DÎNİ SÖZLÜK “E”

Kasım 16, 2022

EDÂ:

Yerine getirme, yapma. Namaz, oruç, hac, zekât gibi bir ibâdeti vaktinde yapmak.

Allahü teâlânın sana farz kıldıklarını edâ et, insanların en âbidi (ibâdet edeni) olursun.

Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden sakın, insanların en zâhidi, dünyâya rağbet etmiyeni olursun. Allahü teâlânın verdiği rızka râzı ol, insanların en zengini olursun. (Hadîs-i şerîf-Hadîka, Künûz-ül-Hakâyık)

Edâ niyyeti ile kılınan bir namaz, vakti girmeden kılınmış ise, nâfile olur. Vakti çıktıktan sonra kılınmış ise, kazâ olur. “Bugünün öğle namazını edâ etmeye” diye niyet eden kimse, vakit çıkmış ise, öğleyi kazâ etmiş olur. Öğle vakti çıktı sanarak, bugünkü öğleyi kazâ etme niyeti ile kılınca, vakit çıkmadığı anlaşılınca, öğleyi edâ etmiş olur. (İbn-i Âbidîn)

Edâ Şartları:

Bir işin, ibâdetin sahîh ve mûteber olması için lâzım olan şartlar.

Cumâ namazının edâ şartları yedidir: 1) Namazı şehirde kılmak. 2) Hükûmet reisi veya vâlinin izni ile kılmak. 3) Öğle namazının vaktinde kılmak. 4) Vakit içinde hutbe okumak. 5) Hutbeyi namazdan önce okumak. 6) Cumâ namazını cemâatle kılmak. 7) Câminin herkese açık olmasıdır. (İbn-i Âbidîn)

EDEB:

1. Güzel hallere ve huylara sâhib olma ve utanılacak hareketlerden sakınma, her hususta haddini bilip, sınırı gözetme hâli.

Edebi gözetmek, zikirden üstündür. Edebi gözetmeyen Hakk’a kavuşamaz. (İmâm-ı Rabbânî)

Allahü teâlâya karşı edeb, O’nun emirlerini yerine getirmekle olur. Avâmın, halkın edebi, dînin emirlerine uymak, havâssın, seçilmişlerin edebi, dînin emirlerine uymakla berâber kalbi zikr (Allahü teâlâyı anmak) nûru ile aydınlatmak, gönülden Allahü teâlâdan başka her şeyi çıkarmaktır. (İmâm-ı Gazâli)

Âdemoğlunun edebden nasîbi yok ise insan değildir. Âdemoğlu ile hayvan arasındaki fark budur. Gözünü aç ve gör ki bütün Allahü teâlânın kelâmının mânâsı, âyet âyet edebden ibârettir. (Şems-i Tebrîzî)

İnsanlar edebe ilimden çok daha fazla muhtacdır. (Abdullah bin Menâzil)

En büyük edeb, ilâhî hududu muhâfaza etmek, gözetmek, Allahü teâlânın emirlerine uymak, yasaklarından sakınmaktır. (Abdülhakîm-i Arvâsî)

Din büyüklerinin yolu baştan sona edebdir. (İmâm-ı Rabbânî)

Bir kimsenin edebli olması, iyi kalblilik ve akıllılık alâmetidir. (Sırrîy-i Sekatî)

Kul için güzel edebden daha iyi mertebe görmedim. Çünkü aklın hayâtı edebdir. İnsan edeb ile dünyâ ve âhirette yüksek derecelere kavuşur. (Ebû Osman Hîrî)

Edeb ehli edebden hâli olmaz,

Edebsiz ilim öğrenen âlim olmaz.

(M.Sıddîk bin Saîd)

İlim meclislerinde aradım, kıldım taleb,

İlim geride kaldı ille edeb ille edeb.

Edeb bir tâc imiş nûr-i Hüdâ’dan

Giy ol tâcı emin ol her belâdan

(Yûnus Emre)

2. Namazda müstehab ve mendup olan şeyler.

Namazın sünnet ve edeblerinden birini gözetmek ve tenzîhi bir mekruhtan sakınmak; zikir ve tefekkürden üstündür. (İmâm-ı Rabbânî)

İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretleri namaz abdestinin edeblerinden bir edebi terk ettiği için kırk senelik namazını kazâ etmiş, yeniden kılmıştır. (İmâm-ı Rabbânî)

EDÎB:

1. Güzel hasletleri kendinde toplayan, haddini bilen.

2. Düzgün, güzel ve pürüzsüz söz söyleyen ve yazan, edebiyatçı.

EDİLLE-İ ŞER’İYYE:

Din bilgilerinin elde edilmesine esâs olan ve bunlara bağlı bulunan deliller.

Edille-i şer’iyye dörttür: Kitâb (Kur’ân-ı kerîm), Sünnet (Peygamber efendimizin söz, fiil ve takrirleri, bir iş yapılırken görüp de ona mâni olmadıkları şeyler), İcmâ (müctehid âlimlerin dînî bir işin hükmünde söz birliği etmeleri) Kıyâs (hükmü bilinmeyen bir şeyi hükmü bilinene benzeterek anlamak). (Abdülganî Nablüsî)

İslâmiyet, edille-i şer’iyye ve ona bağlı ikinci derecedeki delil ve vesîkalar ile bize gelmiştir. Bu delîllere dayanmayan, bunların dışında kalan her şey bid’attir, red olunur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Din ile ilgili hükümlerin isbâtında edille-i şer’iyye, mû’teberdir. Tasavvufçuların keşif ve kerâmetleri değil. (İmâm-ı Rabbânî)

Edille-i şer’iyyenin dört olması müctehidler içindir. Mukallidler yâni dört mezhebden birinde olanlar için delil, sened, bulunduğu mezheb reisinin ictihadı ve sözüdür. (Hâdimî)

EF’ÂL-İ İLÂHİYYE:

Allahü teâlânın işleri.

Rızk; maâşa, mala, çalışmaya bağlı değildir. Böyle olmakla berâber, çalışmak lâzımdır. Çünkü ef’âl-i ilâhiyye, sebebler ile meydana gelir. Âdet-i ilâhiyye (Allahü teâlânın kânunu) böyledir. Fakat bâzan bir işin meydana gelmesinde lâzım olan sebepler bulunduğu hâlde, o fiil (iş) meydana gelmiyebilir. Yâhut sebepsiz de hâsıl olabilir. (Muhammed Rebhâmî)

EF’ÂL-i MÜKELLEFÎN:

İslâm dîninde mükelleflerin (dînî vazîfeleri yerine getirmekle yükümlü, sorumlu kimselerin) yapmaları ve sakınmaları lâzım olan emirler ve yasaklar. Ahkâm-ı İslâmiyye (fıkıh bilgileri), din bilgileri.

