Eski Çin’in Yıkılışı

Kasım 23, 2022

 Hyung-nu Devleti’nden farklı olarak Han dönemi Çin’i dış düşmanlar için ulaşılamayacak bir yer değildi. II. Yüzyıl sonunda Çin’de 50 milyon mihnetkeş köylü yaşıyordu. 400 yıllık kültür gelenekleri Konfüçyanist kültürlü nesiller tarafından korunmuştu. Zanaat gelişmiş, mal üretimi artmış, ordu safları “genç serkeşler” yani kendilerine düzenli sistemde bir yer bulamamış caniler ve paralı askerlik yapan Hun, Kıtan, Siyenpi süvarileriyle doldurulmuştu. Kıtanın Doğusu’ndaki Orta Vaha imparatorluğu Batı’daki Mengü şehir gibi sarsılmaz bir hale gelmiş gibiydi. Ve hepsi de ne kadar aldatıcıydı!

Gerçekten II. ve III. Yüzyıl dolaylarında ne olmuştu? Akla gelebilecek her şey. Ama kimse bunu su yüzüne çıkaramaz. İlk önce idare âzâları olan eşik ağaları Konfüçyanist üstadlarla tartışmalara girdiler ve elbette onları matettiler; hatta onların akraba ve tanıdıklarının da işini bitirdiler.

Hayatta kalan Daoistler 184’deki köylü isyanlarını yönettiler fakat bu isyanlar 189’da bastırıldı; âsiler düzenli orduların ve latifundium fedailerinin akıttıkları kan deryasında boğuldular. Daha sonra askerler, başbakanlık görevlileri eşik ağalarını saf dışı bıraktılar ancak yenilmez orduyu Ch’ang-an’da kuşatma altına alan gönüllü milisler onların öldürülmelerine karşı çıkınca, bozulan askerler kendi kumandanlarını öldürdüler. Fakat bu defa kendileri de kılıçtan geçirildi. Çarpışmalar sırasında ölmeyenler de infaz edildi.

191’den itibaren eyaletlerde iktidarı ele geçirmiş olan aristokratlar birbirleriyle sonu gelmez bir savaşa tutuştular. Bunların çoğu prensipsiz ikbalperestlerdi. İlk ölenler parayla kendine gereksiz arkadaş edinenlerdi. Bunlar paralarını alırlar, yan gelip yatarlar fakat rakip taraf biraz fazla para verince hemen karşı kampta yer alırlardı. 210’da bu süreç, her biri kendi yönetim tarzına ve devlet yapısına sahip üç hükümdarlığın şekillenmesiyle sonuçlandı.

Kuzey-Doğu Çin’de son Han hanedanı imparatorunu ele geçirerek, onun adına ülkeyi yöneten kabiliyetli ve prensipsiz General Ts’ao Ts’ao güçlenmişti. Hükümdarlığının şiarı “Zaman ve Gök” yani kader idi. Bunun anlamı gözüpek ve vicdan sahibi olmayan kişilerin kısa zamanda kariyer yapıp zengin olmaları demekti. Demokratikleşme süreci denilen bu yıllarda maceraperestlerin sayısı öyle arttı ki, bunlar Ts’ao Ts’ao ordusunun saflarını doldurarak güçlendirdiler. 220’de ise Ts’ao Ts’ao’nun oğlu Ts’ao P’i tahtı zorbalıkla ele geçirerek kendi Ts’ao-Wei hanedanını kurdu.

Güney-Doğuda ise General Sun Ch’üan Wu hükümdarlığını kurmuştu. Bunun şiarı da “Toprak ve Refah” idi. Yani büyük Yang-tse nehrinin kolları arasında yer alan ülkenin uygun coğrafî konumunu simgeliyordu. Sun Ch’üan ve halefleri Konfüçyanist üstadları kendilerine hizmet etmeye çağırmışlar ancak sistemin aşırı muhafazakarlığı sebebiyle bu politika sonuçsuz kalmıştı. İktidar, kaçınılmaz olarak eyyamcıların eline geçtiğinde ise saray entrikaları ve lüks yaşantı için halkın vergi yükü altında inletilme dönemi başlamıştı.

Üçüncü hükümdarlık Shu-Han da Sih-ch’uan’da yine beklenilmedik bir şekilde ortaya çıkmıştı. “Sarı” Daoist hareketini bastıran birliklerin kumandanları Ts’ao Ts’ao ve Sun Ch’üan’ın zaferinin kendileri için ölüm anlamına geldiğini çok iyi anlayınca kondotyer Liu Pei (Lubey okunur) ve onun Ts’ao Ts’ao ile savaşan birlikleriyle anlaşmışlardı. Başlangıçta Han ve Yang-tse nehirleri arasında üslenmiş olmalarına rağmen, orada mağlup edilince çevresi dağlarla çevrildiği için tabiî bir kale durumunda olan Sih-ch’uan’a çekilmişler; kendisi bilge Chu-ko Liang’ın elinde oyuncak olup çıkan Liu Pei’i başlarına hükümdar seçmişlerdi. Devletin kuruluş prensibi oldukça hümanistti: İnsanlık ve Dostluk. Ama bu prensip hiçbir zaman uygulanmayacaktı. Daoist ve kondotyerlerin iktidarına boyun eğen ama amaçları ve problemleri konusunda onlardan hiçbir yardım görmeyen Sih-ch’uan halkının büyük kısmı Çinli değildi. Trajik bir durumdur fakat bu üç devlet arasındaki savaş 264’e kadar sürmüş ve Chu-ko Liang’ın ölüp, Ts’ao-Wei hükümdarlığının Sih-ch’uan’ı işgal etmesiyle sona ermiştir.

Ts’ao-Wei hükümdarlığı iki sosyal grubu yükseltmişti: Hanedan kurucusunun aralarından çıktığı toprak ağaları ve şahsî çıkarlar için hükümdara katılan profesyonel askerler. Savaşlar devam ederken bu iki grup birbirini desteklemiş ancak Shu-Han’a karşı kazanılan zaferden sonra, askerlerin aristokratlara galebe çaldığı çatışmalar tekrar başlamıştı. 265’de galip generallerin oğul ve torunu olan başkumandan

Sih-ma Yen, Ts’ao-Wei’in son hükümdarını tahttan indirerek tıpkı Roma’da senatonun elindeki iktidarı yolup alan imparatorlar gibi askerî bir imparator olmuştu. Yeni hanedan Chin adını aldı. Chin 280’de zaten çatırdamaya başlamış bulunan Wu hükümdarlığını büyük çatışmalara girmeden zaptederek Çin’in birleştirilme operasyonunu tamamladı.

Chin askerî bir imparatorluktu. Han döneminin “Genç Serkeşleri” kabiliyetli yüzsüzlere dönüşerek iktidarı ele geçirdiler. III. Yüzyılın sonunda eski Çin’in potansiyeli tamamen emilmiş; Üç Hükümdarlık döneminin tüm passioner insanları kendilerini ortaya sürerek yokolup gitmişlerdi. Biri “Sarı Göğün adaleti”, diğeri “Kızıl Han İmparatorluğu” ve üçüncüsü komutana sadakat, dördüncü bir grup ise torunların şerefli geleceği için kendisini feda etmişti. Korkunç bir felaketten sonra Çin, en kabiliyetsiz kişilerin bile yönetebileceği yorgun insanlardan meydana gelmiş bir kül yığınına dönüşmüştü. 180-220 yılları arasında ülkenin nüfusunun 50 milyondan 7,5 milyona düşmesi de bunu göstermektedir. Gerçi yarım yüzyıllık bir barış döneminden sonra nüfus tekrar 16 milyona çıkmıştı ama bunlar artık o eski Han döneminin insanları değildi. Çin, daha sonraki olayların da göstereceği gibi bir obskürasyon dönemine girmişti.

Chin hanedanının kendi rejim ve ülkesini güçlendirmek için hiçbir şey yapmadığı söylenemez. 280’de Wu hükümdarlığının zaptından hemen sonra Sih-ma Yen bir ferman yayınlayarak ülkedeki bütün arazilerin devletin malı, halkın ise bu arazilerin sadece icarcısı olduğunu açıkladı. Köylüler arazilerin üçte ikisini kendi namlarına işleyerek vergi ödüyorlar, üçte birinin varidatı ise doğrudan devlete gidiyordu. Bu toprak reformunun amacı köylerde ziraatı geliştirmekti ve gelirlerin kontrolü doğrudan yönetime hesap veren ikta sahipleri tarafından yapılıyordu. Tabii olarak “güçlü aileler”in reisleri ellerindeki mülkleri devlete vermişlerdi ama buna karşılık da toplum içindeki derecelerine göre (her bir derece için 15 hane) köylülere dağıtılan toprakların gelirlerini kontrol eden devlet mekanizmasında görev almışlardı. Bu âtıfî davranış bir bakıma feodal ikta müessesi olarak kabul edilebilir.

Fakat bu destekler Sih-ma Yen’e bir fayda sağlamadı. Maaşlı görevlilere fazla yer vermek istemediği için, memurlarının ödemelerini çalışmak suretiyle yapmaları gerekiyordu. Ama onlar bunu yampadıkları gibi, yapmak da istemediler. Çünkü Han döneminin eski millî gelenekleri unutulmuş, davranış stimülasyonu körelmiş fakat hepsinin yerini egoizm almıştı. On yıl kadar yürürlükte kalan reformlardan sonra öyle bir iç kargaşa yaşandı ki, Üç Hükümdarlık dönemindeki en ağır yıllar sayılırdı. Artık haklının güçlü olması değil, güçlünün haklı olması kanunu yürürlükteydi.

Lev Nikolayeviç Gumilev

Ruscadan Çeviren D. Ahsen BATUR


Arap ve Bizans Kaynaklarında Birbirlerini Tanımlamak İçin Kullanılan Terimler

Kasım 23, 2022

Terminoloji

Arap ve Bizans kaynaklarına bakıldığında, her iki toplumun birbirlerini siyasi, dini, kültürel ve etnik açılardan tanımlamak üzere, farklı anlamları bulunan birçok terim kullandıkları görülür. Bu terimleri zikretmeden önce Bizans tabiriyle ilgili bir hususun belirtilmesi gerekir. Bizans terimi, gerek bu isimle anılan devlet ve toplumun gerekse çağdaşlarının kullandıkları bir ifade olmayıp, araştırmacılar tarafından verilmiştir.

