ŞEYTANDAN KORUNMA YOLLARI

Nisan 5, 2023


Ekseriyet itibariyle hidayet ve hayırlı işler, olumlu ve yapıcı; buna karşılık dalâlet ve şer olumsuz ve yıkıcıdır. Tahrip çok kolay, buna karşılık tamir çok zordur. Şeytan, dalâlet ve şer cephesinde bulunduğundan yıkıcı ve bozguncudur.

Onun ve yardakçılarının bu tahriplerine karşı alınabilecek tedbirlerin en önemlileri şunlardır:

Kur’an-ı Kerim Okuma

Kelamcılara göre Kur’an: Allah kelamı olup kadîmdir. Bu yüzden sonradan meydana gelen şeylerden ayırmak gereklidir. O, kelâm-ı nefsîdir. Fatiha’dan Nâs sûresinin sonuna kadar, hükmî kelimelere bağlı kadîm sıfattır. Yani bu kelimeler zihnî ve ruhî harfler ve seslerle tasvir edilen hakiki lafızlar değildir.

Usulcüler ve dilciler ise Kur’an’ı şöyle tarif ederler: “Allah Teâlâ tarafından, Hz. Muhammed (s.a.s)’e Arapça olarak, ceste ceste ve veciz bir üslûpla indirilen, sayfalarda yazılan, bize tevatüren naklolunan ve tilavetiyle ibadet olunan yüce kitabın adıdır.”

Allah Teâlâ, kendi kelamını bize anlatırken: “Ey insanlar, size Rabb’inizden bir öğüt, göğüslerde olan (sıkıntılar)a bir şifa, inananlara bir yol gösterici ve bir rahmet gelmiştir,” buyurur. Bu ayete göre Kur’an: İnsanları kötülük ve günahlara karşı uyaran, ikaz eden bir öğüt; insanın ruhî-bedenî her türlü rahatsızlıklarını giderici bir şifa; insanların dünyada değişik saplantılara girmeden, istikamet üzere yaşamalarını temin eden bir kılavuz ve rehber; içindekileri okumak, anlamak, yaşamak ve başkalarının da yaşamasına vasıta olmak sûretiyle Cenab-ı Hakk’ın affını, yarlığayıcılığını ve müsahamasını celbeden bir rahmettir.

“Biz Kur’an’dan öyle ayetler indirip duruyoruz ki mü’minler için şifa ve rahmettir,” ayetinde de aynı mana vardır. Bu ayette dünya, türlü türlü hastalıklar ve belalarla dolu bir hastaneye, Peygamber bir tabibe, Kur’an da hastalıklara şifa veren bir kimseye benzetilmiştir. Şüphe, nifak, küfür, zulüm, düşmanlık, hırs, yeis, atalet, cehalet, taklit, taassub, kötü niyet gibi ahlakî, sosyal ve psişik hastalıklara karşı Kur’an’ın aynı şifa ve rahmet olduğu şüphesizdir. Bundan başka tıbbın aciz kaldığı nice cismanî hastalıklara karşı da Kur’an’ın şifayab olduğu bilinmektedir. Fakat bütün bunlar, mü’minler içindir. Kur’an, zalimlerin sadece hüsranını artırır.

Abdullah b. Mes’ud: “Bu Kur’an, Allah’ın bir ziyafetidir. Gücünüz yettiğince bu ziyafetten istifade etmeye bakın. Bu Kur’an, Allah’ın yapışılacak ipi, bir nur, faydalı (dertlere derman) bir şifadır. Kendisine tutunanı korur, tâbi olanı kurtuluşa erdirir ve saptırmaz, hoşnut bırakır. Ayağı kaydırmaz, aksine sağlamlaştırır. Orijinallikleri tükenmez. Kendisine çok müracaat edilmesinden dolayı eskimez. Onu okuyun, zira onun tilaveti size sevap kazandırır, diyerek bizleri ona teşvik etmekte ve onun bir şifa kaynağı olduğunu vurgulamaktadır.

Ebu Hüreyre de şöyle der: “Kur’an okunan ev, ehline genişler. Melekler orada hazır bulunur, şeytanlar orayı terk eder, o evin hayrı artar. Kur’an okunmayan ev ise, ehline dar gelmeye başlar. Melekler orayı terk eder, şeytanlar doldurur ve hayrı da azalır.”

Kur’an’ın, okunduğu eve bu kadar yararı dokunuyorsa, Onu yaşayan, başkalarının da yaşaması için çalışan insanlara nasıl faydalı olduğu her türlü izahtan azadedir.

