YER-AY SİSTEMİ

Kasım 25, 2022

BİR GEZEGEN OLARAK YER

YER’İN YAŞI

Yapılan araştırmalardan elde edilen bulgulara göre Yer’in, yeni oluşan Güneş etrafında dolanan parçacıklardan 4.6 milyar yıl önce oluştuğu bilinmektedir. Halbuki Orta Çağ’da bazı düşünürlere göre Yer daha gençti. James Ussher 1650’li yıllarda bir hesaplama ile Yer’in M.Ö. 4004 yılında 23 Ekim Pazar günü, insanlığın ise 28 Ekim Cuma günü doğduğunu önerdi. 1700’lü yıllardan sonra ilk jeologlar bu bilgilerin yanlış olduğunu, nehirlerin ağızlarında toplanan tortulardan ölçüm yaparak gösterdiler.

Radyoaktivite Yardımıyla Kayaların Yaş Ölçümü

Radyoaktivitenin bulunuşundan sonra kaya örneklerinden yapılan yaş ölçümleri Yer’in yaşının 4.6 milyar yıl olduğunu gösteriyordu. Bu teknik yalnız Yer için değil, Ay ve göktaşları gibi kozmik kaynaklardan gelen taş örneklerinin de yaşını saptamakta faydalı olmaktadır. Böylece, teknik Güneş Sistemi’nin ve hatta evrenin yaşına ışık tutacaktı.

Fizikçiler 20. yüzyılın başlarında bu yöntemle kayaların yaşını saptamanın yolunu buldular. Aslında bu durum, kararlı izotop atom sayısının ölçümünden yararlanılarak yapılabilir. Eğer biz şu anda kayadaki izotopların sayısını bilirsek, dönüşüm geçiren izotop sayısını hesaplar ve dolayısıyla kayanın yaşını tahmin edebiliriz. Eğer atomların yarısı bozulduysa, kayanın yaşı çalışılan radyoaktif elementin yarı-ömrüne eşittir. Kayaların yaşını saptamada kullanılan bu tekniğe radyoizotopik tarihleme denir. Çünkü radyoaktif atomlar radyoizotop olarak adlandırılırlar.

Yer Yaşının Ölçümü

Bilinen en eski Yer kayası 3.9 milyar yıl önce oluşmuş ve Greenland’da bulunmuştur. Kayalar uzun süre yaşayabilirler; bu yüzden Yer, 3.9 milyar yıldan daha yaşlıdır. Hiçbir ek bilgi birikimimiz olmadıkça, sabit bir yaş tahmini yapamayız. Ay kayaları ve göktaşlarından edilen bilgiler, tüm gezegenlerin yaklaşık 4.6 milyar yıl önceki kısa bir zaman aralığı içinde (50-90 milyon yıl) oluştuğunu söylemektedir. Bundan dolayı Yer’in yaşı 4.6 milyar yıldır.

YER’İN İÇYAPISI

Dünyanın en derin çukuru 12 km derinliğinde Sovyetler Birliği’nde açılmıştır. Amaç, derindeki kayalardan veri toplamaktır. Fakat hiçbir çukur Yer’in en derin katmanına ulaşamaz. İçerdeki yapı hakkında en iyi ipuçlarını yer materyeli içinden geçip gelen dalgalar verir.

Depremler Yer içinde dalgalar üretir ve bu dalgalar yalnız deprem hakkında değil Yer’in içindeki materyal hakkında da bilgi ulaştırır. Yer (veya diğer gezegenler) içinden geçip gelen dalgalara sismik dalgalar denir. Bazıları yüzey boyunca yayılırken bazıları Yer’in içinden dikine olarak yayılır. Dalgaların hızı ve karakteristiği kayaların veya erimiş materyalinin türüne bağlıdır.

Sismik dalga çalışmaları Yer içindeki katmanların iki önemli özelliğini açıklar: kimyasal ve fiziksel. Katmanlar farklı yapıya sahiptirler. Fiziksel katmanlaşma katı veya akışkan olarak görülür.

Yer’in Katmanları: Çekirdek, Manto, Kabuk

Kimyasal katmanlaşma, katmanlaşmanın ilk türüdür. Sismik ve diğer veriler, Yer’in nikel-demirden oluşmuş bir çekirdeğe (core) sahip olduğunu gösterir. Çekirdeğin yarıçapı yaklaşık 3500 km’dir. Yer’in yarıçapının yarısına kadar olan bölümünü kaplar. Çekirdek yoğun bir kaya olan manto (mantle) ile sarılmıştır, yüzeye kadar devam eder. Yüzeye yakın yerde, kayaların yoğunluğu düşer. Kabuk olarak adlandırılan bu bölge oldukça ince, düşük yoğunluklu kayalardan oluşmuştur. Okyanuslar altında yaklaşık 5 km, kıtalar altında 30 km kalınlığa kadar ulaşır.

Çekirdek-manto-kabuk üçlüsünün yapısı, Yer’in ve diğer gezegenlerin tarihi hakkında önemli ipuçları verir. Birincisi, farklılaşmanın önemini gösterir. Birinden diğerine geçerken farklı kimyasal yapıda materyalle karşılaşılır. Jeologların çoğu Yer’deki anahtar farklılaşma işlemi için, Yer’in oluşumundan sonra içerdeki kaya materyalin büyük bir kısmının erimesini gösterir. Isı kaynağı, oluşum anında Yer içinde tuzaklanmış radyoaktif minerallerdir. Radyoaktif atomlar, kararlı atomlara dönüştükçe, bu mineraller ısı açığa çıkarmıştır. Yer’in içi üstteki kayalar tarafından çok iyi izole edildiği için ısı dışarı kaçamamış ve sıcaklık kayalar eriyinceye kadar yükselmiştir. Kayalar eridiği zaman, metal gibi ağır kısımları merkeze doğru akmış, daha hafif olanlar ise (düşük yoğunluklu mineraller) yüzeye doğru yüzmüştür. Metallerin kabuktaki minerallerle etkileşmesi, onların yüzeyde birikmelerini de sağlamıştır. Belki de bu yüzden kabuktaki kayalarda demir ve yoğun maden filizleri bulunur. Hatta kabuktaki demir miktarının daha fazla olduğu sanılmaktadır.

Bu kuramın daha ayrıntısında dikkati çeken konulardan biri de: düşük yoğunluklu ve çok bulunan minerallerin, soğuma sırasında oluştuğudur. Erimiş kayalara feldspar denir. Yer ve Ay’ın her ikisinin de yüzey kayalarında zengin feldspar bulunmuştur. Feldsparca zengin mineral karışımlarından oluşmuş kaya türlerinden birine basalt denir. Basalt, kabuk veya üst mantodaki volkanlardan fırlatılan lavlardır ve Ay yüzeyinde de bol olarak bulunmaktadır. Kayaların düşük yoğunluklu türüne granit denilmektedir. Granit, kıtalarda erimiş materyalden oluşan açık renkli, kuartzca zengin bir yapıya sahiptir. Bu fikirleri destekleyen diğer ipuçları uzaydan yeryüzeyine düşen göktaşlarından gelir. Bu parçacıklar gezegenlerarası küçük cisimlerin herhangi bir yolla kopmuş parçaları veya tamamı olabilir.

Litosfer ve Plakalar

Yer veya benzeri gezegenlerin yüzeyindeki katı katman litosfer olarak adlandırılır (kökü Yunancadan kaya tabaka olarak gelmektedir) ve yarı erimiş, dolayısıyla daha az sert ve daha az dayanıklı katmanın üstünde bulunur. Tektonik, gezegen litosferindeki hareket çalışmalarıdır. Bu hareketler depremlere ve dağların oluşumuna neden olur. Bir yüzyıldan daha uzun süredir jeologlar bu hareketlere neden olan kuvvetlerin doğasını araştırmaksızın Yer’in tektoniği üzerine uğraştılar. 1960’lardan sonra Yer’i etkileyen ilkeleri ortaya koyarak diğer gezegenlere nasıl uygulanacağını araştırdılar.

Yeryüzündeki hareketlilik ve sürüklenme litosferde büyük çatlaklar oluşturur ve parçalanan kıta parçalarına plaka denir. Plakalar sürüklenme eğilimindedir ve yüzen plakalar bazen birbirlerini çekerler bazen de iterler. Plakaların sınırları boyunca oluşan çatlaklarda genelde yanardağlar bulunur ve depremler oluşur. Aşağıdan gelen erimiş mağma, çatlaklar arasından yüzeye ulaşıp yanardağları oluşturur. Plaka çarpışmaları depreme neden olur. 250 milyon yıl öncesindeki yeryüzünün en büyük kıta parçasına Pangea denmektedir ve günümüzdeki yeryüzeyinin biçimi kıta hareketleri sayesinde şekillenmiştir. Çok çarpıcı bir örnek olarak okyanus tabanının yükselmesinden dolayı Hindistan plakasının Asya ile birleştiği yerde Himalaya Dağları ve en yüksek tepesi Everest’in oluşması gösterilebilir. Bu bölgede yükselme her yıl 1-2 cm olarak devam etmektedir. Everest’in tepesinde okyanus tabanından kalma deniz kabuklu hayvanlarının fosillerine rastlanmaktadır. Benzer fosiller ülkemizdeki dağlarda görülmektedir.