Aslında Bizanslılar, kendilerini her zaman Roma İmparatorluğu’nun bir devamı olarak görmüşler ve bu sebeple devletlerine Imperium Romanum (Roma İmparatorluğu) dedikleri gibi, kendilerine de Romaio (Romalı) veya kültürel kökenleri itibariyle Graikos (Grek) adını vermişlerdir. Böylece devlet içinde yer alan farklı etnik kökenlere sahip unsurlar, Romalılık fikri sayesinde bir arada tutulmaya çalışılmış ve Roma’nın evrensellik düşüncesi, uzun zamanlar devlet siyasetinde belirleyici bir rol oynamıştır. Bununla birlikte Roma İmparatorluğu’nun doğu kesiminin, IV. yüzyıldan itibaren batıdan farklı bir şekil almaya başladığı görülmektedir. Hıristiyanlığı kabul etmiş olan İmparator 1. Konstantinos (324-337), Asya ve Avrupa kıtalarını birleştiren Bosphorus’ta (Boğaziçi), Propontis Denizi’nin (Marmara) girişinde (şimdiki Sarayburnu) yer alan ve tarihi m.ö. VII. yüzyıla kadar inen Byzantion kasabasını, 324’ten sonra yeniden imar ve iskan ederek 11 Mayıs 330 tarihinde Roma İmparatorluğu’nun yeni başkenti olarak ilan etmiştir. Bundan sonra şehir, Yeni Roma (Nea Roma), ikinci Roma (Secunda Roma) veya kurucusuna izafetle Konstantinopolis (şimdiki İstanbul, Ar. Konstantiniyye) adıyla anılmaya başlanmış ve burada yaşayanlara da Byzantioin denilmiştir. Hz. İsa’dan bu yana üç asır boyunca Roma imparatorları tarafından mahkum edilmiş ve mensupları takibata uğramış olan Hıristiyanlık, İmparator Büyük Konstantinos’un himayesinde bütün imparatorluğa hakim duruma gelmiş ve nihayet İmparator I. Theodosios (379-395) döneminde 381 yılında İstanbul’da toplanan II. Genel Konsil’de devletin resmi dini ilan edilerek putperestlik kanun dışı sayılmıştır.

Eski Imperium Romanum’ un doğu ve batısında tek başına hüküm süren son imparator unvanına sahip Büyük Theodosios, ölümünden önce Roma İmparatorluğu’nu, iki oğlu Arkadios (395-408) ve Honorios (393-) arasında Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayırmış, Batı Roma’nın 476 yılında yıkılmasıyla başkenti İstanbul olan Doğu Roma, imparatorluğun doğrudan varisi olmuştur. IV. Yüzyıldan itibaren üç asır devam eden geçiş sürecinin ardından özellikle VII. yüzyılda, Grek kültürü doğuda tamamen hakim duruma gelmiş ve Grekçe, Latince’nin yerini almıştı. Böylece Doğu Roma imparatorluğu, Roma hukuk ve siyasi geleneği, Helenistik dönemden süzülerek gelen Grek kültürü ve Hıristiyanlığın yanı sıra, kısmen Sasani ve diğer Doğu unsurlarını da içine almak suretiyle kendine mahsus bir yapı kazanmıştı. Bu sebeple Batılı araştırmacılar genellikle, İstanbul’ un başkent ilan edildiği 11 Mayıs 330 tarihinden 29 Mayıs 1453’te Fatih Sultan Mehmet tarafından fethine kadar bin yıldan fazla devam eden ve bir zamanlar Balkan Yarımadası, Anadolu, Suriye, Filistin ve Mısır topraklarında hüküm süren Doğu Roma İmparatorluğu’na, Byzantion’a nisbetle Bizans İmparatorluğu/Devleti, halkına da Bizanslılar adını vermişlerdir. Bu isimlendirmenin sonucu olarak, Bizans’la ilgili her türlü araştırmanın yapılmasını amaçlayan Bizantoloji ortaya çıkmıştır.

A. Arap Kaynaklarında Bizanslılar İçin Kullanılan Terimler

er-Rum: Arap kaynaklarında Bizanslıları ve Bizans Devleti’ni ifade etmek üzere en çok er-Rum terimi kullanılır. Ancak yukarıda bahsedilen Roma ve Bizans ayırımı, o dönemde söz konusu olmadığı için, bu terim hem Romalılar hem de Bizanslılar için kullanılmaktadır. Dolayısıyla metinde bunlardan hangisinin kastedildiği, yukarıda Bizans terimi ile ilgili açıklamalar yapılırken belirtilen hususlar dikkate alınarak anlaşılabilir. Sa’id el-Endelüsi’nin ifadeleri bu noktaya güzel bir örnek teşkil eder. İnsan topluluklarının değişik kabile ve dillere ayrılmadan önce yedi gurup (ümmet) olduklarını belirten Sa’id el-Endelüsi, beşinci sırada Romalılara yer vermektedir (ve emme’l-ümmetü’l-hümisetü ve hiye’r-Rum). Hem Roma hem de Bizans için er-Rum terimini kullanmakla birlikte onun ifadelerinden, günümüz anlayışıyla Roma’dan Bizans’a geçiş, açık bir şekilde görülmektedir. Sa’id el-Endelusi, Romalıların geniş topraklara ve meşhur imparatorlara sahip olduklarını, başkentlerinin m.ö. 754 yılında kurulan Roma, dillerinin ise Latince olduğunu belirtmekte ve Hıristiyanlığı kabul eden Helena oğlu Konstantinos’un Kostantiniyye’yi kurmasından itibaren buranın başkent olageldiğini (kü’idetü meliki’r-Rum illi vaktina hü­za), başlangıçta putperest (siibie) olan Romalıların, Konstantinos’un çağrısı üzerine putperestliği bırakıp Hıristiyanlığı seçtiklerini, ifade etmektedir. Roma’dan Bizans’a geçişi diğer Arap-İslam kaynaklarında da görmek mümkündür.

Rumi ifadesi ise Bizans’a mensup, Bizanslı anlamına geldiği gibi etnik olarak Rum asıllı olanları da ifade etmektedir. Şu halde er-Rum terimi, Rum asıllıları tanımlamak üzere etnik içerikli olarak kullanıldığı gibi Rus, Ermeni, Bulgar, Slav ve diğer unsurlardan meydana gelen Bizans imparatorluğu için de kullanılmaktaydı. Böylece Arap müelliflerinin Bizans Devleti’nin homojen olmayan çokuluslu karakterinin farkında oldukları anlaşılmaktadır. Kuran-ı Kerim’de bir defa zikredilen ve müstakil bir sureye adını veren er-Rum ifadesi, Bizanslılar için kullanılmış ve Sasanilere mağlup olmuş Bizanslıların, 3 ila 9 yıl içerisinde galip gelecekleri belirtilmiştir (Elif, Lam, Mim. gulibeti’r-Rüm…).

Anadolu başta olmak üzere Bizans topraklarını ifade etmek üzere Biltidü’r-Rüm/Ardu’r-Rüm, Akdeniz için Bahru’r-Rüm, Bizans imparatorları için ise Kayser, Meliku’r-Rüm, ‘Aztmu’r-Rüm vs. ifadeler kullanılmaktadır.

Benu’l-Asfar. Etimolojisi hakkında farklı açıklamalar bulunan Benu’l­ Asfar, Arap kaynaklarında Asfaroğulları (veya Sarılar) anlamında Bizanslılar için kullanılan bir terimdir. Arap kaynaklarına göre Rumların soyu Hz. İbrahim’e dayanmakta olup Rum b.İsu b. İshak’ın neslinden gelmektedirler ve dedeleri Rum b. ‘İsu, sarı olduğu için Asfar lakabıyla anılmaktaydı. er-Rum tabirinden sonra Bizanslılar için en fazla Benu’l-Asfar teriminin kullanıldığı görülmektedir. İbn Hişam’ın rivayetine göre Bizanslılara karşı Tebük seferi hazırlıkları yapıldığı sırada münafıklar Müslümanları caydırma amacıyla “Benul-Asfar’la savaşmak, Arapların kendi aralarında yaptıkları savaşlara benzemez” demişlerdi.

el- ‘Ilc: el-‘Jlc terimi görgüsüz, kaba ve barbar gibi küçültücü anlamlara gelmekte olup Arap olmayan gayrimüslimler hakkında kullanılmaktadır. Çoğulu a’lac veya ‘uluc şeklindedir. Bu terimin aynı anlamları ihtiva eder biçimde Bizanslılar için de kullanıldığı görülmektedir. Belazuri, Yermuk savaşında çok sayıda Bizanslının öldürüldüğünü belirtirken fekatele mine’l-‘uluci halkan ifadesini kullanmaktadır.

Bunlardan başka genel olarak gayri müslimler için kullanılan küffar/kefere, bütün Hristiyanları ifade eden en-nasara ile temelde yahudi ve hıristiyanları tanımlamak üzere kullanılan Elzlü’l-Kitab kavramının da zaman zaman Bizanslılar için kullanıldığı burada belirtilmelidir. Mesela İbn Kesir Tebük seferinin Bizans’a karşı düzenlendiğini belirtirken emerellalzu Te’ala (. ..) ‘ame ğazveti Tebük li-kıtali a’daillalzi mine’r-Rumi’l-kefereti min Ehli’l-kitab ifadesini kullanmaktadır.

B. Bizans Kaynaklarında Araplar İçin Kullanılan Terimler

Arabes: Bizans kaynaklarında umumi olarak Arapları ifade etmek üzere genellikle Arabes veya Arabioi terimleri kullanılır (tekili sırasıyla Arabs ve Arabios). Arap yarımadası başta olmak üzere Arapların yaşadığı coğrafya ise Arabia şeklinde zikredilir (mesela Arabia Deserta, Arabia Felix). Aslında bu isimlendirmenin milattan çok önceki yüzyıllara kadar indiği ve Asur, Babil belgeleri ile Eski Yunan ve Latin kaynaklarına dayandığı görülmektedir.

Sarakinoi: Grekçe kaynaklarda Araplar için kullanılan diğer bir kavram Saraceni! Sarakinoidir. Anlamı ve etimolojisi hakkında çeşitli görüşler ileri sürülen bu ismin, Hz. İbrahim’in hanımı Sare’ye izafetle verildiği veya “çadır sakinleri” anlamına gelen skenitai kelimesinden türediği belirtilmektedir. Bizanslı yazarlar özellikle bedevi Arapları ifade etmek üzere Arabes Skenitai tabirini kullanmaktadırlar. Bununla birlikte Arabes, Sarakinoi ve Skenitai kavramlarının birbirlerinin yerine kullanıldıkları da görülür.

Hagarenoi ‘ Agarenoi: Roma ve Bizans kaynaklarında Hagarenoil ‘Agarenoi, Hagarenil’Agarenil’ Agraei şeklinde zikredilen bu kavram, Suriye çöllerinde yaşayan ve Roma veya Bizans’la anlaşma yapmış Arapları ifade ettiği gibi, bütün Araplar hakkında da kullanılmaktadır. Bu ismin aynı adı taşıyan müstakil bir Arap kabilesine veya Hz. İsmail’in annesi Hacer’e izafeten (Haceroğulları) verildiği şeklinde farklı açıklamalar bulunmaktadır. Özellikle kilise yazarlarının, Arapların aslında bir cariye olan Hacer’in soyundan geldiklerini vurgulama- amacıyla bu kavramı kullandıkları görülür.

İsmailitai: Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail’in soyundan gelmiş olmalarından dolayı Araplara, İsmailoğluları anlamında bu isim verilmiştir.

Bu kavramların dışında, kendilerinden başka milletlerin gayri medeni oldukları düşüncesinden hareketle, onları barbar olarak isimlendiren Eski Yunan ve Roma dönemi anlayışının bir uzantısı olarak, Bizanslılar da diğer toplumlar için barbaroi ifadesini kullanmakta ve bununla bazan Arapları kastettikleri görülmektedir.

Casim Avcı’nın İslam Bizans İlişkileri Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.