Ebu Hüreyre’nin naklettiği bir hadiste Hz. Peygamber: “Evlerinizi kabirlere çevirmeyin. Şüphesiz ki şeytan, içinde Bakara sûresi okunan evden kaçar,” buyurmuştur.

Numan b. Beşir (r.a)’in rivayetinde de Allah Rasûlü: “Bir evde üç gün Amene’r-rasûlü okunmazsa o eve şeytan yaklaşır,” demiştir.

Allah Rasûlü’nün arkadaşlarından bazıları, bir yolculuğa çıkmışlar, reisleri yılan tarafından sokulmuş bir kavme rastlamışlardı. Ashab’dan birisi ona Fatiha sûresini okumuş üflemiş, o zat da eski sağlığına tekrar kavuşmuştu.

Şeytan, insana değişik yollar kullanarak yaklaşır Onu farklı farklı stratejilerle baştan çıkarmak ister. Sinesine vesvese verir. Hayır yapmasına engel olur. Nerede şer ve hayırsız işler varsa, onları gönlüne güzel gösterir. Değişik baskılar yaparak ruhî ve kalbî rahatsızlıklara iter, bunalımlara sürükler, karanlık düşüncelere salar. Ebedîyet için yaratılan insan, şeytanın peşi sıra giderken aradığı mutluluğu ve huzuru bulamaz. Arzularının çoğuna yetişemediğinden, psikolojik sıkıntılara maruz kalır. İşte tam bu anda Kur’an onun imdadına koşar. Ondaki ebed arzusuna cevap verir. Burada ulaşamadığı arzularına, öte tarafta kavuşabileceğini fısıldar. İçini huzur ve itminanla doldurur. Hem dünya, hem de ukba mutluluğuna erdirir. Şeytanın devamlı olarak aldatma yörüngeli va’dlerine karşılık Kur’an, ona iki cihan saadetini va’deder. İnsanın maddî, manevî hastalıklarına Allah’ın izniyle şifa olur.

İbadet Etme

Şeytandan korunma adına yapılacak önemli işlerden birisi de ibadettir. “Niyete bağlı olarak yapılmasında sevap olan ve Allah’a kurbet ifade eden hususi taate denir. İnsanın ruhuyla cesediyle, zâhir-bâtın bütün mevcudiyetiyle yalnız Allah’a yaptığı şuurlu taatidir.” “Cenab-ı Hakk’a boyun eğme ve inkıyadın ifadesidir.” Cenab-ı Hakk’la insanın arasındaki irtibat ve bağın göstergesidir. İnsanın yaratılış gayesi Allah’a kullukta bulunmaktır. “Ben cini ve insanı (başka bir şey için değil) bana ibadet etsinler diye yarattım,” ayeti gayet açık olarak bunu anlatır.

Ebu Hüreyre’nin rivayet ettiği bir hadiste, Allah Rasûlü, Cenab-ı Hakk’ın şöyle buyurduğunu haber vermektedir: “Kim beni tanıyan ve ihlas ile bana ibadet eden bir kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulum, kendisine yapmasını farz kıldığım ibadetlerden daha sevimli bir şeyle bana yaklaşamaz. O kulum, nafilelere devam etmek sûretiyle de bana yaklaşmaya devam eder. Öyle olur ki, ben artık onu severim. Sevince de onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden bir şey isterse, istediğini veririm. Bana sığınırsa, onu korurum. Ben yapmayı dilediğim hiçbir şey hususunda mü’minin ölümü karşısındaki tereddüdüm gibi tereddüt etmedim. Fakat kulum ölümden hoşlanmıyordu. Ben de kuluma acı gelen şeyi sevmiyordum. ”

Allah, kendine ibadet edenlere “kulllarım” diyerek sahip çıkmaktadır. Farzları tastamam yerine getirmenin yanında nafilelerle de ciddi meşgul olma, beraberinde Allah’ın sevgisini getirecektir. Cenab-ı Hakk tarafından sevilen bir insanın, şeytanın yalan va’dlerine kanması, onun vartalarına düşmesi ihtimali ise yok gibidir. Zira artık onu Allah tutuyor, her türlü fenalıktan koruyor demektir. Öyle ki, artık o kişi hep doğruyu görür, doğruyu tutar, hak ve istikamet üzere hayat çizgisini devam ettirir. Daha doğrusu Allah, onu her türlü fenalıktan muhafaza eder. Bu insan, Allah’ın halis bir kuludur ki şeytan böyle insanlara tesir edemez. O, bunu ağzından kaçırmış: “Rabb’’im, beni azdırmandan ötürü, andolsun ki, ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini azdıracağım. Ancak içlerinden ihlasa erdirilenler müstesna,” demiştir. Cenab-ı Hakk da: “İşte benim korumayı üzerime aldığım yol budur. Benim halis kullarıma karşı senin hiçbir gücün yoktur. Sen, sadece sana uyan azgınları saptırabilirsin” buyurmuştur.

