İSLAM TARİHİ-4

Nisan 21, 2023


RAŞİD HALİFELER DÖNEMİ (HULEFA-i RAŞİDİN) HZ. OSMAN DÖNEMİ (644-658)

HZ. OSMAN’IN HAYATI ve ŞAHSİYETİ

577 yılında Taif’te doğduğu rivayet edilen Hz. Osman, Mü’minlerin Emiri olarak seçildiğinde 67 yaşında olmalıdır. Kureyş’in Emevi kolundan, ticaretle zengin olmuş bir aileden hayata adım atmış olan Hz. Osman, babasından sonra ticaretle bizzat ilgilenmiş ve böylece zenginliğinin yanında seyahatlerle de bilgi ve görgüsünü artırmıştı. Yumuşak mizacı, ciddi, efendi ve oturaklı tavırlarıyla Mekke toplumunda mümtaz bir yeri vardı. Hz. Peygamber İslam’ı tebliğe başladığında, Hz. Osman 34 yaşında bulunuyordu. Yakın dostu Hz. Ebubekir’in telkin ve teşvikiyle müslüman olmuş ve ilk müslümanlar arasında yer almıştı.

İslamiyet öncesinde Hz. Peygamber’in ailesi Haşimilerle, Ümeyyeoğulları arasında her alanda var olan amansız rekabet ve çekişme yüzünden kabilesi Ümeyyeoğulları’ndan ağır baskılar görmüş ve işkenceye varan sözlü ve fiili saldırılara direnme başarısını göstermişti. O, müslümanlara Mekkedeki eziyet ve baskıların çekilmez ve dayanılmaz bir seviyeye ulaştığı zorluk yıllarında ailesiyle Habeşistan’a hicret eden heyette yer almıştı.

Hz. Osman İslam’ı kabul ettikten sonra Hz. Peygamber’in kızı Rukiye ile evlenmiş onun rahatsızlanması yüzünden Bedir Savaşı’na katılamamış ve iyi bir eş olarak ona bakmıştı. Onun vefatı üzerine Hz. Peygamber, diğer kızı Ümmü Gülsüm’ü kendisiyle nikahlayarak onu şereflendirmiş ve hısımlık bağını da devam ettirmiştir. Hz. Osman bazı askeri seferlere katılmasına rağmen savaşçı bir kişiliğe sahip değildi. O daha çok cömert ve uyumlu tavırlarıyla tebarüz etmiş mümtaz bir şahsiyetti. O, zenginliğini İslamiyet’in emrinde kullanmaktan kaçınmaz, bu uğurda gıpta edilecek fedakarlıklar içerisinde olurdu. Tebük Gazvesi’ne katılan binlerce askerin ihtiyaçlarını sağlamış ve savaş erlerinin atlarının temininde büyük yararlılıklar göstermişti.

İslam davetinin önündeki en büyük engellerden birinin aşıldığı Hudeybiye barışına giden süreçte Mekke’deki akrabalarının çokluğundan dolayı elçi olarak o seçilmişti. Mekkede alıkonulduğu halde, öldürüldüğü yolunda bir şayia mü’minlere ulaşınca Rıdvan Biatı akdedildi ve Hz. Peygamber, bu sözleşmede bir elini diğer elinin üstüne koyarak Hz. Osman adına biat gerçekleştirdi.

Hz. Osman fakirlere yardım eder, ihtiyaçlarını giderir, akrabalarına da oldukça müşfik davranırdı. O; sevgi, şefkat ve merhamet duygusu çok yüksek kişiliği yanında edep ve hayasıyla da gerek toplumda gerekse Hz. Peygamber’in yanında değerli bir mevkie sahipti. O, Hz. Peygamber’ in ardından görev yapan Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’e de devlet yönetiminde yardımcı olmuş, o zatların en yakın müşavirleri arasında yer almıştı.

FETİHLER ve SİYASİ OLAYLAR

Hz. Osman’ın halifelik vazifesine başladığı Kasım 644’te ilk işi, yeni fethedilen ülkelerde meydana gelen karışıklıklar ve tehlikeli isyanları bastırmak olmuştu. Bu dönemde İslam devleti, bir yandan Bizans’ın kaybettiği toprakları yeniden ele geçirme girişimleri açısından tedbirli ve duyarlı bir tutum geliştirmiş, öte yandan da doğuda ve Kuzey Afrika’daki İslam fetihlerinin hızla devam ettirilmesi yolunu izlemişti.

BİZANS DEVLETİ’YLE İLİŞKİLER

Bizanslılar Mısır’ı geri almak amacıyla 645 yılında lskenderiye Limanı’na denizden çok sayıda asker çıkarmışlar, ancak Kıpti halkla birleşen kentin müslüman muhafızları başarılı bir savunma yapmış, kente saldıran güçlü Bizans kuvvetlerinin girişimini boşa çıkarmışlardı. Sonuç alamayan Bizans kuvvetleri, Mısır’ın iç kısımlarına doğru ilerlemişse de Mısır Valisi Amr bin As komutasındaki İslam ordusuna yenilerek dağılmışlardı.