İskitlerin Kimliği

Kasım 23, 2022

İskitler Atlı Kavimler Medeniyetinin önemli bir halkasını oluşturmaktadır. Onlar Bozkır kavimleri arasında gerek siyasi tarihleri, gerekse kültürleri bakımından önemli bir yer tutmaktadır. İskitler bin yılı aşkın bir zaman tarih sahnesinde kalabilmeyi başaran ender kavimlerden biridir. Onlar Çin seddinden Tuna nehrine kadar çok geniş sahaya yayılmış olup, bırakmış oldukları kültürel miras bakımından “Kurgan Kültürleri”nin temsilcileri arasında mühim bir yer tutmaktadırlar.

İskitler geniş sahaya yayılmanın doğal bir sonucu olarak çeşitli kavimlerin kaynaklarında yer almaktadırlar. Grek kaynaklarında Skythai, Asur kaynaklarında Aşguzai, Pers kaynaklarında Saka ve Çin kaynaklarında Sai tabiri bu hareketli konar-göçerler için kullanılmıştır. Pers kaynaklarında bu konar-göçerlerin Saka tigrakhauda, Saka tiay para daray ve Saka haumavarga olmak üzere üç grubundan söz ediliyor. Persler ülkelerinin kuzeydoğu, kuzey ve kuzeybatı tarafındaki gelişmeleri yakından bildiklerinden hareketli bozkır kavimlerini de yakından tanıyorlardı. Konar-göçerlerin adlarıyla ilgili verdikleri bilgileri meselenin hallini kolaylaştırmaktadır. Buradan Saka tiay para daray, yani denizin ötesine geçmiş olan Sakalar Karadeniz İskitleri ile aynı kavime işaret etmektedir. Zaten Persler Bütün İskitleri Sakai, yani Saka olarak tanıyorlardı. Bu bilgi İskit-Saka aynılığı açısından önem taşımaktadır. Bu bilgiler ışığında Karadeniz İskitlerini Sakaların Pers ülkesinin kuzeyinden batıya göçen Saka toplulukları olarak düşünebiliriz. Bundan böyle kullanacağımız İskit kelimesi geniş bozkırlara yayılmış konar-göçerler içindir.

Grek kaynakları başta olmak üzere Çin, Pers ve Asur kaynaklarında verilen bilgilerle arkeolojik kazılar sonucunda ortaya çıkartılan buluntular İskitlerin tarih ve kültürlerinin aydınlatılmasında önemli bir yer tutmuş ve tutmaya da devam etmektedir. Ancak, Mançurya’dan Macaristan’a, Kafkaslar’dan Mısır önlerine kadar tarihte kayda değer gelişmelerde yerlerini alan, “Tarih yapan, ama tarih yazmayan” İskitlerin kimlikleri, yani soy-etnik kökleri de araştırılmaya çalışılmış, onların kökenleri hakkında görüşler ileri sürülmüş ve bilim adamları arasında bir görüş birliğine varılamamıştır. E. H. Minns, “Etnografya ile ilgili hiçbir mesele belki de İskitler’in soyu problemi kadar tartışılmadı” derken, yaklaşık bir asır önce yapmış olduğu çalışmasında bile konuyla ne derece de ilgilenildiğini belirtmektedir. Elbette bu ilgi günümüze kadar daha da önem kazanarak artmış ve İskitlerin kimliği bilim adamlarını en çok ilgilendiren konulardan biri olmuştur.

İskitlerin Kimliği Üzerine Görüşler

Bazı otoriteler İskitler’in İrani, bazıları Slav ve bazıları da Ural-Altay ırkına mensup olduklarını belirtmişlerdir. Buna göre, İrani, Slav ve Ural-Altay ırkı nazariyeleri olmak üzere üç farklı bakış açısı İskitlerin kimliği meselesi ortaya atılınca, ileri sürülen görüşlerden birisi İskitlerin İrani bir kavim olduklarıdır. 19. yüzyılda Zeus, Müllenhoff, Tomaschek, Fressel ve Wilser’in çalışmaları dikkati çekmektedir. Bu görüşün savunucuları İskit ve İran dinini karşılaştırarak, bu iki din arasında bağlantı kurmaya çalışmıştır. Yine, İskitleri İrani bir kavim olarak kabul eden bilim adamları, onlardan kaldığını ileri sürdükleri kelimelere dayanarak iddialarını ispat etmeye çalışmışlardır.

20. yüzyılın başlarından itibaren de İskitler’in İrani bir kavim olduğunu ileri süren bilim adamları ortaya çıkmıştır. Bu görüşü savunan bilim adamları arasında Herrmann, Kretschmer, Junge, Von Der Osten, Potratz, Rostovtzeff ve Grousset sayılabilir.

Bu görüşler İskitler’in dili ve dini ele alınarak ileri sürülmektedir. İskitler’e ait olduğunu belirtikleri bazı isimleri, dikkate alarak ve İskit dini ile İranlıların dinini karşılaştırarak, İskitler’in İran soyundan olduğunu ileri sürmektedirler. Oysa, elde ettikleri az sayıda malzemeyle ve İskit diniyle İranlıların dinini karşılaştırmakla Çin seddinden Tuna nehrine kadar yayılmış olan İskitlerin kimliğini belirlemek ve onların Hint Avrupai bir kavim olduğunu ileri sürmek yetersiz kalmaktadır.

İskitler’in Slav ırkına mensup olduklarını ileri süren bilim adamları da olmuştur. Bu görüşün temsilcileri Ruslardır. Ruslar daima İskitlerden Slavlıkları ispat olunmuş gibi bahsetmektedir. Halbuki Herodotos ve Hipokrates’in eserlerinde Slavlık tezini destekler bir tek delil bulmak imkanı bile yoktur.

Bu görüşü destekleyecek hiçbir yazılı kaynak bulunmadığından ve son derece de keyfi olarak değerlendirilen arkeolojik buluntulardan da sağlıklı bir sonuç alınamayacağından, bilimsel temeli olmayan görüş İskitlerin Slavlığı olup bilim çevrelerinde destek bulmamıştır.

İskitler’in hangi ırka mensup olduğu meselesi ortaya çıkalıdan bu yana, en kuvvetli görüş İskitler’in asılları itibariyle Ural-Altay ırkına mensup oldukları görüşüdür. Bu görüş 19. yüzyıldan bu yana ileri sürülmeye başlanmıştır.

İskitlerin Türk-Tatar veya Moğol ırkından olduğu ileri sürülmüş, bu görüşü Grote, Kiepert gibi bilim adamları savunmuşlardır. Bu görüş zamanla çok taraftar bulmuş, meşhur çivi yazısı uzmanı Mordtmann Saka tigrakhauda ve Saka haumavarga’nın Türklüğünü çivi yazılı belgelere dayalı olarak ispatlamaya çalışmıştır.

İskitlerin Ural-Altay ırkına mensup bir kavim olduğu hususunda 20. yüzyılda da çalışmalar yapılmıştır. Bunların başında Minns gelmektedir. Bu tanınmış bilim adamı yazılı kaynakları ve çok sayıda arkeolojik malzemeyi değerlendirerek, onların Hint Avrupai bir kavim olmadığını ve Ural- Altay ırkına mensup olduğunu kabul etmiştir. İskitler’in Türklüğünü kabul eden bilim adamları arasında Franke, Meyer, Huntingford, Ruben, Von der Osten, gibi bilim adamları sayılabilir.

İskitler’in Ural-Altay ırkına mensup olduğunu kabul eden ve bu konuda görüşlerini belirten Türkbilim adamları da vardır. Bunlar arasında Arsal, Günaltay, Togan, Kırzıoğlu, Guboğlu, Tarhan, Ögel, Seyidof, Öztuna ve Koca sayılabilir.

İskitlerin Türklüğü

Bir kavmin soy-etnik kökünü tayinde filolojik, arkeolojik ve antropolojik kaynakların olması gerekir. Bu gereklilik yalnız Türk kökenli kavimler için değil, bütün soy-etnik kökü bilinmeyen kavimler için geçerlidir. Bütün belgelerden hareketle adı geçen kavmin anavatanı, dili, dini, gelenek-göreneği ve sanat anlayışının anlaşılabilecek mahiyette olması gerekir. Bu şekilde meseleye yaklaşıldığında İskitler’in kimliği problemi aydınlatılabilir.

Öncelikle İskitler’in anayurdu neresiydi? sorusuna cevap aramamız gerekiyor. Bu hususta Herodotos, “Göçebe İskitler, Asya’daydılar; Massagetlerle yaptıkları bir savaştan yenik çıktılar, Araxes Irmağını geçtiler, Kimmerlerin yanına göç ettiler” demektedir. Herodotos Araxes’i Aral gölünün doğu tarafına akan Jaxartes olarak ifade ediyor ve sonraki yazarların Hazar denizine batıdan aktığını söyledikleri Araxes’i kastetmiyor. Yukarıda adı geçen halk Saka olarak bildirilir ve doğuya, Jaxartes’in doğduğu bölgeye yerleştiriliyor. Bundan dolayı İskitler’in M.Ö. 8. yüzyılda Orta Asya’da bulunduklarını ve daha uzakta Bering Boğazı’na kadar bu atlı bozkır kavimlerinin yayıldığını anlayabiliyoruz. Pers kaynaklarında geçen ve üç Saka grubundan biri olan Saka tiay para daray ise denizin ötesine geçen Sakaları, yani İskitleri gösteriyor. Buradan Pers ülkesinin kuzeyinde doğudan batıya doğru bir göç hareketinin olduğunu anlayabiliyoruz. Bu da bize bir zamanlar İskitler’in bozkırların doğusunda yaşadıklarını, ilk yurtlarının bozkırların doğusunda aranması gereğini gösteriyor.

Yazılı kaynaklardaki bilgileri arkeolojik kazılar sonucunda ortaya çıkartılan buluntularda desteklemektedir. İskitler’e ait arkeolojik buluntuların daha eski tarihli olanları bozkırların doğusunda ortaya çıkartılmıştır. Özellikle Tuva’da Arjan kurganı buluntuları İskitler’e ait olanları, çeşit bakımından zenginlikleri dikkate alındığında adı geçen kavmin ortaya çıktığı coğrafyaya ışık tutmak ve bu hususta yazılı kaynakları doğrulamak açısından büyük değer taşımaktadır. Çünkü erken İskit kültürüne İskit- Sibirya kültürü etki etmekte ve bu kültür bozkırlarda M.Ö. VIII. yüzyıldan itibaren yayılmaya başlamakta ve bozkırın geniş alanlarında tüm özelliğiyle eksiksiz olarak gelişme göstermektedir.

Modern araştırıcılar arasında otorite olan Minns, İskitlerin Asya kökenli bir kavim olduğunu, “Elbette konar-göçer İskitlerin Asya kökenli olmaları İranlılarla alakalı değildir, fakat Ari olmayan köklerini hatırlatır” derken bozkırların doğusunda birçok kurgan özellikle Arjan kurganı açılmamıştı. Bu kurganın açılması ve buluntularının değerlendirilmesi İskitlerin ilk yurdunun Asya içleri olduğunu “hatırlatmaktan” öte, artık kesinlikle düşündürüyor. Bu durumda Türklerin anayurdunun Altaylar ve çevresi olarak kabul görmesi de önemli yer tutuyor.

