O’na inanıp tasdik edenlerin üzerine olsun. Seni tek olan ve hiçbir ortağı bulunmayan Allah’a inanmaya davet ediyorum. İnandığın takdirde mülkün senin elinde kalmaya devam edecektir.

Peygamber elçisi Dımaşk’a geldiğinde Haris b. Ebi Şemir, Gütatü Dımaşk denilen yerde bulunuyordu ve Kudüs’e gitmek üzere Hıms’tan yola çıkmış olan Herakleios’u karşılama hazırlıklarıyla meşguldü. Bu sebeple elçi Rum asıllı hacib tarafından iki veya üç gün bekletildi. Daha sonra elçi, tahtı üzerinde altın tacıyla oturmakta olan kral Haris tarafından kabul edildi. Elçinin sunduğu peygamber mektubunu okuyan Haris’in “Beni kim makam ve mülkümden uzaklaştıracakmış?” diye sinirlenip mektubu yere attığı ve Hz. Muhammed’le savaşmak üzere hazırlık yapılmasını emrettiği kaydedilmektedir. Rivayete göre Haris, durumu Herakleios’a da bildirmiş, ancak ondan gelen cevap üzerine sayaş kararından vazgeçmiştir. İmparatorun cevabından sonra Haris, henüz Dımaşk’tan ayrılmadığı anlaşılan elçiyi tekrar huzuruna çağırmış ve yüz miskal altın hediye etmiştir. Bu arada hacibi de elçiye ikramlarda bulunmuş ve giyecek hediye etmiştir. Haris’in sert çıkışı kendisine anlatılan Hz. Muhammed’in “mülkü yere batsın” şeklinde beddua ettiği belirtilir.

Hz. Muhammed’in diğer bir Gassani emiri olan Cebele b. Eyhem’e de Şuca’ b. Vehb el-Esedi aracılığıyla mektup gönderip İslam’a davet ettiği ve Cebele’nin bu davete olumlu karşılık verdiği rivayet edilmekte, ancak mektubun metni ve tarihi hakkında herhangi bir bilgi verilmemektedir. Öte yandan Cebele’nin Hz. Ömer döneminde Yermük savaşından sonra (15/636) Müslüman olduğu ve daha sonra Dımaşk’ta kendisini döven kişiye verilen cezayı hafıfbulduğu, Mekke’de halktan birisine tokat attığı için aynı şekilde cezalandırılmak istenmesini gururuna yediremediği veya cizye yerine zekat ödeme teklifi kabul görmediği gibi çelişkili sebeplerle 30.000 kişiyle beraber Bizans’a iltihak edip Hıristiyanlaştığı rivayet edilmektedir.

Hz. Muhammed dönemiyle ilgili son olarak Bizans askerlerinin de katıldığı Mute savaşına (Cemaziyelevvel 8/Ağustos-Eylül 629) yol açan diplomatik bir skandaldan bahsetmek gerekir. Adı zikredilmeyen Busra valisini İslam’a davet etmek üzere bir mektupla birlikte Hz. Muhammed tarafından elçi olarak gönderilen Haris b. ‘Umeyr el-Ezdi, Gassani emirlerinden Şurahbil b. Amr’ın topraklarından geçerken adı geçen emir tarafından yolda (Mute’de) öldürüldü. Hz. Muhammed elçinin dokunulmazlığını öngören uluslararası hukukun bu açık ihlali karşısında 3.000 kişilik bir ordu hazırladı ve Zeyd b. Harise komutasında Bizans topraklarına gönderdi. İslam ordusu, Şurahbil b. Amr’ın emrinde olan bölgedeki birçok hıristiyan Arap kabilelerinin de katıldığı general Theodoros (vicarius) kumandasındaki 100.000 (veya 200.000) kişi olduğu rivayet edilen büyük bir Bizans ordusuyla Mute’de karşılaştı. Çetin bir mücadeleden sonra üç değerli kumandanını kaybeden İslam ordusu Halid b. Velid’in yönetiminde geri çekilmeyi başardı. Böylece İslam ve Bizans orduları ilk defa karşı karşıya gelmiş oluyordu.

Casim Avcı’nın İslam Bizans İlişkileri Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.