KUZEY AFRİKA’YA ORDU GÖNDERİLMESİ

Hz. Osman, Kuzey Afrika’nın fethi için Abdullah bin Sa’d bin Ebi Serh’i büyük bir orduyla Afrika’ya göndermişti. Bu zat, Mekke’nin alınışı sırasında genel af dışında bırakılmış, geçmişte azılı bir İslam düşmanı idi. Ancak Hz. Osman, sütkardeşi olan İbn-i Ebi Serh’i aracılık ve ricalarıyla affettirmeyi başarmıştı. Mısır’a vali gönderilmesinin ardından Amr bin As ile anlaşmazlığa düşmüş, Amr’ın azledilmesi üzerine tek başına Mısır’ın hakimi haline gelmişti. Hz. Osman yeni Mısır valisinden fetihleri Afrika istikametinde yaymasını istemiş, bu amaçla da kendisine merkezden takviye kuvvetler göndermişti. Bu yardımcı kuvvetler içinde Abdullah bin Mes’ud, Abdullah bin Ömer ve Abdullah bin Zübeyr de bulunuyordu. Bu güçlü İslam ordusu 649-650 yıllarında Batı Afrika sahillerini birer birer ele geçirerek önemli başarılar elde ettiler. Bu askeri gelişmenin ardından Bizans’ın bölgedeki güçleri dağıtılmış, Rum genel valisi öldürülmüş, başta Libya’daki Subaytula şehri olmak üzere birçok kent ve Tunus ele geçirilmişti. Artık Atlas Okyanusu’na kadar bütün yerler İslam ordularının akınlarına müsait hale getirilmişti. Bu arada on beş ay devam eden fetihlerde büyük ganimetler ele geçirilmiş, Abdullah bin Zübeyr tarafından Medine’ye gönderilmişti. Elde edilen bu ganimetlerin paylaşılmasında güçlük çekilmiş bu yüzden ganimetlerin toptan satışına karar verilmişti. Hz. Osman’ın amcasının oğlu ve katibi Mervan bin Hakem’in bu ganimetleri satın alıp parasının tamamını ödeyememesi ve kalan borcunun Hz. Osman tarafından affedilmesi çeşitli dedikodulara yol açmış, halk arasında hoşnutsuzluk meydana getirmişti. Ayrıca İbn-i Ebi Serh’e önce ganimetlerin beşte birinin beşte biri hediye edilmiş, tepkilerin oluşması üzerine tekrar «Beytü’l-mal»e kaydedilmişti.

Müslümanlar bu dönemde keşif mahiyetinde de olsa ilk defa Endülüs’e ayak basmış ve Kuzey Afrika’da Bizans’ın siyasi ve askeri etkisi giderek kaybolmaya yüz tutmuştu.

ERMENİSTAN’IN FETHİ

Habib bin Mesleme komutasındaki İslam orduları bu dönemde Bizans’a bağlı Ermenistan’ı bütünüyle ele geçirmişti.

ANADOLU’YA DÜZENLENEN SEFERLER

Medinedeki hilafet değişikliği yüzünden İslam devletinin birçok eyaletindeki isyan ve karışıklıklardan istifade etmek isteyen Bizans, sadece Kuzey Afrika’ya asker çıkarmakla kalmamış, güneye de birlikler sevk etmişti.

Mavriyan isimli Bizanslı kumandanın yönetiminde büyük bir ordunun Sivas ve Malatya yörelerine gelmesi üzerine Hz. Osman, Irak’taki orduların Şam’daki İslam kuvvetlerine yardıma gitmesini emretmiş, Bizans’ın bu askeri girişimine, bazı Anadolu kalelerini ele geçirmekle cevap vermişti. İslam ordularının Antakya ve Tarsus’u aşıp Kapadokya’ya kadar uzanması düşmana gözdağı vermiş, aynı ordu dönüşte de Çukurova bölgesindeki kaleleri güçlendirerek savunma tedbirlerini artırmıştı.

DENİZLERDEKİ MÜCADELELER ve KIBRIS’IN FETHİ

Hz. Osman döneminin en önemli gelişmelerinden biri de, Suriye sahillerinde ilk İslam donanmasının kurulmuş olmasıdır. Bu yeni askeri güç, İslam devletinin denizlerde de rakipleriyle başarılı mücadele vermesine ve ilk deniz fetihlerinin gerçekleşmesine imkan sağlamıştır.

Daha Hz. Ömer döneminde Suriye valisi ve geleceğin Emevi devletinin kurucusu Muaviye bin Ebu Süfyan’ın, bir donanma kurmak için halifeye yaptığı müracaat kabul edilmemişti. Hz. Ömer’in izin vermemesinde, bu güçlü valinin nüfuzunu kontrol altında tutma düşüncesi rol oynamış olabilir. Belki de Bizans’la iki bölgede süren savaşa bir yenisini eklemenin, içinde bulunulan duruma uygun olmayacağı düşünülmüştür. Yoksa Hz. Ömer’in deniz gücü oluşturmayı prensip olarak reddetmesi muhtemel gözükmemektedir. Böylece ilk İslam donanmasının oluşturulması Hz. Osman’ın, Suriye valisinin müracaatını olumlu karşılaması suretiyle meydana gelmişti.

Suriye ve Mısır valilerinin gönüllülerden hazırladığı donanma ile ilk deniz seferi Kıbrıs’a düzenlendi. Bu ilk sefere sahabenin ileri gelenlerinden Ebu Zer, Ebu’d-Derda, Ubade bin Sabit ve ensardan Ümmü Haram isimli bir kadın da iştirak edip, çok önemli yararlılıklar gösterdi ve ilk müslüman kadın deniz şehidi olarak tarihe geçti.