İskit/Saka adı da İskitlerin kimliği meselesine açıklık kazandırıyor. İskitlerin kabile isimleri olan Targutae, Skolot ve Paralat kelimelerinin Türk, Çiğil ve Barula adlarının “T”li cemi şeklini, yani Türküt, Sikülüt ve Barulat kelimelerini hatırlatıyor. İskit kelimesi Cengiz’in ilk dayandığı Sakait kabilesinin adı gibi Saka adının “T”li cem şekli olmasını düşündürüyor. Bir çok Türk lehçesinde Sa/Sak kelimesinin yaygın manalarından biri “yay” olup, bazı Türk lehçelerinde “kuvvet”, “güç” anlamına geldiği biliniyor.

İskit/Sakaların kendilerine hangi adı verdikleri henüz kendi yazılı kaynaklarıyla belirlenmemesine ve onlara bu adı komşularının vermesine rağmen, kendilerini buna yakın bir adla anmaları mümkün görünüyor. Bilim adamlarının Türklükle ve Türkçe ile bağlantılı görmeye çalıştıkları Sak kelimesinin, Türkçe’de bazı kelimelerde “s” ve “y” değişim hadisesinden hareketle “yay” anlamına geldiğini, Türkler’de yay ve okun en eski devirlerden bu yana önemini, Bozoklar, Üçoklar, 53 Yaylar, 40 Yaylar gibi daha sonraki Türk boylarının da yayı ve oku kendilerine ad olarak aldıklarını düşündüğümüzde Sak kelimesinin Türkçe ile alakalı bir kelime olabileceği akla yatkın geliyor. Ayrıca Sakaların çok iyi yay ve ok kullanmaları, bu hususiyetlerinin hem yazılı kaynaklar ve hem de arkeolojik malzemeyle belirlenmesi, onların adının yay ve okun birleşmesinden oluştuğu düşüncesini kuvvetlendiriyor.

İskit/Sakaların kimliğinin belirlenmesinde dilleri de önemli bir yer tutuyor. Ancak, İskit dili ile ilgili belgelerin çok az oluşu meselenin hallini zorlaştırıyor. Senkronik (Çağdaş) kaynaklarda geçen, İskitlere aitliği bilinen kelimelerden hareketle İskitlerin dili, dolayısıyla kimliği hakkında görüş ileri sürebilmek mümkün olabiliyor. Özellikle senkronik kaynakları çivi yazılı belgeler ve Grek yazarlarının eserleri oluşturuyor.

Özellikle batı bozkırlarında yayılmış olan İskitçe kelimeler Türkçe kelimelerle karşılaştırma yapmaya imkan veriyor. Coğrafya isimleri, şahıs isimleri çivi yazılı belgelerdeki isim ve fiiller böyle bir denemeyi mümkün kılıyor.

Bozkırların doğusunda kurganlardan çıkartılan runik yazılı belgeler İskit/Sakaların dilinin belirlenmesinde önemli buluntular olarak dikkati çekiyor. Bunlar arasında Kazakistan’da Alma Ata yakınında Esik kurganından çıkartılan ve M.Ö. 5-4. yüzyıllara tarihlendirilen gümüş bir kap üzerinde runik yazı ortaya çıkartılmıştır. Bilim adamları bu yazılı belge üzerinde çalışmaya başlamışlardır. Belgenin Türkçe ile bağlantısı ortaya konulmuş ve burada ortaya çıkan harflerin Orhun’dakilerin ilkel şekilleri olduğu belirtilmiştir. Aynı zamana tarihlendirilen Pavlador bölgesinde bir kurgandan da runik yazılı belge ortaya çıkarılmış olup, yazının Türkçe ile bağlantısı ortaya konulmuştur. Bu yazılı belge de runik yazının Güney Sibirya ve Kazakistan’daki konar-göçer kavimler arasında çok geç çıktığı yolundaki önceden ortaya atılan görüşün yanlışlığını ortaya koymuştur.

Runik yazının mevcut örneklerinin milattan önceki yıllara ve hatta M.Ö. 5. yüzyıla kadar gitmesi epeyce eski olduğunu ve Göktürk Dönemi’ne kadar bir tekamül süreci geçirdiğini göstermektedir. Bu yazının Sakalardan başlayarak, çeşitli Hun boylarında da kullanılmak suretiyle, Göktürklere kadar ulaştığı ve bütün Türkçe konuşan kavimler tarafından kullanıldığı anlaşılıyor.

İskitlerin dini inancı da onların kimliğini belirlemede önemli bir yer tutuyor. Yazılı belgelerde yalnız Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlarda yaşayan ve Greklerle de teması olan İskitlerin panteonu(tanrılar alemi) hakkında sınırlı bilgiler bulunmaktadır. Herodotos İskit dilinde Hestia’ya “Tabiti”, Zeus’a “Papaios”, Toprak’a “Api”, Apollon’a “Oifosyros”, Göksel Aphrodite’ye “Artimpasa”, Poseidon’a “Thamimasadas” denildiğini bildirmektedir.

Herodotos’un verdiği bilgilerde İskitler’in Türklüğüne dair açık işaretler bulunmaktadır. Başlıca, Papaios (Gök Tanrısı), Apia (Yer Tanrısı) ve Tabiti (Ev ve Aile Tanrısı) olmak üzere üç tanrı bulunmaktadır. Eski Türklere ait bütün eski kaynaklar Gök Tanrısı (Tengri) ile Yer Tanrısı (Yersub)’nın varlığından bahsediyor. Bilge Kağan yazıtında “Yukarıda Türk tanrısı ve mukaddes Yer Sub’u” ibaresi geçmektedir. Bu iki Tanrıdan başka Türklerde bir de Umay adında ev hayatına ve çocuklara bakan bir tanrıça bulunmaktaydı. İskitlerin Tabiti adını verdikleri tanrıça fonksiyonu itibariyle eski Türklerdeki Umay’a tekabül etmektedir. Yer Tanrısı ismi olarak gösterilen Apia kelimesi de Türkçe bir kelimeyi düşündürüyor. Hemen hemen bütün Türk lehçelerinde Ebi, Ebe kelimesinin doğuran kadın manasına geldiği bilinmektedir. Bu kelime zamanında mahsul Tanrısı, yani mahsul veren, mahsul doğuran Tanrı adı olup, daha sonra Ebelere, doğuran, doğurmaya yardım eden kadınlara geçmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Kazan lehçesinde Ebi kabile, büyük ana ve umumiyetle muhterem kadın manalarına gelmektedir. Eski Türklerde muhterem kadınları Tanrıça adlarıyla yadetme adetinin olduğunu da Köl Tigin Yazıtı’ndan öğreniyoruz. Bilge Kağan annesini Umay gibi görüyor.

İskitlerle eski Türk dini inancı arasında bir paralellik kurabilmek mümkün olabiliyor. İnancın merkezinde Gök Tanrının olduğu anlaşılabiliyor. Özellikle böyle bir inancın varlığını bozkırların doğusunda yaşayan İskit topluluklarında görebilmek mümkün oluyor. Tarihi İskitlerin doğusunda yaşayan ve Saka tigrakhauda, yani ok şeklinde sivri başlık giymiş Sakalarla Massagetlerin aynılığı biliniyor. Massagetlerin dini inancıyla ilgili olarak Herodotos, “Taptıkları tek tanrı güneştir ve ona at kurban ederler. Bunun anlamı tanrıların en hızlısı olan Güneş’e en hızlı hayvanı takdim etmektir” demektedir. Buradan onların Politeist (çok tanrılı) bir inancının olmadığını, muhtemelen Herodotos tarafından belirtilen güneşin de gök olabileceğini düşünebiliyoruz. Eski Türklerde Gök-Tanrısı adına hayvanlar, özellikle at sunulmakta ya da kurban edilmekteydi. Göğün büyük cisimleri Güneş ile Ayın, sonunda gök gürültüsü ile şimşek gibi gök hadiselerinin Gök-Tanrıyla belirli bir bağlantısı vardı. Massagetlerde tek tanrı olarak belirtilen Güneş de Ay ve Yıldızlar gibi gök içerisinde yer aldığından bu durum Gök-Tanrı inancıyla bağlantılıydı.

İskitlerde tanrı ya da tanrılar antropomorflaştırılmamışlar (insan şeklinde tasavvur ve tasvir edilmeme) ve kült (tapımla ilgili) heykelleri yapılmamıştır. Dolayısıyla İskit tanrıları için tapınaklarda inşa edilmemiştir. “Asli Türk itikadında antropomorfizm yoktu. Bundan dolayı da onları muhafazaya mahsus yapılar olan tapınaklar inşa edilmiyordu.”

İskitlerde atalar saygıyla yad ediliyordu. Onların hayatında atalarının mezarlarının önemli bir yeri vardı. Bir ölçüde onları yurtlarına bağlayan en önemli unsurlardandı. Bunu Darius’un İskitler üzerine yapmış olduğu sefer sırasında çok iyi anlıyoruz. Darius İskit hükümdarına elçi göndererek kendisine karşı koyabilecek gücü varsa, karşısına çıkarak savaşmasını ister. İskit hükümdarı ise, hiç kimseden korkmadığını, hiçbir kentleri ve dikili ağaçlarının olmamasından dolayı savaşa girmediğini belirtir.

Ancak, Persler atalarının mezarlarını bulup onlara zarar verirlerse, o zaman savaşacaklarını bildirir. Buradan İskitlerde bir atalar kültünün varlığı anlaşılır. Eski Türklerde de atalara ait hatıralar kutlu sayılmaktaydı. Ataların ruhlarına kurbanlar kesilmekte ve onların mezarları korunmaktaydı.

İskitlerde ruha inanış düşüncesi de köklü bir geleneğe bağlı bulunmaktaydı. Bütün hayatları boyunca, tabiatla mücadele ve kaynaşma içerisinde bulunan bu insanlar, zaman zaman birtakım korkunç veya garip tabiat hadiseleriyle karşılaşmışlar ve açıklayamadıkları bu halleri ruhlara atfetmişlerdir. Bunlar iyi ve kötü ruhlardır. Bazıları ise işlerini bozar. Tabiat kuvvetlerine inanma eski Türklerde de vardı. Eski Türkler tabiatta birtakım gizli kuvvetlerin varlığına inanıyorlardı: Dağ, tepe, kaya, vadi, ırmak, su kaynağı, mağara, ağaç, orman, volkanik göl, deniz, demir, kılıç, vb. Bunlar aynı zamanda birer ruh idiler. Ayrıca güneş, ay, yıldız, yıldırım, gök gürültüsü, şimşek gibi ruh tanrılar tasavvur edilmişti. Ruhlar iyilik seven, fenalık getiren olmak üzere iki gruba ayrılıyordu.

İskitlerin inandıkları ruhlar ve tanrılar aleminin eski Türk dininde bulunan motiflerle olan benzerliğini tesadüfle açıklamak mümkün değildir, aksine bu benzerlik ve bağlantılar İskitlerin Türklüğüne işaret olarak kabul edilebilir.