Böyle bir seviyeyi yakalamanın kolay olmadığı bellidir. Yoğun çalışmalara, büyük fedakarlıklara, bıkıp usanmadan sarf edilen gayretlere bağlıdır. Bununla beraber bu konuda birkaç adım atma da, işi belli ölçüde kolaylaştıracaktır. Zira kulun böyle bir adım atması, Allah’ın yardımına davetiye çıkaracaktır. Bunu bir hadis-i kudsîde Allah Teâlâ: “…Kulum bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. Kulum bana bir arşın yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim,” buyurur. Allah (c.c), mecaz ifadelerle kulun birazcık gayret etmesine karşılık, kendisinin ona fazlaca yardım edeceğini, hedefine ulaşmasında işlerini kolaylaştıracağını haber vermektedir. Bu, Cenab-ı Hakk’ın koyduğu bir kanundur. Dünyevî-uhrevî her meselede insan, kendini ispat edebildiği ve iradesinin hakkını verebildiği ölçüde Allah’ın yardımına mazhar olacaktır. Böylelikle insan, şeytanın bin bir türlü iğvalarına karşı kendini karantinaya almış, Allah’ın koruması altına girmiş olmaktadır.

Allah’a Sığınma

Şeytandan korunma deyince ilk akla gelen, ondan Allah’a sığınmadır. Çünkü Kur’an’da iki yerde, bizzat Hz. Peygamber’e hitap edilerek: “Ne zaman şeytandan bir kötü düşünce seni dürtüklerse derhal Allah’a sığın. Çünkü O, hakkıyla işiten, her şeyi en iyi bilendir” buyurulmuştur. Şeytanın dürtülerine ve her türlü aldatmacalarına karşı Allah’a ilticanın önemi sadece bu ayetlerle vurgulanmakla kalmamış: “Ve de ki Rabb’’im, şeytanların dürtmelerinden sana sığınırım. Onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım Rabb’’im,” denilerek meseleye bir kez daha dikkatler çekilmiştir.

İstiâze, lügat manası itibariyle: Bir şeyden bir kimseye sığınmak, onun korumasına girmek demektir. Istılahî manası da: Eûzü billâhi mine’ş-şeytani’r-racîm diyerek Allah’ın huzurundan kovulan şeytanın şerrinden, Allah’ın koruması altına girmek, O’na sığınmak demektir. İstiâze, eûzü’yü bizzat söyleyerek Allah’ın korumasını isteme şeklinde tefsir edilmiştir.

Kur’an’da, değişik yerlerde, farklı üslûplarla, Allah’a sığınıp, O’nun himayesi altına girmek ifade edilmektedir. Musa (a.s), Firavn’un azgınlığı karşısında: “Ben hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabb’’im, sizin de Rabb’’iniz (olan Allah)a sığındım,” demiştir. Kibir, şeytanın kullandığı silahların en etkililerindendir. Bu yüzden kibirden ve kibirli insanların şerrinden Allah’ın koruması altına girilmelidir: “Kendilerine gelmiş hiçbir delil olmadan Allah’ın ayetleri hakkında tartışanlar (yok mu), onların göğüslerinde, hiçbir zaman erişemeyecekleri bir kibirden başka bir şey yoktur. Sen Allah’a sığın. Çünkü O, işitendir, görendir,” ayeti bu korunmayı ifade eder.

Cehalet de, şeytanın tuzaklarına düşmeyi kolaylaştırıcı bir unsur olduğundan, ona karşı da istiâze edilmiştir: “Musa, kavmine: “Allah size bir inek kesmenizi emrediyor,” demişti. “Bizimle alay mı ediyorsun?” dediler. “Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım,” dedi.”

Hz. Nuh, oğlunun boğulmaması için Allah’a yalvarmıştı. Allah (c.c): “Ey Nuh, o senin ehlinden değil, onun yaptığı yaramaz bir iştir. Bilmediğin bir şeyi benden isteme, sana cahillerden olmamanı öğütlerim” deyince, Hz. Nuh: “Rabb’’im, bilmediğim bir şeyi senden istemekten sana sığınırım, eğer beni bağışlamaz, bana acımazsan ziyana uğrayanlardan olurum” diyerek cehaletten Allah’a sığınmıştır.

Yusuf (a.s), kadın kendisine musallat olunca, yanlışlık yapmaktan korkmuş, Allah’ın korumasını talep etmişti. Kardeşi Bünyamin’i yanında tutabilmek için de, diğer kardeşlerine karşı bir çareye başvurmuş, zalimlerden olma endişesiyle istiâzede bulunmuştu.