Yoğun çatışma ve mücadelelerin ardından Kıbrıs fethedilmiş, çok sayıda esir ve ganimet de ele geçirilmişti. 7.000 altın yıllık cizyeye bağlanan Kıbrıs, anlaşmanın bozulması üzerine gönderilen takviye kuvvetlerle bir kez daha itaat altına alınmıştır. Bu hadiseden sonra Doğu Akdeniz’in güvenliğine titizlik gösterilip, adaya müslümanlar yerleştirilerek kalıcı hakimiyet kurma yoluna gidilmiştir.

ZATÜ’S-SAVARi SAVAŞI (655)

İslam tarihine «Yelkenler Savaşı» olarak geçen bu savaş Bizans donanmasıyla İslam donanmasının ilk büyük karşılaşması olmuştu. İslam ordularının Bizans’ı Kuzey Afrika’da, Anadolu ve Akdenizde, Kıbrıs cephelerinde ağır yenilgilere uğratması, denizaşırı ülkelerde de hakimiyet kurmaya başlaması üzerine Bizans İmparatoru Konstantin müslümanların deniz gücünü yok ederek Suriye ve Mısır sahillerine yeniden yerleşmek amacıyla çok güçlü bir donanmayla Akdeniz’e gelmişti. 500 parçadan oluşan Bizans donanmasıyla Finike açıklarında bir çatışma meydana gelmiş ve Bizans donanması denizlerde de ağır bir yenilgiye uğratılmış, İmparator Konstantin yaralı vaziyette canını zor kurtarabilmişti. Böylece müslümanlar ilk büyük deniz savaşını kazanırken Bizans’la denizlerde de boy ölçüşecek güce ulaştığını hatta üstünlüğünü kabul ettirmiştir. Bu zaferin ardından lslam donanması Girit ve Malta’ya seferler düzenlediği gibi, Rodos Adası’nı da ele geçirmiştir.

İRAN’DAKİ FETİHLERİN TAMAMLANMASI

Hz. Ömer döneminde İran fetihleri tamamlanmış olmasına rağmen, güçlü medeniyetlere ev sahipliği yapmış bu topraklarda, yer yer isyanlar ve ciddi karışıklıklar meydana gelmişti. İşte bu dönemde bir yandan bu isyanlar bastırılırken öte yandan bölgeye müslümanlar yerleştirilerek yerli halk, İslamiyete ısındırılmaya çalışılmıştır. 651 yılında Ahnef bin Kays komutasındaki İslam ordusu Cürcan, Horasan ve Toharistan’ı aldığı gibi Ceyhun Irmağı aşılmış ve Türklerle ilk temaslar meydana gelmişti. Güneyde ise Taberistan’ın tümü ve Sind bölgelerinde bazı yeni topraklar da ele geçirilmişti.

KAFKASYA’DA YAPILAN FETİHLER

İran fetihlerinin tamamlanmasından sonra İslam orduları Kafkas dağlarını aşarak Hazar ülkesine girdiler. Hazarların önemli şehirlerinden Belencir önünde yapılan savaşın başarısızlıkla sonuçlanması üzerine müslümanlar, Kafkasların güneyine çekilmek zorunda kaldılar. Böylece yöneticileri Museviliği kabul etmiş tek Türk topluluğu olan Hazarlar, İslam ordularının Kafkasları aşarak Orta Avrupa’ya girmelerini engellemiş oldu. İdareleri altında hıristiyan, şamanist ve diğer dinlere ait topluluklar bulunan Hazar Türkleri, ticarette oldukça ileri gitmiş bir toplumdu. Ayrıca Bizans ile askeri ve ticari işbirliği içerisindeydi.

Hz. Osman dönemi bir bakıma bölgede Hz. Ömer’den sonra İslami ağırlığın korunması ve kalıcı bir hakimiyetin yerleştirilmesi yönünde önemli adımların atıldığı bir dönem olmuştur. Nitekim Hz. Ömer’in vefatının ardından Azerbaycan ve Ermenistan’da karışıklıklar çıkmış, bu karışıklıklar normal vergilerin dahi ödenmediği tam bir kargaşa ortamına dönüşmüştür. Bunun üzerine bölgeye seferler düzenlenmiş, istikrar sağlanarak otorite yeniden tesis edilmiştir.

HZ. OSMAN’IN KUR’AN’A HİZMETLERİ

Bilindiği gibi, Kur’an-ı Kerim Hz. Ebubekir’in devrinde toplanarak mushaf haline getirilmişti. Onun vefatının ardından Hz. Ömere geçen bu resmi mushaf, onun şehid edilmesinden sonra da kızı Hz. Hafsa’ya emanet edilmişti.

Hz. Enes bin Malik’ten gelen bir rivayete göre, Azerbaycan ve Ermenistan seferlerine katılan Suriye ve Iraklılar arasında Kur’an-ı Kerim’i okumada farklılıklar meydana gelmişti. Bu ihtilaftan müteessir olan Huzeyfe bin Yeman, Hz. Osman’a müracaat ederek bu farklı okuyuş şekillerinin ileride İslamiyet için tehlikeli sonuçlar doğuracağı uyarısında bulundu ve meseleye çözüm bulunmasını istedi. Bunun üzerine Hz. Osman, Hz. Hafsa’dan ricada bulunarak yanındaki mushafı emanet olarak kendisine yollamasını istedi.

