KAVİMLER GÖÇÜ VE ROMA İMPARATORLUĞU

Nisan 2, 2023

Kavimler Göçü ve Hunların Rolü

Tarih boyunca çok büyük nüfus hareketleri yaşanmıştır. Yaşanan bu hareketlilik dönemin ve gelecek tarihin siyasi, sosyal, iktisadi, askeri yapılarını derinden etkilemiştir. Tarihteki Hun kitlelerinin göçü de etki alanındaki batı dünyasını özellikle de Bizans İmparatorluğu ve Batı Roma’nın iskân politikalarını derinden etkilemiştir. Bu büyük göç her iki imparatorluğun nüfusunda ve demografik yapısında büyük değişiklikler meydana getirmiştir. Bu etki sadece göçün yaşandığı yüz yıllarla sınırlı kalmayıp daha sonraki dönemlerin nüfus politikaları üzerinde de belirleyici etken olmuştur. Hun idaresinde Ho-han-yeh’in başa geçtiği tarih olan M.Ö 58, aynı zamanda çöküş sürecinin başladığı dönem olmuştur. Özellik Tanhu Tsü-ti-hou (Chu-t’e-ho) zamanından itibaren (M.Ö. 101-96 ) başarılı akınlar kesilirken aynı zamanda zengin güney batı toprakları (Tanrı dağları-Cungarya, Turfan, Yarkent, Kuça vb.) işgale uğramıştır. Bu durum ekonomik olarak devleti zayıflatırken baskı altından kurtulan Çin’in o güne kadar ödediği hediye ve vergi gibi ekonomik destekte kesilmiş oldu. Kurtuluş yolu olarak Çin’in himayesine girmeyi gören Ho-han-yeh ‘in düşüncesi kardeşinin sert tepkisine neden olurken anlaşmazlık devletin bölünmesine neden oldu. Çiçi’nin egemenliği altındaki topluluklar daha önceden Altaylara gelen Türk toplulukları ile beraber Batı Türkistan’a doğru ilerlediler. Çi-Çi iktidarının son bulması sonucunda Türk kitleleri mekânsal olarak dağınık bir şekilde Aral gölü, Kafkasların kuzeyi, Soğdiyana (Seyhun ötesi), Dinyeper Nehri civarlarında varlıklarını devam ettirmişlerdir. Tanhu Yu (M.S.18-46) zamanında tekrar bir toparlanma süreci yaşansa da ölümüyle birlikte istikrarsızlık yeniden başlamıştır. M.S 46 yılında başa geçen amcası Pu’nun iktidarını tanımayan Pi, tabiileriyle birlikte kuzeye çekilmesi sonucunda Hunlar bölünmüş oldular. Kuzey Hunlarının 155 yılında dağılması sonucunda Hun topluluğu batıya doğru göç etmeye başladı. Burada, daha önce Güney Kazakistan bölgesine gelmiş olan Çi-Çi kalıntıları ile birleştiler.

Yazılı kaynaklarda Hun adına ilk olarak Çin kaynaklarında M.Ö. IV. Yüzyılda rastlanılmaktadır. Uzun zaman Doğu’dan gelen kavimlerin tamamı gerek Bizans gerek Ermeni gerekse de Latin tarihçiler nezdinde İskit adıyla tanımlanmıştır. Suriyeli kaynaklarda ise bazen Hunlar için kullanılan tanım Ostrogotlar olmuştur. Alanların mağlup edilmesine kadar geçen sürede ne doğulu ne de batılı kaynaklarda batıya doğru göç eden bu Hun kitleleriyle ilgili bilgiler yoktur. Konunun ilgilisi bilim adamları tarafından Moğol, İslav, Kafkas kavimlerinin bir kolu olarak farklı farklı milletlerle ilişkilendirilmiş hatta Germen soyundan oldukları yönünde irtibatlar kurulmaya çalışılmıştır. Yapılan çalışmalar neticesinde Avrupa Hunlarının Asya Hunlarının torunları oldukları açıklığa kavuşturulmuştur.

Alanların, Hun kitleleri tarafından itilmesiyle başlayan batı yönlü hareket, Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan topluluklarda kaosun yaşanmasına neden olurken hun idaresini kabullenmeyen topluluklar varlıklarının devamını sağlamak için batıya doğru göç etmek durumunda kaldılar. Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan toplumlar üzerinde derinden tesirler bırakan Hunlar, bu milletlerin hatıralarında ve kaynaklarında olumsuz olarak tanımlanmış şekilde yer etmiştir. Dönemim şahitlerinin verdiği bilgiler yaşanılan korkular çerçevesinde değerlendirilmelidir. Yurtlarını terk etmelerinin ve büyük acılar yaşamalarının müsebbibi olarak gördükleri Hunları, yaşam tarzlarını küçümseyici ve aşağılayıcı dış görünüşlerini çirkinleştirici, varlıklarını ise efsanelere dayandırdığı bir topluluk olarak mağlupları tarafından aktarılmıştır.

Hunların batı yönündeki kitlesel göçleri başlamadan önce Karadeniz’in kuzeyini oluşturan coğrafyada birçok farklı millet yaşamaktaydı. Volga’dan Fin Körfezine uzanan topraklarda birçok Fin kavmi yaşarken, Aral gölü ile Don ırmağı arasındaki bölgede de Alanlar bulunmaktaydı. Don ırmağı ile Dinyester ırmağı arasındaki bölge, Ostrogoların hâkimiyet sınırlarını oluştururken, bunun batı bölümünde ise Vizigotlar yaşamaktaydı. Transilvanya ve Galiçya’da Gepidlerin, günümüz Macaristan topraklarında bulunan Tisza nehri civarları ise Vandalların etkisi altındaydı. Tanrı dağlarından Tuna nehrine kadar uzanan geniş alanda hâkimiyet kuran İskitler, M.Ö II. yüzyılda Doğusunda Sarmatların Batısında ise Gotların baskısına karşı duramadılar ve hâkimiyetlerini kaybettiler. İskit bölgesinde hâkimiyeti ele geçiren Sarmatlar ise MS. II yüzyıla kadar Karadeniz’in kuzeyinde varlıklarını devam ettirdiler. Bu bölge MS 180’li yıllarda Baltık denizi kıyısındaki yurtlarını terk ederek doğuya yönelen Gotların hâkimiyeti altına girdi. Gotlar burada iki gruba ayrılarak Ostrogotlar ve Vizigotlar adıyla ayrı ayrı devletler olarak tarihin sahnesindeki yerlerini aldılar.

Kavimler Göçünün Nedenleri

Kısaca tanımlarsak; IV. Yüzyıl ile VI. Yüzyıl arasında Hunların Aral Gölü ile Hazar Denizi arasındaki bölgeden Avrupa yönünde ilerlerken önlerine çıkan barbar kavimlerini yerlerinden etmesiyle sonuçlanan olaya kavimler göçü denilmiştir.

Kavimler göçü sonuçları bakımından devrin imparatorluklarını parçalayıp yıkacak kadar güçlü, devletlerin etnik ve demografik yapılarını değiştirecek kadar da tesirli özelliklere sahiptir. Hun kitlelerinin başında, onları hedefe ulaştırma konusunda kitleleri disiplin içinde sevk ve idare eden güçlü yöneticilerin varlığı en önemli etkenlerden biri olmuştur. Göçün batı yönünde gerçekleşmesinde, yaşadıkları Orta Asya’nın coğrafi yapısı yol ve yön gösterici olmuştur. Topluluğun izleyeceği güzergâh doğudan batı yönlü istikametine doğru planlanmıştır. Bunun için izlenecek yol ise siyasi ve coğrafi nedenler dikkate alınarak halkını güvenli şekilde ulaştırabileceği Kuzey Yoludur. Bu hat hem Ural dağlarından Orta Avrupa’ya kadar iklimsel olarak benzer coğrafi özellikler taşımaktadır hem de kitlelerin ilerlemesine engel teşkil edecek Çin, İran Bizans gibi siyasi ve askeri yönden güçlü devletlerin tehdit alanlarında bulunmamaktadır.

Halkın Besin İhtiyacının Karşılanamaması

Hunların büyük göçten önce yaşamış oldukları Orta Asya coğrafyası oldukça zor iklim koşullarına sahip sert bir coğrafyadır. İklimin tarım alanlarını kısıtladığı bu zorlu coğrafyada sahip olunan hayvanlar en büyük geçim kaynağı durumundaydı. Bozkır coğrafyasının soğuk iklimi kıt imkânlar sunarken kalabalık kitlelerin ihtiyaçlarının büyük bölümünü sağlayan hayvancılık, yaşamın temel kaynağı konumuna gelmişti. Var olan topluluğu bir arada tutabilmek için onları doyurmak gerekiyordu. Bu nedenle zengin otlaklara sahip olma isteği boyların kendi aralarındaki iç mücadelesinin en önemli nedenlerinden biri olarak öne çıkmıştır. Bu nedenler ise yeni otlaklara ulaşmayı zorunlu kılmıştır. İdil boylarında 4 asır kadar yurt tutan Hunların nüfusları bu süre zarfında artmış, hayvanları çoğalmış, idil boyları kalabalık Hun kitlesinin ihtiyacını karşılayamaz duruma gelmişti. Geniş topraklara ve verimli otlaklara ihtiyaç vardı.

Toplumların nüfusu yaşam şekillerine ve ihtiyaçlarına göre şekillenmektedir. Göçebe yaşam tarzına sahip Türk toplulukları için insan sayısının fazlalığı coğrafyanın ve diğer topluluklarının zorluklarına ve tehditlerine karşı koymanın bir unsuru olarak görülmüştür. Yaşadıkları sahalar değişmemesine rağmen nüfusun hızla artması ve geçimin temel kaynağını oluşturan hayvan sayılarında görülen artışlar sabit kaynakların ihtiyaca cevap verememesine neden oluyordu. Özellikle sınırlı otlaklara sahip olmak Türk boylarının karşı karşıya gelmesinin en önemli nedeni ve doğurduğu sonuçlar bakımından ise en ciddi olanıydı.

Taht Mücadeleleri ve Dış Baskılar

Orta Asya Türk devletlerinde devleti kimin yöneteceği konusu belirli bir kurala bağlı değildi. Hanedana mensup olan bireyler tahta çıkma konusunda eşit haklara sahiplerdi. Bu durumun sonucu olarak güçsüz hakanlar döneminde devletler zayıflamış, bölünmüş ve yok olmuşlardır. Taht için mücadele veren hanedan üyeleri yeni hakanın egemenliği altına girmeyerek başka bölgelere taraftarlarıyla göç etmişlerdir. Geçmiş dönemlerde Ho-han-yeh ve Çi-Çi arasındaki mücadele en somut örneklerden birini oluşturmaktadır. Hun devletinde iktidar mücadelesi Ho-han-yeh ve kardeşi Çi-Çi arasında meydana gelmişti. Hun devletinin bu dönemde içinde bulunduğu ekonomik sıkıntı ve askeri yönden zayıf durumda olması gerek içten gerekse de dıştan gelen ağır baskılara karşı gerekli mücadeleyi vermesine engel olmuştur. Çin’in başarılı şekilde uyguladığı Hun prensleri arasını açmaya yönelik siyaseti sonucunda Tanhu Ho-han-yeh’i Çin idaresine girme yönünde eğilim göstermesine neden oldu. Alınan bu karar onu kardeşi Çi-Çi ile karşı karşıya getirdi. Ho-han-yeh Çin’in egemenliği altında kuzey batı sınır bölgesine yerleşti. Çi-Çi ise taraftarlarıyla birlikte batıya doğru yöneldi. Devletinin merkezini de Batı Türkistan’a kaydırdı.

Roma İmparatorluğu’nun Zenginliklerinden Faydalanma İsteği

Roma İmparatorluk toplumunun yaşam şartları, sınırların dışında bulunan barbar kavimleri için dikkat çekici bir özellik göstermekteydi. Göç toplulukları arasında siyasi veya demografik nedenlerden olduğu gibi Roma ekonomisinin sahip olduğu zenginliklerinden yararlanmayı amaçlayan kitlelerde mevcuttu. Roma sınırına yakın olan topluluklar yaptıkları ticaret sayesinde ekonomik olarak güçlenirken İmparatorluğun sahip olduğu zenginliklerini yakından görme imkânı buluyorlardı. Roma Halkı’nın sahip olduğu zenginlikler ve refah içindeki yaşamları imparatorluğun gücüyle birlikte topluma güven ve huzur içinde oldukları yaşam olanağı sağlanmaktaydı. Barbarlar sahip olmadıkları bu yaşam şekline hayranlık besliyorlardı. Bu imkânlardan yararlanmak için imparatorluğa çiftçi, asker, olarak kabulleri yönünde isteklerde bulunuyorlardı. Barışçıl bir istila gibi yaşanan süreç zaman içinde büyük ve kalabalık kitlelerin hareketine dönüştü. İmparatorluk sınırlarında biriken kalabalıklar büyük bir basıncın oluşmasına neden oldu. Barbar kavimleri, içinde bulundukları ve farklı farklı meslek sınıflarında yer aldıkları imparatorluğun sahip olduğu zenginliklerden yararlanırken aynı zamanda imparatorluğun zayıf ve güçsüz yönlerini de keşfetmiş oluyorlardı.