Yukarıdaki ayetlerde kibir, cehalet ve zulümden Allah’a sığınılmış, bunların şeytanın önemli vartaları olduğuna dikkat çekilerek bunlara karşı Cenab-ı Hakk’ın koruması altına girilmesinin ehemmiyetine işarette bulunulmuştur.

İmran’ın karısı, doğum yapıp bir kız dünyaya getirince, ona Meryem adını koymuş, onu ve zürriyetini, racîm şeytanın şerrinden koruması için Allah’a ısmarlamıştı.

Hz. Meryem de, Cebrail (a.s)’ı endamlı bir insan şeklinde görünce: “Ben, senden pek merhametli Allah’a sığınırım. Eğer müttaki isen (bana dokunma)” demişti.

Hz. Peygamber (s.a.s)’e ise, biraz önce geçtiği üzere, bizzat kendisi muhatap alınarak, şeytandan Allah’a sığınması emredilmiştir. Hatta, bunların da ötesinde iki sûre indirilerek fikir birikimi yapılmıştır.

Felak ve Nâs sûrelerine “muavvizeteyn,” ihlas sûresiyle beraber “muavvizât” denilir ki “sığındırıcı sûreler” demektir. Allah Rasûlü, bir rahatsızlık duyduğunda ve her gece yatağına yatması esnasında bu üç sûreyi okuyup, ellerine üfleyerek başını ve yüzünden başlayarak aşağıya doğru ellerinin yetiştiği her yerini sıvazlar ve bunu üç defa tekrarlardı.

Felak sûresinde, şerlerden bütünüyle Allah’a sığınılmış, sonra da önemine binaen bunların en aşırıları nazara verilmiş; karanlığı çöktüğü zaman gecenin; düğümlere üfleyip tüküren büyücü kadının; hased ettiğinde hasedcinin şerrinden ayrı ayrı Allah’a sığınılarak O’nun himayesine girilmesi salıklanmıştır.

Nâs sûresinde ise, Allah (c.c), Rab, Melik ve İlah isimleriyle zikredildikten sonra, gerek insanlardan, gerek cinlerden olsun, insanların sinelerine kötü şeyler fısıldayan, sinsi vesvesecilerin bütününün şerrinden Allah’a sığınılmıştır.

İstiâzede bulunulması tavsiye edilenlerin başında, şerlerin en aşırısı şeytan gelmektedir. O, hiç olmadık zaman ve mekanda bile insanların göğüslerini zararlı düşüncelerle doldurmanın planlarını yapar. Kur’an okurken akla türlü türlü şeyler getirir. O esnada bile, Kur’an dışı şeylerle meşgul eder. Ayetler üzerinde düşünüp, manasında derinleşmekten insanı alı kor. Kur’an’ın ayetleri, sûreleri hakkında şüpheler sokuşturur. Daha başka bir çok yollar kullanarak, insanı Kur’an’ın atmosferinden uzaklaştırmaya çalışır. Allah Teâlâ, Kur’an okumaya başlamadan önce ondan kendisine sığınılmasını: “Kur’an okuyacağın zaman, racîm şeytandan Allah’a sığın,” buyurarak salıklamış, şeytanın, Kur’an okuma esnasında da, kalbe olumsuz dürtülerde bulunabileceğini ihtar etmiştir.

İstiâze ile emir, manası ile emirdir. Kur’an okumaktan istifade edebilmek için, öncelikle, şeytandan Allah’a sığınmak lazımdır. Bu ise esasen kalbin fiilidir. Onun için cumhur “eûzü” demeye vacip değil, müstehab demişlerdir.

Şeytandan Allah’a sığınma, aynı zamanda Allah’a karşı bir tevekkülün de ifadesidir. İnsanın bu en büyük düşmanına karşı, Allah’ın korumasını istemesi, o kişinin Cenab-ı Hakk’a olan itimadını gösterir. İstiâze eden birisi bilmekte ve inanmaktadır ki Allah’ın her şeye gücü yeter. İsterse kendisini şeytandan korur, onun bütün tesirlerini kırar. Bu mana: “Hakikat bu ki, iman edip de Rabb’lerine tevekkül edenlere onun (şeytanın herhangi) bir sultası yoktur,” ayetinde barizdir.

Cenab-ı Hakk’ın, şeytandan kendisine sığınılması hususunu ifade ederken, bizzat Hz. Peygamber’e hitap etmesi dikkat çekicidir. Şeytanı kendisine teslim olmuş birisinin, Kur’an okurken başka düşüncelere kayması mümkün değildir. Allah Teâlâ’nın böyle bir üslûbu tercih etmesinde, işin ehemmiyetini daha tesirlice anlatmak hikmeti olduğunu düşünmekteyiz. Bu konuda Hz. Peygamber’in bile ikaz edilmesi, diğer insanların takınmaları gereken tutumu ifade etmesi bakımından önemlidir.