Hz. Ebubekir’in döneminde hazırlanan bu ilk Kur’an-ı Kerim nüshası, Zeyd bin Sabit başkanlığındaki komisyon tarafından esas alınarak çoğaltıldı. Çoğaltılan bu nüshalar, 651 yılında Mekke, Basra, Kufe, Şam ve Mısır valiliklerine gönderildi. Bir örneği de Medine’de bırakıldı. Bu yedi nüshadan biri bugün Özbekistan’ın Taşkent şehrindeki bir kütüphanede duvara gömülü çelik bir kasa içinde muhafaza edilmektedir. Ayrıca Hz. Osman’ın bizzat kendi el yazısıyla yazdığı kabul edilen bir Kur’an-ı Kerim de bugün Topkapı Sarayı Mukaddes Emanetler bölümünde sergilenmektedir.

İLK AYRILIK HAREKETLERİ ve İÇ KARIŞIKLAR

Hz. Ebubekir döneminde Arap Yarımadası’nın dışına taşan fetih faaliyetleri, Hz. Ömer ve Hz. Osman döneminde daha da artarak devam etmiştir. Neticede İslam devletinin sınırları oldukça genişlemiş ve pek çok bölgeye hakim vaziyete gelmiştir. Dört beş asırdır Bizans ve Sasani hakimiyeti altında yaşayan çeşitli din, mezhep ve etnik gruba ait topluluklar, fetihlerle beraber İslamiyet’i esas alan bu yeni devletin hakimiyetini kabul etmiştir. Ancak hızla İslamlaşmalarına rağmen eski inanış ve pratiklerini tümüyle terk edemeyen bu toplulukların İslamiyet’in tevhid esasına dayalı birleştirici potasında erimeleri tamamıyla mümkün olamamıştı. Bu yeni topluluklar her ne kadar İslami dalganın etki alanına girmiş, İslamiyet’in yüksek adalet prensiplerine dayalı siyasi yönetimine razı olmuş, hatta islamiyet’i kalben benimseyerek din olarak seçmişlerse de, bu yeni dinin gereklerini istenilen seviyede özümseyememişlerdi. Bu yüzden toplumun değişik katmanlarında az da olsa hala eski din ve geleneklerini, batıl alışkanlıklarını sürdürenlere rastlanmaktaydı.

Bölgenin 10- 15 yıl gibi kısa bir sürede hallaç pamuğu gibi harmanlandığı ve eski yönetimlerin çökertildiği bu döneme, şüphesiz, Raşid Halifeler’in ve onlara yardımcı zatların üstün çabaları damga vurmuştu. İnsanlık tarihinin bu en büyük değişim ve dönüşümü öncelikle yarımadayı ayağa kaldırmış, bu büyük ilahi dalganın akisleri daha sonra Atlas Okyanusu’ndan Maveraünnehir’e kadar olan bölgelerde yaşayan bütün kitlelerde değişik oranlarda yankı bulmuştur. Ancak bu süratli değişime kitleler arzu edilen bir biçimde ayak uyduramamıştı. Ne yazık ki, bu yeni kitleler İslamiyet’in dahili derinliğini, nezaket ve zarafetini, yüksek ideallerini yeterince kavrayamamıştı.

Tüm çabalar; Allah sevgisiyle, cehennem korkusunu iliklerine kadar hisseden ve yaşayan Medine’deki bir avuç sahabe ile yeni müslüman olmuş kitleler arasındaki duyuş, düşünüş, yaşayış ve anlayış farkını kapatmaya yetmemişti. Öte yandan Hz. Peygamber sonrasındaki bu muazzam fetihlerin getirdiği ganimetlerle toplum; süratle zenginleşmiş, bunun neticesi olarak da servet ve refahın yol açtığı bazı menfi davranışlar toplumda yavaş yavaş yaygınlaşmaya başlamıştı. Birden zenginleşmenin getirdiği hazımsızlık ve iktidar hırsı bazı kesimlerin hayatlarından tevazu ve sadeliği çekip almış, dinin iç derinliği olan zühdü ve takvayı unutturmaya başlamıştı. Özellikle ikinci kuşak için durum biraz daha vahimdi. Onlar büyük zahmetlere katlanmadan, kolay gerçekleşen fetihlerle önemli mevkilere, muazzam gelirlere, bolluk ve refaha kavuşmuşlardı.

Hz. Osman döneminin sonlarına doğru meydana gelen fitne ve ayrılık hareketlerinin çıkmasında servet ve refahın oluşturduğu bu çürümenin de etkili olduğu asla göz ardı edilmemelidir.

Bu derin ihlas kaybından meydana gelen kavga ve hizipleşmenin figüranlığı da henüz İslamiyet’i istenilen şekilde özümseyememiş yeni kitleler tarafından yapılmaktaydı.

Fitne ve ayrılıkların palazlanmasındaki bir başka etki de mağlup milletlerin intikam duyguları ile yaptıkları teşebbüslerdi. Bu teşebbüsler lslam tarihinde, belki de bir efsane, bir mevhum şahsiyet olan Abdullah bin Sebe ile sembolleşmiş ve onun üzerinden tevhid inancı tahrif edilmeye çalışılmıştır.