Kavimler Göçü Başlama Süreci

Hunların Tanhu Tsü-ti-hou (Chu-t’e-ho) zamanından itibaren (M.Ö. 101-96) Akınlarının zayıflaması üzerine, özellikle zengin (Tanrı dağları-Cungarya, Turfan, yarkent, Kuça vb.) toprakları düşmanlar tarafından istilalara açık hale gelmiştir. Bu durum Çin’in ödediği vergi ve hediyelerinde kesilmesi anlamına gelmekteydi. Ekonomik yönden zayıflamış askeri açıdan güçsüzleşmiş devletini kurtarmanın çözümü olarak dönemin Tanhusu Ho-han-yeh Çin’in himayesine girmede görüyordu. Bu kararı kardeşi Çi-Çi ve taraftarlarınca “gülünç ve utanç verici” olarak tepkilerine neden oldu. Çi-Çi kendine tabi olanlarla birlikte ayrılıp batıya doğru yöneldi. Bu parçalanmışlık durumu Çin üzerindeki baskının da kalkması anlamına gelmekteydi. Çin hâkimiyetini kabullenmiş olan Hunlar Hohanyeh’in oğlu Yu döneminde güçlü duruma geldi. Ancak Tanhu Yu’nun ölümünden sonra yaşanan siyasi çekişmelere kuraklık ve kıtlık gibi doğal felaketlerin neden olduğu iktisadi sıkıntıların eklenmesi Hunlar arasında huzursuzluğu arttırdı. Pu M.S 46 yılında Tanhuluğunu ilan edince bunu tanımayan yeğeni Pi taraftarlarıyla birlikte kuzeye doğru çekildi. Bu durum Hunları bir daha birleşmemek üzere ayırmış oldu. Kuzey Hunların hâkimiyet alanlarında ekonomik yönden zengin şehirler bulunmaktaydı. Çinlilerin ve onlarla birlikte hareket eden Sien-pi’ler MS.93 yılına gelindiğinde uyguladıkları baskı ve saldırılar katlanılamaz bir hal aldı. Bu durum karşısında Batı Türkistan’da kalan son topluluklarda batıya göç ettiler.

Asya Hunları’nın Orta Asya’daki hâkimiyetlerini kaybetmesi neticesinde Avrupa Hunlarının batıya göçü başlamıştır. Hun topluluğu Hazar Denizi ile Aral gölü arasında kalan bölgeye yerleştiler. Kafkasya’nın kuzeyinde İtil –Ten ırmakları arasında hâkimiyet kuran İran asıllı olan Alanlar hüküm sürmekteydi. Alanlar hakkındaki bilgiler oldukça azdır. Batılı tarihçilere göre İran menşeili olarak kabul edilmektedirler. Çinliler Alanlar için “An-tsi” ismini kullanırken Romalıların kullandıkları isim “Alani” dir. Bizanslılar ise bunlar için “ Asioi” ismini kullanmışlardır M.Ö. I. Yüzyılın ortalarında Don nehri civarına gelen Alanlar burada yaşayan Sarmatlar’ı yerlerinden ederek Don ve Aral Gölü arasında hâkimiyetlerini kurdular. Hunların batı yönlü hareketinin başlamasıyla birlikte Alanlar Hun akınlarına karşı koyamadılar ve mağlup olarak topraklarını terk edip batıya yönelmek zorunda kaldılar.

Yapısal olarak göçebe olan Alan kavmi sürüleri için yılın ilkbahar ve sonbahar dönemlerinde verimli otlaklar bulmak amacıyla göç ederlerdi. Alanlar Kırım’da bulunan boğaza yaptıkları saldırılar ile Ermenistan ve Media topraklarına düzenledikleri saldırılar nedeniyle Romalılar tarafından saldırgan ve acımasızlıklarıyla biliniyorlardı.

Avrupa Hunlarının, Batı Türkistan’da doğudan gelen Hun göçleriyle birlikte zaman içerisinde sayıları artmıştı. İklimde meydana gelen değişiklik göçebe hayatını yeni yerlere göçe zorlarken buna Uar-Hunların baskısı eklendi. Hun topluluğunun bu zorunluluklar karşısında 350 yılında batıya doğru göç hareketi başlamış oldu. Karşılarına çıkan Alanları 370 yılında yaptıkları mücadelede mağlup ettiler. Alanların büyük bölümü meydana gelen mücadelede katledildi. Hun saldırıları sonucu dağılan ve kaçan Alanların bir bölümü Kafkasya’daki dağlık alanlara sığınarak hayatlarını ancak kurtarabildiler. Avrupa’nın doğusunda oldukça önemli bir güç konumunda olan Alanların mağlup edilmesiyle Hunlar, Avrupa topraklarına girmiş oldular.

Ammianus, Alanlarla yapılan bir anlaşma sonucunda Tuna boyunda yenilgiye uğrayan Alan güçlerinin büyük bir bölümünün müttefik olarak kabul edilip yapılan akınlarda öncü birlik rolü üslendiklerini belirtmiştir. Alanların yurtlarından sürülmesinden sonra Hun güçleri saldırılarının yönünü Volga nehrine doğru çevirdiler. Karadeniz’in kuzeyindeki bu bölgede M.S.180 yıllarında Baltık denizi kıyısından göç etmiş Dinyester ırmağının ikiye ayırdığı bölgede Doğu Gotlar (Ostrogot) ve Batı Gotlar (Vizigot) yaşamaktaydı. Hunlar ilk olarak 374 yılında Avrupa topraklarında göründüler. Hun başbuğu Balamir, önce kısa süren çarpışmaların ardından Don ve Dinyester ırmakları arasındaki Ostrogot Devleti’ni yıktı (374).Yenilgiyi kabullenemeyen kral Ermanarich intihar etti. Yerine geçen Vithimiris defalarca yenilgiye uğramasına rağmen mücadeleyi sürdürmeye çalışmışsa da Hun askerleri tarafından vurularak öldürüldü. Vithimiris ölümü sonucunda başa geçecek nitelikte kimse olamadığından komutanları Alatheus ve Saphrax savaşın devamının sonuç getirmeyeceğine karar verdiler. Got halkının bir bölümü kurtuluşu batı Gotlarına sığınmada görürken büyük bölümü ise Hunların hâkimiyetini kabullenerek idareleri altında yaşamayı seçtiler. Gotların Hun saldırıları sonucu yıkılmasının dehşeti ve korkusu sonucunda Batı Gotları yurtlarını terk ederek önlerine gelen kavimleri iterek yerlerinden ettiler. Kavimlerin Hun saldırıları sonucu içine düştükleri bu kargaşa ve dehşet ortamı Roma İmparatorluğu’nun kuzeyindeki toplulukları darmadağın etmiş ve İspanya’ya kadar uzanmıştı. Hun saldırı karşısında Alan ve Ostrogotların boyun eğmesi, Vizigotların ise yurtlarını terk etmek zorunda kalmaları Hunları Ural’dan Karpatlara uzanan bölgenin hâkimi haline getirdi. Avrupa’nın demografik yapısını değiştirip yeniden şekillendiren kitlelerin korkuya dayalı büyük hareketliliğine neden olan “Kavimler Göçü” böylece başlamış oldu. Hun saldırılarını engelleyecek doğal bir setten mahrum olan Roma İmparatorluğu topraklarına uzaklardan gelen Hun güçlerinin saldırıları karşısında çaresiz kalarak göçü durdurmaları mümkün olmayacaktı.

Hunların saldırıları karşısında başarılı olamayan önce Alanlar sonra Gotlar ülkelerini Hunlara terk etmek zorunda kaldılar. İlerleyen Hun güçleri Romanya, Moldavya ve Erdel bölgelerinde yaşayan Vizigotlar ile karşı karşıya geldiler. Hun tehdidinin yaklaştığını anlayan Vizigot Kralı Athanarik, Hunların saldırılarına karşı Dinyester nehri sahilinde savunma hattı oluşturdu. Savunma stratejisi yeni karşılaştıkları düşmanlarını durdurma etkili olamadı. Atı ve hareket halinde ok kullanma konusunda oldukça mahir olan Hun savaşçılarına karşı savunmada kalarak mücadele etmek mümkün değildi. Hun güçleri karşısında ağır bir mağlubiyete uğradı. Vizigot Kralı Athanarik ise kendisine sadık kalan küçük bir grupla Macaristan’a kaçarak hayatını kurtardı. Gotların büyük kitlesi ise Athanarik rakibi olan Fritigern’e tabi oldular. Bizans imparatoru Valens ile ayni mezhepten olan Fritigern bunun sağladığı avantaj ve barışçıl özelliklerini kullanarak imparatorluğun topraklarına kabullerini elçiler aracılığı ile iletti. Tuna nehrinin kuzeyinde bulanan kıyılarında yığılan kalabalık topluluk askerlere yalvararak geçiş izninin bir an önce verilmesini istiyorlardı. Bu dönemde sarayda başta imparator Valens olmak üzere yönetim Themistios’un etkisi altındaydı. Themistios’a göre imparator Tanrının dünya üzerindeki kopyası olduğundan vazifeleri çok büyüktü. Roma sınırları dışında bulunan Barbar gruplarının kazanılması ilahi düzenin yeryüzündeki uygulayıcısı olan imparatorluğun yöneticisine aitti. Bunları öldürmek bu düşünceye göre yanlış olup onların imparatorluğa kazandırılarak ıslah edilmesi gerekiyordu. Bu düşünce meclise getirildiğinde büyük tartışmalara neden olmuştur. Askerler bu kalabalık Got kitlesinin kabul edilmesinin büyük sorunlara neden olacağından endişe ederek karşı durmuşlardır. Eunapios askerlerin itirazlarına neden olan bu karşı duruşun mecliste gördüğü tepkiyi şu şekilde aktarmıştır “İmparatorun lütfuna nail olanlar arasında baş mevkiyi işgal eden ve müşaverede sözleri en ziyade itibar gören kimseler, bunlar iyi askerler, fakat politikadan anlamıyorlar” diyerek onları susturdular. Themistios’ta bu fikirlerin oluşmasındaki en önemli etken daha önceki dönemlerde Anadolu’da iskân edilen Galatların, zamanla isimleri aynı kalmasına rağmen hayat tarzları, kanunlar karşısındaki durumları, askerlik vazifeleri, memurluk görevleri, vergi sorumlulukları bakımından hiçbir fark olmaksızın Romalılaşmasına dayanmaktaydı. Gotların kabul edilmesini sağlayan diğer nedenler ise imparatorluk ordusunun asker ihtiyacını karşılayacak nitelikte bir kaynak durumunda olması aynı zamanda boş olan arazilere gelenlerin iskânlarının sağlanarak arazilerin işletilmesini sağlayacak tarımsal iş gücü kaynağı olmasıydı. Eyaletlerde yerleşik olarak yaşayan vatandaşlar ise ordunun askere olan ihtiyacı kalmayacağından vergi vererek hem ekonomiye büyük katkı sağlanmış olacak hem de askerlikten muaf olacaktı. Bu şartlarda Moesia’da iskâna tabi tutulan Got sayısının içinde abartıda olsa dört yüz ile beş yüz bin civarı kişiden söz edilmektedir. Gelen topluluk içerisinde en az yarısı asker olma vasfı taşımaktadır. Buradan Anadolu’ya büyük bir grubun gemilerle taşınıp iskânı gerçekleştirildi. Gotlara kötü muamele yapılıyordu ve yiyecek ihtiyaçları da karşılanmıyordu. Eşlerine ve çocuklarına yüksek mevki sahipleri tarafından kötü muamelelerde bulunuluyordu. Yapılan bütün şikâyetlere karşı duyarsız ve isteksiz davranılması isyan etmelerine neden oldu.

Alan gruplar ve Hunların da desteğinin alınması sonucunda oldukça güçlü konuma gelen Gotlar ve beraberindeki güçler, Trakya ya doğru hareket ederek geçtikleri yerleri yağmalayarak yönlerini Constantinopolis’e çevirdiler. İran seferinde olan İmparator Valens’e bu haber ulaşınca hemen geri dönmek için hareket etti. Ancak Edirne de (Adrianapolis) imparatorun ölümüyle sonuçlanan savaşta çok ağır bir yenilgi yaşandı. Gotlar iyi şekilde surlarla korunan Adranapolis’e ve Constantinopolis’e kuşatacak askeri donanımdan yoksun olduklarından buraları ele geçirme noktasında başarı sağlayamadılar. Got güçleri tarafından Trakya ve Illyricum’un işgal edilip ele geçirilmesi neticesinde coğrafi olarak Doğu Romanın Batı ile irtibatı kesilmiş oldu.

400 yılında Hunların başında Uldız bulunmaktaydı. Bu dönem aynı zamanda Hun dış politikasının esaslarının temellendirildiği dönem olmuştur. Uldız’ın Doğu Roma elçilerine yönelik “güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar her tarafı fethederim” sözü, uygulamada Doğu Bizans üzerinde sürekli baskı ve tehdit oluşturma şeklinde gerçekleşirken Batı Roma ile dostane ilişkiler kurma esasına dayanan politik bir hedef halini almıştır. Hunların saldırıları sonucu Batı Roma yönünde hareket eden ve imparatorluk topraklarına saldıran barbar toplulukları, aynı zamanda Hunlara karşı düşmanlık güden aynı topluktan olması Batı Roma ile dostane ilişkilerin oluşmasına neden olmuştur. Uldız dönemiyle birlikte kavimler göçünün birincisine göre daha güçlü ve etkili olan ikinci dalgası başlamış oldu. Hunlar ve öncü güç olarak kullandıkları Got güçleri Tuna’nın aşağı bölgelerine doğru harekete geçtiler. Önlerine çıkan Sarmatlar kurtuluşu Bizans topraklarına girmekte buldular. Korku içindeki Asding Vandalları, Vizigotlar, Saksonlar, Burgonlar, halklarının oluşturduğu insan seli Batı Roma topraklarına doğru kurtuluş umuduyla hareket etmiştelerdir. Bu topluluklar içine düştükleri korku nedeniyle yerleşecekleri yerlerin Avrupa’dan denizle ayrılmış bölgelerine geçerek güvenliklerini sağlamaya çalışmışlardır. Birincisinden daha şiddetli olan bu göç dalgası Vandal’ları, Sueb’leri, Kuad’ları, Burgondları, Sakson’ları, Alaman’ları Roma topraklarına akın ettirirken Batı Roma İmparatorluğu barbarların istilalarına engel olamayarak çaresizlik içine düşmüştür.