Ef’âl-i mükellefîn sekizdir: Farz, vâcib, sünnet, müstehâb, mubâh, harâm, mekrûh, müfsid. Bunları fıkıh ilmi öğretir. (İbn-i Âbidîn)

İki cihân (dünyâ ve âhiret) seâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhiretin efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tâbi olmağa (uymağa) bağlıdır. O’na tâbi olmak için îmân etmek ve ef’âl-i mükellefîni öğrenmek ve yapmak lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Ef’âl-i mükellefîni yerine getirmek çok kolaydır. Kalbi bozuk olana güç gelir. Bir çok işler vardır ki, sağlam insanlara kolaydır. Hastalara ise güçtür. Kalbin bozuk olması, ş erî’ate, İslâmiyete tam olarak inanmaması demektir. Bu gibi insanlar, inandım dese de hakîkî tasdîk (inanma) değildir. Laf (dil) ile tasdîkdir. Kalbde hakîkî tasdîkin, doğru îmânın bulunmasına bir alâmet, Ef’âl-i mükellefîni yerine getirmekte kolaylık duymaktır. (İmâm-ı Rabbânî)

EFSÛN:

Fen yolu ile tecrübe edilmemiş maddeler ve Kur’ân-ı kerîmden olmayan, mânâsız yazılar kullanmak. Mânâsı bilinmeyen ve îmânın gitmesine sebeb olan şeyleri okumak.

Efsûn yapan ve ateş ile dağlayan kimse, Allahü teâlâya tevekkül etmemiş olur. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)

Tevekkül edenler (herşeyi Allahü teâlâdan bekliyenler), falcılık, efsûn ve dağlamak ile hastalığı tedâvi etmez! (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)

EGOİST:

Kendi menfaatini düşünen bencil, hodbîn, enâniyet sâhibi.

EHAD (El-Ehad):

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hiç bir yönden benzeri olmayan, tek olan, ikilik tasavvur edilmeyen, hiç bir şeye muhtaç olmayan.

Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

De ki: O, Allah’tır, Ehad’dır. (İhlâs sûresi: 1)

Bilâl-i Habeşî radıyallahü anh, Ümeyye bin Halef’in kölesi iken İslâmiyet’le şereflenmişti. Hazret-i Bilâl’in müslüman olduğunu duyan Ümeyye, ona çok eziyet ve işkence yapardı. “İslâm dîninden dön! Lât ve Uzzâ putlarına tap” diye zorladıkça, Bilâl radıyallahü anh da; “Ehad Ehad” diyerek îmânını bildirdi. (İbn-i Sa’d)

EHÂDÎS:

Hadîs-i şerîfler. Peygamber efendimizin mübârek sözleri, işleri ve görüp de bir şey demedikleri, mâni olmadıkları şeyler. Hadîs’in çokluk şeklidir.

EHL-İ ABÂ:

Resûl-i ekrem ile birlikte hazret-i Ali, hazret-i Fâtıma, hazret-i Hasen ve Hüseyn’in hepsine verilen isim.

Bir gün Resûlullah efendimiz, hazret-i Ali ile Fâtıma, Hasen ve Hüseyn’i mübârek abâları ile örterek; ” İşte benim ehl-i abâm bunlardır. Yâ Rabbî! Bunlardan kötülüğü kaldır ve hepsini temiz eyle” buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)

EHL-İ BEYT:

Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın bütün âile fertleri. Mübârek zevceleri, çocukları , kızı hazret-i Fâtıma ile hazret-i Ali ve bunların mübârek evlâdları olan hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn’den kıyâmete kadar gelecek nesilleri.

Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

Ey Habîbimin ehl-i beyti! Allahü teâlâ, sizin günâhtan uzak olmanızı istiyor. (Ahzâb sûresi: 33)

Ehl-i beytim, Nûh’un (aleyhisselâm) gemisi gibidir. Binen kurtulur, binmeyen boğulur. (Hadîs-i şerîf-Câmi-us-Sagîr-Müstedrek)

Sırat köprüsünden ayakları kaymadan geçenler, ehl-i beytimi ve eshâbımı çok sevenlerdir. (Hadîs-i şerîf-Resâil-i İbn-i Âbidîn)

Zâhir ve bâtın ilimlerinde yâni kalb ilimlerinde büyük âlim olan babam, her zaman ehl-i beyti sevmeği tavsiye ve teşvik ederdi. Bu sevginin, son nefeste îmânla gitmeye çok yardımı vardır derdi. Ehl-i beytin sevgisi, Ehl-i sünnetin sermâyesidir. Âhiret kazançlarını hep bu sermâye getirecektir. (İmâm-ı Rabbânî)

İlâhi! Fâtımâ evlâdı hâtırına,

Son sözüm kelime-i tevhîd ola,

Eğer bu duâmı edersen red ya kabûl,

Sarıldım Ehl-i Beyt-i Nebî eteğine.

(Ahmed Fârûkî)

EHL-İ BİD’AT:

Bid’at   sâhipleri.  Peygamber   efendimizin   ve   eshâbının   bildirdiği   doğru            îtikâddan (inanıştan) ayrılanlar.

EHL-İ DÜNYÂ:

Âhireti unutup, dünyâya sarılanlar. Dünyâya düşkün olanlar.

EHL-İ GAFLET:

Dünyâya dalıp, âhireti unutanlar.

Kastedip halkın özüne

Toprak doldurup gözüne

Ehl-i gafletin yüzüne

Gülen dünyâ değil misin?

(Azîz Mahmûd Hüdâî)

EHL-İ HAK:

Doğru yolda olanlar.

EHL-İ HÂL:

Hâl sâhibi. Mânevî zevklere kavuşmuş kişi.

EHL-İ HEVÂ:

1. Nefsine uyan, nefsinin arzu ve istekleri peşinde koşan.

2. Bid’at (dinde olmayan inanış ve işler) sâhibi.

Ehl-i hevâ, kısa akıllarına, nefslerine uyarlar. Bunlardan, aslandan kaçar gibi kaçmalıdır. Yetmiş iki sapık fırka böyledir. (İmâm-ı Rabbânî, Tahtâvî)

EHL-İ İSLÂM:

Müslümanlar. Peygamber efendimizin bildirdiklerinin hepsini beğenen, kalbiyle inanıp, diliyle söyleyen müslüman.

EHL-İ KEŞF:

His ve akılla anlaşılamayan şeylerin, kalbine doğduğu velî zâtlar.