İskitler gelenek ve göreneklerine bağlı ve yabancı geleneklere kesinlikle kapalı bir toplumdu. Konar-göçer bir kavim olan İskitler, soğuğa karşı korunaklı, keçeyle kaplı, dört ya da altı tekerlekli, öküzler tarafından çekilen arabalarda yaşamaktaydılar. Hayvanlarına otu bol otlaklar bulmak için dolaşmaktaydılar. Onlar pişmiş et yemekte ve kısrak sütü içmekteydiler.

Hunlar ve Göktürklerde aynı şekilde yaşamaktaydılar. Bunlar Türk “derme ev”lerinde, yani keçeden yapılmış kubbeli çadırlarda yaşıyorlardı. Diğer Türk kavimleri gibi İskitlerde kımız içiyorlar ve sütten “kurut” yapıyorlardı. Özellikle İskitler hayatlarının önemli bir kesimini at üzerinde geçirmekte ve hep pantolon giymekteydiler. Hunlar da aynı şekilde yaşamaktaydılar ve adetleri bakımından İskitlere benzemekteydiler.

İskitler başta at olmak üzere bütün hayvanları kesmekteydiler. Domuz kurban etmeleri bir tarafa, onu topraklarında beslemeleri bile söz konusu değildi. Türkler hemen her devirde kesim hayvanı olarak atı diğer hayvanlara tercih etmişlerdi. Günümüzde at kurban etme adetinin gayrimüslim Altay Türkleri arasında devam ettiği bilinmektedir. İskitlerin genelde domuz beslememeleri ve onu asla kurban etmemeleri ilgi çekicidir. Buradan Türklerin bu hayvana karşı duydukları nefretin sadece İslami kanaatle ilgili olmadığı sonucunu çıkarabiliriz. Bu cümleden olarak, İskitlerin at kurban etmeleri ve domuz kesmemeleri onların Türklüklerine bir işaret sayılabilir.

İskitler arasında oldukça fazla olan falcılar kehanetlerinin icrasında söğüt çubukları kullanmışlar. Bu kehanet gösterme tarzına Altaylılar, Çuvaşlar, Kazaklar, Kırgızlar, Özbekler ve Tuvalılarda rastlanılmıştır. Böyle bir anlayışın Türk kültür çevrelerinde köklülüğü ve yaygınlığı dikkat çekmektedir.

İskitlerde ant içme geleneği de vardı. Toprak bir kupanın içerisine şarap doldururlar; ant içecek olanlar buna kanlarını karıştırırlar; bunun için sivri bir şeyle küçük bir delik açarlar, ya da kılıçla hafif çizerler; sonra kabın içerisine bir pala, oklar, bir balta ve mızrak daldırırlar; bu da olduktan sonra ant içerler ve kaptaki şaraptan azıcık içerler ve orada bulunanların ileri gelenleri de onlarla beraber içerlerdi. Aynı merasim eski Türklerde de vardı. Asya Hun hükümdarlarından Huhanye de aynı şekilde Çin elçileriyle yaptığı anlaşmada şaraba kan karıştırarak içmişti. Bunun Macarlar ve Kumanlar arasında da yaygın olduğu bilinmektedir. İskitlerdeki dostlaşma merasimlerinde görülen kan karıştırma usulü tarih boyunca bütün Türk boylarında devam etmiş olup, hatta Osmanlı edebiyatında kan yalaşıp dost olma motifi çıkmıştır.

İskitler kahramanlıkları ve savaş taktikleriyle de bir çok kavimden farklıydı. Onlara saldıranlar ellerinden kurtulamazdı, hepsi atlı ve ok atarak savaşırlardı. Eski Türk toplulukları aynı şekilde mücadele etmekteydiler. At üzerinde yayı etkili bir savaş silahı haline getirebilmişler ve “uzak savaş” usulünü benimsemişlerdi. Türkler at sayesinde süratli manevra kabiliyetine sahip oldukları için uzaktan savaşı tercih ediyorlardı.

İskitler hükümdarları öldüğü zaman eni boyu bir dörtgen, büyük bir mezar kazarlar, mumyalama işlemi tamamlanmış ölüyü getirirlerdi. Hayatta olanlar kulaklarının memesini keserler, başlarından saçlarını kazıtırlar, kollarını çizerler, alın ve burunlarını yırtarlardı. Eski Türklerde de aynı gelenek dikkati çekmektedir. Bilge Kağan bengü taşında böyle bir merasimden söz edilmektedir. Bilge Kağan babasının it yılının onuncu ayının yirmi altıncı gününde öldüğünü, domuz yılının yirmi yedinci gününde yas töreni yaptırdığını bu esnada Çinliler’in ıtriyat, altın ve gümüş, diğer topluluklara mensup kişilerin de iyi at ve kara samur kürkleri getirdiklerini belirttikten sonra; tören sırasında bütün halkın saçlarını tıraş ettiğini ve kulaklarını yaraladığını bildirmektedir. Buradan İskitlerdeki ölü gömme adetinin aynen Göktürklerde de tatbik edildiğini anlıyoruz.

İskitlerde ölülerin mumyalanması arkeolojik kazılarla da anlaşılabilmiştir. Pazırıktan bulunan cesetler mumyalanmıştır. Bu mumyalanmış cesetlerin üzerinde dövmelere de rastlanılmıştır. Genelde cesetlerde, vücudun ön ve arka kısımlarında baştan aşağıya kadar dövmeler bulunmaktadır. Eski Türkler de toprak olmayı bir türlü kabul edememişler, bütün fertlerini değilse bile, ulularını ve hükümdarlarını mumyalamak suretiyle, maddi varlıklarını ebedileştirmek istemişlerdir. Değiştirdikleri çeşitli dinlerin ruh anlayışına göre, bazen bu sanatlarını tadile lüzum görmüşler, fakat büsbütün bırakmamışlardır. İslamiyet’i kabulleriyle de mumya yapmakta devam etmişlerdir. Buna en güzel misal, Anadolu Selçuklularının yaptıkları mumyalardır. II. Kılıç Arslan, I. Keyhüsrev, II. Süleyman Şah, III. Kılıç Arslan ve daha birçokları mumyalanmıştır.

İskitlerin kendi gelenek ve göreneklerine çok bağlı oldukları bilinmektedir. Aynı şekilde Göktürklerin de gelenek ve göreneklerine çok bağlı oldukları anlaşılmaktadır. Bilge Kağan, milletine Çin kültürünün cazibesine kapılmamalarını tavsiye ediyor. Çin ülkesine yerleşenlere, Çince unvanları kabul edenlere, yaptıklarının yanlış olduğunu bildiriyor.

İskit sanatının izlerini çok geniş sahada bulmak mümkündür. Konar-göçer olarak yaşayan İskitler, daimi mesken yerine çadırı ikametgah olarak kullanmış ve kendilerini her türlü doğal unsurlardan koruyan bu nesneyi kutlu saymışlardır. Kurgan adı verilen tepecikler de esasında İskit çadırının öbür dünya için hazırlanmış bir benzerinden başka bir şey değildir. Bu kutlu mekan form olarak asırlarca devam etmiş ve özellikle Hun-Türk kültüründe önemini korumuştur. Enteresan bir noktada, Selçuklu kümbetlerinin mimari olarak aynı geleneği devam ettirmesidir. Bunlar ekseriyetle iki katlıdır. Alt tarafı defin bölmesi olan kümbetlerin üst bölümü tamamen çadıra benzetilmiştir. Bu da bize, Selçuklu Türklerinin Müslüman oldukları halde hâlâ eski bozkır hayatının geleneklerine bağlı olduklarını göstermektedir.

Çin’in kuzeybatısından Tuna nehrine kadar çok geniş bir sahadan meydana çıkartılan kurgan buluntuları da İskit ve Hunlardaki sanat anlayışının benzerliğini göstermeleri bakımından büyük önem taşımaktadır. Bu sanata “Hayvan Üslubu” adı verilmektedir.

İskit ve Hun sanatkarları, çoğunlukla ormanlardaki sarmaşıklar gibi, ölümüne birbirleriyle mücadeleye girmiş hayvanları tasvir etmektedir. Uzuvların bükülmesi, yırtıcı hayvanların, akbabaların veya ayıların pençelerinde kıvranan geyikler ve atlar dramatik sanatta hoşlanılan konuları oluşturmaktadır. En çok kaplar, vazolar, levhalar ve süs eşyaları üzerindeki savaş sahneleri ve hayvan mücadelelerinde ileri teknik dikkati çekmektedir. Bu sanatın en belirgin özelliğini mücadele halinde olan hareketli figürler oluşturmaktadır. Orta Asya Türk sanatının özünü oluşturan Hayvan Üslubunu en çok İskitler kullanmışlardır. Gerek seçilen konular ve gerekse bunların işlenişleri bakımından, İskit ve Hun sanatı birbirine çok yakınlık göstermektedir. Hatta bir merkezde imal edilip, değişik yerlerde ele geçen sanat ürünleri gibidirler. Bu derece yakınlık İskit ve Hunların aynı hayat tarzları ve aynı anlayışın sanatlarına da yansımış olduğunu göstermektedir. Bu durum, Hun sanatının İskit sanatının bir devamı olduğunu düşünmemizi mümkün kılar. İskitler uzun süre tarih sahnesinde kalan ender kavimlerden biridir. Onların hakimiyetlerinin son bulmasıyla yeni oluşumlar içerisinde olabilecekleri mümkündür. Özellikle bozkırların doğusunda yaşamış olanlarının Vusunlar ve Göktürklerin ataları olabilecekleri düşünülmektedir.

Günümüz Türk topluluklarından Kent Türklerinin, Kaşgarlıların, Tarançıların, kuzeyde bulunan Yakut Türklerinin atalarının da onlar olabileceği bilim çevrelerince kabul görmektedir. Özellikle Kuzey Sibirya’da yaşayan ve kendilerini Saka olarak adlandıran Yakut Türkleri’nin atalarının da milattan birkaç asır önce dışarıdan gelen bir saldırı sonucunda güneyden kaçarak, Yenisey ırmağı ve Baykal gölü yakınlarına sığınmaya mecbur olduğu hakkında rivayetler bulunmaktadır. Yakutlardan bir kısmı, özellikle Lena vadilerinde yaşayanlar, kendilerini Uranhay Sakaları, yani Orman Sakaları olarak adlandırıyor. Uranhay Sakaların hala bir kısmı Moğolistan’ın kuzeyinde yaşıyor.

Sakaların Yakutlardan başka Kazaklar ve hatta Kafkaslarda yaşayan bazı Türk boylarının oluşumunda da önemli bir rol oynadıkları biliniyor.

İskitler bozkır kavimlerinin tarihte adı bilinenlerinin en eskilerinden olduğu gibi, Mançurya’dan Macaristan’a kadar çok geniş coğrafyaya yayılmış ve uzun süre tarih sahnesinde kalmayı başarabilmiş olanlarıdırlar.

İskitlerin tarih ve kültürleri hakkındaki bilgileri arkeolojik buluntular ve yazılı kaynaklardan öğrenebiliyoruz. Dolayısıyla onların kimlikleri hakkındaki bilgilerin kaynağı da yine arkeolojik buluntular ve yazılı kaynaklardır.