25 yaşından beri Vizigotların liderliğini yapan Alarich, İmparator Theodosius’un ölümü ve ordunun büyük bölümünün batıda olması fırsatından yararlanarak isyan etti. Moesia (Romanya) ve Trakya yağmalandıktan sonra Constantinopolis’e doğru yöneldi. Uygun imkâna sahip olmasına rağmen yönünü Makedonya ve Tesalya’ya çevirdi. Kumandan Stilikho tarafından etrafı çevrilen Alarich’in kurtulma şansı kalmamıştı. İmparator üzerinde oldukça etkili olan Eutropius’un telkinleri neticesinde İmparator Arcadius, Alarich ve taraftarlarının bırakılmasını istemesi sonucu kurtuldular. Eutropius, Vizigotların ortadan kaldırılmasını kendi istikbali için yaptığı planı bozacağından serbest bırakılmalarını sağlamıştır. 401 yılında tekrar hareketlenen Alarich liderliğindeki Vizigotlar, İtalya’ya doğru yerleşeceği yurtlar bulmak için hareketlendi. Revanna kuşatıldı ve yağmalandı. Ancak İmparator Honorius‘un Milano’da olduğu haberini alınca yönünü Milano’ya çevirdi. İmparator güneybatıda bulunan Astiye kaçamak zorunda kaldı. İmparatoru takip eden Alarich Pollentiada Sitilicho ordusuyla karşı karşıya geldi. Alarich yapılan savaşta büyük kayıplar verince halkıyla birlikte Illyricium kuzeyine çekilmek zorunda kaldı.

İmparatorluk güçlerinin büyük bölümü batıda olmasına rağmen 405 yılında Radagais öncülüğünde çıkan Got isyanını bastırmada Pavia savaşında komutan Stilikho bu defa başarılı olamadı. Vandalları, Süevleri, Burgundları, Kuadları, Saksonları ve Alamanları tek bir yönetim altında birleştirerek büyük bir güce hâkim olan Radagais Roma’yı tamamen ortadan kaldırmak için harekete geçti. Stilikho Hun lideri Uldız’den bu saldırının önlenmesi için yardım istedi. Hun güçlerinin müdahalesiyle isyan bastırılarak tehlike ortadan kaldırılmış oldu. Vandal, Alan, Sueb, Sarmat, Keltler’den oluşan topluluklar Ren nehri ötesine, Galya’ya gitmek zorunda kaldılar. Bu durum aynı zamanda Hunların Batıya yapacağı akınlarda ordunun güvenliğini tehlikeye düşürecek güçleri uzaklaştırmış oluyordu. Gaines’in Anadolu’ya geçme girişimi İmparatorluk donanma güçleri tarafından engellenince Kuzeye doğru hareket ederek Tuna’yı geçti. Uldız Gaines’in Tuna bölgesindeki varlığını kendisi için bir tehdit olarak görürken aynı zamanda Doğu Roma için de istenmeyen güç konumunda olduğunun farkındaydı. Uldız, askerleriyle birlikte Gaines’e karşı giriştiği mücadelede onu yenilgiye uğratarak öldürmeyi başardı. Gainesin gönderilen kesik başı Doğu Roma İmparatorluğu ile kurulmak istenilen işbirliğinde kararlılığın ifadesiydi. Hunlar izledikleri denge politikası gereği gerek Doğu gerekse Batı Roma’ya önemli yardımlarda bulunmuştur. Alarich liderliğimdeki Vizigotlar, 410 yılında Roma’ya ulaştılar ve şehri günlerce yağmaladılar. İmparatorluğun batısında bu gelişmeler olurken Doğu Roma’da ise Hunlar, İmparatorluğun topraklarına saldırmak için uygun fırsatı kolluyorlardı. Doğu Roma İmparatorluğunda 395 yılına gelindiğinde Hunlar Doğu Roma’ya doğru harekete geçtiler. İmparatorluğun doğu ve batı yönetimleri arasındaki siyasi çekişmelere imparator Theodosius ölümüyle ortaya çıkan istikrarsızlığa Alarich liderliğindeki Gotların isyanın eklenmesi Hunlar için uygun ortam oluşturmuştur.

Hun güçleri akınlarını iki koldan yürüttüler. Hun gücünün bir bölümü Balkanlar üzerinden Trakya’yı hedeflerken diğer grup ise Basık ve Kursak adlı hakanlar tarafından gerçekleştirildi. Hun askeri gücü Erzurum bölgesinden başlayarak Fırat ve Karasu’nun oluşturduğu vadi boyunca ilerlemiş buradan Malatya’ya ardından Çukurova’ya ulaştılar. Güçlü kalelerle korunan Edesse (Urfa) ve Antakya kuşatılarak baskı altına alınmaya çalışıldı. Hun güçlerinin Anadolu yönünde başlayan askeri hareketi sadece Doğu Roma’yı endişelendirmemiştir. Bölgenin önemli bir gücü olan Sasani İmparatorluğunu da oldukça huzursuz etmiştir. İran üzerine yapılan akınlarda Hunlar Sasani kralı IV. Behram liderliğindeki askerlerinin direnişiyle karşılaştılar. Hun saldırıları karşısında hazırlıksız yakalanan ve çaresiz kalan Doğu Roma İmparatorluğunda, ancak 398 yılı sonunda anlaşmaya varılabilinmişti.

Rua’nın 422 yılında başa geçmesi ile birlikte Hun tarihinde yeni bir dönem başlamış oluyordu. Rua’nın kardeşleri Mançuk, Aybars ve Oktar idi. Mançuk erken yaşta öldüğünden Doğu kanadında Aybars, Batı kanadında ise Oktar’ın olduğu imparatorluğu, kardeşleri ile 432 yılına kadar birlikte yönettiler. Oktar, Ren ırmağı civarında bulunan Burgundlar’a karşı yaptığı mücadelede hayatını kaybetti. Onların ölümüyle birlikte artık tek yönetici kendisiydi. Rua Doğu Roma ordusunun İran’la savaşta olmasından faydalanarak 434 yılında harekete geçti. Gerekçesi Doğu Roma’nın Hun ordusunda isyan çıkarmak, bağlı olan kavimleri Hunlar’dan ayırmak için propaganda yapmak ve casuslar göndermekti. Rua oldukça uygun bir zaman seçmişti. İmparatorluk güçleri Sasanilere karşı doğuda yetersiz durumdaydı. Güçlü bir direnişle karşılaşmadan Trakya’ya doğru ilerledi. 350 libre verilmesi şartıyla sulh yapıldı. Hunlar böylece Bizans’a uygulanacak baskının önemli bir gelir kaynağı haline gelecek olan altına ulaşmanın yolunu keşfetmiş oldular. Batı Roma’da ise küçük yaşta III. Valentinianus tahta geçmesi, Doğu Roma’nın müdahale etmesi için fırsat yaratırken imparatorluğun batısı, kendi içinde anlaşmazlığa düşmüştü.

Doğu Roma’ya karşı cephe alarak bir İtalyan soylusu olan Senatör Johannes’i imparator seçtiler. Ancak Büyük Theodosius’un kızı ve II. Theodosius’un halası Galla Placidia bunu kabul etmeyerek Doğu Roma İmparatoru’nun yardımıyla Johannes’e karşı harekete geçti. Bu ittifak karşısında zor durumda kalan Johannes, Aetius’u Hunlardan yardım istemeye gönderdi. Rua, Aetius’un bu ricasını kabul ederek İtalya üzerine yürüdü. Fakat Aetius’un sağladığı bu yardım daha İtalya’ya varmadan Johannes bertaraf edildi(425). Böylece Batı Roma İmparatoru III. Valentinius’un (425-455) annesi Galla Placidia, oğlunun küçük olması nedeniyle iktidarı ele geçirdi. Oğluna ise, Comes rütbesi vererek onu babası Gauentius’un halefi olarak en büyük askeri komutan sıfatıyla Galya’ya atadı. Ancak Galla Placidia’nın yönettiği Batı Roma hükümeti Hunların istenmeyen yardımlarına karşılık Hunlar tarafından haraç vermeye zorlandı. 425 yılında Hunlar, imparatorluğun iç politikasında oldukça fazla söz sahibiydiler. Aeitus’u destekleyerek nüfuzunun artmasına sebep olan Hunlar, hiçbir engelle karşılaşmadan İtalya’ya kadar ulaştılar. Rua’nın Doğu Roma’ya karşı izlediği yöntem, temelleri Uldız tarafından atılan dış siyasetin uygulanmasıydı. 428’de Ren Nehri’nin geçilmesi ile Kuzey Buz Denizine ulaşılmış oldu. Bu sayede Hun hâkimiyeti Kuzey ve Baltık sahillerine kadar genişledi. Günümüzün devletleri olan Hollanda, Belçika, Danimarka, Kuzey Fransa, Almanya Hun hâkimiyeti altına alınmış oldu.

Atilla’nın Roma İmparatorluğu Üzerindeki Baskısı

Babası Muncuk’un erken bir yaşta ölmesi nedeniyle amcası Rua tarafından sahiplenilmiştir. Büyük bir lider olan amca Rua’nın yanında bulunması Atilla’ya Hun devlet yönetiminin ve dış politikasının özelliklerine, inceliklerine hâkim olmasını sağladı. 435 yılında Rua’nın ölmesi üzerine tahta Atilla’nın ağabeyi olan Blada geçmiştir. Blada tek başına devletin yönetimine geçmesine rağmen kardeşi Atilla’yı ortak Hükümdar olarak ilan etti. Blada’nın devlet yönetiminde bu yöntemi seçmesinin temelinde kişisel vasıfları yatmaktadır. Atilla’nın liderlik yolunda oldukça hırslı, engel tanımaz cesur yapısına karşılık kendisi eğlenceye meyilli liderlik yönü zayıf zıt bir yapıya sahiptir. Bu düşüncesi kendisini ancak 7 veya 10 yıl tahtta tutabilmiştir. Blada ve Atilla kardeşler, amcaları Rua’dan devraldıkları devletin sınırları batı yönünde Baltık denizi ve Alp Dağlarına kadar uzanırken doğuda ise Hazar denizine doğru uzanmaktaydı. Atilla’nın tek başına kağan olduğu tarihe (445) kadar geçen süre içerisinde barbar kavimleri büyük ölçüde kontrol altına alındığından geniş sınırlara ulaşan Hunlar için hedef artık doğrudan Roma İmparatorluğu olmuştur.

Doğu Roma ile Hunlar arasında varılan anlaşmaya rağmen Romalılar Hunların yönetimi altında bulunan yabancı unsurları Hunlara karşı kışkırtma çabalarını sürdürüyorlardı. Bunun üzerine Rua tedbir olarak hem ticareti sınırlandırmış hem de Hun yönetimine tabi halklardan ücret karşılığında asker olarak yararlanmayı yasaklamıştı. Doğu Roma aynı zamanda Hun yönetiminden kaçanların sığındıkları ve korundukları bir konuma gelmişti. Rua Hun ileri gelenlerinden olan Mama ve Atakam’ın oğullarıyla birlikte Doğu Roma’ya sığınmış olan kaçakların verilmesini istedi. Theodosius II anlaşmak için elçi heyeti gönderme kararı aldı. Ancak Rua’nın ölümü üzerine bu anlaşmayı sürdürülerek sonuçlandırma görevi Atilla’ya kalmıştı. Bizans heyeti Constantia surlarının karşısında Tuna ile Morava nehrinin birleştiği yerde bulunan Margos şehrinde karşılandılar. Atilla bu görüşmeyi atının üzerinden inmeden farklı bir diplomasiyle yürüterek bütün şartlarını halkın önünde kabul ettirdi. Margus anlaşmasına göre, Doğu Roma kendine sığınmış olan Hun kaçaklarını iade edeceği gibi bundan sonrakilerede müsaade etmeyecek. Romalı esirlerden kaçıp kendine sığınanları ya geri verecek ya da her bir kaçak için 8 solidos ücret ödeyecekti. Hunların idaresi altında olan kavimlerle ittifak içerisine girmeyecekti. Ticarette iki tarafın tüccarları eşit şartlarda olacaktı. Daha önce yıllık olarak ödenen 300 libre vergi bundan sonra 700 libre olarak ödenecekti. Anlaşma hemen uygulamaya geçirildi ve Doğu Roma’ya sığınmış olan Hun tebaasına ait kişiler teslim edildi. Doğu Roma sınırları içinde bulunan Attila teslim aldığı kaçakları Trakya’da Karsus (Bulgaristan’da Hirsovo) kalesinde astırdı. Bu durum hem imparatorluk tarafında hem de Hun idaresi altındaki halklarda Attila adının korku ve dehşetle anılmasına neden olmuştur. Hun toplulukları tarafından ilahi menşeden geldiğine inanılan Attila ileride Avrupaların nezdinde Tanrı’nın kırbacı olarak anılacaktır. Attila bu barış ortamının sağladığı olumlu ortamdan yararlanarak ülkenin doğusunda bulunan birlikleri denetledi. Hunlara karşı ayaklanma girişiminde bulunan Sara Ogurlar (Ak Ogurlar) denetim altına alındı.