Plaka hareket kuramı, Yer üzerinde 1 veya 2 milyar yıldan daha yaşlı kayaların neden bulunmadığını da açıklar. Yaşlı yüzeylerin çoğu plakaların sürüklenmesi ve birbirlerinin altına girmesi sonucunda yok olmuş ve manto materyaliyle karışmıştır. Belki de yeni lavlar olarak yeniden püskürtülmüştür.

Diğer gezegenlerle karşılaştırma yapacak olursak, Mars ve Ay gibi daha küçük gezegen ve uydular ufak dağlık bölgeleri veya plaka sınırlarını iyi geliştiremezler. Çünkü büyük gezegenlere göre daha çabuk soğurlar. Litosferleri daha kalın olur. Bu yüzden yüzeyleri daha kararlıdır ve altlarındaki katman hareketlerine karşı daha dirençlidirler. Lavlar sık sık yüzeye çıkamaz. Konveksiyon, plakaları kolayca sürükleyemez. Bundan dolayı, Mars ve Ay’ın yüzeyi daha eski (yaşlı) yapılarla doludur. (Örneğin, Yer’deki çarpma kraterlerinden daha eskileri bunların üzerinde daha fazla olarak görünür).

YER’İN ATMOSFERİ VE MANYETİK ALANI

Eğer bir pusulayla Yer üzerinde hareket edersek, pusulanın kuzey kutup doğrultusunda bir noktaya doğru saptığını görür ve Yer’in bir manyetik alana sahip olduğunu anlarız. Ancak, pusula tam kuzey kutup doğrultusuna değil de manyetik kuzey çlak noktasına yönelir.

Yer’in manyetizmasının nedeni nedir? Yer’in içi dev bir mıknatıs çubuğu gibi manyetikleşmez. Çünkü iç bölgeler söz konusu manyetizma için çok sıcaktır. Jeologların görüşüne göre, dış çekirdekteki sıvı demir yavaşça hareket ediyor ve bu hareket metalde elektrik akımı üretiyor. Manyetik alan herhangi bir elektrik akımı etrafında varolacaktır. Bu yüzden Yer’in alanı sıvı metal çekirdekteki akımlara atfedilir.

Yer’in oluşumu boyunca içi ve yüzeyi geliştikçe, sahip olduğumuz atmosfer ve okyanuslar birbirleriyle daha ilişkili olmuşlardır. Orjinal atmosfer belki de hidrojen (H) bileşikleriyle doluydu (metan CH4, amonyak NH3 ve su H2O gibi). Çünkü Güneş Sistemi’nin ilk yıllarında hidrojen daha baskın bir gazdı. Bu ilkel atmosfer günümüz atmosferinden daha az oksijene sahipti. Tortular bunun kanıtıdır. 2.5 milyar yıl önceki tortular günümüz tortularından daha az oksitlenmiştir. Bu da havada oksijenin daha az olduğunu gösterir. Buna ek olarak, daha önceki fosil yaşam formları (2.5-3.5 milyar yıl öncesi) bugün yalnız oksijence fakir çevrelerde bulunan alg türlerinde görülür.

Aslında Yer’in şu andaki havasının çoğu, orjinal karışımdan uzak ikinci atmosfer olarak geçmektedir. Günümüz atmosferine Yer’in içinden gelen gazlar eklenmiştir. Bu gibi volkanik gazlar su buharı (H2O), karbon dioksit (CO2) ve azot (N2) ile zengindir. Bugünkü atmosfer bileşiminde %76 azot ve %23 oksijen vardır.

Araştırmacılara göre okyanuslar ve atmosfer volkanik gazlardan dolayı bir gelişim içindedir. Örneğin, daha önceki volkanik hareketlerden salınan su buharı sıvı su olarak yoğunlaşmış ve okyanusları oluşturmuştur. Yer, geniş su kaynaklarına sahip tek gezegendir. Aynı zamanda salınan karbon dioksit okyanuslarda erimiş ve zayıf bir karbonik asit çözeltisi oluşturmuştur. Karbonik asit kayalarla reaksiyona girmiş ve karbonat kayaları meydana getirmiştir.

Suyun bir miktarı su buharı olarak daima havada kalır. Su moleküllerine güçlü güneş ışığının çarpmasıyla moleküller hidrojen ve oksijen atomlarına ayrılırlar. Hidrojen en hafif element olduğundan yükselerek uzaya kaçar ve geriye oksijen kalır. Önceleri yalnız oksijen kaynağı olan atmosferin oksijen oranı giderek düşmüştür. Daha sonra yaklaşık olarak 2 veya 2.5 milyar yıl önce bitkilerin yaşamı başlamış, CO2 tükenerek oksijen açığa çıkmıştır. Bu yüzden atmosferik oksijen oranı hızla artmış ve bugünkü değerine ulaşmıştır.

YER’İN HAREKETLERİ

Yer’in kısa zaman ölçeklerinde değişen iki temel hareketi vardır. Bunlar dönme ve dolanma hareketleridir. Yer, kendi ekseni etrafında 23 saat 56 dakikada dönerken, Güneş etrafındaki eliptik yörüngede bir tam turunu yaklaşık 365.25 günde tamamlar. Yer’in eliptik yörünge üzerinde dolanması sonucunda Yer, bazı tarihlerde Güneş’e en yakın yani enberi noktasına bazı tarihlerde ise en uzak yani enöte noktasına gelir.

Yer, Güneş’e 21 Aralık kış gündönümünden iki hafta sonra 3-4 Ocak tarihlerinde en yakın olur. Bağlantı varmış gibi düşünülen bu iki olay arasında bir ilişki yoktur. Yer’in enberi tarihi, Güneş ve diğer gezegenlerle olan çekimsel etkileşimlerden dolayı yüzyıllar boyunca yavaş yavaş sürüklenir. Kayma miktarı yılda yaklaşık 25 dakikadır.

Buna göre 1246 yılında, kış gündönümü tarihi olan 21 Aralık ile enberiye gelme tarihi aynı güne denk geliyordu. Ama günümüzde iki haftalık fark vardır. Yaklaşık 6000 yılında ise enberi noktasıyla 21 Mart ılım noktası (ekinoks) çakışacaktır. Basit bir hesapla Yer’in enberi noktasının sürüklenme döneminin yaklaşık 21000 yıl olduğu bulunabilir.

Gel-Git (Med-Cezir) Olayları

Ay’ın ve Güneş’in dünyanın özellikle okyanuslar gibi büyük su kütleleri üzerine uyguladığı çekim kuvvetleri sonucunda deniz seviyelerinde yükselmeler ve alçalmalar ölçülür. Su seviyesinin değişimi en fazla okyanusa kıyısı olan yerlerde görülür ve deniz seviyesi bazı yerlerde 1-2 metreye varabilir.

Yer-Ay-Güneş üçlüsünün aynı hizaya gelmesi durumunda yani Ay’ın yeniay ve dolunay evrelerinde sularda yükselme (gel) buna karşılık ilkdördün ve sondördün evrelerinde sularda alçalma (git) olur. Ay’ın Güneş’e göre gel-git etkisine katkısı Yer’e yakınlığından dolayı yaklaşık 2 kat daha fazladır.

Yükselme yönü ve değeri, Ay’a doğru çekim kuvveti ile zıt yönlü merkezkaç kuvveti arasındaki farktan kaynaklanır. Yer’in zıt tarafındaki yükselmenin nedeni ise çekim kuvvetine göre merkezkaç kuvvetinin daha güçlü olmasıdır.

Okyanusa kıyısı olan ülkelerde çoğu zaman, gel-git olaylarının büyük su kütlelerine etkisi, enerji üretiminde kullanılmakta ve yeryüzündeki rüzgar tribünleri gibi sualtı tribünleri inşa edilmektedir. Su seviyesindeki değişme ve dalga hareketleri sayesinde temiz enerji üretimine destek verilmektedir.

Büyük su kütlelerinin hareketi, dünyanın dönmesi üzerine yavaşlatıcı etki yapar. Ölçümlere göre günde 0.002 saniyelik yavaşlama etkisi, günlük karşılaştırmada aslında çok küçük olsa da bir yılsonunda 1 saniyeye kadar fark yaratabilmektedir. Bu yüzden birkaç yılda bir saatlere 1 saniye eklenerek zamana bağlı kargaşa yaşanması önlenir.

YER’İN DÖNME EKSENİ HAREKETİ VE EKSEN EĞİKLİĞİ

Yer’in dönme ekseni doğrultusu, Güneş etrafındaki bir tur dolanım boyunca hiç değişmez ve içinde bulunduğumuz yüzyıllarda kuzey yarıkürede kutup yıldızı olarak adlandırdığımız Polaris yıldızını yaklaşık olarak hedefler. Polaris çok parlak olmayan bir yıldızdır ve kuzey yönünde büyükayı takımyıldızından giderek bulunan bir yıldızdır. Polaris’in ufuktan olan açısal yüksekliği o yerin enlemini belirlememize yarar. Yer’in dönme ekseni eğimi gezegen üzerindeki kütle dağılımından etkilenir. Kuzey yarıküredeki büyük kara kütlesi ve buz tabakası fazlalığı Yer’i yıkılacakmış gibi gösterir. Uzun zamana yayılan jeolojik dönemlerde, Yer’in eğim açısı 21.1 ile 24.5 derece arasında çevrimsel olarak değişir. Bu çevrim yaklaşık 41000 yılda son bulur ve buz çağının oluşmasında anahtar rol oynar (Milankovitch Çevrimi).