Bu fitne olayları incelenirken yahudi, hıristiyan ve diğer azınlıkların gizli emel ve amaçları dikkate alınmalı, ancak etkileri abartılarak bütün fitnelerin onlardan kaynaklandığına odaklanılmamalıdır. Çünkü her ne kadar cazip ve açıklayıcı görünse de, bu kolaycı yaklaşım tarihin değişim ve dönüşüm kaidelerine uymamaktadır. Nitekim Yüce Allah:

“Allah bir topluluğa verdiğini, o topluluk kendisini bozup değiştirmedikçe değiştirmez.” (er-Ra’d) buyurarak değişim ve dönüşümün bizzat o toplumun kendi öz tavır ve davranışlarından beslendiğini hatırlatmaktadır.

Bu fitne ve karışıklıklarda katalizör işlevi gören en önemli etkilerden biri de, tüm iyi niyetine rağmen Hz. Osman’ın siyasi sistemde Emevi ailesine belirleyici bir rol vermesidir. Tarihçiler bu konuda hemen hemen ittifak halindedir.

Hz. Ömer’in titizlikle koruduğu siyasi dengeler, bu ailenin yönetime getirilmesiyle tüm yapıyı altüst edecek biçimde bozulmuştur. Emevi ailesinin birçok ferdi, geç sayılabilecek bir dönemde, ancak Mekke’nin fethinden sonra İslam dairesine girmişti. Bu aileye mensup kişilerin aynı dönemde en üst seviyedeki görevlere getirilmesi, ekonomik, sosyal ve siyasi yapıyı menfi bir şekilde etkilemekle kalmamış, çoğu liyakatsiz ve sicilleri tartışmalı olan bu kişilerin uygulamaları yüzünden halk ile idarenin arası da açılmıştır. Böylece yönetimle halk arasında ilk defa güven bunalımı meydana gelmiştir.

Hz. Osman, yaratılış itibarıyla yumuşak huylu ve yakınlarına düşkündü. Ayrıca zahid ve takvalı kişiliğiyle temayüz etmişti. Kimseyi kırmamaya çalışması özellikle hilafetinin son yıllarında istenmeyen yönetim zaaflarının ortaya çıkmasına yol açmıştı. Kendisi hilafetin merkezi Medinede Hz. Peygamber’in sünnetini, İslamın örf ve adetini titizlikle muhafaza etmeye çalışırken Basra, Kufe, Şam ve Mısır gibi önemli vilayetlerde devlet görevlilerinin yanlış tutum ve davranışları halkın yoğun şikayetlerine sebep olmaktaydı. Öyle ki, Kufe Valisi Velid bin Ukbe içki içtiği şikayeti üzerine geri çağırılmış ve kendisine had cezası tatbik edilmişti. Onun yerine gönderilen Said bin As da Kufelileri aşağılayan konuşmaları sebebiyle halkta derin bir nefret uyandırmıştı. Mısır valisi Abdullah bin Ebi Serh’in ve Şam valisi Muaviye’nin uygulamaları da toplumun çeşitli katmanlarında huzursuzlukların artmasına yol açmıştı.

Hz. Osman iyi niyetle göreve getirdiği hırslı akrabalarını kontrol edemiyor, belki onların yanlış bilgilendirmelerine maruz kalıyordu. Bu arada siyasi ikbal peşinde koşan veya görevinden azledilen valilerin çevirdiği entrikalar, yönetimin halkın gözünden düşmesine yol açmıştı. Ayrıca kin ve nefretle İslam birliğini parçalamak isteyen bazı azınlıkların gayretleri de sinsice sürmekteydi.

HZ. OSMAN’IN ŞEHİD EDİLMESİ

Kargaşa ve isyanın ilk açık belirtisi Kufede görülmüş, olaylar kısa zamanda Basra ve Mısır’a sıçramıştı. Nihayet 656 yılında 500 kişilik bir grup, isyanı devletin merkezi Medine’ye ulaştırdı. İsyancılar aralarından seçerek görevlendirdikleri iki kişiyi şikayetlerini bildirmek üzere Hz. Osman’a gönderdiler. Mısırlı isyancılar, valileri Abdullah bin Sa’d bin Ebi Serh’ten şikayet ediyorlar ve görevinden alınmasını istiyorlardı. Hz. Osman Mısırlıların şikayetlerini dinledikten sonra kendilerine hak vererek Muhammed bin Ebubekir’i Mısır’a yeni vali olarak görevlendirdi. Hz. Osman’ın bu kararı, heyetin yatışmasına ve memnun bir biçimde Medine’den ayrılmalarına yol açtı. Ancak dönüş yolunda yakaladıkları bir kişinin üzerinde ele geçirilen uydurma bir ferman, isyanın yeniden nüksetmesine sebep oldu. Hz. Osman’a ait olduğu süsü verilen bu fermanda eski vali Abdullah’ın görevinde bırakıldığı bildiriliyor, ayrıca Muhammed bin Ebubekir’in Mısır’a geldiğinde tutuklanması ve isyancıların ileri gelenlerinin öldürülmesi isteniyordu. Böylece Mısırlılar tekrar Medine’ye yöneldiler ve Basra ile Kufe şehirlerinden gelen isyancılarla birleşerek Medine’yi kuşatma altına aldılar.