Atillanın Doğu Roma Stratejisi

Germenler, İranlılar, Slavlar, Fin -Ugorlar, Üçogur, Beşogur, Altıogur, Onogurlar, Saraogurlar, Akatirler, Sabarlar gibi Türk topluluklarının eklenmesiyle birlikte sayıları 45’i bulan birbirinden farklı topluluklar, Hun liderinin önderliğinde bir araya getirilmişlerdi. Germen kavimleri başlarında kendi yöneticilerinin bulunduğu siyasi yönden ise Hun idaresine tabi olarak kalabalık topluluğun bir parçasını oluşturmaktaydı.

Bütün bu toplukların Attila’nın karizmatik liderliği etrafında itaat altına alınmış olması Attila’ya yapacağı seferlerde güven içerisinde rahat hareket etme imkânı sağlamıştır. Attila döneminde Hunların dış politikasında, temeli Uldız tarafından atılan ve şekillendirilen siyaset tarzının devam ettirildiği görülmektedir. Batı Roma ile ilişkilerde dostane şekilde sürdürme politikası güdülürken Doğu Roma ise her fırsattan yararlanılarak baskı altına alınamaya çalışılmıştır. Margus anlaşması sonucunda teslim edilen Hun önde gelenlerinin kaçak oğulları, Doğu Roma İmparatorluğunun sınırları içinde idam edilmişti. Bu tutum hem Hunların iç politikasına yönelik mesajlar içermekteydi hem de Doğu Roma’ya yönelik baskı altına alma politikasının devam edeceğinin en etkili göstergesidir.

Hunlar 440 yılından itibaren Doğu Roma üzerinde uygulanan baskıyı artırmaya başladılar. İmparator II.Theodosius anlaşmanın ekonomik yaptırımları içeren maddelerini yerine getirmekte oldukça ağır davranmaktaydı. Yıllık vergiyi göndermede ihmalkârlık göstermeye başladı. Antlaşmanın önemli maddelerinden biri olan esirler konusunda ise hem kaçaklara göz yumulurken hem de Got asıllı Arnegisclus gibi bazı kaçaklara da general rütbesi verilerek bizatihi Hunlar ile mücadelenin saflarında kullanılmak için önemli görevlere getiriliyordu. Bu durum Doğu Roma İmparatorluğunun dış siyasette izlediği genel bir anlayışın yansımasından ibaretti. İmparatorluk saldırılara engel olamadığı dönemlerde tehdidi ortadan kaldırmak veya saldırıların şiddetini düşürmek için barış maddi güç ile sağlanmaya çalışılmıştır. Sükûnetin sağlanmasından sonra varılan şartların yerine getirilmesinde ya oldukça ağır davranılmış ya da zamana yayılarak hiç biri yerine getirilmemiştir.

II.Theodosius oyalama ve zamana yaymaya dayanan bu stratejinin meydana getireceği tehlikenin farkındaydı. Bu amaçla adını taşıdığı I. Theodosius’un başkenti korumak için inşa ettiği duvarı güçlendirdi. Deniz kıyısından gelecek saldırılar için önlemler alınması için talimatlar verdi. 440 yılında stratejik öneme sahip Kartaca’nın Vandalların saldırısına uğraması sonucunda Doğu Roma İmparatorluğu yardım etmek amacıyla harekete geçti. Kartaca’nın hâkimiyetini ele geçirmek hem Doğu hem de Batı Roma’nın güvenliğinin tehdit altında bulunması anlamını taşımaktaydı. Kartaca da düşman bir güç tarafından oluşturulacak deniz gücü imparatorluğun her iki bölümüne kolayca saldırma imkânı oluşturulabilirdi. Derhal Kartaca’da Vandal hâkimiyetini ortadan kaldırmak amacıyla başkent Constantinopolis’ten 1100 gemi hazırlanarak Vandallar üzerine gönderildi. Kartaca’yı Vandallar’dan kurtarmak amacıyla batıya yapılan askeri sevkiyat doğu sınırında fırsat bekleyen Perslere imparatorluk kontrolünde olan Ermenistan’a saldırması için uygun bir fırsat sağlamıştı. Eftalit’lerin Pers güçlerine karşı yaptıkları ani saldırı sonucunda Ermenistan kuşatmasını kaldırarak bu bölgeden çekilmek zorunda kaldı.

Doğu Roma İmparatorluğu’nun askeri gücünün bu şekilde bölünmesi büyük bir askeri zafiyete neden oldu. Doğu Roma İmparatorluğunun kuzey sınırı, Balkanlar bölgesi savunmasız kaldı. Bu gelişmeleri dikkatle takip eden Attila Hunları, Tuna üzerinden Balkanlara doğru rahatça hareket etme imkânı buldu. Castra Constantia kalesi ele geçirilerek imparatorluğun Tuna yönündeki savunma hattı çökertildi. Doğu Romalı yöneticiler Attila’nın bu saldırısını yapılmış olan anlaşmaların ihlal edildiği anlamına geldiğini belirttiler. Attila ise saldırının sebebi olarak Margus Piskoposunun Hun mezarlarına karşı saygısız girişimini gerekçe olarak gösterdi. Taraflar arasında anlaşma sağlanamaması üzerine Hun ordusu harekete geçti. Viminakion (Kostolac) alındı. Margus Piskoposu hayatına karşılık olarak Margus şehrini Hunlara teslim etti. Singidunum (Belgrad) şehri ise yerle bir edildi. Tuna sınırının korunmasında stratejik özelliğe sahip Sirmium şehri, ahalisiyle birlikte ele geçirildi. Doğu Roma İmparatorluğundan alınmış olan stratejik kaleler, imparatorluğun Balkanlardaki savunma hattının Hun saldırılarını engelleyemeyecek durumda olduğunun göstermektedir.

Alınan ve tahrip edilen kaleler ile birlikte Balkanlarda Hun ilerlemesine engel olabilecek bir güçte kalmamış oluyordu. İmparatorluğun içine düştüğü bu zor durumdan Aetius, Hunlarla olan iyi ilişkilerini kullanarak ve varılacak anlaşmanın güvencesi olarak oğlunu rehin bırakma şartıyla anlaşma yapılmasını sağladı (442).

Ancak bu anlaşma sürecini Doğu Roma İmparatorluğu yine zaman kazanmak için kullandı. İmparator geçen bir yılın sonucunda, Attila’nın esirler ve katlanarak artan vergi borçlarının ödenmesi talebine olumsuz yaklaşması, Hun saldırılarının yeniden başlamasına neden oldu. Attila gerek konumu ve sahip olduğu kalabalık nüfusu gerekse de silah üretim yerleri nedeniyle Ratiaria’ya saldırarak ele geçirdi. Şehrin alınması ile birlikte çok sayıda esirde ele geçirilmiş oldu. Hunların eyaletlerin içine yapacağı saldırılarda arkadan gelecek tehditler böylece ortadan kaldırılmış oldu.

Hunlar, Doğu Roma İmparatorluğu’na yönelik 441-447 tarihlerini kapsayan dönem içerisinde Balkan coğrafyasında gücünün merkez ekseni konumunda olan müstahkem mevkileri almaya yönelik askeri stratejiye göre hareket ettiler. Bu hedef alan, Constantinopolis’in Trakya’daki hinterlant alanından başlayarak Sirmium, Serdica (Sofya), Naisus (Niş),Viminacium (Kostalak), Margus ve Singidinum’a ulaşan 600 km² kuş bakışı bir alanı kapsamaktaydı. Naisus, Serdica ve Ratiaria’nın alınması ise Trakya akınları için başlangıç konumunda bulunuyordu. Hun askeri stratejisi oldukça hızlı hareket eden atlı ve okçu askeri varlığa dayanmaktaydı.

Nischava Nehri civarında bulunan konumu ve sahip olduğu silah üretim tesisleri nedeniyle oldukça stratejik konumda olan Niş şehri talan edildi. Sofya (Sardica) ve Philippolis (Filibe) alınarak yağmalandı. Böylece İmparatorluğun Avrupa’nın bu bölümünü koruması mümkün olamayacaktır. Theodosius’un gönderdiği Arnegisclus ve Areiobindus komutasındaki ordusu Attila tarafından hezimete uğratıldı. Athyras (Büyükçekmece)’ın alınmasıyla başkentin surlarına yaklaşılmıştı. Attila saldırılarının yönünü askeri imkânlar çerçevesinde başkente yönlendirmek yerine Chersonoesus’ a çekilmek durumunda bırakılan Aspar güçlerinin kalan bakiyeleri üzerine göndererek onları tamamen dağıtmıştır. Oluşan bu tehdit sonucunda İmparator anlaşmak üzere komutanlarından Perslere karşı verdiği başarılı mücadele ile ünlenen Anatolius’u görevlendirdi. Bu anlaşma sonucunda yıllık ödenecek vergilerin miktarı 2100 libre altına çıkarıldı. Geciktirilen önceki vergiler ise imparatorluk hazinesine 6000 librelik ekstra bir yük oluşturdu. İmparatorlukla yapılan anlaşmaların değişmeyen maddesi olan kaçaklar için ödenecek bedel ise 12 libreye yükseltildi. 443 yılında Doğu Roma İmparatorluğu yaptığı anlaşma sonucunda Balkanlarda kaybettiği yerler ve savunma hatlarının kırılması nedeniyle imparatorluğun başkenti saldırılara açık bir hale gelmişti. Bu amaçla yeni limeslerin kurulması için görevlendirilmeler yapılarak hızla çalışmalar başlatıldı. Attila’nın yaptığı tahribatlara karşı başlatılan çalışmaların bitirilmesi için Hunlardan gelen elçiler ve aktardıkları şikâyetler imparatorluk sarayında dikkatle incelenmiş ve heyetler ülkelerine hediyelerle mutlu bir şekilde gönderilerek barış sürecinin bozulmaması hedeflenmiştir.

Attila 447 tarihinde idaresi altındaki milletlerle birlikte 441 yılındaki saldırıya göre daha büyük bir güçle saldırıya geçti. Bu dönemde Doğu Roma İmparatorluğu ise Anatolius barışından itibaren doğal felaketlerin ve afetlerin neden olduğu oldukça güç bir dönemden geçmekteydi. Uzun süren kışları bir sonraki yıl sel felaketleri izlemişti. Başkentte, 445 yılında ise birçok başkentlinin ölümüne neden olan Circus isyanı meydana gelmişti. Ortaya çıkan veba ve kıtlık ise felaketlerin boyutunu daha da artırmıştı. 447 yılında başkentte meydana gelen ve Trakya’dan Çanakkale Boğazı’na ve Ege Adalarına kadar etkili olan deprem dört ay süresince büyük tahribatlara, yıkıma ve ölümlere neden oldu. Depremin şiddeti, başkentin en önemli savunma yapısını oluşturan Anthemius duvarlarında büyük yıkıma sebep oldu. Duvarın 57’den az olmayan kulesi yıkılırken duvarda büyük bir tahribat oluşmuştu. Bizans İmparatorluğu büyük deprem felaketleri ile sarsılırken meydana gelen sel felaketiyle birlikte yıkımların ve ölümlerin sayısı katlanarak arttı. Ortaya çıkan veba ise ölümlere binlerce yeni ölümüler ekleyerek felaketin boyutunu daha da arttırdı. Doğu Roma İmparatorluğu kuzey sınırında risk alacak konumda bulunmuyordu.

İmparatorluk ekonomik olarak da büyük bir mali kriz içinde bulunuyordu. Attila’nın Doğu Roma üzerine düzenlediği büyük saldırısının asıl hedefi imparatorluğun bu bölümü üzerinde tam bir hâkimiyet kurarak imparatorluğun batı kanadına sefer düzenlemekti. Böylece Attila, her iki Roma’yı da hükümdarlığı altına alarak cihan hâkimiyeti düşüncesini gerçekleştirmiş olacaktı.

Başkent Kostantinopolis valisi Flavus’un yönetiminde ve Demeler(Siyasi partiler) katılımıyla zarar gören surlar ve kuleler iki aylık bir zaman da onarıldığı gibi yeni surlar eklenerek şehri koruyan üçlü bir hat oluşturulmuştu. Dacia Ripensis’te Utus (Vid) nehri yakınlarında yapılan savaşı Hunlar kazanmasına rağmen çok sayıda askeri kayba uğradı. Bu seferin en önemli sonucu Trakya’nın en büyük merkezi olan Marcianapolis’in alınmasıydı. Hunlar surlarla güçlendirilen başkente saldırmadılar. Balkan topraklarına yönelen Hun güçleri İllyricum, Trakya, Dacia, Moesia ve İskitya eyaletlerinde büyük yağma olaylarına sebep oldular. Doğu Roma İmparatorluğu yaptığı anlaşmaların ağır ekonomik baskısı ve bunun ödenmesi için artırılan vergilerle oluşturulan kaynaklar, siyasi ve toplumsal huzursuzluğun oluşmasına neden oldu. İmparatorluk baskıların sebebi olarak gördüğü Attila’yı ortadan kaldırmak için tek çıkar yol olarak bir suikast girişiminde görüyordu. Attila’nın sağ kolu olan ve yapılan anlaşmaların şartlarını görüşmek üzere Doğu Roma başkentinde bulunan Edeco’ya imparator Theodosius üzerinde oldukça etkili olan haremağası Chrysaphius tarafından bu teklif götürüldü. Attilaya bağlı olan Edeco, içinde bulunduğu ortam gereği olsa gerek teklifi kabul ettiğini belirtti. Hunların kendisine olan sadakatinin devam ettirebilmesi için ayrıca 50 libre altına ihtiyaç olacağını belirterek temin edilmesini istedi. Kurulan plan gereği hiçbir şeyden haberi olmayan heyetin üyesi Maximinus, soylu bir kişilik ve yüksek rütbe sahip konumda bulunurken Bigilas ise heyetin tercümanı konumundaydı. İmparatorluk heyeti Priskos’un da dâhil olmasıyla 449 tarihinde görüşmeler için başkentten ayrıldı.