Yapılan ölçümler Yer’in eğim açısının her yıl 0.5 yay saniyesi kadar azaldığını göstermiştir. Eğimdeki azalma, daha serin yaz ile daha ılık kış gibi, mevsimlerin daha ılıman yaşanmasına neden olur. Eğim arttıkça kışlar/yazlar daha soğuk/sıcak geçer.

Yer’in dönme ekseninin uzaydaki doğrultusunun uzun ölçekli zaman dilimi dikkate alındığında aslında yer değiştiği görülür. Ay’ın ve Güneş’in çekim kuvvetlerinin Yer’i etkilemesi sonucunda presesyon adını verdiğimiz yalpalama hareketinin dönemi 26000 yıl kadardır. Başka deyişle kutup noktası 72 yılda bir yaklaşık 1 derece kadar yer değiştirir. Bu da şu andaki kutup yıldızımız olan Polaris’in ilerleyen yıllarda artık bu adlandırmayı taşımayacağı anlamına gelir. Zaten şu anda bile kuzey kutup noktası Polaris’in tam üzerinden geçmemektedir. Dolayısıyla gelecek binli yıllarda başka bir yıldız kutup yıldızı olacaktır. İlk defa Hipparchus M.Ö. 150’li yıllarda bu olayı fark etmiştir.

Bu hareketten dolayı koordinat sistemlerinde yıllık küçük kaymalar olur. Yer’in presesyonu üzerine binmiş dönemi 18.6 yıl olan nutasyon ise Ay’ın yörünge düğüm noktalarının 18.6 yıllık presesyonundan kaynaklanır ve bu da Yer’in dönme eksenini etkiler.

YER ATMOSFERİNİN GÖZLEMLERE ETKİLERİ

Yer atmosferi, dış uzaya göre daha yoğun bir gaz-toz ortam olduğundan herhangi bir gökcisminden gelen ışığın şiddetinin hem azaltılmasına hem de saçılıp kırılmasına neden olur. Işık soğuruldukça daha sönük görünürken, saçılmadan dolayı daha kırmızı görünmeye başlar. Bunu en güzel Güneş gözlemlerinden anlayabiliriz. Güneş’in ufka yakın olduğu zamanlarda daha sönük ve kırmızı görünmesinin nedeni de budur.

Güneş’in boyutunu ve rengini gözümüzle algılayabildiğimiz için gün boyunca ondaki boyut ve renk değişimleri daha rahat görebiliriz. Aynı atmosferik etkiler aslında Ay, gezegenler, yıldızlar gibi bütün gök cisimleri için de geçerlidir. Bu yüzden özellikle yıldızların ışık ölçümleri yönelik bilimsel çalışmalarda, tüm gözlemlerden atmosferin bu bozucu etkisini gidermek için arındırma işlemleri yapılır. Yıldızın ölçülen parlaklığı üzerindeki parlaklık ve renk düzeltmeleri onların gözlemlerinin atmosfer dışı değerlerine sahip olmamızı sağlar. Böylece her bir yıldızın dünya üzerindeki gözlemci konumundan bağımsız verileri elde edilmiş olur.

Güneş’in renk değişikliğine neden olan, güneş ışığının yer atmosferi içinden geçerken aldığı yolun uzunluğu veya atmosferin kalınlığıdır. Güneş ışınları batış anında ufka daha yakın konumdan gelir ve atmosfer içinde aldığı yol, öğle vaktine göre daha uzundur. Dolayısıyla ışınlar hava tabakasıyla daha çok etkileşerek hem sönükleşirler hem de kısa dalgaboylu mavi ışınlar daha çok saçılarak yok olurlar. Böylece gözümüze daha sönük ve daha kırmızı ışıklar ulaşmış olur. Batış anı yaklaştıkça bu etki daha da artar.

Yer atmosferinin bir diğer bozucu etkisi de kırılmadır. Güneş’in üst kenarı ufkumuzdan kaybolduğu anda astronomik açıdan onu batmış kabul ederiz. Ancak yer atmosferi, batış anında güneş ışığını kırarak geliş yolunu bozar. Bunun sonucunda aslında daha önceden batmış olan Güneş’i biz hala batmamış olarak görürüz. Aslında tüm gök cisimlerinin ışığı, batış veya doğuş anında atmosferden geçerken, yüksekliğin fonksiyonu olarak hava yoğunluğundaki değişimden dolayı düz doğrultusundan saparak kırılır. Atmosferik kırılma gök cisimlerini ufuk üzerinde, gerçek yerinden daha yüksekte ve biraz basık görünmesini sağlar. Kırılma miktarı havanın sıcaklığı, hava basıncı ve neme bağlı olarak değişim gösterir.

UYDUMUZ AY

Bugün gökyüzünde gördüğümüz Ay ile dinazorların gözünde ışıldayan Ay ve ilk insanların gökyüzünü parlatan Ay hep aynı Ay’dır. Aynı Ay’dan Stonohege’i yapanlar, Mayalılar, Aristarchus, al-Battani ve Isaac Newton da söz etmiştir. Onların hepsi kendilerine aynı soruyu sordular: Bu nedir? Nereden gelmiştir? Bugün Ay hakkında birçok şey biliyoruz ve artık orada 20 Temmuz 1969 tarihinden beri bir ayakizi var.

Ay, Yer’in tek doğal uydusudur. Uydu, daha büyük cisim etrafındaki bir yörüngede dolanan gök cismi demektir (“moon” terimi genelde doğal uydu anlamında kullanılmaktadır). Çapı 3476 km olup Yer’in çapının yaklaşık dörtte birine eşittir. Geçmişte üstüne çarpmış göktaşlarının darbelerinden oluşan kraterleri ve lav akıntıları taşıyan, koyu gri renkli, kaya yapılı bir gökcismidir.

Ay, bu kadar meşhur ve bilinen bir gökcismi olmasına rağmen birçok kişi halâ onun evrelerini karıştırmaktadır. Örneğin hilal evresinde bulunan Ay’ın gökyüzündeki görüntüsünü anımsıyor musunuz? Boynuz şeklindeki uçları, karikatüristler tarafından çoğu zaman hala ufka doğru çizilmektedir. Bu çizim doğru değildir; çünkü hilal evresinin aydınlık kenarı Güneş’e dönük olmalıdır. Güneş o anda ufuk altında olduğuna göre Ay’ın parlak uçları ufka doğru değil, biraz yukarı doğru bakmalıdır. Diğer bir hata da dolunay evresinde Ay’ı, gece yarısında doğar göstermektir. Gerçeğinde Ay, bu evrede tamamen aydınlıktır ve gökyüzünde Güneş’e göre zıt konumda olduğundan, Güneş batarken Ay doğuyorsa ancak o zaman dolunay evresi görülebilir.

Ay’ın evreleri veya farklı günlerdeki aydınlık bölgenin değişen şekli, doğrudan Ay’ın Yer etrafındaki hareketinden kaynaklanmaktadır. 0 (sıfır) günlük Ay, Yer ile Güneş’i birleştiren çizgide bulunur. Burada Ay, hemen hemen Güneş’in önündedir ve Güneş’in göz kamaştırıcı parlaklığı içinde kaybolur ve görünmez. Bu evreye Yeni Ay evresi denir.

Birkaç gün içinde Güneş battıktan biraz sonra kısa süreli bile olsa gözlenebilecek kadar Güneş’ten uzaklaşır. Güneş’ten aldığı ışıkla Hilal evresinde görülür. 7 gün içinde Güneş’ten 90 derece uzaklaşmış olur ki bu evre İlk Dördün evresi olarak adlandırılır. Yörüngesinde dörtte birlik yolu katetmiştir. Bu evrede Ay, yarı aydınlıktır. Birkaç gün sonra dışbükey evresinde bulunur. 14 veya 15 günlük olduğunda Güneş’in tam zıt konumundadır ve bize dönük yüzünün tamamen aydınlık görüldüğü bu evre Dolunay olarak adlandırılır. Bu evrede Ay doğarken, Güneş batmaktadır ve en parlak evresidir. Ay, her gece bir önceki geceye göre yaklaşık 50 dakika daha geç doğar. Dolunay evresinden sonraki 2 hafta içinde gece yarısından sonra doğar ve gökyüzünde sabahın erken saatlerinde görünmeye başlar. Ay 22 günlük olduğunda yörüngesinin dörtte-üçlük bölümünü tamamlamış ve ilk dördün evresinde karanlık olan tarafı aydınlanmıştır. Bu evreye Son Dördün evresi denir. 29.5 günlük olduğunda tekrar yeni ay evresi başlar.