İstiâze, şeytanın insanı alt etmekte kullandığı vasıtalar için de söz konusudur. İnsana ait bazı zaaf noktalarını değerlendiren şeytan, bu yolla insanı vurmak ister. Mesela, öfke insana ait bir özelliktir ki o, bu duyguyu negatif manada işlettirerek insana zarar vermek ister. Süleyman b. Surad şöyle bir hadise nakleder: Hz. Peygamber’in yanında bulunan iki kişi, birbirlerine sövdüler. Biz de orada oturuyorduk. Onlardan biri, diğerine aşırı öfkeli bir sûrette sövüp sayıyordu. Öyle ki öfkesinden kıpkırmızı kesilmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Ben öyle bir kelime biliyorum ki onu birisi söylese öfkesi muhakkak gider, eğer Eûzü billahi mine’ş-şeytani’r-racîm dese,” buyurdu. Oradakiler o öfkeli adama: Sen, Peygamber’in dediğini duymadın mı? dediler. O adam: “Ben deli değilim,” dedi.

Allah’tan başkasında meydana gelen öfke, şeytanın fitlemesi neticesi ortaya çıkar. Bu yüzden, öfkeli bir kişinin eûzü çekerek Allah’a sığınması lazımdır. Zira istiâze, öfkenin geçmesine sebep olur. Üstteki hadiste öfkelenen zat, Allah Rasûlü’nün sözünü tutmamış, deli olmadığını söylemişti. Bu sözü, onun dini tam bilmediğini, İslam’ın nuruyla büsbütün aydınlanamadığını gösterir. O, öfkenin, şeytanın bir dürtüsü olduğunu bilememiş, istiâzenin öfkesini yatıştıracağını düşünememiştir. Gerçekten de insan, öfkeli haliyle çoğu zaman dengeli davranamaz, fikir ve davranış çarpıklığından kurtulamaz.

Kur’an’ın, istiâzenin üzerinde önemle durduğu gibi, Hz. Peygamber (s.a.s) de istiâze üzerinde durmuş, onu tavsiye etmiştir. Hatta bizzat kendisi, şeytandan Allah’a sığınmış, O’nun himayesine iltica etmiştir. Böylelikle hem kendine verilen emri yerine getirmiş, hem de ümmetine örnek olmuştur.

Allah Rasûlü’nün hayatında, dua ve istiâze çok önemli bir şey işgal etmektedir. Hayatının hemen her safhasında Cenab-ı Hakk’a, ya bir duası veya bir istiâzesi vardır. Biz burada O’nun, Allah’a sığınma adına yaptığı tavsiyelerinden ve bizzat kendi istiâzelerinden birkaç misal vermek istiyoruz:

a. Ebu Hüreyre (r.a)’nin rivayet ettiği bir hadiste Allah Rasûlü (s.a.s): “Sizden birinize şeytan gelir ve şunu kim yarattı, şunu kim yarattı der (durur), hatta (en sonunda) Rabb’ini kim yarattı der. Bu hal kime gelir ulaşırsa hemen Allah’a sığınsın ve o hali terketsin,” buyurmuştur.

b. Abdullah b. Mes’ud (r.a)’dan: Rasûlüllah (s.a.s): “İnsanoğlu için hem şeytanın ve hem de meleğin telkini vardır. Şeytanın telkini şerri va’detmesi ve hakkı yalanlaması, meleğin telkini ise iyiliği va’dedip hakkı tasdik etmesidir. Kim vicdanında bunu (meleğin telkinini) duyarsa bilsin ki bu Allah’tandır. (bundan ötürü) Allah’a hamdetsin. Kim de diğerini hissederse, hemen o kovulmuş şeytandan Allah’a sığınsın,” dedi, sonra da şu ayeti okudu: “Şeytan size fakirliği va’deder, fuhşiyatı emreder.”

c. Ebu Bekir (r.a): “Ya Rasûlallah, bana sabah-akşam okuyacağım bir şey (dua) emir buyur” dedi. Allah Rasûlü de: “Şöyle de: Ey görüneni de, görünmeyeni de bilen, gökleri ve yeri yoktan yaratan, her şeyin terbiyecisi ve sahibi. Şehadet ederim ki senden başka tanrı yoktur, nefsimin ve şeytanın şerrinden ve onun beni şirke düşürmesinden sana sığınırım,” dedi ve: “Bunu sabahladığında, akşama vardığında ve yatağına uzandığında oku,” buyurdu. 