Edeco Constantinopolis sarayında kendisine yapılan teklifleri ve düzenlenecek olan suikast planının ayrıntılarını Atilla’ya en ince detayına kadar anlatı. Suikast planını tam olarak ortaya çıkarmak için Edeco kendisine oldukça güven duyan Bigilas’a altınların getirilmesi zamanının geldiğini bildirdi. Bigilas üzerinde 50 libre altın ile yakalanarak tutuklandı. Attila paranın getirilmesinin asıl amacını itiraf etmediği takdirde oğlunu öldüreceğini belirtti. Bunun üzerine Bigilas, yapılan planı tüm detaylarıyla anlatmak durumunda kaldı. Edoco’nun bu sadakati sayesinde Doğu Roma İmparatorluğu’nun Attila’dan kesin kurtuluş çaresi olarak gördüğü sinsi planı da çökmüş oldu.

Doğu Roma ile Attila arasında yaşanan büyük gerilimi çözme işi deneyimli ve Attila nazarında itibar gören Anatolius ve Nomus’un üzerindeydi. Zengin hediyeler ve başarılı diplomatik dil ile 450 yılında Doğu Roma’nın kazançla çıktığı üçüncü Anatolius anlaşmasını yapmayı başardılar.

Atilla’nın Batı Roma Seferi

İmparatorluğun Batı bölümünü yöneten Honorius’un, 423 yılında ölümü üzerine erkek bir evladı olmadığından tahtta belirsizlik meydana geldi. Bir oldubitti sonucunda hile yoluyla tahttı ele geçiren Ioannes’e karşı Aspar’ın komuta ettiği ordu yardıma gönderildi. Tahttı gasp eden Ioannes güçleri, yenilgiye uğratılırken gasıp yöneticinin bu girişimi ölümüyle sonuçlandı. Tahtın sahibi olan III. Valentinianus geçmesi sağlandı. Batı Romanın belirsiz siyasal yapısı bir dönem Hunlara tutsak olan Aetius’un hızlı şekilde yükselmesine zemin hazırladı.

Doğu Roma’nın, ordusunu Ioannes’e karşı harekete geçirmesi hamlesine karşılık Ioannes kendine bağlı olan Aetius’tan Hunlardan yardım getirmesini istemişti. Beklenen yardım İtalya’ya geç ulaştığında Ioannes yenildi ve hayatını kaybetti. Hun güçlerinin varlığını tehdit olarak gören III.Valentinianus gönderilmeleri sağlaması için Aetius’un yardımına baş vurdu. Hun güçlerini Tuna bölgesine çekilmesini sağlayan Aetius askeri rütbelerine Hunlarla olan ilişkileri sayesinde ulaşmıştı. Aetius Batı Roma İmparatorluk sarayında sahip olduğu güç ve makamlara Hun ilişkisini doğru ve etkili kullanımını sağlayan özellikleriyle elde etmişti.

Aetius, askeri manada düştüğü her zor durumun kurtarıcısı olarak gördüğü Hunları, kurduğu ilişkileri güçlendirerek devam ettirdi. Hunların Tuna ve çevresine yerleşmelerine büyük bir güç merkezi haline gelmesine karşı, herhangi bir karşı girişim içinde olmaması koruyucu destek güç anlayışından kaynaklanmaktaydı. 432 yılında Aetius kendine karşı oluşan rakip Bonifacius ve Sebastianus ittifakına karşı Hun liderinin desteği sonucunda gücüne yeniden kavuştu. 433 yılında Hunlar yapılan yardımlarına karşılık olarak kabul edilen anlaşma gereği Pannonia’ya da bulunan Prima eyaletine sahip oldular.

Attila döneminde amcası Ruanın Politikası devam ettirilerek başlangıcında Batı Roma ile ilişkiler barışçıl yöntemlerle sürdürülmeye çalışıldı. Hun lideri Attila ile görüşmeye gelen Aetius oğlu Carpilio ve Cassiodorus yaptıkları görüşme neticesinde Pannonia’nın Seva kıyısında yer alan toprakları Hunlara bırakılarak barışın devamını sağladılar. Attila’ya en büyük askeri unvan olan Magister Militium verildi. Unvanın uygulamada herhangi bir işlevselliğe sahip olmamasına karşın iktisaden yüksek ücret ödemesi anlamına geliyordu.

449 yılında asıl hedefi Attila’yı ortadan kaldırmak olan Doğu Roma İmparatorluğu’nun tertiplediği heyet Attila’nın karargâhında Batı Roma’dan gelen heyet ile karışmışlardı. Heyetlerin bir birinden habersiz olmaları ayrı ayrı dış siyasi politikalar uyguladıklarını gösterirken diğer yandan Hunların hem Doğu Roma hem de Batı Roma İmparatorlukları üzerinde büyük bir baskı unsuru haline geldiğini göstermektedir. Attila Batı Roma ile ilişkilerde değişikliğe gitmek amacıyla 441 yılı kuşatmasında Sirmium’da piskoposun neden olduğu altın kapların akıbeti olayını ilişkilerin bozulmasının en önemli nedeni olarak ileri sürmüştü. Kendi hakkı olan altın kapları çalmakla suçlanan Silvanus adlı bir bankerin cezalandırmak için verilmesini istiyordu. Batı Roma heyeti bu anlaşmazlığa çözüm bulmak ve Hun öfkesini dindirmek amacıyla Attila’nın ordugâhına gitmişti.

Batı Roma İmparatorluğunda III. Valentinianus’un tahtın geleceği için kız kardeşi Honoria’nın evliliği konusuna yaklaşımı diplomatik bir sorun halini aldı. Tahta herhangi bir hak sahibi durumuna gelmemesi amacıyla evlenmesine müsaade edilmeyen Honoria Attila ile evlenme yollarını arayarak kendisini kabul etmesi için evlilik nişanı olarak yüzüğünü gönderdi. Attila tarafından kabul edilen bu teklif Attilaya İmparatorluk üzerinde hak iddiasında bulunma imkânı meydana getirmişti. Attila askeri gayesinin ortaya çıkmaması için diplomatik girişimlerde bulundu. Yapacağı seferin amacının Batı Roma olduğunun anlaşılmaması için gayesinin Hunlara sorun çıkaran kuzeyde bulunan Germenler olduğunu bunu kendisinin bir müttefiki olarak yapacağını İmparator III. Valentinius’a iletmişti.

450 tarihinde İmparator II. Theodosius’un ölümü Doğu Roma İmparatorluğu’n da önemli bir politika değişikliklerine neden oldu. Yeni İmparator Maurcius şiddetle karşı çıktığı haraç uygulamasına son verdi. Attila yeni imparatorun bu çıkışları karşısında seferin yönü üzerinde hiç şüphesiz kararsız durumda kaldı. Attila oldukça güçlü durumda olan ordusunu her hangi bir yıpranmaya uğratmadan stratejik olarak daha zorlu gördüğü Batı Roma seferine öncelik verdi.

Attilanın Batı Roma İmparatoru’na resmi olarak bildirdiği Vizigotları ortadan kaldırmak üzerine oluşturduğu planı Frenk Kralı’nın ölümü nedeniyle değişikliğe uğradı. Kralın oğulları arasında yaşanan taht kavgası sonucunda büyük kardeşin Attila’dan yardım talep etmesi üzerine sefer Frenk Krallığı’nı kapsayacak şekilde genişletildi. Küçük kardeş ise sahip olduğu gücü ve unvanları Hun desteğine borçlu olan Aetius’tan yardım talep etmişti. Batı Roma İmparatorluğu Attila’ya karşı sürekli mücadele içinde olan Vizigot Theodoric ve Hunların dostu olan Aetius’tan oluşmaktaydı.

Hun güçleri Attila liderliğinde Galya’yı almak üzere harekete geçti. Attila’nın ordusu yol boyunca katılanlarla birlikte yarım milyon askere ulaştı. Ordular Campania (Mauriacus) düzlüğünde karşılaştılar. Her iki tarafın büyük kayıplar verdiği savaşın kesin galibi olmadı. Vizigot kralı Theodoric ölen askerler arasındaydı. Halklar üzerinde büyük bir korku salan Attila liderliğindeki Hun güçleri durdurulmuştu. Attila başarı elde edemediği bu saldırısı sonucunda ordusunu kışı geçirmek üzere Tuna nehri dolaylarına çekti. Bir yıl sonra 452 tarihinde Attila ordusuyla Pannonia’dan rahatça geçerek İtalya’ya ulaştı. İmparator başkenti terk etmek durumunda kaldı. Batı Roma İmparatorluğu Attila ile anlaşma yolunu kurtuluşun tek çözümü olarak görüyordu. Papa Leo’nun da içinde bulunduğu heyetin girişimleri sonuç verdi. Attila bol miktarda aldığı altın ve siyaseten üstünlüğü kabul ettirdiği inancıyla İtalya’dan ayrıldı.

453 yılında, Attila evlendiği gün ani bir şekilde hayatını kaybetti. Attila’nın ölümü cihan hâkimiyetini gerçekleştirmek amacıyla sürekli baskı altında tuttuğu Doğu ve Batı Roma İmparatorluk yöneticilerini ve bu baskının siyasi ve ekonomik sonuçlarını en şiddetli şekilde hisseden halklar üzerinde büyük bir sevince neden oldu. Güçlü liderlik özelliklerine sahip Attila’nın ölümüyle birlikte, oğulları Hun topluluğunu bir arada tutabilecek özelliklere sahip değillerdi. Kardeşler arasında başlayan mücadele Hun devletinin parçalanma ve çökme sürecine girmesinin nedeni oldu. Hun devletinin içinde bulunan topluluklar ortaya çıkan güç boşluğundan yararlanarak ayaklandılar. Gepid kralı Ardaric (Ardarik) öncülüğünde başlayan mücadeleye Tisa Irmağı boylarında bulunan Rugiler, Tuna ile Tisa arasında bulunan Skirler, Garam- Vag Irmağı arasında bulunan Quadlar katıldılar. Ostrogotlar ise kendilerini özgür olarak gördüklerinden bu oluşumun içerisinde yer almadılar. Nedao ırmağı yakınlarında yapılan savaşta Hunlar ağır bir yenilgiye uğradılar. Ve böylece Hunlar önemli bir güç olmaktan çıktılar.

Kavimler Göçünün Sonuçları

Hunların barbar kavimlerini yerlerinden etmesiyle başlayan batı yönlü kavimlerin göçü gerek Avrupa gerekse dünya milletleri açısından önemli sonuçlar meydana getirmiştir. Hunların itmesiyle milletlerin yer değişimi başta Avrupa olmak üzere oldukça geniş bir alanda demografik ve nüfus değişimlerine neden olmuştur. Kavimlerin Göçünü sonuçları itibariyle şu şekilde sıralamak mümkündür.

1- Hunların ilk kez 374 yılında Avrupa topraklarında görülmesiyle başlayan ve kavimlerin yer değiştirmesine neden olan kavimler göçü önemli değişiklikler meydana getirmiştir. Hunların önünden kaçan Germen kavimleri yaşamlarının devamı için yeni yurt arayışı içerisine girmişlerdir. Roma İmparatorluğunun sınırlarını zorlayan kavimlerin oluşturduğu basınç ve oluşan siyasi istikrarsızlık doğu ve batı diye ayrılmış olan imparatorluğun batı bölümünün yıkılmasına neden olmuştur. Göçle birlikte Avrupa’da görülen Franklar, Vizigotlar, Burgundlar barbar krallıklarını kurdular. Franklar Galya’yı yurt tutarken Angıllar ve Saksonlar Britanya’da bugün ki İngiltere’nin temelini oluşturdular. Kavimler Göçü böylece Avrupa’nın etnik yapısının değişmesine yol açmıştır. Kavimlerin burada karışması yeni toplulukları oluşturmuştur. Bundan dolayı, bugünkü Avrupa’nın etnik temeli Kavimler Göçü sonunda atılmıştır denilebilir.

2- Kavimler Göçü, dünyanın en büyük devletlerinden biri olan Roma İmparatorluğunu temelinden sarsmıştır. Bu hareket, önce Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılmasını (395), sonra bunlardan Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasını hızlandıran başlıca olay olmuştur (476). Siyasi ve askeri olarak zayıflayan Batı Roma Germen lider Odoaker’e engel olamayarak yıkılmaktan kurtulamadı. Bazı tarihçiler Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılmasını, bazıları da Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasını Eski Çağ’ın sonu, Orta Çağın başlangıcı olarak kabul etmişlerdir. Merkezi krallıklar güç kaybına uğrayarak derebeylik rejiminin doğmasına neden oldu. Göç ve istilaya uğrayan halkların kendilerine sığınacak yer arayışları feodalitenin oluşmasında etkili olmuştur.

3- Kavimler Göçü’nün en önemli sonuçlarından biri askeri alanda meydana gelmiştir. Bunlar göçebe hayatın gereği olarak savaşlarda atı kullanma becerileriyle Avrupa’nın sabit savunma askeri stratejilerini boşa çıkarmışlardır. Atı ve üzerinde rahat hareket etmeyi sağlayan askeri kıyafetler Avrupalı milletler tarafından ordularında kullanılmaya başlanmıştır. Bu göç sonucunda başta Bizans İmparatorluğu olmak üzere gerek Hun topluluklarının gerekse Germen topluluklarının saldırı ve savunma stratejileri değişikliğe uğramıştır.