İlk iki hafta boyunca aydınlık yüzey alanı artan Ay’ın son iki hafta içinde aydınlık yüzey alanı tekrar azalmaya başlar. Ay, Yer etrafındaki bir dolanımını 29.5 günde tamamladığından ayın evrelerinin çevrimi 29.5 gündür.

Ay’ın hareketinin kendine has özelliğinden dolayı Yer etrafında dolanırken Yer’e hep aynı yüzünü gösterir. Ancak buradaki dönme dönemi, dolanma dönemiyle eşit olduğu için Yer üzerindekiler onun hep aynı yüzünü görmektedir. Eğer dönme dönemi dolanma dönemine göre daha az veya daha çok, yani daha farklı olsaydı, o zaman da hep aynı yüz görülmeyecek, zamana bağlı olarak farklı yüzler görülecekti. Dönme-dolanma hareketine, eş dönme (synchronous) denir ve uydunun dönem ve dolanma dönemlerinin birbirine eşit olduğunu ifade eder.

Popüler bilgilerin bazılarında büyük yanlışlar yapılmaktadır. Örneğin, bize görünmeyen yüz hep karanlıktır demek hatalıdır. Bizden görünmeyen uzak taraf da, bize görünen yakın taraf gibi aydınlık veya karanlık olabilir. Her zaman bir karanlık taraf vardır, fakat bu tarafın mutlaka bizden uzak olması gerekmez. Güneş ışınlarının sağ taraftan geldiğini kabul edersek sağ taraftaki kişinin bize göre uzak yani arka tarafı aydınlıkta kalırken yakın olan ön yüzü karanlıkta kalırki, zaten bu evrede bulunan Ay’ın yeni ay evresinde olduğunu biliriz. Aynı şekildeki sol taraftaki kişinin bize bakan yüzü tamamen aydınlık iken (ki bu evre dolunay evresidir) bizden uzak olan arka yüzü bu sefer karanlıkta kalır. Benzer uygulamalar alttaki ve üstteki kişiler için de canlandırılabilir.

Ay’ın eş dönmesinin diğer bir sonucu olarak Ay’ın yakın tarafı üstünde bir yerde duran astronot, Yer’i kendi gökyüzünde hep aynı noktada asılı olarak görür. Buna rağmen, Yer, dört hafta içinde, Ay üzerindeki astronota tüm evrelerini gösterir.

AY’IN YÜZEY ÖZELLİKLERİ

1609 yılında teleskop astronomik amaçla kullanılıncaya kadar, Ay’ın yüzey özellikleri, Ay üzerinde değişik desenlere benzetilen görüntüsel şekiller dışında hiç kimse tarafından bilinmiyordu. Bazılarına göre Ay cilalanmış, parlayan bir küreydi. Thomas Harriot ve Galileo Galilei, Ay’ın yüzey özelliklerini gören ilk kişilerdi. 1609 ve 1610 yıllarında yaptıkları gözlemlerle terminatör boyunca dağların ve kraterlerin gölgelerini görüp kayıt tuttular. Dolunay evresindeki aydınlıktan dolayı disk üzerindeki ayrıntılar daha az belli oluyordu. Galileo’nun raporuna göre: “Ay kesinlikle düz bir yüzey değildir ve Yer’e benzer. Yüzeyin tamamı çıkıntılar ve çukurlarla doludur.”

Bu özellikler daha sonra teleskop yardımıyla çekilen fotoğraflarda daha iyi belirlendi. Bu girintili çıkıntılı yapının nedeni binlerce göktaşı çarpmasıydı. Galileo’nun yüzeyde gördüğü koyu gri alanlar her ne kadar onun tarafından denizler olarak adlandırıldıysa da, bugün onların lavlarla dolu geniş düzlükler olduğunu biliyoruz. Bu tür alanlar Ay’ın görünen yüzeyinde daha çok olmasına karşın, Ay’ın tüm yüzeyinin ancak %15’ini kaplar.

İlk doğru Ay haritası Alman Johannes Hevelius tarafından 1647 yılında yapılmıştır. 1651 yılında bir İtalyan papaz, Riccioli, Copernicus, Tycho ve Plato gibi ünlü bilim insanlarının isimlerini Ay’ın yüzey şekillerine vermeye başladı. Karanlık geniş düzlüklere şairlerin, Ay dağlarına da yeryüzündeki belli başlı dağların (örneğin, Alpler) isimleri verildi. Ancak, bu dağlar yeryüzündekilere  benzemiyordu.

Bunlar havza olarak adlandırılan büyük kraterlerin kenarlarıydı ve içlerinde karanlık düzlükler  bulunduruyorlardı.  Parlak  damarlar  “ışın”  olarak adlandırılırlar ve değişik kraterlerden dışa doğru yayılırlar, etrafında damarlı yapı bulunan kraterler daha genç kraterlerdir.

Daha büyük teleskoplarla daha fazla ayrıntıya inme çalışmaları, Ay üstünde değişik yapıların olmadığını ortaya koymasına rağmen; Ay, Yer’den jeolojik olarak neden daha az aktiftir? Neden daha fazla krater vardır? Neden çok büyük dağlık alan yoktur? Ay’ın kökeni nedir? Ay üstünde durulabilir mi? gibi sorular gerçek Ay’a yolculukları motive etti.

Ay Kayaları

20 Temmuz 1969 yılından itibaren yapılan insanlı Ay’a inişler, astronotların birçok kaya-taş vb. örnekleri toplamasına ve değişik ölçümler yapmasına neden olmuştur. Toplanan kaya örnekleri Ay yüzeyinin de Yer gibi çok yaşlı olduğunu ortaya çıkarmıştır. Kayalardan elde edilen kimyasal deliller Ay’ın 4.5 milyar yıl önce Yer ile aynı tarihlerde oluştuğunu göstermektedir.

4.2 milyar yıl yaşından daha yaşlı olan ay kayaları, göktaşı çarpmalarıyla ezilip toz haline geldiği için yaş saptamasında zorluk çekilir. Kayalar kozmik olarak da çok önemli bilgiler taşır. Kristalleşme, erime ve yeniden kristalleşme gibi çok uzun bir yaşam içinde birçok ipucu taşıyan katı materyallere sahiptirler. Bu yüzden kayalar bize katı gökcisimlerinin kökenini bulmamıza yardımcı olur. Ay kayaları değişik yollarla analiz edilebilirler:

1. Elementleri ve izotopları saptayarak: Orjinal gezegen oluşum maddesi içerirler.

2. Mineralleri inceleyerek: Gezegen içindeki farklı kimyasal bileşik üretiminden giderek başkalaşım derecesi ölçülebilir.

3. Yüzey şekillerinden giderek: Tarih içindeki çevre etkilerini sergilerler.

4. Radyoizotop yaşlarını saptayarak: Gezegen oluşumu, başkalaşım ve kaya-değişimi işlenebilir.

Ay kayalarındaki elementlerin göreli miktarları, Yer’in mantosundakilere benzer değerlerdedir. 2019 yılında Çinlilerin gönderdiği Chang’e 4 uydusu Ay’ın arka yüzüne inmiş ve yüzey maddesi üzerine analiz yaparak ön yüzden biraz farklı bir içeriğe rastlamıştır. Ay’da ısıdan dolayı yok olan su gibi uçucu elementler ve bileşikler bulunmaz. Bu durum belki de Ay maddesinin çok ısındığını ve bir kısmının yok olduğunu gösterir.

Şimdilik Ay’ın arka yüzüne iniş yapabilen tek araç Chang’e 4 adlı Çin uzay aracıdır ve görev süresinin son tarihi 2019 yılı sonu olarak planlanmıştır.

Ay kayalarındaki mineraller de Yer’dekilere benzer. Ancak, başkalaşım geçirmemişlerdir. Yer’deki gibi granit benzeri kaya blokları yoktur. Bu deliller, Ay’ın Yer kadar jeolojik aktif olmadığını vurgulayan kuramın destekleyicisidir. Mineraller 4.5 milyar yıl önceki ay yüzeyinin erimiş kaya denizinden veya mağmadan oluştuğunu göstermektedir. Mağma denizi yavaşça soğumuş ve katılaşmıştır.

AY’IN İÇYAPISI

Ay’ın içi yapısı hakkında kazanılan bilgiden giderek Yer’in ve Ay’ın kökeni ve evrimi daha iyi karşılaştırılabilir. Bu bilgi üç kaynaktan elde edilir: Birincisi, Ay’ın ortalama yoğunluğu (3300 kgm-3) Yer’in ortalama yoğunluğundan (5500 kgm-3) daha azdır. Bu durum Ay’ın, Yer’in mantosu gibi daha çok kayalardan ve demir çekirdekten yoksun olduğunu ifade eder. İkincisi, Ay bir manyetik alana sahip değildir. Bu durum tekrar büyük bir erimiş demir çekirdeğin yok olduğunu gösterir. Çünkü araştırmacılar gezegenlerin manyetik alanlarının bu gibi çekirdeklerdeki akımları sonucunda üretildiğine inanırlar. İlk Ay kayalarının özellikleri, Ay’ın ilk çağlarında Yer’in şu andaki manyetik alan şiddetinin %4’ü kadar olduğunu göstermiştir. 