İskitlerin ilk yaşamış oldukları coğrafya, dillerine ait kelimeler, dini inançları, sosyal yapıları, gelenek ve görenekleri, savaş taktikleri çeşitli Türk topluluklarıyla paralellik ve benzerlik kurmaya imkan veriyor. Kendilerini hala Saka olarak kabul eden toplulukların günümüzde varlığı da biliniyor.

Bu çok yönlü paralelliklerden hareketle İskit/Saka topluluklarının büyük ölçüde Türkler ve Türklükle bağlantılı olduklarını mevcut belgeler ışığında düşünüyoruz. Elbette çok geniş sahaya yayılmış olan bu konar-göçerler arasında başka unsurlar da olmalıydı diyor, ancak kavme, coğrafyaya ad veren, kültürün taşıyıcısı olan ve egemen güç olarak varlığını sürdüren unsuru Türklükle ve Türklerle bağlantılı görüyoruz.

Doç. Dr. İlhami Durmuş

Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye


Rusya’nın Yükselişi

Kasım 23, 2022
  1. yüzyılda Rusya Avrupa’da önemli bir güç olarak ortaya çıktı. Önceki 200 yıl boyunca Rusya Moskova’daki küçük bir prenslikten çıkıp 12.000 kilometrekarelik bir imparatorluk haline gelmişti. Sınırları Baltık Denizi’nden Pasifik Okyanusu’ na kadar uzanıyordu.
    Rusya sınırları oldukça genişlemiş olmasına rağmen halen izole bir güçtü. Avrupa’nın diğer ülkelerine oranla gelişmemişti. Ülkeyi, 1682- 1696 yılları arasında üvey kardeşi V. ivan’la birlikte ve daha sonra 1725 yılına kadar tek başına yöneten I. Peter (“Büyük Peter” olarak da bilinir) ülkeyi Batılı bir imparatorluk haline getirebilmek için çeşitli dönüşümler yapmaya çalıştı. Neva Nehri yakınlarındaki bataklıklar kurutularak St. Petersburg (Peter’in Batı’ya açılan penceresi) kuruldu. Böylece büyük bir Baltık limanı inşa edilmiş oluyordu. Çar eski yönetim sistemini Batı’ya paralel bir biçimde değiştirdi. Eğitimi destekledi ve kiliseyi yeniden yapılandırdı. Yönetici sınıflar arasında uzun kaftanları, uzun saç ve sakalları yasakladı.
    Peter ordusunu modernleştirmiş ve ilk Rus donanmasını kurmuştu. isveç’e karşı Büyük Kuzey Savaşı’nı başlattı. isveç, Otuz Yı1 Savaşları’nda Gustavus Adolphus’un başarıları ile Kuzey Avrupa’nın en büyük gücü haline gelmişti. 1721 yılında Rusya’nın kazandığı zafer Peter’e Baltık’a açılma imkanı sundu. Estonya , Litvanya ve Finlandiya’nın bir bölümünü ilhak etti (1710 yılında Osmanlı imparatorluğu’na karşı elde ettiği başarılar daha azdı. 1697 yılında Karadeniz ‘de ele geçirdiği limanlara geri dönmek zorunda kalmıştı).
    1725 yılında Büyük Peter’in ölümünün ardından, Rusya’nın toprakları ve etkisi gelişmeye devam etti. imparatoriçe I. Elizabeth ve Büyük Katerina dönemlerinde Rusya Polonya’ya hakim oldu. Osmanlı Türklerine karşı bir dizi başarı elde etti. 1815 yılında Napolyon’un nihai yenilgisinin ardından Rusya ve Avusturya kıta Avrupası’nın önde gelen güçleri olarak ortaya çıktılar.

Alıntıdır.


Britanya Adalarının Söylenceleri – 14 İngiltere/Fransa “Kral Arthur”

Kasım 23, 2022

 III. Bölüm

(Merlin, Arthur’un gayrimeşru oğlu Mordred’in Arthur’u öldüreceğini görür. Gölün Hanımı; kılıcı Exealibıır’u Arthur’a verir. Arthur Gumevere ile evlenir. Oysa Merlin’in kehanetine göre, Gumevere ile Sör Lancelot birbirlerini, Arthur’u sevdiklerinden çok seveceklerdir.)

Kral Arthur doğuştan Önderdi. Gençliğine karşın, en iyi şövalyelerde olması gereken özelliklere, güç, cesaret ve yeteneğe sahipti. En iyi krallarda olması gereken özelliklere de sahipti. Kendine güven ve gururla görkem içindeydi, ama zayıf ve yoksullara da sevgi ve anlayışla davranıyordu. Gençler için bir baba, yaşlılar için huzur olmuştu. Cahil veya zalim davrananlar karşısında sertti, ama herkese karşı cömert ve nazikti. Bilgeliğini, cesaretini ve hâzinesini halkının yaşamı daha iyi olsun diye kullandı. Halkı onu sevdi. Krallığı yönetiminin ilk gününden itibaren ona ün getirdi ve zamanının krallarından çok daha fazla anıldı.

Fakat birçok güçlü dük ve baron, Kral Arthur’un Britanya’yı birleştirme çabası karşısında direndi. Krallığının sınırları dışında kalan yerleri silah kullanarak işgal etmek zorunda kaldı. Merlin’in de öğütleriyle Kral Arthur, ilk yıllarını Kuzey Britanya, İskoçya, İrlanda ve Galler’in düklerine, yönetimini kabul ettirmekle geçirdi. İzlanda’ya gitti ve bu adayı da krallığına kattı.

Bu sırada Kraliçe Margawse’le tanıştı ve ona âşık oldu. Kraliçe, Orkneyii Kral Lot’un karısıydı. Merlin, çok sonra, onun Arthur’un kız kardeşi olduğunu açıkladı: “Tanrı sana öfkelendi, çünkü kız kardeşinle yattın ve o sana oğul verdi. Bu oğlun, sana ve krallığındaki bütün şövalyelere yıkım getirecek. Bu aptalca davranışın nedeniyle, onu cezalandırmak için giriştiğin savaşta ölmek senin kaderin.”

Merlin Kral Arthur’a, Margawse’in doğum yaptığı gün doğan, soylu kandan bütün çocukları gizlice toplayıp öldürerek yaşamını kurtarabileceğini öğütledi. Bu tür çocuklardan olup, ölüm cezasına çarptırılan birçok bebek, Kral Arthur’un sarayın¬ da toplandı. Hepsini bir gemiye doldurup denize gönderdi. Bebeklerin boğulacağını veya gemi batmasa bile, soğuk ve açlıktan öleceklerini umuyordu.

Küçük tekne bir şatonun dibindeki kayalıklara çarptı ve dağıldı. Merlin ve Arthur’un bilgisi dışında, Arthur’un oğlu kazayı atlattı ve ona Mordred adını veren iyi biri tarafından kurtarıldı. Bu adam onu on dört yaşına kadar büyüttü. Sonra Mordred, annesinin ve Kral Lot’un topraklarına gitti ve onların dört oğlunun arasına karışarak eğitim görüp şövalye oldu. Arthur Mordred’i hep yeğenlerinden biri sandı.

Kral Arthur’un tebası, çocuklarına olanları öğrenince öfkelendi. Çoğu Merlin’i suçladı.

Çok geçmeden bir gün, Arthur ormanda atıyla giderken, Merlin’i kovalayan üç köylüye rastladı. Köylüleri kovaladı ve Merlin’e, “Buralarda olmasaydım ve seni kurtarmasaydım öldürülmüş olacaktın” dedi.

Merlin, “Yanılıyorsun” diye yanıtladı; “kendimi kurtarabilirdim. Ölümüne giden sensin; çünkü Tanrı senin yanında değil.”

iki arkadaş, bir çeşme başında sandalyede oturan bir şövalyeye rastladılar. Şövalye, “Bu taraftan gelen her şövalyeye meydan okurum” dedi. “Ve seni de düelloya davet ediyorum.” 

“Öyle olsun” dedi Arthur.

İki adam, at sırtında, kızgın bir çatışmaya girdiler, mızraklarını birbirlerinin kalkanlarında paraladılar. Kral Arthur yine kılıcına uzandı. Şövalye, “kılıcın yerinde kalsın” dedi, “çünkü karşılaştığım en iyi mızrakçı sensin. Şövalyelik aşkına bir daha mızrakla karşılaşalım.”

Seyis, iki mızrak getirdi ve iki adam tekrar tutuştular. Ama bu kez şövalyenin mızrağı sağlam dururken, Kral Arthur’un mızrağı parçalandı. Şövalye, Arthur’un kalkanına o kadar güçlü vurdu ki, kralı atıyla birlikte yere devirdi. Arthur kılıcını çekti ve “seninle ayakta dövüşeceğim, Sör Şövalye. Artık at üstünde dövüşemem” dedi.

İkisi de yerde, kılıçla yeni bir çarpışmaya başladılar. Toprak kanlarıyla kızarana kadar birbirlerine erkek geyikler gibi saldırdılar. Sonunda Kral Arthur’un kılıcı iki parça oldu ve kral, şövalyenin merhametine kaldı. Fakat Arthur hemen şövalyenin üstüne sıçradı, onu yere fırlatıp miğferini çıkardı.

Ne kadar aciz kaldığını gören şövalye, bütün gücünü topladı ve Arthur’u yıktı. Arthur’un miğferini çıkarıp kılıcını kaldırdı.

Şövalye kralın başını kesmeden, Merlin büyü yaptı ve şövalyeyi derin bir uykuya soktu. Sonra Kral Arthur’u kaldırdı ve şövalyenin atıyla onu oradan uzaklaştırdı.

Arthur, “Merlin, ne yaptın?” diye bağırdı. “Büyünle şövalyeyi öldürdün mü? Dövüştüğüm en iyi şövalyelerden biri o!”

“Onun için üzülmene gerek yok” diye yanıtladı Merlin. “Senden çok daha sağlıklı. Kısa bir süre için onu uyuttum. Gerçekten büyük bir şövalye ve bundan sonra sana iki oğluyla birlikte iyi hizmet edecek. Adı Sör Pellinor.”

Merlin, Kral Arthur’u tıp ilminde usta bir keşişe götürdü. Keşiş kralı iyileştirdi. Ayrılırlarken Arthur, Merlin’e “Artık kılıcım yok” dedi.

“Aldırma” diye yanıtladı Merlin; “az ötede uygun bir kılıç bulacaksın.”

Birlikte at sürerlerken şirin, geniş bir göle geldiler. Suyun ortasında bir kadın kolu görünüyordu. Beyaz, işlemeli ipek giymişti ve elinde güzel bir kılıç vardı. “İşte!” dedi Merlin, “sana sözünü ettiğim kılıç!”

Sonra gölün üstünde bir kayık ve içinde bir hanım olduğunu fark ettiler. “Bu hanım kim?” diye sordu Arthur.

“Gölün Hanımı” dedi Merlin. “Seninle konuşmaya geliyor. Ona iyi davran da kılıcı sana versin.”

Hanım yaklaşınca Arthur “Hanımım, şu kol tarafından suyun üstünde nasıl bir kılıç tutuluyor? Benim olmasını isterdim, çünkü kılıcım yok” dedi.