İsyancılar, sahabenin ileri gelenlerinden Hz. Ali, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’i ziyaret ederek onlardan destek istediler. Ancak hiçbiri bu desteği vermediği gibi, onları şiddetle azarlayıp kovarak durumu Hz. Osman’a bildirdiler. Hz. Ali bununla da yetinmeyerek can güvenliği tehlikesine karşı oğulları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i Hz. Osman’ın yanına gönderdi. Ayrıca Ubeydullah bin Ömer ve Abdullah bin Zübeyr de isyancıların artan taşkınlıklarını önlemeye ve Hz. Osman’ı korumaya çalıştılar.

Hz. Osman asilerin artan baskılarına ve gittikçe daralan kuşatmalarına aldırmadan mescidde namaz kıldırmaya devam etmekteydi. Sahabenin ileri gelenlerinin, olayların yatışması konusunda yaptığı teşebbüsler ise Mervan bin Hakem engeline takılmış, kaos ortamı hızla trajik bir boyuta doğru tırmanmıştır.

Hz. Osman büyüyen ve çetrefil bir hal alan isyanın sert bir biçimde yatıştırılıp asilerin Medineden çıkarılmasına müslüman kanı döküleceği gerekçesiyle razı olmadı.

Nihayet 22 günlük kuşatmanın ardından büyük bir facia gerçekleşti. İsyancılar Hz. Osman’ı korumaya çalışan bazı sahabilerin engelleme çabalarına rağmen Hz. Hasan’ı da yaralayarak Hz. Osman’ın evine girmeye muvaffak oldular. Bu sırada Kur’an okumakta olan Hz. Osman acımasızca şehid edildi. ( 17 Haziran 656) İsyancılar ayrıca Medinede taşkınlıklarını sürdürdüler ve bazı yağma faaliyetlerine de katıldılar. Olay başta Medine olmak üzere bütün İslam dünyasında büyük üzüntüye sebep oldu.

Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.


Nihayetinde BBC de Bir Bürokrasidir 1967, İngiltere

Nisan 21, 2023

Bir yayın kuruluşu olarak İngiliz BBC’nin kaliteli yayıncısı oldukça azdı. 70 yılı aşan bir süre BBC konserler, belgeseller, komediler, çocuk programları, eğitim programları, drama dizileri, çağdaş ve klasik oyunlar üretti ve yayımladı; radyo ve televizyon haberleri tüm dünyada en güvenilir ve saygın haberler olarak kabul ediliyordu.

1922 yılında İngiliz Posta Teşkilatı tarafından İngiliz Yayım Şirketi (British Broadcasting Company-BBC) olarak kaydı yaptırılıp, ruhsatı alınırken Posta Genel Müdürlüğü’nün, yani patronunun uygun bulduğu hizmeti sağlamak amacını taşıyordu. Niyetler mükemmeldi. Şirket radyoda İngiliz ürünlerinin tanıtımını yapıyordu. Halk üzerinde kötü veya olumsuz bir etkilemeye yol açmadıktan sonra yayınlarında özgürdü. Mali olarak ise doğrudan izleyicilerinin ödemeleriyle ayakta duracaktı.

BBC yayınlarını dinlemek ve daha sonra televizyonları izlemek isteyenler Posta Teşkilatına belirli bir ruhsat ücreti ödemek zorundaydılar. Başlangıçta yılda 10 şilin olan ücret daha sonraları 70 paunda kadar çıktı. Hükümetin desteğindeki bir tekel olarak BBC on yıllar boyunca yayın alanını istediği gibi elinde tuttu.

Bağımsız radyo ve televizyon kuruluşlarına izin verilmesine ve BBC’nin işgalindeki yayın dalgalarından yararlanmalarına kadar uzun zaman geçti. Bundan sonra bile satılan her televizyon, alıcısı BBC’yi izlese de izlemese de, bir ruhsat parası ödemek zorundaydı. Bu ödemeler ve programların telif ücretleri BBC’nin mali kaynaklarını oluşturuyordu.

Bir kamu kurumu ve bürokratik bir aygıt olmasına rağmen ne yayımlayacağı konusunda hayli geniş bir özerkliğin tadını çıkarıyordu. Tam gün TV yayını 1980’lerin ortalarına kadar onaylanmadı. Ticari kaygılar taşımamanın sağladığı rahatlıkla BBC yayınları düzeyli, tarafsız ve kaliteli olma olanağına kavuşuyordu.

Bu özgürlük ve avantajlardan yararlanan BBC tümüyle ticari bir TV kanalında yer alması çok zor çocuk programları, konserler ve diğer eğitici yayınlar yapabiliyordu. Radyoda da dünyaca ünlü orkestraların yanı sıra İngiliz ve Amerikan pop müziğinin yıldızları, Beatles, Rolling Stones, Jimi Hendrix, Chuck Berry konserleri dinlenebiliyordu. En ünlü programlarından biri 1963’ten 1989’a kadar devam eden bilimkurgu dizisi Doctor Who (Doktor Kim) idi.

Ama bu arada, maalesef BBC de, herhangi bir kamu kuruluşunda görülebilecek bazı dertlerden mustaripti. Gelirleri sabit olan herhangi bir şirket bazı harcamalarını kısmak ve bütçesinde belli kısıtlamalar yapmak zorundaydı. Buna BBC de dahildi.