Bu yüzden, araştırmacılar Ay’ın belki de çok küçük bir demir çekirdeğe (geçmişte erimiş bugün ise katı halde) sahip olabileceği sonucunu çıkarmışlardır. Üçüncüsü, sismik verilerdir. Ay’ın Yer’e göre daha az deprem geçirdiğini göstermektedir. Buna rağmen 2019 yılı son sismik veri analizleri Ay’a inişler sırasında Ay üzerine konan sismograflar sayesinde binlerce küçük-orta şiddetli depremin kaydedildiğini ortaya koymuştur. O halde Ay’ın içi akıcı değil ve Yer’in içi kadar aktif ve hareketli değildir. 

Bütün bu veriler bize Ay gibi küçük cisimlerin büyük cisimlerden daha çabuk soğuyacağını  ve  tektonik hareketleri, uzun süreli volkanları göstermeyeceğini anlatır. Daha önce söz edildiği gibi, Ay bundan 4.0-4.6 milyar yıl önce bugünkü durumundan daha fazla göktaşı çarpmasıyla karşı karşıya kalıyordu. Bundan 3 ile 4 milyar yıl önceki çarpma oranında azalma olmuş ve bugüne kadar hemen hemen sabit gitmiştir. Yer de aynı tarihlerde benzer şekilde oluştuğundan, araştırmacılar Yer ve Ay’ın benzer oluşum tarihlerine sahip olduğunu kabul ederler.

AY’IN KÖKENİ

Ay’ın kökeni kuramcıları uzun süre uğraştırmıştır. Apollo uçuşlarından önce, astronomlar çeşitli kuramlar üzerine tartışmalar yapmışlar, fakat hiçbiri gözlemleri açıklayamamıştır. Apollo çalışmaları yeni bilgiler sağlamıştır. Özellikle, Ay’ın içindeki materyalin genelde Yer’in mantosuyla aynı olmasının bulunması önemlidir. Diğer önemli sonuç, Ay oksijenini oluşturan farklı izotopların oranıdır. 1970’li yıllardaki çalışmalar Güneş Sistemi’nin farklı kısımlarından (göktaşları gibi) alınan kayalardaki oksijenin farklı izotop oranlarında olduğunu göstermiştir. Ay materyali, Yer-Güneş uzaklığında oluşan materyaldir.

1984 yılında, uluslararası bir toplantıda çarpma-patlama varsayımı isimli yeni bir kuram ortaya atılmıştır. Bu kurama göre Yer’in oluşumu sırasında (demir çekirdek oluştuktan sonra), Yer’e Mars büyüklüğünde gezegenlerarası bir cisim çarpmıştır. Çarpma sırasında Yer ve çarpan cisimin üst mantosundan sıcak bir parça kopmuştur. Bu kalıntı parça, demirce zayıftır ve çarpma sırasında çıkan ısıdan dolayı uçucu maddeler azalmıştır. Bu kuram, Ay’ın manto benzeri yapısını, küçük demir miktarını, daha az uçucu maddeyi ve yer benzeri oksijen izotop oranlarını açıklamaktadır.

Serdar Evren

Ege Üniversitesi, Fen Fakültesi, Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü, İzmir

KAYNAKLAR

Audouze, J. ve Israel, G., 1994, The Cambridge Atlas of Astronomy, Third Edition, Cambridge University Press.

ESA, Lunar Exploration, http://lunarexploration.esa.int/intro (Erişim Tarihi: 23 Mayıs 2019) Freedman, R.A. ve Kaufmann III, W.J., 2008, Universe, Eighth Edition, W.H. Freeman and Company McBride, N. Ve Gilmour, I., 2004, An Introduction to the Solar System, The Open University, Cambridge

University Press.

NASA Solar System Exploration, https://solarsystem.nasa.gov/moons/earths-moon/overview/ (Erişim Tarihi: 23 Mayıs 2019)


Türk Anayurdunda Kurulan Medeniyetler

Kasım 25, 2022

Anayurtta Kurulan Medeniyetler

Yapılan kazılar sonucunda Tükistan’da Yontma Taş Devri’ne kadar uzanan oldukça gelişmiş kültürler meydana çıkarılmıştır. Bu kültürlerin merkezleri en eski Türk yurdu ile Türkler’in yayıldıkları sahalarda bulunmaktadır. Bu yerlerdeki mezar odalarında ele geçen arkeolojik buluntular ile M.Ö. 4 bin yıllarından itibaren Tükistan’da meydana getirilen kültürlerin özelliklerini görmek mümkün olmaktadır. Daha sonra ortaya çıkan “atlı-konar-göçer Türk medeniyeti”nin temelini oluşturan bu kültürler şu adlar altında anılmışlardır:

Anav Kültürü

Tükistan’daki en eski yerleşim yeri M.Ö. 4000-1000 (bazı kaynaklarda MÖ. 5000-3000) yıllarını kapsayan Aşkabad yakınlarındaki Anav Bölgesi’dir. Burada yapılan kazılarda son derece gelişmiş durumda bir yerleşik kültür bulunmuştur. Bu kültürde insanlar güneşte kurutulmuş tuğlalardan yapılmış evlerde oturuyorlar, koyun, sığır gibi hayvanları besleyerek tarımla uğraşıp çiftçilik yapıyorlardı. Ayrıca kumaş dokumayı, topraktan ve bakırdan eşyalar yapmayı da biliyorlardı.

Bu kültürün çok benzer bir hali de Namazgâhtepe’de ortaya çıkarılmıştır. M.Ö. 2500 yıllarına kadar uzanan bu kültürde arpa, buğday öğütülüyor, bakırdan süs eşyaları yapılıyordu. Ayrıca bu kültürün insanları maden işlemeyi de bilmekte idiler.

Araştırmacıların tahminlerine göre de Anav kültürünün insanı Hindistan ve Mezopotamya istikametinde yayılarak Sümer ve Mohenjo-daro kültürlerini oluşturmuşlardır.

Anav kültürünü ortaya çıkaran topluluğun milliyeti, kesin olarak tespit edilememiş olmakla beraber bazı Batılı araştırıcılar, bu kültürü, ciddî bir delile dayandırmadan Arî topluluklarına mâl etmeye çalışmışlardır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Arî toplulukları üzerinde yapılan yeni araştırmalara göre, bu toplulukların Hazar denizinin kuzeyinden Türkistan’a yayılışları ve Hindistan’a inişleri, M.Ö. 1500 yıllarından sonra meydana gelmiştir. Halbuki, Anav kültürünün ortaya çıkışı, M.Ö. 4000 yıllarına dayandırılmaktadır. Bu duruma göre, Anav kültürü, Türklerin atalarına veya onlarla akraba olan bir kavme mâl edilebilir. Zira Türk kültürünün temel unsuru olan atın evcilleştirilmesi hususu da ilk defa Anav kültüründe görülmüştür.

Kelteminar Kültürü

Türkistan’da Türkmenistan ile Kazakistan bozkırlarında MÖ.5000 -3000 yılları arasında görülen bu kültür Derya ırmağı boyunca Akça; Zerefşan ırmağı boyunca Tuzkan ve Karakurum Çölündeki eski nehir yatakları boyunca Uzboyan grubu olarak üç gruba ayrılmaktadır. Bu kültüre ait ilk merkez 1939 yılında Harezm civarında tespit edilmiştir.

Bu kültürde yuvarlak ve yarı küresel dipli çömlekler ve bunların üzerlerinde sarı aşı boyası ile yapılmış motifler dikkat çekmektedir Ayrıca yuvarlak ahşap çatılı ve içerisinde ocak bulunan ev ile köşeli, dikdörtgen ve içerisinde değilde bahçesinde ocak bulunan evler bu kültürün en belirgin özelliğini taşımaktadır. Yine balık ağı ağırlıkları, oltalar ve zıpkınlar bulunmuştur. Bu kültürün ürettiği en önemli ürünlerin başında ise yüksek kalitede çakmak taşından tek kanatlı şekilde yapılan ok uçlarıgelmektedir ki bunlar uzun saplara sahiplerdir.

Yine bu kültürde alageyik, karaca, at ve domuz gibi hayvanlar yetiştirilirken koyun ve sığır beslenmemiştir.

Afanasyevo Kültürü

M.Ö. 3000-1700 yılları arasındaki dönemi kapsamaktadır. Ortaya çıktığı saha, Türklerin anayurdu içinde yer alan Abakan bölgesidir. Bu bölge batıda İtil Nehri’ne güneyde Altay Dağlarına kadar uzanmaktadır. Bu nedenle Abakan adıyla da anılmaktadır. Ayrıca Abakan bölgesinde yer alan Minusinsk’teki Bateney bölgesinde bulunan 80 mezardan oluşan buluntular ile dört litrelik toprak kaplar bu kültürün başlıca keramik eserleri olarak kabul edilmektedirler. Bunların yanısıra çakmak taşından ok uçları, bakır bizler, kemik iğneler, bıçaklar, bakır tellerden yapılan küpeler, çeşitli türlerde maden işleme aletleri ile çeşitli şekillerdeki süs eşyaları vardır. Mezarlarda yemek kalıntılarına da rastlanılmıştır. Diğer bir özelliği ise avcılık yapmanın yanında insanların at ve koyun da beslemeleridir.