Bizans İmparatorluğunun İskân Siyaseti

(IV-VII. Yüzyıllar)

Celal BİÇER

Fırat Üniversitesi

Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı


İslam Devletinde Ekonomi ve İdari Yapılanma-2

Nisan 2, 2023

 Abbasiler Devleti (H. 132-656/M. 749- 1258)

Abbasiler devletinin birbirinden çok farklı iki dönemi vardır.

Abbasilerin Birinci Devri (H. 132-218/M. 749-833)

Parlak dönem de denilen bu devir H. 132/M. 749’de kuruluşundan H. 218/M. 833 yılında yedinci Abbasi halifesi Me’mun’un son günlerine kadar devam eder. Devlet bu dönemde en yüksek ve ihtişamlı dönemini yaşamış ve sözünü ettiğimiz medeniyet, yani lslam medeniyeti bu zamanda kurulmuştur. Bu devirde lslam devletinin zenginlik ve refahı diğer lslam devletlerinin hiçbir zaman ulaşmayacağı seviyeye ulaşmıştır. Asıl konumuz işte bu refah dönemidir.

Abbasilerin ikinci Dönemi (H. 218-656/M. 833- 1258)

Bu devre duraklama ve gerileme veya düşüş (inhitat) devri adı da verilmiştir. H. 218/M. 833’te Mu’tasım’ın hilafetinden başlayarak Abbasi devletinin Bağdat’ta yıkılışına (H. 656/M. 1258) kadar devam eder. Bu dönemde lslam medeniyeti gerilemeye başlamış, devletin gücü ve zenginliği azalmış, Moğol istilası sonunda tamamen yıkılmıştır.

Abbasiler Devletinin Kuruluş Nedenleri

Hilafet, Raşid Halifelerden Emevilere geçince, dini şekilden dünyevi bir şekle döndüğü gibi Emevi halifeleri de zenginlik ve maddi güç dışında başka şeylere önem vermemeye başlamışlardı.

Bunun dışında Emevilerin Arap ırkçılığı ve diğer milletleri aşağı görücü ve rahatsız edici politikası, hatta bunlar içinde Müslüman halka karşı yaptıkları zulüm ve eziyetler vardır. Tüm bunlara haraç toplarken yapılan haksızlık ve baskılar da eklenince Emevi yandaşları dışında hemen bütün unsurlar, Emevi idaresinden kurtulmak için idareye ve halifeye muhalif bütün siyasal eylemlere destek vermişlerdir. Emevilerden en çok şikayetçi olan topluluk da mevali denilen Arap olmayan Müslümanlardı. Emeviler bunları piyade, maaşsız ve ganimetlerden pay vermeksizin savaşa göndermek dışında önemli bir işte görevlendirmiyorlardı. Emevilere karşı oluşan muhalif grubun lider kadrosu mevalinin bu durumundan kendileri lehine faydalandılar. Mevalileri davet ederek onlara maaş bağlayarak maddi destekte bulundular ve muhalefet hareketinde önemli rol oynamalarını temin ettiler. Bunu ilk başlatan kişi, Hz. Hüseyin’in, katillerinden hesap sormak ve intikam almak amacıyla H. 66 yılında Küfe’ye giden Muhtar b. es-Sakafi idi. Muhtarın bu hareketi, yani Arap olmayan mevaliyi ön olana çıkartması, Araplar için incitici ve onur kırıcı bir durum gibi algılanmıştır. Bu nedenle “Muhtar mevalimizi şımarttı. Atlara bindirdi. Bize verilmesi gereken maaşları onlara dağıttı” deyince, Muhtar “Peki mevaliyi bırakayım. Ganimet ve maaşları da size vereyim. Emeviler aleyhine benimle beraber savaşır mısınız?…” diye sordu. Araplar bu son öneriyi aralarında tartıştıktan sonra aralarından birisi “Eğer beni dinleyecek olursanız, Muhtar’la beraber savaşmayınız. Eğer aranızda bir anlaşmazlık ortaya çıkarsa birbirinize düşman olmanızdan korkarım. Muhtar’la birlikte bahadırlarınız ve süvarileriniz var. Fazla olarak köle ve mevaliniz de onunla birlikte ve beraberler. Mevaliniz size düşmanınızdan daha çok kin ve düşmanlık besler. Sizinle, Arap şecaati ve Arap olmayanların düşmanlığıyla savaşırlar. Perişan olursunuz” görüşünü belirterek Muhtar’ın önerisini reddettiler.

Mevalinin destek verdiği bu ayaklanma ve karışıklıklar arasında, Araplar arasında da Emevi aleyhtarları gün geçtikçe çoğalmaya başlamıştı. Hatta hilafet için Kureyş’ten olmak şartı olmadığı düşüncesi de telaffuz edilmeye başlanmıştı. Ancak, bu düşünce Müslümanların zihinlerine birkaç yüzyıl sonra yerleşebilmiştir. O dönemde hilafeti isteyenlerin hemen tamamı Peygamber’in neslinden, özellikle de Peygamber’in damadı ve amcasının oğlu olan Hz. Ali soyundan gelen Şii veya Aleviler ile Peygamber’in amcası Abbas’ın soyuna mensup kişilerdi.

Horasanlılar anlatılan nedenlerden dolayı Emevilere en kızgın topluluğu oluşturuyordu. Bunlardan Ebu Müslim Horasani, Abbasiler adına hilafeti ele geçirmek için bayrak açınca duraksamadan emri altına girip Abbasilere destek verdiler. lslam ülkesinin her köşesinde bu durumu izleyen gayr-i müslimler de Abbasilere destek vererek ayaklandılar. Neticede Emevi devleti yıkılarak yerine Abbasiler geçmiş oldu. Başkentlerini kendilerine büyük destek verenlere daha yakın olan Irak’ta kurdular.

Abbasiler, Emevilerin yıkılış nedenlerini iyi bildiklerinden ondan ders alarak, olası bir tehlikeye düşmemek için İranlılardan asker ve taraftar edinmeye büyük özen gösterdikleri gibi, İslamiyet’in temel dayanağı olan Arap asabiyetini de korumak amacıyla Rebia ve Mudar kabilelerinden seçme askerler görevlendirmeyi de sürdürmüşlerdir.

Bununla birlikte her iki unsuru aynı anda memnun edemiyorlardı. Abbasiler hal ve maslahat gereği İranlılarla kaynaşmaya ve onlara benzemeye mecbur kalmışlardır. Hatta onlar gibi elbise giymeyi zorunlu hale getirmişlerdir. Bunu ilk başlatan H. 153/M. 770’de halife Mansur olmuştur.

Mansur, halkı oldukça uzun olan lran külahını giymek zorunda da bırakmıştır. Söz konusu dönemde yaşayan meşhur Arap şairlerinden Ebu Dulame, bu durumu iki beyitte şu şekilde hicvetmiştir. “Zamanın halifesinden önceki halifelerin yaptıklarından daha fazla iyi işler bekliyorduk. Seçkin halife bu fazlalığı külahlarda yaptı. Halka giydirdiği külahlar herkesin başında süslenmiş uzun Yahudi şapkaları gibi duruyor”

Bununla birlikte Arapların memnuniyetsizlikleri devlet politikasının yönünü değiştirmemiştir. Halifeler eşlerini İranlılardan seçiyorlardı. Bunların çocukları yaratılış gereği İranlılara yakınlık duyuyor, onların desteğiyle de hilafete geçiyorlardı. Bermekiler vs. gibi görevlendirilen vezir ve danışmanların etkisiyle lranlı unsurun saraydaki nüfuz ve güçleri gittikçe artmıştı. Ancak, İranlılar gerçekten Abbasi idaresine bağlıydı ve fedakar bir şekilde halifelere hizmet ediyorlardı. Kendi ülkelerinin iyiliği Abbasilerin devamıyla mümkün olabilirdi.

Araplar ve Biat

Bununla beraber halifeler Kabe-i Muazzama ve Peygamber’in kabrinin de bulunduğu “Haremeyn”den ayrı kalamıyorlardı. Bu nedenle Arap Yarımadası’na ayrı bir önem veriyorlardı. Çünkü Haremeyn’e saygı lslam dininine saygı demektir. Hilafet de ancak dinle ayakta durabilir. Buna ilave olarak Abbasiler Haremeyn halkının Hz. Ali nesline yandaş olmasından da korkuyorlardı. Medine fukahasının biatine de hilafet ve biat üzerindeki etki, güç ve makamlarından dolayı muhtaçtılar. Hatta halifelerden daha dindar olanları bu alimlere danışmadan iş yapmıyorlardı. Bu duruma tahammül edemeyen lranlı devlet adamları, güç ve iktidarın tekrar Araplar eline geçerek kendilerinden intikam alınmasından ve o güne kadar yaptıkları çalışmaların boşa gitmesinden korkarak, Arap ülkelerini ihmal etmeye çalıştılar. Halbuki Kabe vs. kutsal yerler orada oldukça o bölgenin ihmal edilmesi mümkün değildir. Kabe Müslümanların kıblesi ve hac yeridir. Hac ise lslam’ın rükünlerinden biridir. Bununla birlikte kendisine yapılan telkinlerden etkilenen Mansur, Kabe’ye bedel Irak’ta halk için ayrı bir ziyaret yeri yapmayı da düşündü. Bu niyetle bir bina yaptırarak buna “Kubbe-i Hadra” (yeşil kubbe) adını verdi. Medine’ye deniz yoluyla gönderilen harp mühimmatını da kesti. Bunun üzerine Araplar, Mansur’un bu icraatını Abbasilerin hal’ine bir sebep görerek, Hz. Ali soyundan Muhammed b. Abdullah’a biat ve Mansur’u hal’ eylediler. Ünlü imam ve alim Malik b. Enes onlara bu konuda fetva vermişti. Endülüs’te hüküm süren Emeviler de Abbasi katliamından kaçan Abdurrahman b. Muaviye’yi Endülüs’e davet etmiş, bir müddet Abbasiler adına yönetimini sürdürdükten sonra, hilafet merkezinin uzaklığından da yararlanarak, Abbasi halifesiyle ilişkisini kesmiş ve bağımsızlığını ilan etmişti. Daha sonra bunu takiben Muhammed b. Abdullah Medine’yi ele geçirince Mansur onun Endülüsle işbirliği yapacağını düşünerek tedirgin oldu. Muhammed’i ortadan kaldırmak için var gücünü kullandı, pek çok çabadan sonra bunda başarılı oldu.

Mansurun Mekke ve Medine’yi ihmal etmesinden dolayı içine düştüğü kötü durum sonra gelen Abbasi halifeleri için ibret olmuştur. Mansur’un oğlu 3. Abbasi halifesi Mehdi halife olur olmaz Mekke ve Medine halkına cömertlikte bulunmuş ve Kabe’ye yeni bir örtü örttürmüştü. Irak’tan Harerneyn’e götürdüğü 30 milyon dirhem ile Medine’deyken Mısır’dan gelen 300 b. ve Yemen’den gelen 200 bin dinarı halka dağıtmıştır. Ek olarak 150 bin elbise dağıttı. Ayrıca Peygamber’in mescidini genişletti. Seçme bir askeri bölük olmak üzere beş yüz kişiyi seçerek beraberinde Bağdata götürdü ve kendilerine toprak dağıttı (ikta’). Bunun dışında Vasıt’ta bulunan Sıla Nehri’ni kazdırıp çevresindeki araziyi ihya ettirerek buradan gelecek geliri Haremeyn ahalisinin ihtiyaçlarına ayırttı. Bu tarihten sonra bu şekilde hac zamanı veya kendi oğullarına biat istedikçe Haremeyn halkına ikramiye vererek Mekke ve Medine bölgesine saygılı davranmak bir adet olmuştu. Örneğin halife Harun Harunürreşid H. 186’da iki oğlu Emin ve Me’mun ile hacca gittiği zaman Medine’de biri kendisi, diğer ikisi de oğulları adına üç ikramiye dağıtmıştı. Mekke’de de aynı hareketi tekrar etti. Bu hac münasebetiyle· halifenin dağıttığı miktar 1 milyon 50 bin dinara ulaşmıştı. Harunürreşid bu sırada iki oğlunun veliahd olduklarına dair bir belgeyi Kabe’ye koydurrnuştu. Haremeyn gideri artık hükumetlerin zorunlu harcamaları hükmüne girmişti. Buna bağlı olarak şan ve nüfuzu tekrar kendini göstermeye başladı. Halifeler güçlerini artırmak için bunu zorunlu görüyorlardı.