Müctehidlerin (dinde söz sâhibi âlimlerin) ve onların mezheblerinde bulunanların da hatâlı işlerine sevap verilir. Ehl-i keşfin hatâsı kendileri için affedilir ise de, mukallidleri, onları taklid edenler, mâzûr değildir, affedilmezler. (Abdülhakîm-i Arvâsî)

EHL-İ KIBLE:

Kâbeyi kıble edinenler, müslümanım diyenler. İş ve sözünde açıkça küfür görülmeyen dalâlet (sapık) fırkalarında olanlar.

Cehennem’e girecekleri bildirilmiş olan yetmişiki bid’at fırkası, ehl-i kıble oldukları için bunların hiçbirine kâfir dememelidir. Fakat bunların, dinde inanılması zarûrî, lâzım olan şeylere inanmayanları ve Ahkâm-ı Şer’iyyeden her müslümanın işittiği, bildiği şeyleri te’vilini bilmeden red edenleri kâfir olur. (İmâm-ı Rabbânî)

EHL-İ KİTÂB:

Hazret-i Îsâ veya Mûsâ aleyhimesselâmdan birine ve bunlara gönderilen kitâblara inanan kâfirler, yahûdîler ve hıristiyanlar.

Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

Ey Habîbim! Ehl-i kitâb olan yahûdî ve hıristiyanlara söyle: Semâvî kitaplar ve Resûllerde ihtilâf (ayrılık) olmayıp, bizimle sizin aranızda berâber olan kelimeye gelin. Şöyle ki: “Allahü teâlâdan başkasına ibâdet etmeyelim ve hiçbir şeyi O’na şerik, ortak koşmayalım, Allah’ı bırakıp da içimizden hiç kimseyi (kimimiz kimimizi) Rab’lar edinmiyelim” deyiniz. Eğer Ehl-i kitâb bu kelimeden yüz çevirirlerse (o halde) şöyle deyin:

“Şâhid olun, biz gerçek müslümanlarız.” (Âl-i İmrân sûresi: 64)

Yâ Muâz bin Cebel! Sen, ehl-i kitâbdan bir kavme gidiyorsun. Onları ilk dâvet edeceğin şey, Allahü teâlâya ibâdet etmeleri olsun. Allahü teâlâyı tanıdıkları zaman, onlara beş vakit namazın farz olduğunu söyle. Bunu da yaparlarsa, mallarından alıp, fakirlerine vereceğin zekâtın farz olduğunu söyle. (Hadîs-i şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ)

Ehl-i kitâb, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemin peygamber olduğunu bilirler. Fakat inadları ve hasedleri yüzünden inanmazlardı. (İmâm-ı Rabbânî)

EHL-İ KUBÛR:

Kabir ehli. Kabirdekiler, ölüler.

Ne kendi etdi râhat ne âlem etdi huzur,

Yıkıldı gitti cihândan dayansın ehl-i kubûr.

(Lâ Edrî)

EHL-İ RE’Y:

İçtihadda, dînî hükümleri bildirmede İmâm-ı A’zam ve Irâk âlimlerinin yoluna tâbi olanlar. Bunlara ehl-i kıyâs, eshâb-ı re’y de denir.

Bir işin nasıl yapılacağı, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş ise, buna benziyen başka bir işin nasıl yapıldığı aranır, bulunur. Bu iş de, onun gibi yapılır. Bunu müctehidler yapar. Eshâb-ı kirâmdan (Resûlullah efendimizi görüp sohbet eden arkadaşlarından) sonra, ehl-i re’y olan müctehidlerin reîsi, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’dir. (Abdülhakîm Arvâsî)

EHL-İ RİVÂYET:

Dînî kaynaklardan hüküm çıkarırken Hicâz âlimlerinin yoluna tâbi olanlar. Bunlara; ehl-i hadîs, ehl-i eser de denir.

Ehl-i rivâyet, Medîne-i münevvere ahâlisinin âdetlerini, kıyâstan yâni ictihâd yaparak mes’eleyi çözmekten üstün tutar. Rivâyet yolunda olan müctehidlerin büyüğü, İmâm-ı Mâlik’tir. (Abdülhakîm Arvâsî)

EHL-İ SALÎB:

Haç sâhipleri. Târihte papalığın teşvikiyle müslümanlara karşı birleşerek seferler tertipleyen, milyonlarca insanın canına kıyan, devletlerin yıkılmasına sebeb olan hıristiyan milletler topluluğu, haçlılar, hıristiyanlar.

1099 (H. 492) senesinde Ehl-i salîb orduları Kudüs’e girmeye muvaffak oldular. Şehre girince müslüman ve yahûdî 70.000 kişiyi boğazladılar. Câmilere sığınan müslüman kadınları ve çocukları hiç acımadan öldürdüler. Sokaklardan sel gibi kan aktı. Sokakları dolduran ölüler yüzünden yollar tıkandı. Ehl-i salîb o kadar vahşîleştiler ki, daha Almanya’da Ren nehri kıyılarında iken, rastladıkları on bin yahûdîyi orada boğazladılar. (Târihçi Michaudnun)

EHL-İ SUFFA:

Medîne-i münevverede, akrabâları ve evleri bulunmayan, Peygamber efendimizin mescidinin suffa denilen ve üzeri hurma dallarıyla örtülü bölümünde kalan eshâb-ı kirâm.

Ey Ehl-i Suffa! Size müjdeler olsun. Eğer ümmetimden sizin içinde bulunduğunuz bu zor şartlara râzı bir kimse kalmış olursa, o, elbette benim arkadaşlarımdandır. (Hadîs-i şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ)

Ehl-i Suffa’nın hepsi hayatlarını dîne bağlamış, kendilerini ilme vermişlerdi. Suffa ehline kurrâ da denilirdi. Burada yetişenler, yeni müslüman olan kabîlelere muallim olarak gönderilirdi. Pekçok fazîletlere sâhib olan bu mübârek sahâbîler, büyük bir irfân ordusu idiler. Peygamber efendimiz onları çok sever, oturup sohbet eder ve birlikte yemek yerlerdi. (Ebû Nuaym, Nişancızâde)

EHL-İ SÜNNET:

Îtikâdda (inanılacak şeylerde) ve yapılacak işlerde Peygamber efendimizin ve O’nun Eshâbının (arkadaşlarının) ve sonra gelen müctehid İslâm âlimlerinin yolunda bulunan müslümanlar, sünnîler.

Resûlullah efendimiz, ümmetinin başına gelecekleri bildirirken; “Benî İsrâil yetmiş iki kısma ayrıldı. Ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan yalnız biri kurtulacak, diğerlerinin hepsi Cehennem’e gidecektir.” Eshâb-ı kirâm bunu işitince, “Ohangisidir yâ Resûlallah!” dediler. “Benim ve Eshâbımın yolunda olanlardır” buyurdu. İslâm âlimleri, bu hadîs-i şerîfte bildirilen tek kurtuluş fırkasının Ehl-i sünnet olduğunu bildirdiler. (Abdülhak-ı Dehlevî, İmâm-ı Rabbânî)

Ehl-i sünnet olanlar bugün dört mezhebde toplanmış olup, bunlar: Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezhepleridir. (Tahtâvî)

Ehl-i beyti (Peygamber efendimizin soyundan gelenleri) sevmek, Ehl-i sünnetin sermâyesidir. (Abdülhakîm Arvâsî)

Ehl-i sünnete uymadan kurtuluş imkânsızdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Ehl-i Sünnet Âlimleri:

İnanılması lâzım olan din bilgilerini Eshâb-ı kirâmdan (Peygamber efendimizin arkadaşlarından) doğru olarak öğrenip, kitablara yazan ve Ehl-i sünnet îtikâdında olan İslâm âlimleri.

Ehl-i sünnet âlimlerinin yolunda gitmedikçe, kurtuluş olamaz, seâdete kavuşulamaz. (İmâm-ı Rabbânî)

Akıllı ve ergenlik çağına ulaşan her erkek ve kadının birinci vazîfesi, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları akâid bilgilerini (îmân bilgilerini) öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)

Cüneyd-i Bağdâdî, Sırrî-yi Sekatî, Fudayl bin Iyâd, İbrâhim bin Edhem, Şâh-ı Nakşibend, Ubeydullah-ı Ahrâr, Abdülkâdir-i Geylânî, Ahmed Rufâî, Ahmed-i Bedevî, İmâm-ı Rabbânî gibi tasavvuf büyükleri aynı zamanda Ehl-i sünnet âlimidirler. (S. Abdülhakîm bin Mustafâ)

Ehl-i Sünnet Îtikâdı:

Peygamber efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın (arkadaşlarının) ve onların yolunda bulunan İslâm âlimlerinin bildirdikleri doğru îtikâd, inanış.

Ehl-i sünnet îtikâdında olmayan din adamlarının yazılarını okuyanın kalbi kararır. (Süleymân bin Cezâ)

Kalbe gelen bütün keşifleri, hâlleri bize verseler, fakat kalbimizi Ehl-i sünnet îtikâdı ile süslemeseler, kendimi mahvolmuş ve hâlimi harâb bilirim. Bütün harâblıkları, felâketleri üzerime yığsalar, lâkin kalbimi Ehl-i sünnet îtikâdı ile şereflendirseler, hiç üzülmem. (Ubeydullah-ı Ahrâr)

Ehl-i sünnet îtikâdından hardal tânesi kadar ayrılanla sohbet, arkadaşlık, öldürücü zehirdir. (İmâm-ı Rabbânî)

Ehl-i sünnet îtikâdında olmayan hiç kimse evliyâ olamamıştır. (İmâm-ı Rabbânî)

Ehl-i sünnet îtikâdı sana önce lâzım olan,

Yetmiş üç fırka var amma, Cehennemlik geri kalan,

Müslümanlar hep sünnîdir, cümlenin reîsi Nu’mân,

Cennet ile müjdelendi, îmânda bunlara uyan.

(İmâm-ı Rabbânî)

EHL-İ TARÎK:

Tasavvuf yollarından birine girmiş olan.

EHL-İ TERTÎB:

Vitirle berâber en çok beş vakit namazı kazâya kalmış kimse.

EHL-İ VUKÛF:

Bir mes’ele hakkında ihtisâs ve bilgi sâhibi olan, bilirkişi.

Bir san’at sâhibine bir şey târif ederek iş yaptırmak olan istisnâ (ısmarlama) sözleşmesi yapılırken, fiyatın tâyin (belli) edilmesi şart değildir. Tâyin edilmiş ise, san’at sâhibinin sonradan fazla para istemesi câiz ise de, müşteri bunu kabûl etmediği takdirde, ehl-i vukûfun tesbit edeceği piyasa değerinde anlaşmaları lâzım olur. (İbn-i Nüceym)

Vâsi velî, yetimin malını başka birine kirâya verdikten sonra bir kimse çıkıp, bu kirâ sözleşmesinin gaben-i fâhiş (çok aldanma) ile vukû bulduğunu iddiâ etse, bu gibi sırf iddiâ ile kirâlamanın sahîh olmadığına (geçersizliğine) hükmedilemez. Ancak ehl-i vukûfa baş vurulur. Ehl-i vukûf, gaben-i fâhiş olduğunu söylerse, hâkim sözleşmeyi fesheder. (Ali Haydar Efendi)

EHL-İ ZİMMET:

Cizye (vergi) vermek şartıyla İslâm devleti içerisinde yaşayan gayr-i müslim vatandaş.

Zımmî.

Ehl-i zimmeti sevmemek ve düşman bilmek lâzım ise de, bunlara eziyet etmek ve incitmek harâmdır. (Hayreddîn-i Remlî)

Ehl-i zimmete zulmetmek, müslümana zulmetmekten daha fenâdır. Hayvana zulüm, işkence etmek ise, ehl-i zimmete zulmetmekten daha fenâdır. (Alâeddîn Haskefî)

EHLİYET:

Salâhiyet, elverişlilik. Kişinin borçlandırma ve borçlanmaya elverişli olması. Akıllı olmak, iyiyi kötüden ayırabilmek.

Alış-verişin sahîh (dînen doğru, mûteber) olması için, alıcı ve satıcıda ehliyet şartı aranır. Akıllı olmayan çocuk, velîsinin (meselâ babasının) izni olsa da, alış-veriş ehliyeti olmadığı için, yaptığı alış-veriş sahîh değildir. Çocuk yedi yaşında akıllı olur. (Hamza Efendi)

Ehliyet-i Edâ:

Şahsın dînen geçerli olacak şekilde iş yapabilmeye elverişli olması.