Andronovo Kültürü

M.Ö. 1700-1200 yıllarında ortaya çıkmış bir medeniyettir. Afanasyevo Kültürü Minusinsk bölgesinde ortaya çıkmıştır. Burası Türklerin yaşadığı bölgelerden biri olduğu için bu bölgelerdeki Andronovo kültürü özelliklerine bakarak eski Türklerin yayılmalarının yönünü ve zamanını takip edebiliyoruz. Bu saha aynı zamanda Türk Bozkır kültürünün de gelişme sahasıdır.

Kazılarda rastlanan at kalıntılarından Andronovo kültürünün Afanasyevo kültürünün bir devamı olduğu fikri ortaya atılmış ve bu da ilim dünyasınca kabul görmüştür. Ayrıca bu kültürün ortaya çıkmasını sağlayanın beyaz brakisefal, atlı-savaşçı milletinde Türklerin ataları olduğu ileri sürülmüştür.

Bu kültürün en önemli buluntuları ise geniş ağızlı, düztabanlı, süslü kulpsuz kaplar, ok uçları, taş akşıklar, kemik iğneler, kabzalı hançerler, saplı baltalar ve inci küpe gibi süs eşyalarıdır. Buluntulara bakacak olursak bu eşyalar Afanasyevo kültürünün devamı olduğu görüşünü güçlendirmektedir. Aynı zamanda tunç (bronz) ve altından yapılmış eşyalar da ilk defa bu kültürde görülmüşlerdir. Hatta tuncu işlemeyi Çin’e Andronovo insanı yani Türklerin ataları öğretmişlerdir. Afanasyevo kültüründen ayrılan bir özelliği de gelişmesinin bir göstergesi olan at ve koyunun yanında deve ve sığır da beslemeye başlamalarıdır.

Andronovo kültüründe en önemli gelişme, metal işleme konusunda gerçekleştirilmiştir. En çok kullanılan maden, toprağın üzerinde birikmiş olan metal oksit cevheridir. Metal cevheri, genellikle Altay ve Kuzey Kazakistan’daki Kalbin sıradağlarında bulunan sığ ve açık maden ocaklarından sağlanmıştır. Andronovo insanı, madenî silâhlarının dökümünde hem balçıktan hem de taştan kalıplar kullanmıştır.

Fransız yazar R. Grousset, Türkistan’ın en önemli sanat üslubu olan Hayvan Üslubu’nun Minusinsk’te Tunç çağında ortaya çıktığını ve bu sanatın Hun Türkleri’nce geliştirilmiş olabileceğini söylemektedir.

Karasuk Kültürü

M.Ö. 1200-700 yıllarında teşekkül etmiştir. M.Ö. 1200 yıllarında Karasuk kültürünün ortaya çıkışında, doğudan gelen bazı Mongoloid boyların etkili olduğu kültür kalıntılarından bilinmektedir. Doğudan gelip Karasuk kültürüne yol açmış olan boylar arkeolog Kiselev’e göre Kagnılı ‘Ting-ling’ boyları idi. Kagnılı boylar, bugünkü Çin’in kuzey bölgelerinde yaşamakta olan, bazı araştırıcılara nazaran kısmen Europeoid olmakla birlikte Mongoloidler ile gittikçe karışan boylardı. Ancak Mongoloidlerin daha M.Ö.’ki bin yılda, batıya doğru ilerledikleri bilinmektedir. Kuzey bölgelerde, bugünkü Eskimolara benzeyen, Mongoloid vechede, fakat Mongoloidlerden daha uzun başlı bir ırkın yaşadığı ve tip itibarı ile bugünkü Avrupalılara benzedikleri için Europeoid diyebileceğimiz ancak daha geniş yüzlü, fakat onlar gibi uzun başlı, uzun boylu, sarışın oldukları tespit edilmiştir. Afanasyevo ve Andronovo kültürlerini de meydana getiren bu ırka mensup boylardır. Bunların daha Mongoloid doğulu ırklarla karışmasından meydana gelen Karasuk kültürüne (M.Ö. 1200-700) mensup boyların, Kırgız ve Kök-Türklerin ataları arasında olduğu da günümüzde en çok kabul edilen görüştür.

Başta Karasuk ırmağı çevresi olmak üzere Kögmen Dağları, Uluğ Kem, Kemçik, Abakan, İrtiş, Kem/Yenisey nehirleri bölgesinde ortaya çıkan Karasuk kültüründe Andronovo geleneği devam ettirilmekle beraber, yenilik olarak demir madeni bulunmuş ve işlenmesine başlanmıştır. Hatta bu kültürde, bakıra arsenik ve kalay karıştırmak suretiyle metalin kalitesi ve değeri son derece yükseltilmiştir. Eski Türk hayatının en önemli unsurlarından olan dört tekerlekli arabalar ve keçeden derme çadırlar ile mezara yiyecek, içecek koyma gibi dinî âdetler, ilk defa bu kültürde görülmüştür. Daha önemlisi, Karasuk kültürünün insanı, koyun yapağısı dokuyarak, elbise yapmaya başlamıştır. Bu da kagnılı boyardan oluştuğunun bir göstergesidir.

Bu kültürü ortaya koyan boylar aynı zamanda Çin ile Avrasya arasındaki teması sağlamaları bakımından da önemli olmuşlardır.

Tagar ve Taştık Kültürü

M.Ö. 700-100 yılları arasını kapsamaktadır. Yine Minusinsk bölgesinde Karasuk kültürü, bazı Europeoid göçlerin etkisi ile Tagar kültürüne dönüşmüştür. Daha sonra yeni Mongoloid göçler sonucunda Tagar kültürü, Taştık kültürü olarak gelişmiş ve Altay Dağlarına uzanmıştır. Bu da bize Kagnılı, Kırgız ve Kök-Türk kültürlerinin aynı kültürden geldiklerini göstermektedir.

Tagar kurganlarında tunçtan yapılmış iki yanı keskin bıçaklar, hançerler, çok sayıda ok uçları, saplı aynalar, süslü altın ve tunçtan tokalar, iğneler, taçlar, bilezikler, küpeler, taraklar ve üçayaklı süslü tunç kazanlar bulunmuştur. Bu eşyalardan bazılarının üzerine işlenmiş olan hayvan tasvirleri, eski Türk sanatının özünü oluşturan hayvan üslubunu tüm özellikleri ile gözler önüne sermektedir.

Tagar kültürü, M.Ö. 300 yıllarından sonra Taştık bölgesinde yeni bir gelişme göstermiştir. Hem Tagar hem Taştık insanı, otağ şeklinde ağaçtan sabit konutlar yapmıştır. Bu evler, ağaç kütüklerini silindirik veya dört köşe olacak şekilde üst üste yığmak suretiyle yapılmış ve tavanı da eğilmiş ağaç dallarıyla tıpkı kubbe (eğme, eğin) gibi kapatılmıştır. Çadırlarda olduğu gibi bu evlerin de orta yerlerinde, ocak; tepelerinde ise, duman deliği (tüğünük) bulunuyordu. Bu ahşap evlerden oluşan obaların etrafı da, ağaç kütükleri ve dalları ile çevriliyordu. Ağaç kütükleri ve dalları ile örülen duvarlara ise, eski Türkçede “çit” adı veriliyordu. Bu “çitler”, kuş tüyleri ve samanla karıştırılan balçık harç (titig) ile sıvanıyordu.

Tagar ve Taştık kültürlerine ait birçok kaya resmi bulunmuştur. Tagar ve Taştık kaya resimleri ile bu kültürlerin kurganlarında ortaya çıkarılan tunçtan küçük hayvan heykelleri, çeşitli eşyalar üzerinde yer alan dağ keçisi, geyik, at, kurt, boğa, kaplan, pars ve yırtıcı kuş tasvirleri, eski Türk sanatının bütün özelliklerini yansıtmaktadır. Bundan dolayı, bu kültürleri oluşturan topluluğun Türklerin ataları olduğu hususunda asla şüphe edilmemektedir.

Sonuç olarak, Anav, Afanasevo, Andronovo, Karasuk, Tagar ve Taştık kültürlerine dair arkeolojik kazıların hemen hemen hepsi, Rus arkeologlar tarafından yapılmıştır. Rus arkeologlar, ortaya çıkardıkları arkeolojik malzemeyi genellikle buluntu yerlerinin adlarıyla tanıtıp değerlendirmişlerdir. Fakat onlar, bu kültürleri yaratan toplulukların kimlikleri hakkında, kesin bir yargıya varamadıkları veya varmak istemedikleri için bir şey söylememişlerdir. Halbuki, bu arkeolojik malzemenin değerlendirilmesinden ve yorumlanmasından şöyle bir sonuç ortaya çıkmaktadır: Tükistan’da ortaya çıkarılan Anav, Afanasevo, Andronovo, Karasuk ve Taştık kültürlerinin özellikle Türklerin atalarıyla çok yakından ilgileri bulunmaktadır. Bu yargının doğruluğu, bugün bile çeşitli delillerle kanıtlanabilmektedir. Meselâ eski Türk kültüründeki at ve koyun besleme, dört tekerlekli üstü kapalı araba, derme çadır, tunç, iki ağızlı bıçak (kingırak=kama), hayvan üslubu gibi unsurlar ile mezara yiyecek ve içecek koyma âdeti, bu kültürlerde de açık bir şekilde görülmektedir. Bundan da anlaşılıyor ki, Türklerin ataları, çok eski çağlarda Abakan bozkırlarından İtil ve Ceyhun (Öğüz) nehirlerinin ilerisine kadar olan bütün Tükistan topraklarına yayılmışlardır. Bu durum, Türklerin yayıldıkları sahalardaki ırmaklara ve dağlara verdikleri isimlerle de desteklenmektedir. Meselâ, milâttan önceki çağlarda yazılmış Grekçe eserlerde Ural Nehrinin adı “Dayık” (Yayık), Ceyhun Nehrinin adı da “Oxus” (Öğüz=nehir), şeklinde Türkçe yazılmıştır. Grek yazarları, bu isimleri, hiç şüphesiz burada oturan Türklerden öğrenmişlerdir.