Abbasiler öte taraftan lranlı unsurla da sıkı ilişkilerini sürdürüyorlardı. Vezirler ve ileri gelen devlet adamları lranlılardandı. Bu yüzden iki unsur arasında rekabet gittikçe artıyordu. Bunun etkisi olarak sonunda Emin ile Me’mun arasındaki olaylar ortaya çıktı. Me’rnun lranlı bir anneden doğmuş olduğu için dayıları olan Horasan askerini arkasına aldığı gibi, Emin de Haşimilerden Arap bir annenin çocuğu olduğundan Arapların desteğini almıştı. lki kardeş arasında savaşlar oldu. Sonunda Me’mun galip gelerek halife olunca güç tekrar İranlılara geçmiş oldu. Araplar bu durumu hazmedemediler. Me’mun aleyhine çalışmaya başladılar. Me’mun bu hali görünce Araplardan iyice nefret ederek yüz vermemeye başladı. Şam’da bulunduğu sırada kendisine: “Ey müminlerin emiri! Horasan lranlılarına iltifatla baktığınız gibi Şam Araplarına da o gözle baksanız…” diyen bir zata şu cevabı vermiştir: “Araplara gereğinden çok arka çıkıyorsunuz. Hazinemde para kalmayacak şekilde ihsanda bulunduğum halde Kays kabilelerini düşmanlıktan vazgeçirip memnun ettiğimi bir gün bile görmedim. Yemen’e gelince orayı asla ne ben sevdim ne o beni sevdi. Huzaa ise onun büyükleri benim yerime Süfyani’yi bekliyorlar ki ona taraftar olsunlar. Rebia kabilesine gelince bunlar Cenabı Peygamber’in, Muzar’dan seçilip gönderildiği dakikadan itibaren Allah’a küsüp ona düşman kesilmiştir. Bunları memnun etmek mümkün müdür?” Mu’tasım H. 218 yılında hilafet makamına geçip de Türkleri ve Ferganalıları hizmetine alınca Araplar her yerde hatta Mısır’da bile devlet adamlarının gözünden düşerek memuriyetten uzaklaştırılmışlardır. Araplardan Mısır’da en son vali olan zat 238’de Anbese bin lshak’tır. Mu’tasım Bağdat yakınında Samarra şehrini kurdurarak askerini oraya naklettikten sonra Arabistan’la büsbütün ilişkilerini kesmek istediğinden söz konusu şehirde bir Kabe, etrafında tavaf yeri, Mina, Arafat için yerler yaptırdı. Bunu hizmetinde bulunan birtakım askeri emirin hacca gitmek istedikleri zaman kendilerinden ayrılmasınlar diye onları avutmak için yapmıştı. Bu çağda Arap sözü aşağılayıcı bir kelime anlamına geliyordu. “Araplar köpek gibidir. Bir Arap’a bir parça ekmek at da başını kır”, “Araplardan hiçbiri kendisine destekçi bir peygamber olmadıkça bir işi beceremez” sözleri Araplar aleyhine dilden dile aktarılan ifadelerdendi. Bütün emirler, vezirler, devlet adamları ve memurlar İranlılar, Türkler, Deylemliler vs.’den seçiliyordu. Diğer taraftan Araplar da İranlılar ve Arap olmayan diğer toplumlara karşı nefret, düşmanlık ve küfürden geri kalmıyorlardı. Halife bile olsa bunlara meyledip destek verenlerden de nefret ediyorlardı. İşte bu sebepten Mu’tasım vefat edip yerine Vasık geçince meşhur Arap şairlerinden Du’bel Hızai bu haberi alır almaz şu beyitleri söylemişti: “Allah’a hamdolsun. Öyle bir zamana yetiştik ki faniler vefat ettikçe üzüntü, hüzün, acı duymak ve başsağlığı dilemek gerekmiyor. Bir halife vefat etti kimse üzülmedi. Diğeri tahta oturdu ve halife oldu. Kimse de sevinç duymadı.”

Özetlemek gerekirse; Raşid Halifeler zamanında lslami birlik ve bütünlük yalnızca Araplık bağlarıyla oluşturulmuştu. İlk amaç, lslamiyet’i yeryüzünde yaymaktı. Müslümanların bu yolda sarf ettikleri emek ve gayretler peygamberliğin doğruluğuna ve Cenab-ı Hak’ın kendilerini bu işle görevlendirdiğine dair inançlarının itmesiyleydi. Daha sonra ne zaman ki Emeviler hilafete geçtiler, o inanç mal ve mülk biriktirme hırsına döndü. Hilafet bile dini kimlikten dünyevi padişahlık şekline döndü. Bununla birlikte, Emeviler döneminde de akrabalık bağları yine de güçlüydü. Bunu takiben hakimiyet Abbasilere geçince Arap olmayan unsurlar ön plana çıktı. Neticede İranlılar, Türkler, Deylemliler, Sogdlular, Ferganalılar vs.’den oluşan Acemler (Arap olmayanlar) para gücüyle devlet gücünü ele geçirmeye ve birbirleriyle yarışa başladılar.

Abbasilerin Birinci Devrinde Devletin Refah ve Zenginliği

lslam devletinin gerçek refah seviyesine ulaşması ve mali yapılanması ancak bu devirde mükemmel bir hale gelmiştir. Bir devletin zenginliği ve refahı, gelirinden harcamalar çıkarıldıktan sonra artan fazlalıkla kıyaslanır. Yalnızca gelirle ölçülmez. Bazen gider gelirlerden çok olur ve devlet bu açığın yükü altına girer. Şu halde serveti bu anlamda düşünecek olursak; birinci dönemde Abbasilerin servetini oldukça büyük görürüz. Gerçekte ilk beş halife zamanındaki bütçeyi bilemediğimizden o zamanlarda “irtifa-i devlet” tabiriyle ifade olunan yıllık gelirin toplamını bilmiyoruz. Abbasi halifelerinden Emin ile Me’mun arasındaki savaşlar sırasında divan (defterhane) yanmış olduğundan söz konusu beş halife dönemine ait muhasebe kayıtları da yok olmuştu. Nitekim daha önce “Cemacim yılı”nda Emevilerin divanları yandığı zaman devlete ait muhasebe kayıtları da yanmıştı. Bununla birlikte halifelerin hükümranlık dönemlerinde toplayıp biriktirdikleri paralardan o dönemki refah ve gelişmişlik seviyesini anlamak da mümkündür.

Abbasilerin ilk halifesi Saffah 4 yıldan fazla hilafette bulunamamıştır (132-136). Ayrıca zamanı da savaşlarla geçirdiğinden ciddi bir hazine kuramadı. Vefat ettiğinde evinde günlük giysi, eşyaları ve birkaç zırhtan başka bir şey bulunamadı.

lkinci halife Mansur da yirmi iki yıl (136-158) hilafette kaldı. Azimli, son derece tedbirli, paraya ve para biriktirmeye çok istekli bir halifeydi. Ancak bu merakı hasta tabiatından değil, ileride olması muhtemel karışıklıklara karşı bir önlemdi. Öldüğünde beytülmalde 60 milyon dirhem ile 14 milyon dinar bıraktı. Her dinar o dönemde yaklaşık on beş dirhem değerindeydi. Öyle ise toplam para 810 milyon dirheme ulaşmış oluyordu. (bir dirhem yaklaşık bir franktır). Halife Mansur öleceğini anlayınca oğlu Mehdi’ye şu vasiyeti yapmıştır:

“Bu şehirde sana o kadar çok para biriktirdim ki, haraç on yıl sürekli eksik toplansa bile yine de askerin maaş ve nafakasına, yakınlarına ve sınırların korunmasına bu para yeter. Bunu iyi koru çünkü hazine güçlendikçe sen de kuvvetli ve şanlı kalırsın.

Bu durum Mansur’un zeka, dirayet ve basiretine işaret eder. Aslında Mansur Abbasi devletinin temellerini güçlendiren bir halifeydi. Bu uğurda, çok savaşlar yapmış, paralar sarf etmişti. Örneğin Afrika’da hariciler ile beraber isyan edenlere karşı H. 154 yılında yapılan savaşta 63 milyon dirhem harcamıştır. Diğer savaşları bununla kıyaslayabiliriz. Ayrıca kendi yakınlarına da çok büyük ihsanlarda bulunurdu. Bazılarına bir günde 10 milyon dirhem verdiği bile olmuştur. Mansur Bağdat şehrinin kuruluşuna katkı için 4 milyon 833 bin dirhem vermişti. Arazilerin sulanması ve köprü inşası gibi imar faaliyetleri de unutulmamalıdır. Tüm bunlar göz önüne alındığında Mansur zamanında hazineye giren paranın en az 1 milyar dirheme ulaştığını söyleyebiliriz. Bu miktarı halifelik yaptığı yirmi iki yıla bölersek her yıla 45 milyon dirhem düştüğünü görürüz.

Mansur’un, valileri azlettikçe devlet adına el koyduğu mal ve paralar bu hesaba dahil değildi. Çünkü Mansur bu paraları “beyt-i mali’l-mezalim” adını verdiği ayrı bir hazineye koyar ve her malın üzerine sahibinin adını yazardı. Ölümüne yakın oğlu Mehdi’ye şu vasiyette bulunmuştu: “Sana bu hazinede bazı mallar bırakıyorum. Ben ölünce paralarını müsadere ettiğim kimseleri çağırıp herkese malını ver. Böyle yaparsan hem para sahipleri hem de halk senden memnun olur. Mehdi hilafete geçince bu vasiyeti yerine getirmişti. Mansur’un Emevileri kontrolü altına aldıktan sonra mallarını da hazineye devretmesi, çok para toplamasının nedenlerinden biri gibi düşünülebilir. Ancak bu doğru değildir. Çünkü Emevilerden zabt ve müsadere olunan paralar (Mal-i ehl-i beyti’l-la’ne) (Lanet Evi Ehli’nin parası) adıyla anılan ayrı bir hazinede korunmuştu.

Bununla birlikte Mansur’un serveti 5. halife Harunürreşid’in servetine göre az sayılabilir. Çünkü Harunürreşid H. 193 yılında 900 milyon dirhemden çok bir para bırakarak ölmüştü. Harunürreşid’in hakimiyet süresi de Mansur’un devri kadardır. Bununla birlikte Harunürreşid cömertliğiyle ünlüydü. Çok da savurgandı. Buna rağmen beytülmalde, yani hazinede o derece büyük bir servet toplanması şaşılacak bir konudur. Belirtilen paranın önceki halifeler Mansur, Mehdi, Hadi zamanlarında birikerek Harunürreşid’e kadar geldiği de düşünülebilir. Ancak gerçek bu değildir. Mehdi (158-169) hilafeti devrinde Mansur’dan kalan bütün paraları harcamaktan başka kendi zamanında toplanan malları da bitirmişti. Çünkü son derece cömert bir adamdı. Hadi’ye gelince o üç beş ay kadar hükumette kaldı. Cömertlikte o kadar ölçüyü kaçırmıştı ki Abdullah b. Malik’e ihsanda bulunurken bir kerede para vesaire yüklü kırk katır bağışlamıştı. Böyle bir halifenin bu kadar kısa sürede hazinede para biriktirmesi çok mümkün değildir. Şu halde Harunürreşid’in hazinede bıraktığı büyük servet ancak kendi zamanında birikmiş olmalıdır. Bu serveti Harunürreşid’in halifelik yıllarıyla kıyaslarsak, Mansur’unkinden çok fazla olmadığını görürüz. Ancak Harunürreşid Mansur’la kıyaslanamayacak kadar cömert bir halifeydi. Bunun dışında Harunürreşid’in zamanında Bermekiler gibi bir vezir ailesi vardı ki, bunlar bilindiği üzere pek çok köy ve çiftliğe sahipti ve çok savurgandılar.

Harunürreşid H. 193/M. 808 de vefat edince oğulları Emin ile Me’mun hilafet mücadelesine girdiler, savaştılar. O sırada Emin Bağdat’ta bulunuyordu. Annesi Zübeyde babasının hazinelerini oğluna teslim etti. Me’mun ise Horasan’da bulunuyordu. İki kardeşin savaşları birkaç yıl devam etmişti. Bu müddet içinde Emin hazinede bulunan bütün paraları iç mücadeleler ve savaş giderlerı yolunda harcayıp bitirdi. Hilafeti boyunca zevkusafaya, içkiye esir oldu. Kendisini eğlendirecek araçlara, çalgıcılara çok para sarf etti, maaşlar bağladı. Kardeşlerini, ailesini, halkını bırakıp eğlenmek için bir kenara çekildi. Hazinede bulunan para ve mücevherleri kendisini eğlendiren harem ağaları ile kadınlar arasında paylaştırdı.

Emin’in H. 198/M. 813 yılında öldürülmesi üzerine ülkenin her tarafındaki halk Me’mun’a itaatlerini bildirdi. Me’mun döneminde Horasanlıların devlet üzerinde etkinlikleri çok artmıştı. Onu hilafete geçirenler Horasanlılardı. Me’mun devrinde ülke sakin ve rahat bir dönem geçirmiştir. Me’mun birçok bilimsel eseri Arapça’ya tercüme ettirmiş, yoğun bir bilimsel faaliyet başlatmıştır.

Me’mun zamanında halk sakin ve rahat bir yaşam sürdüğünden iş ve güçleriyle meşgul olmuşlar, fitne ve fesat hareketleri de olmadığından refah seviyesi ve zenginlik oldukça artmıştır. 22 yıl süren hilafetinin ardından hazinede ne miktar para bıraktığı belli değildir.