Ehliyet-i edâ, bizzat iş yapabilmeyi te’min eden aktif bir ehliyet çeşididir. İnsan bu ehliyeti sâyesinde başkaları ile tek başına hukûkî muâmelelerde bulunur. İşleri üzerine, mes’ûl olmak, alacaklı veya borçlu olmak gibi bir takım netîceler doğar. Ehliyet-i edâ, mecnunlarda (delilerde) ve çocuklarda vs. eksikdir. Akıllı olan ve bülûğ (erginlik) çağına gelenlerde tamdır. (Serahsî)

Ehliyet-i Vücûb:

İnsanın, lehine ve aleyhine olan hakların doğmasına elverişli olması. Vücûb ehliyeti

Her insanda zimmet (mükellef, yükümlü olma) özelliği bulunur. İnsanlar daha rûhlar âleminde iken Allahü teâlâ; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” buyurunca, onlar da; “Evet sen bizim Rabbimizsin” diyerek bir ahd, sorumluluk altına girmişlerdir. İşte zimmet bu ezelî (sonsuz öncelerdeki) ahdin, söz vermenin bir netîcesidir. Bunun içindir ki, ana karnındaki cenin (çocuk) için de ehliyet-i vücûb vardır. Fakat onun ehliyet-i vücûbu eksiktir, noksandır. Mîrâsçı olma, adına alınan şeylerin mülkiyetine sâhib olması gibi, sâdece lehine olan haklar sâbit olur. Bu haklardan faydalanır. Aleyhine olan şeylerden mes’ûl, sorumlu olmaz. Velîsi (meselâ babası) cenin için bir şey satın alsa, onun parasını ödemekle mükellef, yükümlü değildir, bu velîsine âit bir borç olur. Cenin dışında ister yeni doğmuş olsun, ister büyük olsun, diğer bütün insanlarda ehliyet-i vücûb tamdır. (Serahsî)


Arabistan’da İslam Öncesi Cahiliye Dönemi

Kasım 16, 2022

Hicaz Bölgesinde Cahiliyye Çağı

Arap Yarımadası’nın güney ve kuzeyinde yer alan Arap kabileleri uygarlık nimetlerinden yararlanmışken, ona kısımda bulunan Hicaz halkı susuz ve verimsiz çöl ortasında, gelişmiş devletlerle ilişkilerden uzakta, göçebe olarak kalmışlardı. Söz konusu bölgenin çevresi bu kadar sarp bir yer olduğundan M.Ö. eski Mısır krallarından S. Sost Ris adıyla bilinen ikinci Ramses, M.Ö. 4. yüzyılda Makedonya kralı Büyük İskender, M.Ö. 1. yüzyılda Roma İmparatorlarından Auguste’ün saltanatı döneminde Mısır valisi Alius Gallus gibi büyük fatihler bile söz konusu bölgeyi ele geçirememişlerdi. Bunun dışında Iran padişahları da en parlak dönemlerinde bile bu bölgeyi alamamışlardı. Bölgenin bu coğrafik konumu bölgede yaşayan halkın dış düşmanlardan endişe etmesine sebep bırakmadığı gibi, yine bu sayede canlarını koruma ve menfaat temini için uygarlık araçlarına ulaşmayı bir zorunluluk görmediklerinden -çünkü her şey bir zorunluluk ve ihtiyaç üzerine ortaya çıkar.- insanın yaratılışında bulunan galip gelme ve yenme dürtüsüyle birbirlerine birbirlerinin mallarını gasp etmekle uğraşarak vakit geçirmişler, başka şeyle uğraşmamışlardır. Bununla birlikte bölge halkı göçebelik dönemlerinde bile ilerideki parlak devirlerine delil olabilecek bir kişilik, vefakarlık, cesaret ve teşebbüs yeteneği vs. gibi ahlaki özelliklere sahipti.

Hicaz halkı nice asırlar boyunca yaratıldıkları biçimde, göçebe olarak yaşamışlardır. Uygarlık adına bir şey görebilmişlerse o da komşu bölgelerden kendi topraklarına göç eden Yahudiler aracılığıyla gelmiştir. Çünkü Hz. Musa zamanında ve daha sonra özellikle milattan önce son yüzyılda, bölgeyi yöneten Romalılardan gördükleri zulüm ve baskı etkisiyle, özellikle de Beyt al-Makdis’in tahrip edilmesinden sonra birçok Yahudi Hicaz’a göç etmişti. Büyük olasılıkla Nebatlılar da Romalıların yönetimi altına girdikten sonra gördükleri baskı ve zorbalığın etkisiyle aynı bölgeye göç etmişlerdi ve uygar bir toplum oldukları için Mekke, Medine ve Taif’i göç yeri seçmişlerdi. Büyük olasılıkla, Yahudilerin büyük bölümü Medine’yi seçiyor ve oraya göçüyordu. Kendi milletlerinden olan Evs ve Hazreç kabileleri Medine’de oturuyorlardı.

Mevsimler ve iklim değişikliklerinin adet, gelenek, görenek ve ahlak yönünden Araplar üzerinde büyük etkisi olmuştur. Yemen’deki ünlü seddin yıkılması nedeniyle birçok kabilenin Hicaz’a göç etmiştir. işte bu göç ve karışıklıklardan sonra Hicaz halkı göçebe Araplar ve Mekke, Taif, Medine gibi kentlerde oturan kentlileşmiş Araplar olmak üzere iki bölüme ayrılmıştır.

Mekke, Kabe’yi ziyaret için çevreden gelenlerce hac makamı kabul edildiği için Hicaz’ın en ünlü şehriydi. Her yıl belli vakitlerde toplanan hacılar sayesinde Mekke zamanla bir ticaret merkezi olduktan başka çevresinde yaşayan güçlü Arap kabilelerinin de dikkatini çekmişti. Mekke-i Mükerreme tarihin ilk dönemlerinde İsmailoğullarından olan Hicazlıların kontrolündeydi. İsmailoğulları Kabe’nin koruyucuları ve kapıcılarıydılar. Ancak sonraları 2. yüzyılda Huzaaoğulları Ma’rib Seddi yıkıldıktan sonra Yemen’den Hicaz’a göç edince, Yemen’de yönetici oldukları dönemde alıştıkları egemenlik etkisiyle Hicazlıları kontrolleri altına almışlardı. İsmaililer (veya Adnaniler) o sırada zayıf bir haldeydi. Ancak çok zaman geçmeden Huzaaoğulları zayıflamış, Adnaniler ise güçlenerek aralarından Kinane kabilesi ve Kinane’den de Kureyş kabilesi doğmuştur.

M.S. 5. yüzyılda Kureyş kabilesinin başında Kusay b. Kilab b. Mürre bulunuyordu. Akıllı, bilge, yönetici yetenekleri olan bir kişi olduğundan Kabe’nin de yöneticiliğini elde etmek amacıyla, Kabe yöneticisi olan Huzaa’dan Halil adlı birinin kızıyla evlendi. Kusay’ın bu evlilikten birkaç çocuğu olmuş, güçlenmiş ve ticaretle uğraşarak zengin olmuştur. Kayınpederi sıkıntıya düşünce, Kabe’nin bekçilik ve kapıcılığını Kusay’ın eşi olan kızına vasiyet etti. Ancak kızı kendisi için zor olan bu görevi, gücü yetmediği gerekçesiyle kabul etmedi. Bunun üzerine hasta kayınpeder Ferraş, Sidanet’i (Kabe’nin bekçilik ve koruyuculuğu) kendi oğluna vasiyet etti. Ancak oğlu da zayıf ve güçsüz olduğundan bu görevi Kusay’a bir tulum şarap karşılığında sattı.