Alıntıdır.


Şeker Molekülleri

Kasım 25, 2022

“Şeker” dendiği zaman çoğu insanın aklına ilk gelen, çayına attığı veya tatlıların içinde yer alan şekerdir. Oysa günlük yaşantımızda kullandığımız şeker, doğada çok çeşitli şekillerde bulunan ve oldukça geniş bir alanda kullanılan şeker moleküllerinin bir türevidir. Şeker molekülleri de kimya dilinde karbonhidratlar olarak adlandırılan geniş ailenin üyelerinden biridir. Burada şeker molekülü adı altında incelediğimiz moleküllerin tümü aslında “karbonhidratlar” grubuna dahildir.

Karbonhidratlar, canlı organizması için son derece önemlidir. Canlıların en önemli enerji kaynaklarından biri olan glikoz ve glikojen, bitkilerde fotosentez sonucunda oluşan nişasta, bitkilerin en önemli hücre duvarı olan selüloz birer karbonhidrat, yani şeker molekülüdür. Benzersiz özelliklere sahip hücre zarları da karbonhidrat moleküllerinin biraraya gelmeleri sonucunda oluşmuştur.

Karbonhidratlar; karbon, hidrojen ve oksijen atomlarından meydana gelirler. Hidrojen ve oksijen suyun yapısında bulunduğu oranda karbonhidratların yapısında da bulunmaktadır.

Glikoz 

Glikoz, tüm canlıların temel besin kaynağı olması nedeniyle son derece önemli bir moleküldür. Altı karbon, oniki hidrojen ve altı oksijen atomuna sahip olan bu molekül sahip olduğu hidrojen atomlarının altı tanesini kullanarak dış yapısını bir altıgen şekline getirir. Bu altıgen yapı tıpkı bir dişlinin dişleri gibidir ve glikozun en önemli moleküler özellikleri de bu altıgen şeklinin bir sonucudur. Sahip olduğu altı oksijen atomu da glikoza başka önemli moleküler özellikler verir. Glikoz, oksijen atomları sayesinde suda kolaylıkla çözünebilir. Bunun da nedeni oksijen atomları sayesinde bu molekülün su molekülleri ile güçlü hidrojen bağları kurabilmeleridir. Suda çözünebilen bu molekül dolayısıyla hemen her sıvıda erir.

Glikozun bu özelliği bizim için son derece önemlidir. Çünkü glikoz, hücrelerin en önemli besinidir ve hücrelere ulaşmak için kan yolu ile taşınması dolayısıyla sıvı içinde erimesi gerekmektedir. Glikozu, kendi molekül yapısına çok benzeyen “hekzan” ile karşılaştırabiliriz. Hekzan, pek çok yönden özellikle bir yakıt olarak glikoza oldukça benzer. Fakat hekzan, oksijen atomu taşımaz ve bu nedenle yandığında birçok yeni ve güçlü karbon-oksijen bağları meydana getirir. Bu durum hekzanın suda çözünmesini engellemektedir. İşte bu nedenle hekzan, kan tarafından hücrelere taşınamaz. Normal şartlarda glikoz, hekzandan daha az verimlidir, ama sıvı içinde taşınabilirliği nedeni ile insanlar için hayati öneme sahiptir.

Glikoz molekülleri bir kez çözelti içine girdiklerinde bunların enerjisi metabolizma için hemen kullanılabilir. İşte bu nedenle glikoz canlı hücreleri için esas yakıttır. Daha büyük moleküller, örneğin daha karmaşık şekerler ve nişastalar sindirildiğinde kolaylıkla yakılabilmesi ve hücrelere iletilebilmesi için glikoz molekülleri şeklinde küçültülürler. Bu şekilde glikoz girdiği metabolizmaya bağlı olarak, kan şekeri, üzüm şekeri, nişasta şekeri gibi çeşitli isimler alır. Olgun meyvalarda, çiçeklerin nektarlarında, yaprakların öz suyunda ve vücudu dolaşan kanda bulunan temel madde, canlılık için özel olarak yaratılmış olan glikozdur. 

Yediğimiz gıdaların %70’i ile karbonhidrat alırız. Karbonhidratların sindirimi ağızda başlar. Tükürük sıvısında karbonhidratları parçalayan enzimler bulunmaktadır. Kısmen parçalanan bu moleküllerin sindirimi ise ince bağırsakta son bulur. Bu parçalanma sonucunda ortaya çıkan glikoz molekülleri kan basıncının yükselmesine sebep olur. Fakat kan basıncı, glikoz moleküllerine müdahale eden enzimler vasıtası ile dengede durur. 

Vücuttaki glikoz fazla olsa bile israf edilmez. Glikoz moleküllerinin fazlası, bir enzim vasıtasıyla “glikojen” adı verilen bir başka şekle dönüştürülüp depo edilir. Glikozun glikojene çevrilmesinde rol oynayan enzimin adı “glikokinaz” enzimidir. Bu enzim karaciğer tarafından üretilir ve bu üretim, pankreastan salgılanan “insülin” adı verilen bir hormonun kontrolü altındadır. Üretilen glikojen ise, vücutta besin ihtiyacı başgösterdiğinde devreye girer ve kullanıma hazır hale geçer. 

Glikoz insan bedeninde kanda %60 oranında yani 110 mg/dl, dokularda ise 0.1 mg/dl kadar bulunmak zorundadır. Eğer söz konusu sistemde bir aksama olursa ve beynin en önemli yakıt maddesi olan glikoz beyne yeterli miktarda ulaşmazsa, bu durum oldukça ciddi sorunlara sebep olur. Eğer beyne giden glikoz miktarı 0.04 mg/dl’nin altına düşerse, beyin hücreleri aşırı duyarlı hale geçer ve sinir impulsları göndererek vücuttaki kasların sürekli olarak kasılmalarına neden olur. Bunun sonucunda ise kısa sürede ölüm meydana gelir. 

Glikozu Oluşturan Atomlar Bazen Farklı Şekillerde Bağlanırlar 

Glikoz, farklı bağlanma şekilleri ile farklı şeker molekülleri haline gelebilir. Bunlardan bir tanesi fruktozdur. Fruktoz genellikle meyve şekeri olarak adlandırılır. Çünkü meyve ve sebzelerde yaygın olarak bulunmakta, meyveye şekerli tadını bu molekül vermektedir. Ayrıca fruktoz, balın içindeki temel şeker maddesidir. Çünkü arıların balözü topladıkları çiçeklerin salgıladığı nektarlar birer fruktoz kaynağıdırlar. Bu molekülün başka önemli özellikleri de vardır. Fruktoz aynı zamanda spermin hareketi için de enerji sağlayan şekerdir. Spermin uzun ve mucizevi yolcuğundaki temel yakıt maddesidir. 

Glikoz ile fruktoz moleküllerinin biraraya gelmeleri sonucunda da bir başka şeker molekülü olan sukroz oluşur. Sukroz, günlük kullandığımız toz şekerdir. Özellikle şeker kamışı ve şeker pancarında bulunmaktadır. Sukroz aynı zamanda bitkilerde bol bulunan nişasta ve selülozun da yapısal elementini oluşturmaktadır. Çünkü bu önemli yapısal element, fotosentez işleminin önemli bir parçasıdır. Sukroz, fotosentez işleminde bir ara bileşik olarak yapraklarda ortaya çıkmakta ve bitkilerde bulunan iletim sistemi ile bitkinin diğer bölümlerine iletilmektedir. Sukroz, kendi moleküler özellikleri nedeni ile bitki içinde gidebileceği en son yere kadar herhangi bir yapısal değişikliğe uğramadan iletilir. Böylelikle bitki içindeki besin istenilen her yere kolaylıkla ulaştırılmış olur. 

Keratin

Doğada bulunan 20 çeşit amino asit birbirlerine “peptid bağı” adı verilen özel bir bağ ile bağlanır ve meydana getirdikleri bu bağ ile “polipeptid” zinciri oluştururlar. Kuşkusuz bu bağlanma cansız doğada, rastlantılarla değil, ancak hücrelerin içinde, bu işle görevli özel enzim ve organellerin müdahalesiyle olur. Keratin de uzun bir amino asit zinciri, yani proteindir. Keratini oluşturan polipeptid zinciri bir sülfür köprüsü ile birbirlerine bağlanır. Sülfür köprüleri, sülfür atomları içeren amino asitler arasında bulunmaktadır. Bu bağlar küçük iplikçikler şeklinde birleşirler. Daha sonra bu iplikçikler gitgide büyür ve birarada istiflenerek bir hücre meydana getirirler. 