İlk BBC programları Film Merkezinden sağlanan uzun süreli film ve oyunlardan oluşuyordu. Ticari kayıtların devreye girmesiyle birlikte BBC arşivlerine de standart bir ölçü getirildi. Personele bütün programların film kopyalarını saklama emri verilmişti ama video ve ses kayıtları için aynı emir tekrarlanmamıştı.

1978’e kadar BBC Mühendislik Bölümünün denetiminde olan video kasetler ancak bu tarihten sonra film merkezine aktarıldı. Kasetler nispeten daha küçük bir arşivde saklanıyor ve zaman zaman dış ülkelere satış olanağı olup olmadığını anlamak için yeniden izleniyordu. Pek çok görsel ve sesli programlar ve diziler, filmler, belgeseller başka ülkelere satılıyordu. 1970’ler ve 1980’lerde dünyada en çok izlenen bilimkurgu dizisi Doctor Who da bunlardan biriydi.

Sonra arşivlerdeki yerlerin yeterli olmadığı ve pahalıya mal olduğu günler geldi. Böylece 1967 yılında adı bilinmeyen bir bürokrat, günlerden bir gün depolarda bulunan ses ve video kasetlerini silip temizleyerek yeniden kullanılabileceğini akıl etti ve harekete geçti. Gerek Film Merkezi, gerekse Mühendislik Bölümü tüm programların tarihsel kopyalarının tutulmasından diğerinin sorumlu olduğunu düşünüyordu.

Ve 1978’e gelindiğinde birçok program bir güzel yok edilmiş ve elde hiçbir kopyası kalmamıştı. BBC bir arşiv sorumlusu tayin ederek nelerin yok edildiğini saptamak ve dünyanın her tarafından, yabancı yayın kurumlarından ve koleksiyonculardan kendi orijinal programlarının kopyalarını bulmak için uğraşmaya başladı. Kaybedilen hazinelerin ancak çok azının kopyası bulunabildi.

Bu arada büyük bir şans eseri olarak dünyaca ünlü Doctor Who’nun eksik bölümleri de toparlanabilmişti. Yakın zamanlarda iki müzik prodüktörü ortaya çıktı ve vaktiyle verilen silme emrine uymadıklarını ve Rolling Stones’un ilk kayıtları da dahil olmak üzere bazı eşi olmayan programların kayıtlarını sakladıklarını açıkladılar. Şimdi bu “kayıp kasetler” BBC’ye küçük bir servet kazandırabilir ama geri gelmeyenler dikkate alındığında elde olanlar pek bir şey değildir.

Üç-beş kuruş tasarruf edelim derken müzik ve yayın tarihinin paha biçilmez eserleri kaybolmuştu. Boş kasetlerin fiyatı 2 ile 9 pound arasında değişiyordu. Oysa bunların üzerinde orijinal olarak kaydedilmiş programlardan BBC milyonlarca pound kazanabilirdi. Kaybolanlar arasında Beatles’ın ilk konserleri, önemli dramalar, belgeseller ve tarihsel spor programları yer alıyordu.

Bugünkü değerleri milyarları bulurdu. Ama depoda bir parça yer kazanmak ve birkaç bin pound tasarruf etmek için akıl almaz bir iş yapılmıştı. Zamanında üzerinde doğru dürüst düşünmeden bulunulan bir çözüm uygun gibi görünmüştü ama eşine az rastlanır bir rezalet ortaya çıkmıştı.

Alıntıdır.


AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-5

Nisan 21, 2023


ORYON

Dillere destan çapkınlığı yüzünden gene karısı tanrıça Hera’yla kavga etti Baştanrı Zeus… Öfkesini yatıştırmak için de oğlu tanrı Hermes’i ve kardeşi deniz tanrısı Poseydon’u (Poseidon) yanına alıp Olimpos tanrılar ülkesinden ayrıldı. Hep birlikte Trakya bölgesinde bir kır gezisine çıktılar…

Yolları üstünde karşılaştıkları İryos (İrios) adlı bir çoban, sürüleriyle yalnız başına oturduğu dağ evine buyur etti insan kılığındaki bu tanrıları; neyi var neyi yoksa önlerine koydu hemen… İryos’un bu içten konukseverliği karşısında çok duygulanan tanrılar, bir şey dilemesini istediler ondan. Çoban, hiçbir dileği olmadığını söylediyse de konuk tanrılar çok ısrarcı oldular. Bunun üzerine; “Öyleyse bir dilekte bulunacağım, ama gülmeyeceksiniz…” diye başladı İryos. “Yoksulluk yüzünden şimdilik evlenemiyorum. Ama gene de bir çocuğum olsun istiyorum!..”

Bunun üzerine tüccar kılığındaki Baştanrı Zeus, hemen bir düve kurban etmesini ve derisini getirmesini istedi çoban İryos’tan… Ve bir süre sonra çobanın getirdiği derinin üstüne tek parmağıyla bir delikanlı deseni çizdi. Ve bu deriyi toprağa gömmesini, orada dokuz ay bekletmesini söyledi çobana…

İryos, dokuz ay sonra topraktan çıkardığı derinin arasında nurtopu gibi bir oğlan çocuğu buldu. Sevinçten havalara uçtu haliyle. Koyun-keçi sütüyle beslediği ve Oryon (Orion) adını verdiği bebek, tez büyüyüp serpildi. Artık yeni yetmelik çağına ulaşınca da denizlerin dalgaları üstünde, dağda bayırda, her yerde gönlünce yürüyüp koşmaya, rahatça avlanmaya başladı. Üstelik bu boylu boslu, yakışıklı Oryon’u görüp de gönlünü kaptırmayan kadın-kız yok gibiydi!..