Kabe’nin bekçiliği ve kapıcılığı görevinin bu şekilde İsmaililere geçmesi Huzaalılar’ın onuruna dokunmuş ve bu yüzden iki taraf arasında savaşlar çıkmış, sonunda işin barış ve hakem yoluyla sonuca bağlanmasına karar verilmiştir. Hakemlik için Kureyş’ten seçilen kişi Kusay’ın lehine hüküm vermiş ve kutsal görev, İslam’ın doğuşuna kadar Kureyş üzerinde kalmıştır.

Kabe’nin kapıcılığı Mekke’ye hakim olmak anlamını taşıyordu. Bu hakkı ele geçiren Kusay, akrabası olan Kureyşlileri Mekke’de toplayarak Mekke’yi dört kısma bölmüş ve yönetimi onlarla paylaşmıştır. Kureyşliler reisleri Kusay’ın emrinde Mekke’yi bayındır bir biçime sokmuşlardır.

Kusay’dan sonra oğlu Abdimenaf babasının yerine geçmiştir. Abdimenaf’ın çocuklarından ikisinin adı Haşim ve Abdişems idi. Ölümü yaklaşınca Kabe’nin koruyuculuğunu oğlu Haşim’e vasiyet etmiştir. Abdişems’in Ümeyye adındaki oğlu (Emevilerin dedesi) amcasının bu şekilde reis olmasını çekemediğinden amca ile yeğen arasında nefret ve düşmanlık oluşmuştur.

Ümeyye kendi kabilesi arasında amcasından daha çok ünlü ve söz sahibi olduğunu savunuyordu. Amcası onunla tartışmak istemiyordu. Kureyş işe karışarak amca ile yeğeni arasında bir yarış yapılmasını arzu etti. Davayı her kim kaybederse diğerine 50 deve vermekle birlikte, Mekke’den 20 sene uzaklaşması şart koşulmuştu. Ümeyye bunu kabul etti. Asfa’da oturan kahin, hakem kabul edildi. Sonunda hakem Haşim’i galip ilan etti. Bunun üzerine Haşim 50 deve alıp kurban keserek etlerini halka dağıttığı gibi Ümeyye de Şam’a giderek orada 20 sene geçirmiştir. Bu olay Haşim ile Ümeyye arasında ortaya çıkan ilk düşmanlık kabul edilir. Bu ikisinin çocuk ve torunları İslami dönemde bile bu düşmanlığı devam ettirmişlerdir.

Haşim’den sonra Kabe’nin idaresi olan Abdülmuttalip’e -Peygamber’in dedesi- geçmiştir.

Kureyş kabilesi diğer Arap kabileleri arasında, İsrailliler de Levillerin ve Hıristiyanlarda ruhanilerin sahip olduğu ayrıcalığa benzer bazı hak ve ayrıcalıklarla bilinirdi. Kureyşler hiçbir vergi ve hiçbir savunma hizmetiyle sorumlu değildiler. Diğerleri üzerinde egemen olurlar, ancak egemenlik altına girmezlerdi. Hangi kabileden olursa olsun koşulsuz kız aldıkları halde kendi din ve mezheplerine girmeden ve taassubu şart kabul etmeden kimseye kız vermezlerdi. Hac farzlarını koyup ona uymayı herkese emreden Kureyş kabilesiydi. Her şeyde kendilerine ait hak ve ayrıcalıklara sahip bulunuyorlardı.

Cahiliyye Çağında Arap Hükümetleri

Araplardan kastımız Hicaz Arapları ve özellikle Kureyş kabilesidir. İslam şeriatı bu kabilede ortaya çıktığı gibi konumuz olan İslam uygarlığı da onlarla kurulmuştur. İslam’dan önceki devir olan Cahiliyye döneminde hükümet biçimi ve idari yapı, günümüzde çölde yaşayan Araplar arasında sürdürülen yönetim şekline benzemektedir. Hükumet işlerinin yönetimi, bedevi bir yaşam sürdüren toplumlarda yalnız kabile başkanının kişiliğinde toplanır. Kabile reisi hem padişah, hem hakim, hem komutan vs. her şeydir. Ancak Cahiliyye döneminde başkanlık kabile içinde en akıllı ve iyi yöneticilik yeteneklerine sahip, ileri görüşlü kişiye verilirdi. Başkanlık konusunda yandaşlık ve tarafgirlik uygun görülmezdi. Bir kabilede aynı özellikte birden fazla aday ortaya çıktığında, en yaşlı ve ünlü olanı tercih edilirdi. Ayrıca, dışardan gelen bir saldırıya karşı, ortaya çıkan karışıklığı önlemek için, kura ile başkanı belirliyorlardı. Çadırlarda yaşayan ve yağmacılıkla günlerini geçiren Arapların, o dönemdeki idari yapıları böyleydi. Mekke halkına gelince, bunlar diğer Arap kabilelerinin aksine kentli bir toplum olduklarından daha organize bir yönetim biçimi oluşturmuşlardı. Aralarında başkanlık görevi, Kabe’nin hizmetçi ve perdedarlığını yapan kişiye aitti. Bu kutsal görev daha sonraki dönemde Kureyş kabilesinin eline geçince, doğal olarak başkanlık ve yöneticilik de onların eline geçmiştir.

Kabe-i Muazzama, Ticaret ve Kureyş Kabilesi

Yukarıda belirtildiği gibi, Kureyşliler şehirli bir toplum olup ticaretle uğraşıyorlardı. En önemli ticaret gelirleri, belirli günlerde Mekke’ye gelen hacılara bağlıydı. Bu durumda hacılar için yolları kolaylaştırma, hac yapmaya halkı özendirme kendilerinin yararınaydı. Her kabilenin Kabe’de bir putu ve onun ziyareti için özel bir günü bulunduğundan, bu durum söz konusu kabileleri Kabe’nin ziyaretine özendiriyordu. Her kabile kendi putunu belli günlerde ziyaret ederken onun için kurbanlar keserdi. Kabe’de büyük küçük, insan, hayvan veya bitki şeklinde 300’den fazla put birikmişti. Cahiliyye devrinde, her yıl haram aylarda (Zilkade, Zilhicce, Muharrem, Receb) Taif kenti yakınında büyük bir panayır kurulurdu. Ukaz Panayırı (sük-i ukaz) adıyla ünlü olan bu genel pazara, halk her taraftan grup grup gelerek hurma ağaçlarının gölgesinde çadırlar kurar, alışveriş yapar ve çeşitli sosyal etkinliklerde bulunurdu. Arapların bu panayırın yanı sıra başka yerlerde kurulan panayırları da vardı. Ancak bunlar bir kent ve çevresi halkına ait küçük pazarlardı. En büyük panayır Arabistan’ın her köşesinden gelen Arapların toplanma yeri olarak kurulan Ukaz panayırıydı. Kureyşliler Arap kabilelerinin sözü edilen panayır yerinde toplanmalarını özendirmek için şiirler okur, konuşmalar yapar, spor yarışmaları, güç ve akıl gösterileri düzenler, esir kurtarmak, anlaşmazlıkları çözmek ve şikayetleri dinlemek için hakemler görevlendirirlerdi. Halk bir taraftan alışveriş yaparken, diğer taraftan şair ve edipler, şiir ve nutuklar söyleyerek yarışmalar yapardı. Kazananlara ödüller verilir, esiri olanlar esirlerini kurtarmaya çalışır, şikayetçiler şikayetlerini söyleyerek adalete kavuşurlardı. Bunun dışında panayır yerinde muhtemel anlaşmazlıklara, düzen ve asayişe bakmak için ayrıca bir reis tayin olunurdu ki, bu reis çoğunlukla Temim kabilesinden seçilirdi. Halk panayırın bitiminde Arafa’da toplanarak oradan Mekke’ye gelir, hac görevlerini yerine getirdikten sonra yurduna geri dönerdi.