d. Hz. Peygamber (s.a.s), ölüm anında şeytanın aldatmasından da Allah’a sığınmıştır. Ebu’l-Yesâr’ın rivayet ettiği bir hadiste O (s.a.s), yüksekten düşmekten, yıkık altında kalmaktan, suda boğulmaktan ve yanmaktan Allah’a sığındığı aynı yerde: “Ölüm anında şeytanın çarpmasından sana sığınırım” diye dua ederdi.

e. Efendimiz (s.a.s) mescide girerken: “Racîm şeytandan, Azim Allah’a, O’nun pek yüce zatına, O’nun ezelî saltanatına sığınırım,”derdi. Aynı  hadisin devamında: “Birisi bu duayı mescide girerken okursa, şeytan: “Günün sair vakitlerinde benden korunmuş oldu,” der,” buyurulmaktadır.

Allah Rasûlü’nün mescide girerken de şeytandan istiâzesi gayet manidardır.

f.Abdullah b. Abbas’dan: Allah Rasûlü (s.a.s): “Sizden biriniz, hanımına yaklaşacağı zaman: “Allah’ım, şeytanı benden de, bana rızık olarak lütfedeceğinden de (çocuktan) uzaklaştır,” der de bir çocukları olursa, şeytan ona zarar veremez. Şeytan o çocuğa musallat edilmez,” dedi.

Takva Sahibi Olma

Takva, vikaye kökünden gelir. Lügat manası olarak; bir şeyi, kendisini rahatsız eden ve zarar veren şeylerden korumak, siyaneti altına almak, himaye etmek demektir. Takva, insanın korktuğu şeylerden sakınmasıdır. Bundan ötürü takva ve korku (havf), manaca birbirlerinin yerine kullanılmıştır. Şer’î ıstılahta ise; kişinin kendisini günaha sokacak şeylerden koruyup muhafaza etmesi, hatta mahzurlu şeyleri bırakmanın ötesinde, mubah şeyleri bile terk etmesi gibi manaları içermektedir.

“Hakk’ın en çok beğendiği iş takva, en temiz, en nezih kulları da müttakilerdir. Takva adına müttakilere en saf, en duru mesajı da Hz. Furkan Bedîu’l-Beyan’dır. Bu ulu kullar burada Kur’an’la beslenir, ötede de rü’yet-i rıdvanla. Buradaki zevk, oradaki ruhanî haz, takvadaki derinliğe bir ikinci mevhibe olması itibariyle Cenab-ı Hakk: “Allah’a karşı olabildiğince takva dairesinde olun!” buyurarak bu manadaki takvanın önemini hatırlatır. Bütün hayır vesilelerini değerlendirme, bütün şer yollarına karşı kapalı kalma veya kapalı kalmaya çalışma manalarına gelen takva sayesinde insan, aşağıların aşağısına yuvarlanmaktan kurtulur ve “a’lâ-yı illiyyîn” yolcusu olur. Bu itibarla denebilir ki takvayı bulan, bütün hayırların, yümünlerin, bereketlerin kaynağını da bulmuş olur.”

Havf, başa gelmesi istenmeyen bir zarardan ötürü duyulan endişe ise; takva, duyulan bu endişenin başa gelme ihtimalini tamamen ortadan kaldırmak veya onu asgariye çekmek adına gerekli tedbirleri almaktır.

Gerçek takvaya ulaşabilmek için, Allah’a iman etme ve bu imanı inkişaf ettirme önemli hususlardandır. İman; Allah’ın varlığını ve birliğini kalben tasdik etmek ve bunu dille söylemektir. İmanın inkişafı ise, farzları bütünüyle yerine getirme ve büyük günahlardan kaçınma ile mümkündür. “Onlar ki iman ettiler, sonra da salih ameller işlemeye koyuldular,” ve: “Onlar, günahların büyüklerinden ve fuhşiyattan kaçınırlar,” ayetleri, takvanın vazgeçilmez kaidelerini anlatırlar.

Bunların dışında bir de, sağâir denilen küçük günahlar vardır ki bunlara karşı da ciddi tavır almak gereklidir. Bütünüyle takvayı elde edebilmek ise, mubahlardan bile kaçınmakla ancak mümkün olabilecektir. Hz. Peygamber: “Kul, şüpheli şeylere girme endişesiyle bir kısım sakıncalı olmayan şeyleri terk etmedikçe, gerçek takvaya ulaşamaz,” buyurarak bunlara karşı da titiz olmayı hatırlatmıştır.