Anlattığımız tüm teknik açıklamalar aslında tek bir “saç” hücresini tanımlamak içindir. Tek bir saç teli bu hücrelerin yığılmasından meydana gelir. Yani saçlarınız, birbirine sülfür köprüleri ile bağlanmış keratin moleküllerinden başka bir şey değildir. Saçınızdaki herhangi bir değişiklik sırasında aradaki bu sülfür bağları kırılır. Örneğin saçın çeşitli işlemler ile dalgalandırılması, bu gözle görülmeyen molekül bağlarının değişikliğe uğramasından ibarettir.

Saçlarınız esnektir. Bunun da nedeni keratini meydana getiren hidrojen bağlarıdır. Esnek hidrojen bağlarının sağladığı bu özellik nedeni ile saçlar hareket eder ve kolay kolay kopmaz. Bir de bunun tersini düşünelim. Eğer keratin molekülü farklı bir kimyasal bağ ile bağlansaydı, kitlevi ve son derece sert bir saç kütlesine sahip olurduk. Şekil alan, rahat hareket edebilen saçlarımız yerine belki de kafamızda bir tahta kadar sert bir ağırlık taşıyor olacaktık. Ancak hidrojen bağları sayesinde hiçbir zaman böyle bir durum söz konusu olmaz. 

Saç moleküllerini biraraya getiren bağların başka önemli özellikleri de vardır. Saçların esnemesi sırasında, molekülleri birarada tutan sülfür köprüleri herhangi bir zarar görmez. Bu nedenle her ne şekil alırsa alsın ve ne kadar esnerse esnesin saçlar rahatlıkla eski haline dönebilir. 

Saç renginin açılması genellikle saça rengini veren bileşiklerin bozulmasıyla gerçekleştirilir. Bu genellikle moleküllerin oksitlenmesini sağlayan hidrojen peroksit gibi seyreltilmiş çözeltiler sayesinde mümkün olur. Hidrojen peroksit ile saç rengi açıldığında daha fazla miktarda sülfür köprüsü meydana gelir. Saçın böyle bir açılma sonrasında daha kırılgan olmasının ve esnekliğini yitirmesinin nedeni budur.

Saçın parlaklığı da, saçın ışığı yansıtabilme yeteneğidir. Bazı saç ilaçları ve şampuanlar, keratin moleküllerindeki hidrojen iyonlarını çıkararak bunların elektrik yük dağılımlarını değiştirirler. Bunun sonucunda keratin molekülleri ve mikrofibril tutamları daha sıkı yapışırlar ve ışığı daha iyi yansıtma özelliği kazanırlar. Söz konusu malzemeler kullanıldıktan sonra saçın daha fazla parlamasının nedeni moleküllerde meydana gelen bu küçük değişikliktir. Saç kremi kullanımı ardından saçların daha rahat açılması da moleküler seviyede meydana gelen çeşitli değişikliklerin sonucudur. Saç kremlerinde iyonik maddeler bulunur ve bunlar keratin liflerine bağlanarak onları elektrik yüklerini etkilerler. Bu durum, birbirlerine yaklaşıyor gibi görünen saç tellerinin arasındaki itici gücü arttırır. Saç telleri birbirlerinden uzaklaştıklarından birbirlerine dolaşıp kırılmaları zorlaşır. 

Keratin molekülü, bedenimizde de günlük hayatta kullandığımız eşyalarda da çok çeşitli şekillerde bulunmaktadır. Deri, neredeyse saf keratin molekülünden oluşmuştur. Yün, ipek, balık pulu, tüyler ve tüy sapları da keratinden meydana gelir. Pençeler ve tırnaklar da keratinden oluşurlar. Fakat bunlar daha fazla sülfür köprüsü ile çaprazlama bağlıdırlar. Bu çaprazlama bağ, keratinin daha fazla işlenmiş olduğunu gösterir. Bu durumda meydana gelen molekül daha kuvvetlenir ve sertleşir. Tırnak ve pençelerin sert olmasının nedeni budur. İpek de keratin moleküllerinden oluşur. Pek çok böcek ve örümcek tarafından salgılanan katılaşmış bir sıvı olan ipeği oluşturan keratin molekülleri diğer maddelerdekinin aksine bir sarmal biçiminde değillerdir. Bunun yerine birbirlerinin üzerine yığılarak bağlanmış sert amino asit levhaları oluştururlar. İpeğin yüzeyine dokunduğumuzda bu düz yapıyı hissedebiliriz. İpek yünden daha az esner çünkü onu oluşturan polipeptid zincirleri neredeyse tamamen uzamıştır. Yine de esnektir çünkü levhalar birbirleri ile hidrojen bağları ile bağlanmışlardır. Yine gevşek hidrojen bağları nedeni ile levhalar serbestçe birbirlerinin üzerinden kayabilirler. 

Selüloz

Yaşamın temel moleküllerinden bir tanesinin glikoz olduğunu belirtmiştik. Kanda taşınan hücre yakıtından çiçeklerin ürettikleri nektarlara kadar birçok şey glikoz moleküllerinin biraraya gelmesinin bir sonucudur. Glikozun en önemli eserlerinden biri ise dünya yüzeyinin oldukça geniş bir bölümünü kaplayan selülozdur. Selüloz, ağaç dokusunun %50’sini, pamuğun ise %90’ını oluşturmaktadır. Bu molekül, vücuda temel bir besin olarak giren ve sindirimi sonucunda büyüme, hareket ve düşünce için enerji olarak kullanılan nişasta ile oldukça benzerlik gösterir. Bu aşamada kısaca nişastayı incelemek yerinde olacaktır. 

Nişasta da, mucize molekül glikoza benzer bir molekül yapısına sahiptir. Buğday ürünleri ve patates içinde büyük miktarda bulunan bu molekül gelişen bitki embriyosunun besin deposudur. İşte bu nedenle tohumlarda oldukça fazla miktarda bulunmaktadır.

Nişasta, metabolizma için bir yakıttır. Selüloz ise bitkilere özel bir yapı malzemesidir. İkisini birbirinden ayıran tek fark ise molekül bağları arasındaki farklılıktır. Selüloz molekülü nişasta ile aynıdır. Ancak selüloz molekülleri arasında hidrojen bağları ile desteklenen uzun, düz ve kurdele benzeri zincirler oluşur. Bu düz kurdeleler birarada paketlenir ve aradaki bağlar söz konusu yapıyı sert, katı bir kitle şeklinde sabitler. Birbiriyle aynı olmasına rağmen, birbirinden tamamen farklı özellik gösteren nişasta ile selüloz molekülünü birbirinden ayıran fark işte bu bağlardaki kıvrımdır. 

Selülozun özellikleri bu kadarla da kalmaz. Selüloz, sert ve suda çözünemeyen bir maddedir. Özellikle bitkilerin koruyucu duvarlarında bulunmakta, ağaç dallarında, ağaç gövdelerinde ve ağacın bütün odunsu dokularında yer almaktadır. Selüloz, bitki hücre duvarının ana yapı malzemesidir. Bazı bitkiler, özellikle suda yaşayanlar kolayca zarar görebilecekleri bir ortam içindedirler. Bu bitkiler bazen tuzlu suda, bazen de karların erimesi veya göl sularının kabarması gibi tuzluluk derecesinin düştüğü ortamlarda bulunmak zorundadırlar. Kendilerini bu sert ortamlardan koruyabilmek için son derece sağlam bir hücre duvarına ihtiyaç duyarlar. İşte bu nedenle bütün bitki hücrelerinde sıkıca paketlenmiş selüloz grupları bulunur. 

Selüloz, nişasta gibi bir şeker molekülü yani bir polisakkarit olmasına rağmen insanlar tarafından sindirilemez. Çünkü selülozda bulunan glikoz üniteleri birbirlerine glikozidik bağ ile bağlanmışlardır. Memelilerin sindirim kanalında ise söz konusu bağı parçalayabilecek bir enzim bulunmamaktadır. Bu nedenle selüloz bizler için bir besin kaynağı değildir. Ancak geviş getiren hayvanlar tarafından sindirilebilmektedir. Çünkü bu hayvanların sindirim kanallarında selüloz enzimini salgılayan birtakım mikroorganizmalar bulunmaktadır. Bunlar vücuda giren selülozu, enzimleri sayesinde kolaylıkla parçalayabilmekte ve bunu hayvan için besin ve enerji şekline dönüştürmektedir. 

Termitler de selülozu besin olarak kullanırlar. Çünkü sindirim kanallarında bulunan trichonympha adındaki bir mikroorganizma selülozu parçalayacak bir enzim salgılamaktadır. Termitlerin genellikle odunsu yapıları tercih etmeleri ve ağaçları delerek besin olarak kullanmalarının nedeni budur. 

Alıntıdır.