Kureyşliler her yıl ticaret için kışın Yemen’e, yazın Şam’a olmak üzere iki seyahat yaparlardı. Bu yüzden Mekke, Yemen ile Şam arasında tüccarların bağlantı merkeziydi. Kureyşliler Kabe’nin yöneticileri olduğu için bütün Arap kabileleri arasında büyük bir saygınlıkları vardı. Bu nedenle başkaları için son derece tehlikeli olan yollar kendileri için hiçbir tehlike taşımazdı. Kureyşliler birçok kez İran kentlerine veya Habeşistan’a seyahat eder ve dönüşlerinde Şam’dan geçer, kumaşlar ve yiyecekler alırlardı. Acemistan’dan ise özellikle şeker, mum vb. malzemeler alırlardı.

Tüm bu anlatılanlardan anlaşılıyor ki, Kabe; Mekke halkının geçim yolunu oluşturuyordu. Hiçbir çeşit bitkinin yetişmesine uygun olmayan o kurak vadide yaşamak, Kabe olmasa mümkün olmayacaktı. Çok seyahat etmeleri ve bu yolla, Irak, Şam yönlerinde uygar dünyayla karşılaşmaları sonucunda ilim, irfan, deneyim ve dirayet bakımından Arapların en ileri gelenleri olan Kureyşliler, Kabe’nin kendi geçimleri açısından önemini iyi bildiklerinden, o kutsal yeri en güzel şekilde yönetmeye ve Arabistan’ın her köşesinden halkın oraya gelip toplanması için ellerinden gelen her şeyi yapmaya çalışıyorlardı. Bu nedenle uygun yerlerde hacılara su vermek, yemek yedirmek için özel yerler kurdukları gibi, Kabe’nin çevresini, savaş, düşmanlık ve mücadelenin yasak olduğu bir yer (Harem) kabul etmişlerdir.

Bazıları su vermeye, diğerleri hacılara yemek yetiştirmeye vs. görevlere bakıyorlardı. Söz konusu görevler zamanla oldukça çoğalmıştır. İslam’ın doğduğu yıllarda bu hizmetlerin sayısı onlarla ifade olunuyordu.

O zamana göre, yöneticilik veya hükumet işleri sayılan bu önemli görevler, Kureyş kabilesi boyları arasında dağıtılmıştı. Kureyş’in en ünlü boyları: Haşim, Ümeyye, Nevfel, Abdü’ddar, Esed, Teym, Mahztım, Adiy, Cumh, Sehm olmak üzere on boydu ki, bunlardan her birine bir veya daha fazla görev verilmişti. Söz konusu görevler şunlardı:

Sidanet: Kabe’nin yöneticiliği, kapıcılığı ve perdedarlığı görevidir. Kabe’nin anahtarları bu görevlinin elinde bulunurdu. Kapıyı o açıp kapatırdı. Araplar arasında en yüksek makam bu görevdi. Bu görev Arapların Yahudilerden aldıkları şeylerden biridir. Yahudilerde de Kutsal Mabet’i korumakla görevli ve “hafiz al-bab” (kapı koruyucusu) adıyla bilinen bir özel kahin, yani bir ruhani başkan vardı. El-likd al-Farid kitabının yazarı Kabe’nin Sidanet ve Hicabetini ayrı görevler olarak gösteriyor.

Sikaye: Mekke’de suyun azlığından dolayı, gelen hacılara su bulmak ve dağıtmak görevidir. Bu görevi üzerine alanlar tatlı suları kuyulardan kırbalar ve benzeri kaplarla develerle getirerek Kabe’nin önlerinde deriden yaptıkları havuzlara doldurduktan sonra hacılara dağıtırlardı. Bu durum zemzem suyunun bulunuşuna kadar devam etmiştir. Zemzem bulunduktan sonra, hacılara su, zemzem kuyusundan dağıtılmaya başlanmıştır. Söz konusu görev Haşimoğullarının elindeydi.

Rifade: Fakir hacılara yemek dağıtma görevidir. Her hac mevsiminde, Kureyş arasında herkesin durum ve gücüne göre bir yardım toplanarak yiyecek almak ve yoksul hacılara yemek vermek üzere yöneticiye verilirdi. Bu görevi ilk defa kuran ve yerine getiren adı yukarıda geçen Kusay’dır. Ancak görev, kısa bir müddet Nevfeloğullarının elinde bulunmuşsa da sonunda Haşimoğullarına geçmiştir.

Ukab: Bayraktarlık görevidir. Kureyş’in Ukab (karakuş) adıyla bilinen bir sancağı vardı ve savaş vaktinde çıkarılırdı. Oybirliğiyle bir bayraktar seçerlerse sancağı ona, seçemezlerse asıl görevliye teslim ederlerdi. Bayraktarlık görevi Ümeyyeoğullarının elindeydi.

Nedve: Bir çeşit danışma meclisidir. Kusay tarafından Kabe’nin kenarında yapılan bir binada, Kureyş’in büyükleri görüş alışverişinde bulunmak ve danışmak için toplanırlardı. 40 yaşından küçükler bu meclise alınmazdı.

Tüm evlilikler, savaş kararları, savaş için sancak teslimi ve görevi, Kureyş kızlarına gömlek giydirme töreni, burada yapılırdı. Ergenlik yaşına ulaşınca kızlara gömlek giydirmek Kureyşlilerce adet olduğundan, Nedve’nin başkanı kızın gömleğini yırtarak kendi eliyle ona yeni gömlek giydirirdi. Darü’n­ nedve, Abdüddaroğullarının elindeydi.