Başka bir hadiste de şöyle buyuruluyor: “Helal bellidir, haram da bellidir. Bunların arasında şüpheli şeyler vardır ki insanların çoğu bunları bilmez. Şüpheli şeylerden korunan kimse dinini ve ırzını temiz tutmuş olur. Her kim şüpheli şeylere dalarsa, koruluk etrafında davarlarını otlatan bir çoban gibi ki (davarların o koruya) girme ihtimali vardır. Haberiniz olsun ki her melikin bir korusu vardır. Allah’ın korusu da haramlarıdır. Şu da bilinmelidir ki, cesette bir et parçası vardır. O sıhhatli olunca bütün beden de sıhhatli olur, o bozulursa bütün beden de sıhhatini kaybeder, işte o kalbdir.”

Takvalı olabilmek için, kaçınılması gereken günahlar, düşülebilecek vartalar hakkında bilgiye ihtiyaç olduğu gibi, Cenab-ı Hakk hakkında da az çok malumata ihtiyaç vardır. Bu bilgi, Allah’a karşı bir saygı hissi meydana getirecektir. Bu, takvanın bir buudu olan haşyettir. “Kulları içinde Allah’tan hakkıyla ancak alimler korkar,” ayeti, ilim olmadan gerçek takvanın da olamayacağına işaret eder.

Allah marifeti, helal-haram bilgisi ve elden geldiğince yasaklardan kaçınma, hakiki takvanın üç mertebesidir. Esasen bunlar arasında birbirini gerekli kılma diye ifade edebileceğimiz telâzum vardır. Allah’ı bilen, O’nun emir ve nehylerini de öğrenecek, öğrendiği şeyleri titizlikle hayatına uygulamaya gayret edecek, onun bu gayretleri de takvayı netice verecektir.

Hasılı “Sizin Allah nezdinde en şerefliniz, takvada en ileri olanınızdır,” ayetinin de ifade ettiği gibi, Allah’tan en çok korkan, aynı zamanda en takvalı olandır.

Hayatlarını takva yörüngeli sürdürenler, şeytanın bir hücûmuna maruz kaldıklarında yaşadıkları hayat seviyeleri, onların bu vartaya düşmelerine engel olur. Tıpkı kamil manada eda edilen namazın, sahibini fahiş yanlışlıklardan alıkoyduğu gibi.

“Müttakiler, kendilerine şeytandan bir hayal iliştiğinde (Allah’ı) hatırlarlar. Ve hemen gözlerini açarlar,” ayetinde anlatılan da budur. Onlar, böyle bir durumda, derhal kendilerini yoklayıp, nerede hata ettiklerini düşünürler. Şeytanın hilelerini farkederler ve gerekli tedbirleri alarak Allah’a sığınırlar.

Hayatlarını bu çizgide devam ettirmeyenlerin ise böyle bir avantajları yoktur. Şeytan, her zaman için onları kandırıp baş aşağı getirebilir. Onun peşi-sıra sürüklenir giderler ki bunlar, Ku’ran’da şeytanın kardeşleri olarak vasıflanmışlardır: “(Şeytanların) kardeşlerine gelince, (şeytanlar) onları azgınlığa sürüklerler. Sonra yakalarını hiç mi hiç kurtaramazlar.”

Takvada ileri olanlar, şeytana karşı koymada en muvaffak olanlardır. Zira şeytana karşı kazandıkları bu başarılar, onları Allah nezdinde en değerli insanlar seviyesine yükseltmiştir.

“Şeytana karşı bir müslümanın zırhı Kur’an tezgahında yapılan takva, siperi Sünnet-i Seniyye, silahı ise istiâze, istiğfar ve Cenab-ı Hakk’a ilticadır.”

Az Yeme

Cin ve insan şeytanlarına karşı, pratikte alınabilecek önlemlerden birisi de yeme-içmeye dikkat etmektir.

Yeme-içmede dengeyi yakalama, hayatı sağlıklı, rahat, iktisatlı ve enerjik geçirmenin belki de birinci şartıdır. Gıda almada ölçülü olma, insan bedeninin sıhhati adına alınacak tedbirlerin en önemlilerindendir. Gerçi ne kadar dikkat edilirse edilsin, hemen herkes hastalık geçirmiş, ağrıyı sızıyı tatmıştır. Fakat, yeme-içmede ölçüyü kaçırmanın, birçok hastalığa davetiye çıkarmak manasına geldiği de herkesin malumudur. Fazla kilolu olma, aynı zamanda psikolojik olarak da insanı rahatsız eder. Şişmanlık, beraberinde getirdiği hastalıklarla, bazen, insana bir hayli yüklü masraf açar. Herhangi bir rahatsızlık olmasa dahi, fazla kilolarını atmak için birçok insan, yüklü paralar harcamaktadır. Bazı insanların şu dünyadaki en önemli problemleri, fazla kilolarından kurtulmaktır.

Ölçüsüzce yeme-içme, dünya hayatını olumsuz açıdan etkilediği gibi, dînî hayatı da olumsuz yönde etkiler. Beraberinde, fazla uyku, gaflet, lüzumsuz konuşma, çok gülme, unutkanlık, zihinsel faaliyetlerde donukluk, ibadetlere karşı arzusuzluk gibi istenmeyen sonuçlar doğurur.

Bunlara karşılık; insan, yeme-içmeyi kontrol alabilirse daha canlı ve dinamik hale gelecek, zihni daha cevval, kalbi daha parlak, ibadetlere karşı daha duyarlı ve titiz olacaktır. Dikkatli beslenme, şeytanın oyun sahasını daraltacak, buna mukabil, insanı ona karşı daha dikkatli olmaya sevk edecektir.

Şeytanın en güçlü silahlarından olan şehvetin önünü alabilmek için en pratik çözüm, alınan kalori miktarını azaltmaktan geçer. Allah Rasûlü (s.a.s), insanların şehevî duygularını dengelerden, gücü yetenlerin evlenmelerini, evlenemeyeceklerin ise oruç tutmalarını tavsiye etmiştir.

İmam Gazâlî (ö. 505/1111), dikkatli beslenmenin faydalarını şu şekilde maddeleştirmiştir:

a. Kalbin parlaması, terkip kabiliyetinin canlılığı, kalb gözünün açılmasına vesile olur. Tokluk, kalın kafalılığı ve kalb körlüğünü netice verir. Bir konuyu anlamadaki intikal hızını keser.

b. Kalbe rikkat kazandırır. Yumuşak ve hassas bir kalbî hayata götürür. İbadetlerden alınan lezzeti artırır.

c. Hakk’a itaati kolaylaştırır. Fazla neşe ve şımarıklığı kırar. Kişinin aczini anlayıp Allah’a teveccüh etmesini sağlar. Kendi yetersizliğine karşılık, Cenab-ı Hakk’ın azamet ve kibriyasını vicdanında daha iyi duymasına yardımcı olur.

d. Kişiyi, etrafında müşahede ettiği hadiselere karşı  daha duyarlı  hale getirir. Olaylar, vicdanında daha iyi yer eder ve onlardan ibret alır. Fakir-fukaraya karşı, şefkat hissi artırır.

e. Uykuyu azaltır. Uyku, insanın sermayesi olan ömründen yer.

f. İbadetlere devamlılığı sağlar.

g. Bedenin sıhhatini ve hastalıklardan azade yaşamayı temin eder.

h. Geçim kolaylığına sebep olur. İnsanın daha iktisatlı olmasını sağlar. Bu sûretle yetim ve fakirlere daha çok tasaddukta bulunmasına vesile olur.

ı. İnsandaki şehvet duygusunu ve kötülüklere karşı meyil arzusunu kırar. İnsanı, Allah’a isyana götüren şeylerin başında şehvet duygusu gelir. Her âzânın kendine göre bir şehveti vardır. Şehvetin en şiddetlisi ise, karşı cinse duyulan cismanî istektir. Beslenmede ölçülü olma ve açlık, bütün bu temayülleri kırıp, asgariye indirecek en kuvvetli sebeptir.

İnsan, karnını iyice doyurduğunda, şehvetine sahip olamaz. Karşı cinse duyulan şehvet ile, midenin doluluğu arasında ters orantı vardır. İnsanın karnı tok olduğu ölçüde şehveti aç olur. Karnının açlığı nispetinde de şehveti tok demektir. Dünyada birçok insan, bu konudaki gevşekliğinin cezasını, sonradan çok ağır bedellerle ödemektedir. Oburluğundan dolayı aldığı fazla kiloları başına dert olmuş, sıkı diyet ve perhizlerle ömrünü geçirmektedir. Veya oburluğunun neticesi olarak, değişik yanlışlıklara girmiş, onların vebal ve utancıyla yaşamaktadır. Halbuki biraz kendini kontrol ve riyazet ile hem kalbî ve ruhî hayat inkişaf ettirilebilir, hem de daha sonra onulmadık dertlere maruz kalınmayabilirdi. Fakat, şeytanın rağmına yaşamak, nefs-i emmarenin aleyhinde olmak öyle zordur ki bir çok insan, onların peşinde giderek hem dünyasını, hem de ahiretini berbat etmektedir. Daha bir süre de bu, böyle gideceğe benzer.

İSLAM İNANCINDA ŞEYTAN KAVRAMI

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Mehmet Yavuz ŞEKER