Hanım, “Kral Arthur, o benim kılıcım Excalibur” dedi, “istediğim armağanı bana verirsen onu sana veririm.”

‘İstediğin armağanı sana vereceğim” dedi Arthur.

“O zaman kayığı al ve kılıca doğru git. Kılıcı ve kınını al, ben de hazır olduğumda armağanımı isteyeceğim” dedi Hanım. Arthur kılıcı ve kınını alınca, kol sulara dalıp yitti.

“Hangisini yeğliyorsun?” diye sordu Merlin, “Excalibur’u mu yoksa kını mı?”

“Elbette Excalibıır’u” dedi Arthur.

“Hiç de bilge değilsin” dedi Merlin. “Kını on kılıç eder. Bu kını beline taktığın sürece, yaran ne olursa olsun bir damla kanın akmaz. Kını al ve devamlı yanında taşı.”

Kral Arthur Caerleon’a döndüğünde, şövalyeleri, Sör Pellinor’la macerasını Öğrenip şaşırdılar. Yaşamını böyle tehlikeye attığı için biraz rahatsız oldular, ama kendilerinin yaşadığı tehlikeleri yaşayan bir kralları olduğu için de memnundular.

Arthur bir zaman geldi, Merlin’e, “şövalyelerim evlenmemi ve Britanya tahtını veliahtsız bırakmamamı istiyorlar” dedi. “Kimi öğütlersin?”

“Hepsinden çok kimi seviyorsun?” diye sordu Merlin. “Yuvarlak Masa’nın sahibi Sör Leodegrance’ın kızı Guinevere” dedi Arthur, “ondan güzel hanım görmedim.”

“Onu benim sevdiğim kadar sevmeseydin” dedi Merlin, “sana, güzelliği ve iyiliği seni memnun edecek başka bir hanım bulurdum. Ama aklının Guinevere’e takıldığını görüyorum ve bunu değiştirmek için bir şey yapabileceğimi sanmıyorum.”

“Haklısın” dedi Arthur, “fakat niçin fikrimi değiştirmek istiyorsun?” 

Merlin şu öğütte bulundu: “Guinevere güzel ama sana iyi bir eş olmayacak. Gelecekte, büyük şövalye Sör Lancelot’yla seni sevdiklerinden fazla birbirlerini sevecekler.”

Bu kehanet, Kral Arthur’u durdurmadı. Merlin’i ve bir grup şövalyeyi Sör Leodegrance’a gönderip Guinevere ile evlenme isteğini iletti.

Sör Leodegrance, Guinevere’in Britanya kralı ile evlenmesinden memnun oldu. Arthur için kızına çeyiz olarak toprak vermek anlamsız olacağından, Leodegrance yüz şövalye ve Uther Pendragon’un kendisine armağan ettiği Yuvarlak Masa’yı verme kararı aldı. “Kral Arthur’a en uyan armağan bu” dedi Sör Leodegrance; “bütün şövalyelerine huzur getirecek; çünkü masanın ne başı ne de ayağı var. Şövalyeler buluştuklarında mevkileri, yemek takımları ve ilişkileri birbirleriyle eşit olacak.”

Kral Arthur, Guinevere ile Camelot’ta sade bir törenin ardından verilen büyük bir şölenle evlendi. Kral, yüz elli şövalyenin oturabildiği Yuvarlak Masa’dan çok memnun kaldı. Şövalyeler masanın çevresine oturduklarında, adlarının kendilerine ait olan mevkiye sanki büyüyle kazınmış olduğunu gördüler,

Donna Rosenberg’in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.


Vücudumuzdaki Moleküller

Kasım 23, 2022

Su, Tüm Bedenimizin Yarısını Kaplar 

Dünya için çok büyük bir öneme sahip olan su molekülü önemini insan bedeninde de gösterir. Vücudun %55-60’ını su oluşturur ve vücut içinde çeşitli doku ve organlar arasında amaca uygun şekilde yayılmış durumdadır. Örneğin, diş ve kemikler gibi sert dokularda az miktarda su bulunurken, kas, böbrek, karaciğer, kan ve gözün bir parçası olan korneada oldukça yüksek oranda bulunmaktadır. Öyle ki, korneanın %98’ini, kanın %79’unu, kasların %77’sini su oluşturur. Aslında genel bir deyimle, organizmada su bulunmayan bir doku veya organ yoktur. Dolayısıyla vücutta su bulunmadığı takdirde herhangi bir organın yaşama şansı da yoktur.

Su, metabolizmada bağlı ve serbest şekilde bulunur. Suyun “bağlı” olması akma yeteneğini kaybetmiş ve hareketsiz kalmış olması anlamına gelmektedir. Serbest halde bulunan suyu ise, genellikle hücre içi sıvısı ve damar içi ve hücreler arası boşlukları dolduran hücre dışı sıvıları oluşturur. Protein, karbonhidrat ve nükleik asitler gibi büyük moleküller suyu kendi içlerinde erimiş olarak bulundururlar. Bunun dışında bağlı su, lifler ve zarların arasında da bulunmaktadır. Buna, moleküller arası su adı verilir. 

Su, “özel” bir molekül olması, üç farklı halde bulunması, özel olarak belirlenmiş kaynama ve donma noktaları ve hidrojen bağları ile bağlanmış olması nedeni ile çeşitli ayrıcalıklara sahiptir. Vücuttaki her organelde bulunabilir, besinlerin taşınmasından çeşitli yapıların oluşumuna kadar pek çok yerde görev alır, vücuda kolayca girebilir ve vücuttan kolayca atılabilir. Hücre içinde, enzimlerle ilgili tepkimelerin ve kimyasal enerji transferlerinin gerçekleştiği ortamı oluşturur. Hücre, yapısı ve işlevleri açısından suyun fiziksel ve kimyasal özelliklerine tam olarak uyum göstermektedir. Kısacası canlı bedeni, suyun çeşitli biçimlerde bulunabilmesi için son derece uygun bir ortamdır. 

Suyun insan bedenine uyum sağlayarak son derece önemli işler başarmasının en önemli sebeplerinden biri, “iyonlaşmasıdır”. İyonlaşma, molekülü oluşturan bir atomdan bir elektronun çıkması veya o atoma elektron eklenmesi ile olur. Su molekülleri de insan bedenine girdiklerinde iyonlaşırlar. Vücuda giren su, bir hidrojen iyonuna (H+) ve bir hidroksit iyonuna (OH) ayrılır. Bu ayrılma son derece önemlidir, çünkü hücreler için H ve OH oranları belirlenmiştir ve kanın içindeki bu oranların sürekli olarak sabit durması gerekmektedir. Söz konusu bu oran bize tanıdıktır; pH değeri olarak ifade edilir. 

Bedenin sahip olduğu pH değeri son derece önemlidir. Doğada 0’dan 14’e kadar farklılaşabilen bu değer, vücut için 7.4 civarında kalmalıdır. Eğer bu değer 6.8’e düşer veya 8.0’e çıkarsa sonuç ölüm olur.

Böbrek yetmezliği bir insanın normal kan pH’ını elde edememesinin en önemli nedenidir. Asıl şaşırtıcı ve mucizevi olan, vücuda giren her “on milyon” su molekülünden sadece “bir tanesinin” iyonlaşmasıdır. Eğer günün birinde, bir sebeple, bu tek su molekülü de iyonlaşmazsa bunun sonucu er geç ölüm olacaktır. 

Aminoasitler ve Proteinler 

Proteinleri bir bina gibi düşünürsek, amino asitleri de bu binanın tuğlaları olarak örneklendirebiliriz. Doğada 20 çeşit amino asit vardır ve bu amino asitler her protein için özel bir dizilimle peşpeşe bağlanırlar. Bu bağlanma her protein için özeldir ve bir proteinde en az 300 tane amino asit vardır. Örneğin “Glisin” adı verilen bir amino asit tek bir proteinin üretilmesi sırasında 20 veya 30 değişik yerde sıralamaya katılır. Bu amino asitlerin sıralaması gerçek anlamda kusursuzdur ve bir protein molekülü ancak bu kusursuz sıralamaya sahip olduğu sürece işlev görebilir. 

Protein molekülünde bulunan 20 çeşit amino asitin hepsi benzer bir yapıya sahiptir. Bütün amino asitlerde karbona bağlı “karboksil” adı verilen bir grup, bir de amino grubu bulunmaktadır. Yapı olarak aynı olan bu amino asitleri birbirlerinden farklı yapan tek şey, sahip oldukları yan zincirlerdir. Yan zincirlerin edindikleri farklı atomlar ve farklı bağlantılar nedeni ile değişik yapılara, farklı elektrik yüküne ve suda değişik oranlarda çözünürlüğe sahiptir olurlar.

Aminoasitler, proteinleri meydana getirebilmek için peptid bağları adı verilen özel bir bağ ile birbirlerine bağlanırlar. Peptid bağları ile bağlanan amino asitlerin bir düzen içinde bulunmaları, proteinlerin üç boyutlu yapılarını belirlemektedir. Proteinler, bu üç boyutlu yapılarına göre çeşitli görevler üstlenir ve hücrenin kimyasal reaksiyonlarının çeşitli basamaklarında kullanılırlar. Eğer enerjiye ihtiyaç duyuluyorsa proteinler farklı kimyasal reaksiyonlara girerler. Eğer hücrenin amino asite ihtiyacı varsa, proteinler parçalanarak amino asitlerine ayrılırlar. Ayrıca proteinler hücre zarında tuğla görevini de görmektedirler. Kısacası, hücre içinde proteinlerin kullanılmadığı yer yok gibidir. 

Bir proteinin fonksiyonel özelliklerini, söz konusu üç boyutlu yapısı belirlemektedir. Gergin bir halde duran veya gelişigüzel kıvrılıp bükülen bir protein molekülü biyolojik olarak kullanılmaz durumdadır. Proteinin fonksiyon kazanabilmesi için, atomlarının uygun bir şekilde düzenlenmesi gerekir. Aynı atomlara sahip olduğu halde belli bir düzene sahip olmaması durumunda bir proteinin “protein” işlevine sahip olması mümkün değildir.

Proteinin üç boyutluluğu, atomların bu molekülü meydana getirebilmek için tercih ettikleri bağlanış biçiminden kaynaklanır. 

Protein Molekülünün Yapısı

Proteinler molekül özelliklerine göre ikiye ayrılırlar. Birinci grup “ipliksi” proteinlerdir. İpliksi proteinler bir eksen doğrultusunda düzenli bir yapı gösterirler. Bu proteinler özellikle kasları kemiğe bağlayan sert bölümleri oluşturan tendon ve kemik dokularında bulunur. İpliksi protein moleküllerinin özelliği, suda çözünmemeleri ve fiziksel olarak son derece dayanıklı bir yapıda olmalarıdır. İkinci grup proteinler ise “küresel” proteinlerdir. Küresel proteinlerde, ipliksilerin aksine, amino asit zinciri düzensiz olarak kıvrılmakta ve küresel bir şekil almaktadır. Bu proteinler suda çözünebilirler ve fiziksel olarak dayanıklı değildirler. Bunun bir dezavantaj olduğunu düşünebilirsiniz, oysa bu dayanaksız yapı insan bedeni için çok büyük önem taşır. Genellikle hücrenin hareket eden ve dinamik fonksiyonlu proteinleri küresel yapıdadır. Bugün bilinen 2000 enzimin hemen hepsi, antikorlar, hormonların bir kısmı ve hemoglobin küresel protein yapısındadır. Bazı proteinler de hem ipliksi hem de küresel özellik gösterirler. Bunlar yapıları nedeni ile ipliksi proteinlere benzeseler de sulu tuz çözeltilerinde erimelerinden dolayı küresel özellik göstermektedir. Çizgili kas yapısında bulunan miyozin ve kanın pıhtılaşmasını sağlayan fibrinojen molekülü bu gruba dahildir. 