Bir ara kral Minopyon’un (Minopion) kızı Merope’ye vuruldu Oryon. Merope de zaten Oryon’a vurgundu… Gelenek olduğu üzere Oryon kızı babasından istetti. Ama bir çoban çocuğunu damat olarak benimsemek hangi kralın onuruna yaraşırdı ki? Kral, damat adayının dileğine gülüp geçti!.. Ne var ki birbirlerine deli divane vurulan Merope’yle Oryon, bir yolunu bulup kaçtılar… Haliyle kral, isyancı Oryon’u yakalatmak için adamlarını seferber etti… Bir sonuç alamayınca başka yollara başvurduysa da ne kızının, ne de Oryon’un izini buldurabildi! Artık onunla başa çıkamayacağını anlayan kral Minopyon, armağanlara boğup gönlünü ettiği bir Satiros’a Oryon’un gözlerini kör ettirdi! Kızını da onun aracılığıyla sarayına getirtti. Artık gözlerini ve sevgilisini yitiren umarsız Oryon da, ülke ülke dolaşmaya başladı. Bir gün Lemnos adasında demirci topal tanrı Hefaystos’la (Hephaistos) karşılaştı. Ona başından geçenleri bir bir anlattı. Delikanlının serüvenlerinden çok etkilenen demircilerin ve ateşin tanrısı Hefaystos; bir yardımcı verdi kör Oryon’un buyruğuna. Ve bu yardımcıya, Oryon’u sürekli doğuya, güneş tanrısının oturduğu yerlere doğru götürmesini söyledi…

Oryon’la yardımcısı, nice serüvenlerden sonra güneş tanrısı Helyos’u buldular. Tanrı Helyos, bir gencin sırtında taşıdığı iyi yürekli Oryon’a acıdı; görmeyen gözlerini özel ışınlarıyla iyileştirdi. Gözleri açılır açılmaz da karısını bulmak ve kraldan öcünü almak üzere Şiyos’a (Chios) döndü Oryon. Ne var ki kral da damadının geri döndüğünü duyar duymaz bir mağaraya saklandı. Bütün aramalarına karşın karısını da kralı da bulamayan Oryon, umarsız yeniden yollara düştü…

Bir gün Girit adasında dolaşırken av ve ay tanrıçası Artemis’le tanıştı. Yakışıklı ve sevimli Oryon’a günden güne daha çok ısınmaya başlayan tanrıça, onunla birlikte sık sık ava çıkmaya başladı… Bu birlikteliğin sonunda Artemis; iyi yürekli Oryon’un ışığa ve doğaya olan sevgisiyle daha derinden bütünleşmeye ve bu dünyayı, tanrıların ülkesi Olimpos’tan daha fazla sevmeye başladı. Ne var ki Artemis’in erkek kardeşi tanrı Apollon da, kız kardeşinin bir ölümlüye bu denli deli divane tutulmasına çok öfkelendi. Kız kardeşine bağırdı çağırdı… O ölümlü delikanlıdan hemen ayrılmasını söyledi… Ama tanrıça Artemis de, canı kimi isterse onu sevmekte özgür olduğu yanıtını verdi.

Artık kız kardeşini sözle yola getiremeyeceğini anlayan tanrı Apollon bir gece, solgun ay ışıklarıyla zar zor aydınlanan Girit adasına geldi; orada kız kardeşi tanrıça Artemis’le buluştu. Sağdan soldan konuşa konuşa, birlikte dolaşmaya başladılar deniz kıyısında. Bir ara avcılık konusu açıldı. Ok kullanmada çok ünlü olan tanrıça Artemis; “Benimle kimsenin avcılık konusunda yarışamayacağını kabul etmelisin!” dedi kardeşi tanrı Apollon’a…

Bunun üzerine tanrı Apollon; ta ötelerde, denizin üstünde duran yuvarlak bir gölge gösterdi kız kardeşine. Ay ışığında kımıldayan bu hedefi tek okla vurup vuramayacağını sordu. Artemis yanıt vermeye bile gerek duymadan, iyice gerdiği yayına yerleştirdiği oku, sözkonusu hedefe saldı hemen! O anda da sahilde uyuklayan Oryon’un köpeği acı acı havlamaya başladı!.. İki kardeş tanrı, vurulan şeyin ne olduğunu birlikte görmeye gittiler. Tanrıça Artemis denizin üstünde yüzen kanlı başı görünce dehşetten donakaldı! Vurduğu hedef, ayışığında yüzen can sevgilisi Oryon’du! Tanrıça o kadar üzüldü ki, kendini bu duruma düşüren kardeşi tanrı Apollon’la çok uzun süre konuşmadı… Ve Artemis, okuyla öldürdüğü sevgilisini kendisinden ayırmaması için babası Baştanrı Zeus’a yalvar yakar oldu…

Ve sonunda Zeus; kendisinin de çok sevdiği  Oryon’u ve onun köpeğini; gökyüzünde tanrıça Artemis’in yakınlarında dolaşan bir yıldız takımına dönüştürdü… 

Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan