İslam Devletinde Ekonomi ve İdari Yapılanma-6

Nisan 20, 2023

Abbasi Ülkesi: Şehirler ve Halkın Serveti

Ülke şehirler ve köyler olmak üzere ikiye ayrılıyordu.

Şehirler

Medeniyet veya uygarlık alanı, o dönemin medeniyet kurallarına uygun olarak şehirlerle sınırlıydı. Köylerde uygarlıktan bir ize rastlanamazdı. Halife ile yakınları, saray halkı, valileri ve vezirleri nerede toplanırsa servet, rahat, ün ve güç de orada bulunurdu. Bu kişiler şehirlerde ve özellikle başkentlerde otururlardı. Bu yüzden Bağdat, Basra, Şam, Fustat, Kahire, Kayravan, Kurtuba, Gırnata vs. şehirleri bayındır hale gelmiş; köy ve çiftliklerse ziraate ayrılmış yerler olarak şehirlerde bulunan binalardan ve konumuz olan medeniyetten pay alamamıştır. Servet ve zenginlikten nasip almış şehirlerde, halk halifenin ve devlet adamlarının etrafında mükafatlara, ihsanlara, hediyelere ve hilatlara nail olarak veya bolluk ve rahat içinde yaşamıştır. Uygarlaşmış bu kentlerde, alimler, şairler, müzisyenler ve nedimler toplanırlar, halifenin, beylerin yahut diğer devlet adamlarının cömertlikleriyle geçinirlerdi.

Harunürreşid’in veziri Fazl b. Yahya’nın sözleri o dönemin sosyal tabakasını gösterir: “İnsanlar dört gruptur. Öncelikle padişahlardır ki kendi haklarıyla o mevkiye yükselmişlerdir. !kincisi vezirlerdir ki, fatanet (çabuk kavrayış, zihin açıklığı ve anlayış) ve dirayetleriyle (zeka, bilgi ve tecrübe) bu mevkilerini elde etmişlerdir. Üçüncüsü halkın yüksek tabakasıdır ki bunlar zenginlikleriyle bu mevkiyi tutmuşlardır. Dördüncüsü orta tabakadır ki bunlar diğer tabakalara ilim ve edep yoluyla girmişlerdir. Şu dört tabakadan sonra gelen halk ise boş, değersiz ve akılsız yaratıklardan ibarettir. Bunlar yiyip yatmaktan başka bir şey düşünmezler.

lbn Haldun hükümdarı alemin ve uygarlaşmanın kök ve temeli kabul ettiğinden, hükümdar tarafından verilen maaşlar ve yapılan harcamaları memleketin servetinin ve gelirlerin çokluğunun bir göstergesi kabul ediyor ve şöyle diyor: “Hükümdar paraları veya devlet gelirlerini kendi nefsi için bir tarafa saklar veya paraları ortadan yok edip de gerekli yerlerde harcamazsa emrindeki memurlar ile devlet ve hükumet idarecileri ve askerin elindeki paralar azalır. Bunlar doğal olarak emirleri altında bulunan adamlara ve yakınlarına maaş veremezler; bunun üzerine bu kısım halkın harcamaları azalır. Oysa halkın önemli bölümünü bunlar oluşturur. Ülkede arz ve talebi en çok harekete geçiren, piyasaları canlandıran en önemli şey bunların harcadığı paralardır. Bunlar harcayacak para bulamazlarsa o zaman ülke piyasasında işler durur. Alış­veriş kesilir, ticaretten para kazanmak güçleşir. Bunun sonucunda haraç ve devlet gelirleri düşer. Çünkü devlet gelirleri ülkede bayındırlığın devam etmesi, alışverişin gözde olması ve kazanç kapılarının sürekliliğine bağlıdır. Halk kazanç kapıları bulmalıdır ki vergi ödeyebilsin. Harcama olmaz ve gelirler azalırsa bu durumdan sorumlu olan devlettir. Söylediğimiz gibi devlet, gelirler ve giderler açısından halkın en büyük revaç pazarı veya revaç pazarlarının aslı ve· esasıdır. Devletin alıp verme gücü bozulup da harcamaları azalırsa, onun da diğer pazarlar ve alışverişler gibi veya daha katı bir duraklamaya uğraması doğaldır.”

lslam şehirleri esas olarak hükümdarlardan ve ikinci derece devlet adamlarından oluşuyordu. Hükümdarların devlet adamlarını bu derece yükseltmeleri onların zeka, anlayış ve tecrübelerinden dolayıydı. Üçüncü dereceden zenginler ve dördüncü dereceden ilim ve edep ile yükselen orta tabakayı oluşturan halk, diğer iki tabakanın keyif ve arzusuna bağlıydı. Bunlardan daha aşağı olan halk ise normal insan mertebesinde sayılmıyordu. Oysa sosyal yapının sözü edilen bölünme biçimi, bireysel hürriyet yüzyılı olan zamanımızdaki sosyal yapının özüne aykırıdır. Bugün her birey, işçi, katib, esnaf veya hükumet memuru, ayrı ayrı iş ve mesleğe sahip olsa da, kendisini cemiyetin bir organı kabul eder.

Abbasiler çağında; kent halkı halife, emirler vs. devlet adamlarının çevresinde geçinirler, onların gölgesinde yaşarlardı. Halifeler, emirler ve diğer hükumet adamları ele geçirdikleri devlet gelirlerinden onları yararlandırırlardı. Gelirler çok olursa yararlanma da o oranda çok olurdu. Devletin gelirleri haraçtan, haraç ise araziden elde edilirdi. Arazi ise çiftçilerin içinde çalıştıkları köylerden ibarelli. Şu durumda Abbasi servetinin kaynağı köylerdi ve bu servet çiftçilerin alınterinden toplanırdı. Çiftçiler her çağda, özellikle tarım ülkelerinde zenginliğin temelidir. Oysa çiftçi -özellikle eski medeniyetlerde­ zenginlikten ve servetten en az para alan insandır. Söz konusu devirlerde servet ve kuvvet hükümdarların veya hükümdar adına yönetimde bulunanların ve diğer devlet adamlarının elinde bulunurdu. Bireyler ise hükumet adamlarının maiyetleri, yardımcı ve destekçileri, uşak ve kulları sayılırlardı. İnsanlığın bu ikinci kitlesinden bir bölümü devlet adamlarının muhtaç olabilecekleri çeşitli binaları, elbise ve mücevheratı hazırlamak için sanayiyle uğraşırlardı. Diğer bir bölümü hükumet adamlarına konaklarında ve kaşanelerinde hizmet etmek üzere doktorluk ve katiblik sanatlarını öğrenirdi. Diğer bir kısmı idareci sınıfın keyfini yerine getirmek için çalgı şarkı öğrenmeye çalışır, bir diğer kısmı da yine idareci sınıfının hoşnutluğunu kazanmak için şiir, düzyazı vs. ile uğraşır veya toprakta çiftçilikle uğraşan bir çiftçi olurdu. Çiftçiler her zaman ve mekanda ülke halkının çoğunluğunu oluştururlardı.

Şu durumda kentlerin refah ve zenginliği, söylediğimiz nedenlerden dolayı hükumetin veya hükumet adamlarının zenginliğine bağlıydı. Harunürreşid’in sarayı heyetler ve çevreden halifeye gelen misafirlerle ve Beytülmal de para ile dolup taştığı, Bermekilerin paraları avuç avuç dağıttığı devirlerde, Bağdat’ta bulunan esnaf -özellikle mücevherler ve pahalı mefruşat tüccarı- büyük bir saadet ve servet içindeydi. Çünkü medeniyetin refah ve sarfiyat devri bu iki çeşit ticaretin rağbet görmesine neden olur. Daha önce gösterildiği üzere Bağdat’ta Kerh mahallesinde bulunan tüccardan bir mücevhercinin bir sepet içinde gösterdiği mücevherler için, Yahya Bermeki tarafından pazarlık yapılmış ve 7 milyon dirhem verilmişken mücevherci bunu az bularak vezire satmamıştı. Oysa bu mücevherler dükkanda bulunanların yalnızca bir kısmıydı. Burdan öyle bir tacirin toplam servetinin ne derce büyük olduğu anlaşılmaz mı? Bu mücevher satıcısından başka lbn el-Cassas adında diğer bir mücevherci vardı ki, bu adamın serveti H. 302 yılında Halife Muktedir tarafından müsadere edilmiş ve bu sırada bu tüccarın evinden alınan mal ve eşyanın değeri 20 milyon dinarı geçmişti. Bağdat’tın ileri gelenlerinden Muhammed b. Ömer adında birinin yıllık vergisi 2 milyon 500 bin dirheme ulaşıyordu. Bağdat’ta ve diğer şehirlerde bulunan diğer tüccarları da bunlarla karşılaştırabiliriz. lstahır kentinde yaşayan Beni Hanzala ailesinin bireylerinden olan Ömer b. Uyeyne’nin çok büyük bir serveti vardı. Bu yüzden bir milyon dirhem harcayıp mushaflar (Kuran-ı Kerim) satın alarak onları lslam kentlerinde ücretsiz dağıtmıştı. Söz konusu ailenin sahip olduğu çiftliklerin yılık vergisi 10 milyon dirhemdi. Yine bu zenginlerden birisi olan Mirdas b. Ömer’in arazi ve akarlarının vergisi 3 milyon dirhem tutuyordu. Bunun amcaoğlu Muhammed b. Vasıl da onun serveti kadar büyük bir servete sahipti. Seyraf şehrinde serveti 60 milyon dirhemi aşan tacirler vardı. Bu tacir bu büyük serveti deniz ticareti yoluyla üd, kafur, amber, mücevherat, hızran, fildişi, abanoz, karabiber vs. alıp satarak kazanmıştı. Bunlardan birisi bir konağın yapılması için 30 bin dinar harcamıştı. Doğu kentlerinin çoğunda bu gibi birçok zengin vardı.

Vezirler, ve diğer bürokratlardan başka devletin refah ve zenginlik devrinde halifelere yaklaşıp hulafaya onların ihsan ve bağışlarına kavuşanların, saraylarda halifelere hizmet edenlerin servetleri de bunlardan aşağı değildi. Harunürreşid’in şarkıcısı lbrahim el-Musuli öldüğünde 24 milyon dirhem değerinde bir servet bırakmıştı. Aynı şekilde Harunürreşid’in hekimbaşısı olan Cibril b. Bahtişu öldüğünde arkasında çiftlikler, mücevherler ve nakitten oluşan 90 milyon dirhemlik bir mal varlığı bırakmıştı.

Kentleri de göz önüne alacak olursak çoğunlukla servetin halifelerle onlara mensup olan kişilerin elinde bulunduğunu görürüz. Şu kadar ki o dönemde tüccara varıncaya kadar tüm servet sahipleri -çok azı hariç- ancak halifelere ve diğer hükumet adamlarının kanatları altına girerek servetlerini güvence altına alıyorlardı.

Köyler

Köy halkı asıl halktan, yani “haraç verenler” (haraçgüzarlar/ehl-i haraç) adıyla anılan çiftçilerden oluşuyordu. Bunlar toprak sahibi olan halife ve emirlere veya onlara bağlı olan güç sahiplerine, özellikle lslam’dan önce Irak ve Fars’ta büyük mukataa sahibi olup dahhakin (dahhaklar) adıyla bilinenlere ücretle veya ortaklıkla çalışırlardı. Ülkede lslamiyet yayıldıkça bu dahhaklar malik oldukları servet ve ülke halkı arasında elde ettikleri güç ve öncelik nedeniyle hükumet adamları yanında söz sahibi oldular. Asıl çiftçiler ise daha önce belirttğimiz sebeplerden dolayı çok azı toprak ve mala sahip olabiliyorlardı.

Şu durumda köylerin halkını çiftçilerle o sınıftan olan halk oluşturuyordu. Bunlar geçinecek derecede bir şey bulurlarsa ona razıydı. Bunların çoğu ağır bir yoksulluk içinde yaşıyordu.

Öyle ki tüm yaşamı boyunca dinarı görmeyen adamlar bile vardı. İnsanların yaratılışı ve sınıflara ayrılışı gerçekten dikkat çekicidir. Şehirlerdeki devlet adamları dinarları avuçlarla tüketir, bağışlar ve hediye ederken köylerdeki çaresiz halk oldukça fakir, her şeye muhtaç, her şeyden yoksun ve acıklı bir sefalet içindeydi. Öyle ki onlardan biri bir dinarın yüzünü görse sevincinden onu birkaç kez öpüp başına koyacaktı. Veya o zavallılardan biri kendisine on veya yirmi dinar verilse sevincinden çıldırıp kendini kaybedecekti. Nitekim öyle bir olay H. 3. yüzyıl ortalarında Mısır emiri bulunan Ahmed b. Tulun ile bir balıkçı arasında yaşanmıştı. Ahmet b. Tulun inşa ettirdiği saraylar, koruluklar, bahçeler, ahırlar vs.’den dolayı cömertlik ve savurganlığıyla ünlenmişti. Her ay yoksullara bin dinar sadaka verirdi. lhsan ve bağış ve cömertlikte o kadar ileri gitmişti ki yoksullara sadaka dağıtan vekili kendisine başvurur ve “Bazen üstü çarşafı, parmağında altın yüzük bulunan bazı kadınlar gelip sadaka almak için el uzatıyorlar. Bu gibilere vereyim mi?” diye sorunca ibn Tulun “Sadaka istemek için sana kim el uzatırsa ona ver,” cevabını vermişti. Soğuk bir günde lbn Tulun ata binerek Fustat bölgesinde dolaşmaya çıkmıştı. Nil Irmağı kenarında yarı çıplak ve pejmürde bir balıkçı ile yanında aynı durumda olan bir çocuğa rastladı. Balıkçı ağını nehre atmıştı. lbn Tulun balıkçı ile çocuğun soğukta o perişan halini görünce çok üzüldü. Yanında bulunan Nesim adındaki uşağa “Nesim, bu balıkçıya yirmi dinar ver” dedi ve yürüdü. Uşak balıkçıya parayı verdikten sonra lbn Tulun’a yetişti. Ibn Tulun ise biraz dolaştıktan sonra yine aynı yerden geçti. Balıkçı yere serilmiş, ölmüştü. Çocuk da ölünün başucunda duruyor, ağlıyor, feryad ediyordu. Ibn Tulun önce, kendi adamları olan sipahilerden birisinin bu adamı öldürerek elindeki parayı aldığını zannetti. Çocuktan durumu sordu. Çocuk ağlayarak “Bu adam (eli ile Ibn Tulun’un para veren uşağını göstererek) babama bir şey verdi. Babam o şeyi elinde evire çevire sonunda düşüp öldü” cevabını verdi. Ibn Tulun uşağa “Bu adamı ara, paralar üzerinde mi göreyim,” dedi. Uşak atından indi ve adamın üzerini aradı. Para olduğu gibi duruyordu. Ibn Tulun paranın olduğu gibi durduğunu gördü ve çocuğa parayı almasını söyledi. Çocuk reddetti “Bu şey babamı öldürdü, ben alırsam beni de öldürür!” dedi. Bunun üzerine lbn Tulun merhamete geldi ve şehrin kadısı ile şeyhlerini çağırdı. Gelirleri çocuğa verilmek üzere 500 dinar ile gelir getiren bir evin satın alınmasını buyurduktan başka çocuğun adını kendisine aylık bağlananların defterine yazdırdı. “Bu çocuğun babasının ölmesine sebep olan benim. Zenginliğin yavaş yavaş olması gerekir. Bu balıkçıya dinarları birer birer vermek gerekiyordu. Parayı teker teker alsaydı gözüne öyle büyük görünmeyecekti” yorumunda bulundu.

Başkent yakınında yaşayan bir kişinin durumu böyle olursa devletin savurganlığından, bağışlarından ve aylıklarından uzak bulunan köylerdeki halkın durumunun nasıl olabileceğini burdan çıkarabiliriz.

İslam Şehirleri

lslam şehirleri tabiriyle anlatılmak istenen; Müslümanların kendi yaşamları için kurdukları yeni şehirlerdir. Bunlar ele geçirilen lran ve Rum şehirlerinden başkadır. Irak, Şam, Mısır, Afrikiyye ve Endülüs bölgelerinde kurulmuşlardır. Bu kentlerden Basra, Bağdat ve Kahire gibi bazıları günümüze kadar gelişerek varlıklarını sürdürmüşse de Mısır’daki Fustat ve Endülüs’teki Zehra ve diğer bazıları tamamen yıkılıp gitmişlerdir. Konumuzla yakın ilgisi olduğundan dolayı, tamamlayıcı bir bölüm olarak söz konusu şehirlerden en önemlilerinin lslam medeniyeti dönemlerinde ulaştıkları bayındırlık seviyeieri hakkında bilgi vereceğiz. Ancak bundan önce Arapların veya Müslümanların söz konusu kentleri kurmalarının sebeplerini kısaca belirtmek isteriz.

lslam’ın ilk yıllarında Müslümanlar; çadırlarda yaşıyor, davar, at vs. hayvancılıkla uğraşıyorlardı. Surlar ve kentler içinde kapalı bir yerde oturmayı sevmezlerdi. İslamiyet yayılınca Irak, Şam ve Mısır bölgelerini ele geçirmek için bir araya geldiler, bu savaşlara giderken eşlerini ve çocuklarını da yanlarında götürmeye ve kenti ele geçirince çevresinde çadırlar kurup yerleşmeye başladılar. Bu yerleşme yeri onların ordugahlarını oluşturuyordu. Hazret-i Ömer çevredeki şehirlerde oturan İslam askerleri ile kendi arasında su veya nehir gibi su engellerinin bulunmamasını şart koşardı. Bununla amacı gerektiğinde devesine binerek askere yardım etmek isteyen birliklerin önünde bir su engelinin bulunmamasıydı. Hz. Ömer’in bu kuralından dolayı Amr b. el-As Fustat’ta, Sad b. Ebu Vakkas ise Küfe ve Basra’da yerleşmişti. Genellikle bu yeni şehirler o bölgeyi ele geçiren askerin konak yerleriydi. Bu gibi yerlere ‘rabıta’ veya ‘measker’ adını verirlerdi. Buralarda uzun süre kalacaklarını anladıklarında ise bölgeyi cadde, sokak ve pazarlara bölerek kendileri için evler, köşkler yaparlardı. lslam’ın ilk yıllarında hep bu şekilde hareket ettiler. Basra, Küfe, Fustat şehirleri bu şekilde kurulmuştu.

Daha sonra Müslümanlar hakimiyet alanlarını iyice büyüterek lslam topraklarının sınırlarını genişlettiklerinde, kentleri bir fetih hatırası ya da düşmana karşı sığınma yeri olarak kurmaya başladılar. Nitekim ikinci Abbasi halifesi Mansur Bağdat’ı kendisine bir sığınak olmak üzere kurdurmuştu. Fatımilerin Kahire’yi kurmaları da aynı sebeptendi. Birçok kez halifeler halkın gürültü ve patırtısından uzaklaşmak ve rahat yaşamak amacıyla kentler kurdurdular. Samarra, Mütevekkiliye, Zehra gibi şehirler bu amaçla kurulanlardan bazılarıdır.

Yüzyılımızdaki gezginler gezdikleri ve dolaştıkları kentleri nasıl tanımlıyor ve anlatıyorlarsa lslam tarihçileri de kentleri çoğunlukla öyle tanımlayıp nitelemişlerdir. Yalnız lslam tarihçileri o kentlerin nüfus ve yüzölçümü konusunda nadiren bilgi verirlerdi. Genellikle kentlerde bulunan cami, hamam gibi mimari eserler üzerinde dururlardı. Bununla birlikte birçok yerde aşağıda görüleceği gibi akıl ve mantığa uymayacak derecede abartılı bir anlatım biçimi kullanmışlardır. En önemli İslam kentleri kuruluş sırasıyla şunlardır:

Basra

Müslümanların kurduğu en eski kent Basra’dır. Günümüze kadar ayakta kalan bu kent H. 16. yılda Utbe b. Gazvan tarafından kurulmuştur. Basra’nın yeri önceleri Mekke ile onun arasında su bulunmayan bir ordugah olarak seçilmişti. Fırat’ın batısında kurulan bu yer ile Mekke arasındaki yerler kumsallar, dağlar ve ovalardan oluşuyordu. Ara bölgede hiçbir ırmak yoktu. İlk önce kamıştan bina edilen bu kent sonra yangından korkularak -Küfe hakkında vereceğimiz bilgilerden anlaşılacağı gibi- Hz. Ömer’in izniyle kerpiçle inşa olundu. Kent, lslam askerlerini oluşturan kabilelere göre her kabile bir sınır içinde olarak bölümlere ayrılmıştı. En büyük caddesinin genişliği 60 (1 arşın 68 cm.) arşındı. Bu cadde şehrin hurma serip kurutulacak yeriydi. Diğer caddeleri 20, sokakları 7 arşın genişliğindeydi. Her iki kabile arasındaki sınırın ortasında büyük bir meydan yeri bırakılmıştı ki bu yerler at bağlamak ve mezarlık için ayrılmıştı. Evler ise birbirlerine bitişikti. Basra Irak bölgesinin iskelesi, Şam ve Fars bölgeleri arasında orta bir kent olduğundan önemli bir ticari merkez olduğu için kısa bir sürede çok gelişmiş, Emeviler zamanında Irak’ın idare merkezi olmuştur. Hatta Halit b. Abdullah’ın valiliği döneminde uzunluğuna iki, genişliğine iki fersah; yani 36 mil kare büyüklüğüne varmıştı. Kentin bulunduğu yer dağsız ve düz bir araziydi. Bu alan günümüzdeki Kahire kentinin yerleşim alanından daha büyüktür.

Basra, ticaret erbabının toplandığı bir merkez olduğundan Abbasiler devrinde zengin bir şehir olmuştu. Kentin ticareti doğuda Hindistan ve Çin’e, batıda Merakeş ve Endülüs’e, güneyde ise Habeşistan’a kadar uzanıyordu. Ticaret gemileri Basra limanına demir atarak kumaş ve ıtriyat vs.’den oluşan ticaret mallarını taşırlardı. Ticaret yapmak veya yerleşmek isteyenler ve her yönden gelen halkın çoğu sayesinde kentin zenginliği iyice artmıştı. Kentte birçok kaşaneler, bahçeler, meydanlar, havuzlar yapılmıştı. lbn Havkal: “Basra şehri güzel toplantı yerleri, hoş manzaraları, ilginç meydanları, nefis meyveleri ve geniş havuzlarıyla ünlüdür. Yolları gelen giden gezginler veya yolculardan bir an bile boş kalmaz.” Basra limanı yüzlerce ticaret gemisinin uğradığı bir yerdi. Hükumetin Basra’da yalnız bir tacirden aldığı yıllık verginin 100 bin dinara ulaştığını daha önce görmüştük. Kentin büyük ve küçük tüccarlarının o devirde ne ölçüde servet sahibi oludğu da bundan çıkartılabilir.

Basra halkı ticaret amacıyla her yöne sefer yapmakla ün salmış, öyle ki bu durum atasözü veya vecize haline gelmiştir: “Dünyada ticaret arkasında en fazla koşanlar Basralılar ile Huzistanlılardır. Fergana’da (o güne göre en uzak doğu), Sus’ta, Aksa’da (o güne göre en uzak batı), her nerede olursa olsun orda bir Basralı’ya, bir Huzistanlı’ya veya bir Hireli’ye rast gelmemek mümkün değildir.” 

Basra kentinin Bilal b. Bürde (H. 118/M. 736) zamanındaki genişliği ile kanallarının sayısını, hatta kayığın geçmesine uygun olan bu kanalların 120 bine ulaştığını, herkes gibi H. 4. yüzyılda yaşamış lstahri de acayip bularak bu rakamları bizzat araştırdığını ve sonunda o kadar kanalı bizzat müşahede ederek sayıda bir abartma olmadığını belirtmiştir: “Bilal zamanında su kanallarının bu kadar çok bulunmasını mümkün görmüyordum. Ancak daha sonra Basra bölgesinin birçok noktasını bizzat dolaştım. Bazen bir ok atımından fazla büyüklüğü olmayan yerde birçok su kanalları görüyordum. Bu küçük kanalların hepsinde küçük kayıklar işleyebiliyordu. Bu küçük kanallardan her birinin, onu kazıp yapan şahsın ismine veya bağlı olduğu yere göre bir adı vardı. Buna dayanarak boyuna ve enine bu kadar büyük olan söz konusu bölgede bu kadar çok sayıda kanallar bulunduğuna inanmaya başladım.” Basra’dan söz ederken de aynı şeyleri söylüyor.

Her ikisinin de bu konudaki açıklamaları kesinken yine biz bu kadar kanalın bulunmasını abartılı görüyorduk. Sonunda yıllarca Basra’da yaşamış araştırıcı bir kişiye rastgeldik. Bu kişi Basra vilayetinin o dönemdeki genişliğinin, kanallarının ve küçük kanallarının sayı olarak çok büyük miktarda olabileceğinden gerek lstahri gerekse lbn Havkal’ın verdiği bilgilerin abartılı kabul edilmemesi gerektiği yorumunda bulundu. Bu yorumu destekleyen bir kanıt da 36 mil kare alanında bulunduğunu belirttiğimiz Basra ile yalnız kent merkezinin kastedilmiş olmamasıdır. Buna Fars Denizi (Basra körfezi) kıyısındaki Abadan’a kadar bütün tarlalar ve arazi de dahildi. Bu tarlalar ve arazinin hepsi ekili ve bayındırdı. lbn Havkal ve lstahri diyorlar ki:

“Basra bölgesinin Abdesi mevkiinden Abadan’a kadar 50 fersah boyunca birbirine bitişik hurmalıklar vardır ki insan nerde bulunsa kendini bir hurma bahçesi ve bir kanal önunde görür veya hurmalık göz önünden hiç kaybolmaz.” Şimdi uzunlukça o büyüklükte bulunan alanın en az yarısını düşünsek, yani boyunun 150, eninin de 57 mil kare olduğunu kabul etsek söz konusu bayındır arazinin yüzölçümü 11.250 mil kareye ulaşır ki o halde her mil karede on küçük kanal bulunuyordu demektir. O ise akla aykırı bir durum sayılmaz. Allah en iyisini bilir.

Kufe

Bu kent Basra’nın kuruluşundan birkaç ay sonra Sa’d b. Ebi Vakkas tarafından kurulmuştur. Kuruluş nedeni şuydu: Sa’d Irak’ı fethedip lranlıları mağlup ettikten sonra lranlıların başkenti olan Medain’de ikamet etmek istemiş ve Halife Hz. Ömer’e bu amaçla özel bir heyet göndermişti. Özel heyette bulunan kişiler halifenin huzuruna varınca Hz. Ömer bunların renklerinde ve hallerinde bir değişiklik olduğunu görerek bunun sebebini sordu. Heyettekiler, “Bölgenin kötü havası bizde bu değişikliği yaptı” dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer Arapların develerine uygun gelmeyen yerlerin kendilerine de uygun gelmeyeceğini düşünerek Müslümanların yerleşmesi için uygun bir yer seçilmesini emretti. Hz. Ömer Sa’d b. Ehi Vakkas’a şöylece bir emir gönderdi: “Süleyman ile Huzeyfe’yi gönder arasınlar. Hem karası hem denizi olan ancak sizinle aramda bir deniz veya bir köprü olmayan bir yerleşim yeri bulsunlar.”

Sa’d aldığı emre göre hareket etti. Fırat’ın arkasında, Fırat ile Hire arasında bir yer seçtiler. Evler çadırlara yakın olsun diye ilk önce Basra’da olduğu gibi Küfe’de de kamıştan yapılmıştı. Ancak çok geçmeden bu evler yandı. Kerpiçle inşa olunması için Hz. Ömer’den izin istediler. Ömer, her adamın üç evden fazla inşa etmemesi ve bu evlerin çok uzun yapılmaması kaydıyla buna izin verdi. Hz. Ali, şehit olacağı zamana kadar Küfe şehrini başkent olarak kullandığından Şiilerce bu şehrin önemi büyüktür.

Fustat

Mısır’da Müslümanlar tarafından kurulan ilk kenttir. (H. 18/M. 640) yılında Amr b. el-As tarafından bugünkü Kahire ile eski Mısır arasında kurulmuştu. Amr’ın camisi ile onun çevresinde bulunan ve dağ kadar uzayan harabeler söz konusu kentten bugüne kadar gelen kalıntılardandır. Araplar günümüzde eski Mısır’da ‘Hıristiyan Manastırı’ veya ‘Deyr-i Mar Circis’ adıyla bilinen Babil kalesini ele geçirmek için geldikleri zaman Fustat’ın bulunduğu yeri ordugah edinmişlerdi. Kaleyi ele geçirince lskenderiye’yi ele geçirmek için oradan ayrılmak istediler. Amr b. el-As kendi otağının sökülüp götürülmesini emretti. Otağı yıkmak istediklerinde içinde bir yaban güvercininin yavru yapmış olduğu görüldü. Amr “Bu hayvan bize sığındı. Ona kötülük edilemez” dedi. Otağın yani çadırın olduğu gibi bırakılmasını emrederek orada yaşayan Kıptileri otağı korumakla görevlendirdi. Amr b. el-As oradan lskenderiye’ye gitti. Şehri ele geçirdikten sonra Medine’de bulunan Halife Hz. Ömer’e bu bölgedeki fetihleri ve başarıları rapor etti. Yerleşim yeri için de Hz. Ömer’e danıştı. Hz. Ömer mektubu götüren adama “Benimle Müslümanlar arasında engel olarak su engeli var mıdır?” diye sorunca bu adam “Ey mü’minlerin emiri, Nil Irmağı taşarsa su yayılır” cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer Amr b. el-As’a şöyle bir emir yazdı: “Gerek kışın, gerek yazın olsun kendileri ile benim aramda bir su engel olacak bir yerde Müslümanların yerleşmesini istemem. Öyle bir yerde olmalarını isterim ki deveme binip yanlarına gitmek istesem gidebileyim.” Amr b. el-As bu emri alır almaz lskenderiye’de bir askeri kuvvet bırakarak diğer mücahitlerle beraber Babil kulesine döndü. Buraya geldikleri zaman daha önce bıraktıkları çadırı eskisi gibi kurulmuş ve içi güvercinle dolmuş buldular. lslam askerleri çadırın çevresinde yüklerini indirdiler ve o çadırı ordugahlarının merkezi yaptılar. Bu yere o zamandan Fustat (otağ) adını vermişlerdi. Daha sonra Berber kabileleri çoğalarak askerin yerleşmesi için evler yapmaya başladılar. Bunun üzerine Amr b. el-As Babil kulesinin kuzeyinde kalan şehrin plan ve projesini yapıp ona Fustat adını verdi. Bu plana göre şehir yirmi mahalleye ayrılmıştı. Mahallelere hıtat adı verilmişti. Amr halkı gruplarına ve kabilelerine göre bu mahallelere yerleştirmek için emrinde bulunan dört kişiyi görevlendirmişti.

Bundan sonra Müslümanların Mısır’daki güçleri arttıkça Fustat’ın bayındırlığı da o ölçüde arttı. O derecede ki burası birçok yönden Basra ve Küfe şehirlerini geçiyordu. Fustat’ın Nil boyunca uzunluğu üç mile ulaşmıştı. Arap tarihçileri bu şehrin gelişmişliğini göstermek amacıyla içinde 26 bin mescid, 8 bin cadde ve sokak, 1170 hamam bulunduğunu anlatıyorlar. Ancak bu rivayet inandırıcı olmaktan çok uzaktır. Bununla birlikte bu derece abartılı bir anlatım, yine de kentin oldukça bayındır bir seviyeye ulaştığını göstermektedir.

Fustat halkının nüfus oranının çok yükselmesi nedeniyle, konut sıkıntısı baş göstermiş ve sorunu çözebilmek için binalar iki, üç hatta bazıları yedi kat inşa edilmişlerdi. Bazen bir binada iki yüz kişi yaşardı. Bu binalardan birinin yapım giderleri 700.000 dinara ulaşıyordu. Bu bina Ahmed b. Tulun’un oğlunun harem konağıydı. Söz konusu binalardan büyüklüğü ve sahiplerinin zenginliği dillere düşmüş, deyim haline gelmişti. Örneğin bunlar arasında ünlü bir konak vardı ki ona Abdülaziz’in konağı derlerdi. Nil üzerinde bulunan bu konak o derece büyüktü ve nüfusu da o kadar kalabalıktı. Öyle ki, söz konusu konağa ihtiyaçlar için her gün dört yüz tulum su götürülürdü. Bazı tarihçilerin anlattığına göre; Nil kenarında bulunan evlerin pencerelerinden Nil’in üzerine makara ve iple uzatılmış kovaların sayısı on altı bine ulaşıyordu. Miladi 9. yüzyılın, sonlarında Ahmed b. Tulun’un oğlu Humaruye zamanında Fustat’ı ziyaret eden bir adam şehrin mamuriyet ve zenginliğinden bahsederken diyor ki: “Hizmetime bakmak için bir uşak aradım ama bulamadım. ‘Bu şehirde o kadar çok hizmetçi kullanılır ki bir uşak iki üç kişiye birden hizmet eder’ dediler. ‘Şehirde ne kadar uşak vardır?’ diye sorduğumda da ‘Yetmiş (?) uşak var. Bu işten para kazanıp hizmeti bırakanlar hariç bu uşaklardan her biri üç kişiye birden hizmet eder’ cevabını verdiler. 

Sözü edilen tüm bu ifadeler Fustat kentinde yaşayan halkın büyük zenginlik ve refah içinde olduğunu gösterir. Fustat halkı pek çok yatak kullanırlardı. Bazen bir adamın binlerce yatağı olurdu. Fustat halkından birinin her yatağı bir odalık cariyeye ait olmak üzere üç yüz yatağı bulunduğu rivayet olunmuştur. Elbise vs.’de de böyle yaparlardı. Bazen bu şeylerin fiyatları çok pahalanırdı. Ancak alım gücünün yüksekliğinden dolayı halk bu pahalılıktan hiç etkilenmezdi. Kuzai diyor ki: “Humariye’nin kızı Katru’n-neda’nın çehizi arasında her biri on dinar değerinde bin kemer vardı ki bunun toplam değeri on bin dinara ulaşmıştı.” Yiyecek ve içecekte aradıkları kalite, lezzet ve istedikleri harcamaları da bu bilgilerle kıyaslayabilirsiniz. Detayları üzerinde durmak çok zaman alacağından kısa kesiyoruz. Makrizi, vs. tarihçiler Fustat’la ilgili çok detaylı bilgi verirler.

Bağdat

Abbasilerin başkentiydi. İkinci Abbasi halifesi Mansur tarafından (H. 145/M. 762) yılında kurulmuştur. Yeri birçok kez değiştiği halde şehir günümüzde hala ayaktadır. Kuruluşuna sebep şuydu: Birinci Abbasi halifesi Saffah, hilafet makamına geçince Irak ve Fars’ta kendisini destekleyenlerin sayısı iyice artınca, kardeşi Mansur’la beraber Kufe’ye yerleşmeye karar verdi. Daha sonra Saffah Ambar’ın yakınında bir şehir kurarak bu şehre Abbasiler ile Aleviler arasındaki bağlantıya işaret olmak üzere Haşimiyye adını verdi. Kardeşi ile beraber buraya taşındı. Saffah bu şehirde öldü. Mezarı buradadır. Saffah’tan sonra halife olan kardeşi Mansur burada birkaç yıl oturduktan sonra Ravendiye halkının saldırısı üzerine şehirden nefret etmeye başlamış ve yeni bir şehir kurma düşüncesiyle bir yer aramaya başlamıştır. Kendisine bugünkü Bağdat’ın yerini göstererek en uygun yerin burası olduğunu söylediler. Abbasi halifesi Mansur burada bir şehir kurarak ona Bağdat adını verdi. Burası ‘Medinet’ül Mansur’ (Mansur’un şehri) adıyla bilinir oldu.

Mansur Bağdat şehrini Dicle lrmağı’nın batı tarafında daire biçiminde kurdurmuş ve çevresini saray halkına, mevalisine ve yakınlarına mukataa olarak vermişti. Üçüncü halife Mehdi asker ordugahını Dicle’nin doğusuna taşıyarak buraya Mehdi ordugahı adını verdi. Bundan sonra güç ve kuvvet sahibi insanlar ve devlet adamları bu tarafa geçmeye başladılar ve burada birçok bina yaptılar. Daha sonra halife de aynı bölgeye taşındı. Halifelerin sarayları, bahçeleri nehir boyunca uzanmaktaydı. Bağdat’ın sözü edilen doğu tarafına Rasafe ve batı tarafına Kerh adını vermişlerdi.

Bağdat Me’mun devrinde en mamur devrine ulaşmıştı. Rivayete göre o sırada Bağdat’ın bina ve bahçeleri 56.750 cerib (60 x 60 arşın, 1 arşın = 68 cm.) alanı işgal ediyordu. Bu alanın 26.750 ceribi doğuda, 27.000 ceribi de batı bölgesindeydi. Bilindiği gibi bir cerib 3.600 ziradır. Fidana oranı 100/333,5’tur. Buna göre bütün Bağdat’ın yüzölçümü 16.000 fidan demektir (her fidan 4.200 metrekaredir). Bu miktar oldukça büyük bir yüzölçümü gösterir. Bununla birlikte bu durumdan anlaşıldığına göre Bağdat birbirlerine bitişik çeşitli mahallelerden oluşuyordu. Hatib-i Bağdadi Bağdat’ın kırk mahalleden oluştuğunu ve Me’mun zamanında Bağdat’ta bulunan hamamların 65.000 olduğunu söylüyor. Seyrü’l-Mülük adlı kitabın yazarı da Bağdat’ın ulaştığı mamuriyeti gösterirken şu bilgileri veriyor: “O sırada Bağdat’ta 60.000 hamam vardı. Her hamamda en az bir hamamcı, bir kalfa, bir çöpçü, bir ateşçi ve bir saka olmak üzere beş kişi bulunurdu. Her hamamın çevresinde beş mescid bulunuyordu.” Bu hesaba göre Bağdat’ta 300.000 mescid vardı. Her mescidde beşer memurdan aşağı bulunmayacağına göre sözü edilen mescidlerde 1.500.000 kişinin görevli olduğu anlaşılır.

Yukarıda verilen bilgilerde aktarılan bayındırlık derecesi, bugünkü ölçülere uymadığından rakamların doğruluğunu kabul edemiyoruz. Ancak yukarıda da söylediğimiz gibi, bu abartılar bile insanı hayrete düşüren medeniyet döneminde Bağdat’ın yüksek bir bayındırlık ve uygarlık seviyesine ulaştığını göstermektedir. Taberi’nin (H. 255/M. 868) yılında patlak veren isyandan söz ettiği sırada verdiği bilgiler de yukarıdaki yorumları desteklemektedir. Taberi “Rivayete göre ayaklanma sırasında halktan kayıklarla iki köprüyü geçenlerin sayısı 100.000 kişiydi” diyor. Kaçanlar bu kadarsa kaçamayanların sayısının bundan çok olması gerekir. Bu duruma göre Bağdat’ın o dönemdeki nüfusunun 1.500.000 veya 2.000.000 kabul edilmesi abartılı bir sayı kabül edilmemelidir.

Bağdat’ın çevresinde, Fırat ile Dicle arasında bulunan yerlerin o dönemlerdeki mamuriyeti de unutulmamalıdır. H. 4. yüzyılda o yerleri bizzat gören lbn Havkal “Bağdat’la Küfe arası birbirine bitişik ve sınırları ayırt edilmez mamur arazilerden oluşmuştur. Bu yerler genellikle Fırat’tan açılan kanallarla sulanır ….” diyor. Yukarıda sözü geçen kentlerden başka batıda, yani Tunus’ta, Kayrevan, lrak’ta Vasıt; Mısır, Şam ve Fars kıtalarında diğer şehirler gibi Müslümanların kurmuş olduğu bazı önemli kentler daha vardır. Bir de daha önce kurulmuş olan Şam, Kurtuba, Gırnata, Tulaytule, lskenderiye gibi şehirler Müslümanlar zamanında daha fazla büyümüş, eskisinden daha büyük mamuriyete kavuşmuştur.

Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.