Tüm Bedenin Denetimi Enzimlere Aittir 

Bazı proteinler enzim yapısındadır ve hücre içinde sürekli olarak kimyasal reaksiyonlara katılarak vücudun metabolizmasına ait faaliyetleri düzenlerler. İnsan hücresinin içinde 3500’den fazla enzim bulunmaktadır. Bunlardan bir veya birkaç tanesinin eksik olması durumunda ise hücre içi faaliyetler tamamen birbirine karışabilir. Bunun sonucu ise hücrenin parçalanıp bozulması yani canlılığın sona ermesidir. 

Enzimlerin en önemli görevi DNA molekülünün kopyalanmasına yardımcı olmaktır. Bunun dışında bu akıllı moleküller, nefes almamızı, ayakta durabilmemizi, yemek yiyebilmemizi, görmemizi, konuşmamızı, büyüyüp gelişmemizi sağlamak için hiç durmadan vücut içinde hareket halindedirler. DNA’da kayıtlı olan genetik kodlara göre ribozom adı verilen hücre organelinde üretilen büyük moleküller, vücut içinde gerekli mesajları gerekli yerlere gönderir, hangi işlem için hangi organın harekete geçmesi gerektiğini bilir, hücre içindeki fazla maddeleri ayıklar ve vücut içinde sürekli olarak bir işe koşarlar. Bu moleküller, becerikli birer “denetleyicidirler”.

Bir enzim molekülünü diğer protein moleküllerinden ayıran tek fark sahip olduğu üç boyutlu şekildir. Eğer enzimler kendi özelliklerini belirleyen bu özel üç boyutlu şekle sahip olmasalardı, hücre içi işlemler, beyinden çeşitli organlara iletilen bilgiler ve hücre içi denetimler olmayacak ve hücreleri yaşatmak için gerekli pek çok işlem yapılamayacaktı. Unutulmamalıdır ki, DNA’nın kopyalanması sırasında meydana gelen hataları düzeltecek tek bir enzimin var olmaması, ilgili genin işlevsiz kalmasına veya daha da kötüsü hatalı üretim yaparak kanser başlatmasına neden olabilir. Enzimlerin vücudun farklı yerlerine ulaşarak çeşitli işlemler gerçekleştirme yöntemleri de moleküler dünyadaki bir başka mucizedir. Enzimin kendisine ulaşıp haber taşıdığı, değişikliğe uğrattığı veya harekete geçirdiği molekülü tanıması gerekmektedir. Enzim, karşısındaki molekülün üzerinde bulunan çeşitli şekil ve yapılardan bu molekülün ne tip bir reaksiyona girebileceğini anlar. Artık yakından tanıdığı bu molekülde reaksiyon başlatır ve yapısında karakteristik değişiklikler meydana getirir. Önemli olan, bu enzimin birleşeceği molekülün üç boyutlu yapısıdır. Molekülün sahip olduğu bu üç boyutlu karmaşık geometrik yapı, mükemmel bir şekilde enzimin moleküler yapısına uyum gösterir. Bu adeta kilide uyan anahtar gibidir. İki molekül birbirlerine kenetlendiklerinde bir kilit sistemi meydana gelir ve böylelikle birbirlerini etkileyebilirler. Bu kilit sistemi sayesinde enzim, molekülde meydana gelmesi gereken değişikliği yerine getirir. Hücrede binlerce farklı reaksiyon olur ve bunların gerçekleşebilmesi için binlerce farklı enzim mevcuttur. Hücrelerimizin her birinde her dakika birkaç bin enzim reaksiyona girer. Bazen tek bir enzim tek bir saniyede 300 ayrı molekül ile bu birleşme işlemini gerçekleştirir. Bütün bu reaksiyonların gerçekleşebilmesi ve enzimlerin faaliyete geçebilmesi için vücut ısısının ve vücudun pH dengesinin de belli oranlarda olması gerekmektedir. Belirli bir ısının üzerinde iken enzimler parçalanırlar. Bu durum aynı zamanda bütün proteinlerin parçalanmasına neden olur. 

Hücre Zarı 

Hücre zarı, temelde yağ ve protein moleküllerinden oluşmaktadır. Ama aslında üzerinde çok daha farklı özelliklere sahip yapılar da bulunur. Hücre zarının mucizevi yönü de söz konusu yapılardan kaynaklanmaktadır. Zarın üzerinde bulunan bu yapılar, iyon ve molekül pompalarıdır. Bu pompalar hücrenin dışındaki birçok maddeyi hücrenin içine almakla sorumludur. Hücre zarının “seçici geçirgen” yapısı, bu pompaların bir sonucudur. Hücre zarı, sahip olduğu bu pompalarla glikoz gibi besin maddelerini içine alırken, hücre için zararlı olabilecek malzemelerin veya fazlalıkların da hücreden dışarı çıkmasını sağlar. Aynı zamanda bu yapılar sayesinde dışarıdaki zararlı maddelerin de hücre içine girmesi engellenmiş olur. Bu arada bu mükemmel yapı, hücrenin ihtiyaçlarını da tespit eder ve hücrenin gereksiniminden fazla besinin içeriye girmesine izin vermez. Kısacası bu mucize zar, sahip olduğu diğer moleküllerle işbirliği içine girerek akıl gösterir, değerlendirmeler yapar, karar verir ve kendisinden beklenmeyen bir iş gerçekleştirir. Hücre zarının bu özelliğinin ne kadar gerekli ve önemli olduğunu daha iyi anlamak için şu örneği verebiliriz. Yılan zehirinin bir insanı öldürmesinin sebebi, zehirin hücre zarını parçalaması ve bu nedenle hücrenin içine her türlü zararlı maddenin girebilmesidir. 

Zarın üzerindeki molekül pompaları ve geçişe izin veren kapılar, içeriye girecek malzemeleri ayırt ederken oldukça seçici ve akılcıdırlar. Hücrenin içine çok çeşitli maddeler girer. Maddeler farklı olunca, bunların elbette boyutları da birbirlerinden farklı olmaktadır. Hücre içine giren maddeleri, son derece küçük boyutları ile elektron ve fotonlar, protonlar, iyonlar, su gibi küçük moleküller, amino asit ve şeker gibi orta boy moleküller, protein ve DNA gibi oldukça büyük boyuttaki moleküller oluşturmaktadır. Hücre zarı, üzerindeki pompalar sayesinde hücre için gerekli olan bir molekülü, “ne kadar büyük olursa olsun”, büyük bir gayret göstererek hücre içine alır. Kimi zaman hücre içine alınacak olan molekül bu kapılardan geçemeyecek kadar büyük olur. İşte bu durumda zar, etraftaki enzimleri yardıma çağırır. Hücreye girmesi gereken bir molekül, enzimler yardımı ile zarın üzerindeki kapı genişletilerek hücre içine alınır. 

Bu geçiş tamamlandıktan sonra enzimler tekrar harekete geçer ve söz konusu kapıyı eski haline döndürürler. Bu işlem sırasında ne kapıya, ne hücre zarına, ne de hücreye hiçbir zarar gelmez. Moleküller adeta bir habercileri veya bir iletişim sistemleri varmışcasına birarada hareket eder, iş bölümü yaparlar. Hücre zarı üzerinde bu özelliklere sahip moleküller bulunmasa ne olur? Bu moleküllerin eksikliği kuşkusuz canlı hayatının sonu demektir. Çünkü bu moleküller olmadan hücre, içine besin alamayacağı için beslenemez, içindeki atıkları dışarı çıkaramayacağı veya dışarıdan zararlı maddeleri içine alacağı için sürekli olarak zarar görür. 

Hücre zarı başka önemli özelliklere de sahiptir. Zarın yüzeyinde elektrik yüklü alanlar bulunur. Bu alanlar sayesinde zarın iki yüzü arasında bir elektrik potansiyeli meydana gelir ve elektrik akımı başlar. Bu özellik, vücuttaki sinir hücrelerinin faaliyetleri için son derece önemlidir. “Bilgilerin” hücreden sinirler boyunca beyne iletilmesi, hücre zarında bulunan bu elektrik kaynağı sayesinde gerçekleşmektedir. Bilindiği gibi vücut içinde herhangi bir yerden gelen sinyaller, çeşitli elektrik akımları sayesinde beyne iletilirler. Eğer moleküllerin başlattığı bu elektriklenme olmazsa, vücut içinde haberleşme diye bir şey söz konusu olmayacaktır. Bir başka deyişle dokunduğunuz bir şeyi hissedemezsiniz. Çünkü dokunduğunuz bir şeyi hissetmenizin nedeni dokunduğunuz yerden, örneğin elinizden beyninize iletilen elektrik sinyalleridir. Eğer beyne bu sinyaller gitmezse, beyin hiçbir şey algılamayacaktır. Beynin algılayamadığı bir şeyi hissetmeniz ise mümkün değildir. 

Hücre zarının üzerindeki moleküller aynı zamanda zarda meydana gelebilecek herhangi bir hasarı da tamir edebilecek yeteneğe sahiptirler. Hücre zarında herhangi bir yırtılma veya delinme söz konusu olduğunda zar üzerinde bulunan ve bu hasarı hemen tespit edebilen moleküller harekete geçer ve çok kısa bir süre içinde bu aksaklığı giderirler. Bu moleküller zarın her yanını her an denetlerler. Onlar da diğer moleküller gibi yerine getirmeleri gereken görevi tam olarak bilir ve hücre içinde bir başka işe karışmazlar. Bu moleküllerin olmaması durumunda da hücrede meydana gelen aksaklıkların ortadan kaldırılması mümkün olmayacak ve hücre bozulması da ölümle bile sonuçlanabilecek çeşitli hastalıklara sebep olacaktır. 

Hücre zarı yüzeyinde ayrıca dışardan gelen çeşitli bilgileri de algılayabilen reseptör moleküller bulunmaktadır. Bu reseptörler, çeşitli proteinlerin mozaik bir yapıda hücre yüzeyine yerleşmelerinden oluşur ve vücut içinde hormon gibi çeşitli sinyaller ve bilgiler taşıyan moleküllere karşı duyarlıdırlar. Onlardan gelen bilgileri alır, algılar ve faaliyete geçerler. Bu bilgi alışverişi de yine hücre yüzeyinde söz konusu proteinlerin şekillerinden kaynaklanır. Bilgiyi taşıyan molekülün şekli, bunu algılayacak olan molekülün şekline uyum gösterdiğinde, ikisi birbirlerini tanır ve iletişim böylece sağlanır. 

Alıntıdır.