Kıyade: Kumandanlık görevidir. Savaş veya ticaret için giden savaşçı veya ticaret kafilelerinin bir emiri veya başkanı olurdu. Bu kişi sefer sırasında en önde yer alırdı. Bu görev Ümeyyeoğullarının elindeydi. İslam’ın doğduğu yıllarda Muaviye’nin babası Ebu Süfyan bu göreve bakıyordu.

Meşveret: Önemli iş ve konularda görüş ve düşüncesine başvurulan danışma meclisi veya müsteşarlık demek olan bu görev Esedoğullarına aitti. Kureyşliler bir düşünceyi Esedoğullarına arz edip görüşlerini almadan hiçbir önemli iş hakkında karar vermezlerdi.

İşnak adı verilen borçları ve para cezalarını teshil, ödeme ve ödettirme konularını gözetmek için kurulan bu görev Teymoğullanna verilmişti. Bu görev sahibi bir konuda neyi uygun görürse herkes ona uyardı.

Kubbe: Bir çeşit çadır olup savaşta onu kurar ve askeri donatmak için ne gerekliyse bunun altına toplarlardı. Günümüzdeki mühimmat veya teçhizat deposu demektir.

Einne: Atların dizginleri demektir. Bu işle görevli kişiler, Kureyş’in atlarına bakar ve savaş sırasında atları sevk ve idare ederdi.

Sefaret Elçilik görevi. Kureyş halkı ile diğer kabileler arasında bir savaş çıkıp da barış yapmak için haberleşmeye gerek görülürse bu makamdaki elçi gönderilirdi. Arap gruplarından biri üstünlük iddiasında bulunsa, karşılık vermesi için yine o elçiye izin ve yetki verilirdi. Kureyş’in Cahiliye döneminde en son elçisi Hz. Ömer’dir.

İsar: Bu kelimeyle adlandırılan şans ve kura yöntemidir. Kureyşliler, yolculuk veya savaşta önemli bir işe kalkışacak olsalar “ezlam” adıyla bilinen kura veya şans oklarının birine “emr” ve diğerine “nehy” yazıp bir zarf içine koyar, ellerini sokup rastgele birini çıkarırlardı. Çıkan emir ise o işi yaparlar, nehy ise o işten kaçınırlardı. Bu görevi yerine getirme hakkı Cumuhoğullarına aitti.

Hükumet: İnsanlar arasındaki davalara bakma görevidir. Buna hükumet derlerdi. İslam’dan sonraki kaza veya yargı işine benzer bir görevdi.

Mahcere malları: ki Kureyşlilerin Kabe’ deki putlara bağışladıkları para, mücevher vs.’nin idaresidir. Büyük olasılıkla Cahiliye devrindeki maliye hazinesi budur. Bu görevin idaresi Sehimoğulları kabilesine aitti.

İmare: Herhangi birinin, Mescid-i Haram’da (Kabe) terbiye ve edep dışı, küfür ve benzeri çirkin söz söylemesini, yüksek ses ve gürültü yapmasını engelleme görevidir.

Yukarıdaki bilgilerden anlaşılacağı üzere, sözü edilen görevlerin bazıları çok da önemli görevlerden değildi. Ancak anlaşılan o ki, görevleri bu derece çoğaltmaları, aradaki rekabet, yarış ve kıskançlığa engel olma düşüncesi olmalıdır. Böylece tüm Kureyş boylarını memnun ederek, olası kavga ve savaşların çıkmasını önlüyor ve Kabe hakkındaki saygı ve hürmeti artırmayı amaçlıyorlardı. Çünkü Kabe’ye ne kadar saygı gösterirlerse ve yukarıdaki görevler ne kadar düzenli yapılırsa, o oranda hacı gelirdi.

İslam’dan Önce Arapların Uyanış Dönemi

İslam öncesi Arap halkları tarihiyle ilgili bilgiler oldukça kapalı, belirsiz ve karışıktır. Tüm bu olumsuzluklara rağmen, dikkatlice incelenip araştırılacak olursa, yine de oldukça ilginç, ibret verici ve düşündürücü birçok noktaya rast gelmek mümkündür. Örneğin, Arapların tüm kabile ve boylarında İslam öncesi yüzyıldan önce şair, hatip, filozof veya bir kahinin yetiştiğine pek rastlanmaz. “Söz konusu yüzyılda yetişen önemli şahsiyetlerden günümüze bir eser kalmamıştır” savı ileri sürülemez. Çünkü ondan çok daha önceki çağlarda yaşamış olan Ad, Semud, Salih ve Hud’la ilgili söylenti ve olaylar Araplar arasında dilden dile yüzyıllar boyunca aktarılmıştır. Eğer söz konusu çağlarda da bir şair veya bir hatip çıkmış olsaydı onun adı ve eserleri doğal olarak tamamen unutulmayacaktı.

Şair, hatip ve filozofların sadece İslam’ın doğuşundan önceki son yüzyılda kısa süre içinde birden ortaya çıkmaları bir Arap uyanışı (intibah) çağı veya bir edebi yükselme devri oluşturur. Bu uyanış veya yükselme, şiir ve edebiyatla sınırlı kalmayıp dinsel alanı da kapsamıştır. Söz konusu dönem dinsel uyanış için de bir arayış devresidir. Herkes inanç ve ibadetlerde dağınık bir halde bulunuyor, kime ibadet yapacağını kimden hayır veya şefaat (aracılık) isteminde bulunacağını bilemiyordu.

İnançlar birbirine o kadar karışmıştı ki, örneğin putlara kurban kesen biri aynı zamanda Allah’a da ibadet ediyordu. Allah’a kurban keserek tek yaratıcıya ibadet eden, aynı zamanda taşa, ateşe, putlara da tapıyordu. Böylece, bir arada ve aynı zamanda birçok dinlerin bulunması insanların zihninde karışıklık ve çelişkiler doğuruyordu. Buna ek olarak, aynı dönemlerde bazı kimseler şarap içmeyi, puta tapmayı yasaklamışlardı. Kısaca belirtmek gerekirse, halk tamamen bir inanç bunalımı ve anarşisi içindeydi. Herkes bir Peygamber’in ortaya çıkışıyla bu karışıklıkların yok edilmesini istiyor ve bekliyordu. Bir Peygamber’in ortaya çıkacağı ve işleri düzene sokacağı söylentisi halkın dilindeydi. Üstelik, bu beklentilerine dayanarak çeşitli kabilelerden bazı kişiler Peygamberlik iddiasında bulunmuş, bazıları da bulunma hazırlığı içine girmişti. Aynı zamanda bu durum halkın, söz konusu dönemde din ve diğer sosyal olaylarla yakından ilgilendiğini de göstermektedir.

Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.