Büyük ihtimalle, halktan vergi toplayarak hazine oluşturmak Raşid Halifeler devrinden sonra her memlekette ve her asırda lslam hükümdarlarınca bilinen bir gelenek haline gelmişti. Rivayete göre (H. 300-350/M. 912-962) yılları arasında hilafette bulunan ünlü Endülüs halifesi Abdurrahman Nasır (salis) 340 yılına kadar hazinesinde yirmi milyon dinar biriktirmiştir. Zamanında Endülüs’ün geliri 5 milyon 480 bin dinardı. Pazarlardaki alışveriş ve diğer muamelelerden ve emlak vergisinden yıllık 760 bin dinar değerinde bir gelir daha toplanıyordu. Ganimetlerden alınan hums (1/5) buna dahil değildi. 3. Abdurrahman askerleri için yukarıdaki gelirin ancak 1/3’ünü harcardı. lbn Haldun; biraz mübalağa ederek, Abdurrahman’ın hazinede biriktirdiği paranın 5 milyar dinar olduğunu iddia eder. Hatta kuşku bırakmamak için bu paraları ağırlığa vurarak 500 bin kantar altın tutacağını söylüyor. Doğruluktan uzak olduğunu kabul ettiğimiz bu iddiaya karşı delil olmak üzere Endülüs devleti zamanında yaşamış olan büyük lslam coğrafyacılarından lbn Havkal’ın, Abdurrahman’ın oğlu Hakem’in başa geçtiğinde hazinede 40 milyon dinar bulduğu yönündeki tahminini söyleyebiliriz. lbn Havkal, bu miktarı bile çok görerek o dönemde hiçbir devletin bu kadar çok parayı toplamaya güç yetiremediğini ifade etmektedir. Dikkat çekici olan nokta şu ki, bu yüzyılda Bağdat’taki Abbasi hilafeti gerileme devrindeydi. Endülüs böyle servet içinde yüzerken Bağdat’ta halifeler, kumandanlar, vezirler para için birbirleriyle kavga ediyorlar, birbirlerinin mallarını musadereyle vakit geçiriyorlardı. Şurası kesindir ki, Me’mun zamanında net gelir olarak her yıl beytülmalde biriken paralar, gerek Müslüman gerek gayr-i müslim hiçbir devletin hazinesinde birikmemiştir. lbn Haldun’un Mukaddime’sinde, söz konusu devirde devletin genel bütçesini gösteren bir tablo vardır. Söz konusu tablo veya cetvel lslam devletlerinin muhasebesini gösteren -elimize ulaşan en eski- belgedir. İkinci olarak, Kudame b. Cafer tarafından naklolunan diğer bir hesap cetveli, üçüncü olarak da lbn Hurdazbih tarafından verilen bir cetvel daha vardır. Hepsi de hicri üçüncü asrın ortalarını geçmez. 

Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır. 


Uzakdoğu ve Pasifik Adaları Söylenceleri -15 ” Japonya”

Nisan 2, 2023

 Amaterasu: Sunuş

Amaterasu söylencesiyle Japon yaratılış söylencesinin birbiriyle öyle yakın ilişkisi vardır ki, yaratılış söylencesinin girişi bunun için de geçerlidir. Japon yaratılış söylencesi gibi Amaterasu söylencesi de şu iki eserde anlatılır: Kojiki: Eski Olayların Kayıtları ve Nihon Şoki: Eski Zamanlardan MS 697 ‘ye Kadar japon Kayıtları.

Amaterasu söylencesi aynı zamanda Şinto dini geleneğinin de bir parçasıdır ve bu geleneğe göre doğanın bütün öğeleri ilahi bir ruha sahiptir. Amaterasu Omikami en önemli Japon tanrısıdır. O, güneş tanrıçası. Ulu Tanrıça veya Ana Tanrıçadır ve bereketten sorumludur; bütün tanrıları ve evreni yönetir. Ayrıca gücü sürekli elinde tutacak kişiliğe ve beceriye sahiptir. Pek çok ilahi sorumluluğuyla Amaterasu, kadınların eski Japon yaşamında sahip oldukları savaşçı, yönetici ve kâhin rollerini yansıtır.

Amaterasu söylencesi, Şinto dininin bereket ve bununla ilişkili törenlere olan ilgisini de yansıtır. Söylence güneş ve avın ayrılışını, dünyadaki yiyeceğin kökenini, tarımın ve ipek dokuma sanayisinin başlangıcını anlatır.

Diğer pek çok kültürde güneşin parlaması ve bereket, iki ayrı tanrıyla ilişkilendirilmesine rağmen aralarında mantıksal bir bağlantı da bulunmaktadır. Güneş olmadan bitkiler büyüyemez ve bitkiler olmadan, insanlar yiyecek yokluğu nedeniyle açlıktan ölürler. Tanrılar da açlıktan ölürler. Çünkü onlar da ya doğrudan ya da insanların onlara sundukları aynı yiyeceklerle beslenirler. Dolayısıyla Amaterasu kendini bir mağaraya kapadığında, bu hareketi tanrılara ve insanlara felaket getirir.

Amaterasu’ya saygı gösterildiği sürece güneş parlamaya devam edecek ve insan refaha ulaşacaktır. Bu iyimser bakış açısı, söylencenin ortaya çıktığı dönemde bitki, vahşi hayvan ve balıkların bol olmasıyla destek bulmaktadır.

Amaterasu

Göklerde hükümdarlığını sürdüren, güneşin ve evrenin tanrıçası Amaterasu, aynı zamanda kardeşi ve kocası olan ay tanrısını, yiyecek tanrıçasına yardım etmek üzere aşağıya, kamış tarlalarına yolladı. Tanrıça onu görür görmez, ağzını yere doğru döndürdü ve kaynamış pirinç tükürdü. Sonra denize doğru döndürdü ve her çeşit balığı tükürdü. En sonunda, dağlara döndü ve ağzından çeşitli kürk-postlu hayvan tükürdü. Daha sonra da bütün bunları yiyecek haline getirdi ve yüz masanın üstüne yerleştirip ay tanrısına yemesi için sundu.

Ay tanrısı onun yaptıklarını görünce çok hiddetlendi. “Beni tükürdüğün yiyeceklerle beslemeye nasıl cesaret edersin” diye bağırdı. “Yiyecekleri pis ve iğrenç hale getirdin!” Kılıcını çekti ve tanrıçayı öldürdü. Sonra Amaterasu’ya gidip yaptıklarını anlattı.

Beklediğinin aksine, Amaterasu bağırmaya başladı. “Sen kötü yürekli bir tanrısın. Artık yüzünü görmeye bile dayanamam. Benim yanımdan uzaklaş ve bir daha yüz yüze gelmeyelim.” Böylece güneş ve ay birbirlerinden ayrı yaşadı, gündüz ve gece birbirlerinden ayrıldı.

Amaterasu, elçisi bulut perisini aşağıya yiyecek tanrıçasına yolladı. Elçi, tanrıçanın gerçekten öldüğünü gördü. Ancak bu arada tanrıçanın başından öküz ve atın oluştuğunu, alnından ve gözlerinden tahılların büyüdüğünü, kaslarından ipek böceklerinin çıktığını, midesinden pirincin büyüdüğünü, karnından buğday ve fasulyelerin ürediğini de gördü. Bulut perisi, bütün bunları toplayıp Amaterasu’ya götürdü.

Güneş Tanrıçası bu kadar çeşitli yiyeceği görünce çok memnun oldu. “Beni çok sevindirdin” dedi elçiye. “İnsanlar bu yiyecekleri yiyip yaşayabilecekler.”

Amaterasu çeşitli tahıllardan ve baklagillerden tohum topladı ve kuru tarlalara bunları ekti. Pirinç tohumunu alıp sulu tarlalara ekti. Sonra da, bilge özelliklere sahip bir köy önderini bu ekinlerin büyümesine göz kulak olması için görevlendirdi. O sonbahar, hasat görülmeye değerdi. Bu arada, Amaterasu ipek böceklerini ağzına alıp onların ipek tellerini topladı. Böylece güneş tanrıçası ipek böceği yetiştiriciliğini başlatmış oldu.

Çok geçmeden, İzanagi ve İzanami, ölüler diyarını oğulları Sosa-no-wo’ya verdiler ve onu oraya sürgüne gönderdiler. Yerin altındaki diyara gitmeden Önce Sosa-no-wo, ışıldayan kız kardeşini ziyaret etmeye karar verdi. O kadar vahşi bir tanrıydı ki, göklere doğru giderken dağlar ve tepeler inledi, denizlerde fırtınalar koptu.

Onun geldiğini görünce, Amaterasu şöyle düşündü: “Benim kötü yürekli kardeşim, eminim ki buraya iyi niyetle gelmiyor. Benim krallığımı, gökyüzü ülkesini istiyor olmalı. Ancak annemiz ve babamız her ikimize de ayrı bir ülke verdiler. Sosa-no-wo kendine verilen krallıkla yetinmeli. Olabilecek en kötü şeye hazırlıklı olsam iyi olur.”

Tanrıça saçlarını bir erkek gibi düğümleyerek yukarı topladı ve eteklerini toplayıp pantolona benzetti. Sırtına birinde bin, diğerinde beş yüz ok olan iki heybe; yanlarına üç tane uzun kılıç astı. Bir eliyle, üzerinde atılmaya hazır bir ok bulunan bir yay tutuyordu; öbür eliyle ise kılıçlarından birini sıkıca kavramıştı.

Karşı karşıya geldiklerinde, Amaterasu görünüşünün kardeşini ürküteceğinden emindi. “Bana niye geldin?” diye sordu sakin bir şekilde.

“Bir sorun bekler gibi bir halin var” diye yanıt verdi Sosa-no-wo. “Benden kesinlikle korkmamalısın. Annemin ve babamın beni sevmemelerine ve beni ölüler dünyasını yönetmekle cezalandırmasına karşın, benim yüreğim hiçbir zaman kara olmadı. Işık dünyasından ayrılmadan önce seni görmek istedim yalnızca. Çok uzun kalmak niyetinde değilim.”

Amaterasu kardeşinin iyi niyetine inanmak isteğiyle silahlarını bir kenara bıraktı. Onu diğer göksel tanrılar arasında ağırladı ve ziyaretinin söylediği kadar kısa olmasını diledi.

Ancak Sosa-no-wo, istenildiğinden çok daha uzun kaldı ve davranışları çok kabaydı. Onun ve Amaterasu’nun, kendilerine ait üçer pirinç tarlası vardı. Amaterasu’nun tarlası çok fazla yağmur veya kuraklığa rağmen gelişmeye devam ederken, Sosa-no-wo’nunki hep verimsizdi. Kuraklık zamanlarında toprak parçalanıp çatlıyor, şiddetli yağmurlarda ise toprak akıp gidiyordu. Sonunda Sosa-no-wo’nun duyduğu kıskançlık öfkeye dönüştü. İlkbaharda pirinç tohumları ekildiğinde, Sosa-no-wo tarlalar arasındaki bölmeleri kaldırdı, kanalları doldurdu, oluklara ve borulara hasar verdi. Kardeşinin iyi niyetine inanmak isteyen Amaterasu ise, sakin ve sabırlı olmaya çalıştı.

Sonbaharda ekinler olgunlaşınca Sosa-no-wo göksel tayları serbest bıraktı ve onların pirinç tarlalarının ortasında yatmalarına neden oldu. Amaterasu sakin ve sabırlıydı.

Sonra Sosa-no-wo ilk meyve hasat bayramını, sarayı iğrenç pisliklerle kirleterek bozdu. Amaterasu yine de sakinliğini ve sabrını korudu. En sonunda, Amaterasu gizli dokuma odasında tanrıların giyeceklerine kumaş dokurken, kötü yürekli kardeşi tavanda bir delik açmak için birkaç kiremiti sessizce yerinden oynattı. Sonra da bir göktayını odaya fırlattı. Amaterasu o kadar şaşırdı ki, kumaş dokuduğu kemikle kendini yaraladı.

Bu kez, güneş tarıçası Sosa-no-wo’yu affetmedi. Büyük bir öfkeyle sarayı terk etti ve taş mağarasına girdi. Kapıyı kilitledi ve orada yalnız kaldı. Artık onun parlaklığı gökleri ve dünyayı aydınlatmıyordu; gün, gece kadar karanlık olmuştu. Evren sürekli bir karanlık içinde kalmak zorundaydı. Güneş olmadan bitkiler büyüyemediler. İnsanlar her yerde işlerini bırakıp bu yoksunluğun daha ne kadar süreceğini merakla beklemeye ve izlemeye başladılar. 

Bütün tanrılar gökteki Barış Nehri’nin kıyısında toplandılar ve Amaterasu’nun öfkesini nasıl yatıştırabileceklerini tartıştılar. Taş mağaranın önüne güneş tanrıçasının heykelini dikip ona dualar sundular. Ayrıca güzel dokunmuş kumaşlar, pahalı mücevher, tarak ve ayna gibi pek çok özel armağan sundular ve bunları sakaki ağacına astılar. Tanrıçalar kapısında dans edip şarkı söylediler.

Amaterasu müziği duyunca kendi kendine şöyle dedi: “Hem güzel dualarla yakarışlarını hem de müziğin ve dansın seslerini duyuyorum. Benim bu kaya mağarada inzivaya çekilmem, bereketli kamış tarlalarını sürekli karanlığa mahkûm etti, öyleyse tanrılar niye bu kadar mutlular?” Merakı kızgınlığına ağır bastı ve kayada bir yarık açarak dışarı baktı.

Tanrılar Amaterasu’nun tam da bunu yapmasını bekliyorlardı. Güneşin parlak ışıklarının geri gelmesini sevinçle karşılarken Amaterasu’nun elinden tutup onu yeniden aralarına katılmaya ikna ettiler.

Tanrılar Sosa-no-wo’dan bin masa dolusu armağan isteyerek onu cezalandırdılar. Ayrıca saçlarını, el ve ayak tırnaklarını çektiler. Sonunda ona şöyle dediler: “Davranışın dayanılmayacak kadar kaba ve uygunsuzdu. Bundan sonra gökten ve kamış tarlalarından sürgün edildin. Hemen ölüler diyarına git. Senin kötülüklerini yeterince çektik.”

Böylece Sosa-no-wo, gökleri sonsuza kadar terk etti ve ölüler diyarına doğru yola çıktı.

Donna Rosenberg’in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.