AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-7

Nisan 26, 2023

AĞAÇ PERİLERİ DRİYAD’LAR

Akdeniz coğrafyasındaki bütün bitkiler, özellikle ağaçlar, insan gibi canlı varlıklar olarak algılanageldi hep… Çünkü onların gövdelerinde ve yapraklarında, Driyadlar denen perikızları yaşardı. Bu güzel mi güzel perikızları, bedenlerinde bulundukları ağaçlarla birlikte yaşar ve bütün canlılar gibi günü geldiğinde toprağa karışıp özsuya dönüşürlerdi. Sonra da onu kökleriyle emen diğer bitkilerin bedenlerine geçerlerdi yeniden… Böylece Driyadlar; bedenden bedene geçerekten yaşamlarını sonsuzca sürdürüp giderlerdi…

Geceleri karanlık iyice bastığında onlar, yaşadıkları o gür ormanlardaki ağaç bedenlerinden ayrılıp el ele tutuşurlar, birlikte söyledikleri çok ince ve dokunaklı bir ezginin eşliğinde oyunlar oynar ve yaşam denen o evrensel hazineyi, ürpertici bir sevinç çığlığına dönüştürürlerdi… Sonra da ayrıldıkları ağaçların ve bitkilerin bedenlerine yeniden dönerlerdi… O yüzden insanlar gibi aşkları, sevinçleri ve gözyaşları olan ağaçların ve büyük ormanların bol olduğu Akdeniz ülkeleri; bütün canlılarda var olan yaşama sevincini dillendiren tiyatrolar ve stadyumlarla dolup taşıyordu… Çünkü Akdeniz coğrafyasındaki dağlardan denizlerden yaşama sevinci püskürürdü hep! Gene o yüzden soylu ozanların alınlarını defne dalından, yengi kazanmış sporcularınkini ise zeytin dalından çelenklerle süslerdi oralı halklar…

Zaten ağaçların dilini anlayanlar, onlara balta vurulduğunda Driyadların kanlarının aktığını, ağlayıp inlediklerini rahatça görüp duyabilirlerdi! O yüzden ormanlar ta eski çağlardan beri, barış içinde, kardeşçe yaşayan mutlu halkların simgeleri olarak algılanageldi hep. Buna karşın Mısır coğrafyasında örneğin, orman yokluğu yüzünden, yaşam sevinci ve ölümsüzlük; mumyalanıp mezarlara, ehramlara gömülmüştü hep…

İşte bu bağlamda, Akdeniz ülkelerinin birinde bir zamanlar Kliti (Klity) adındaki güzel mi güzel bir kızın serüvenleri, hep dilden dile dolaştı. Kliti, çok zaman tek başına, evlerine yakın tarlalara gidip oralarda gezer tozar; çiçeklerle böceklerle oynaşır, sonra da çimlerin üzerine uzanıp gün boyu gökyüzünde tanrı Helyos’un atlı arabasıyla koşturduğu güneşi izlerdi… Çünkü güneşe ve onun ışığına tapıyordu Kliti. Onsuz bir dünyanın varolamayacağını duyumsuyordu iliklerine dek. Ne var ki uzun süre bakamıyordu gökyüzüne; çünkü gözleri yanıp sulanıyordı o renk renk ışık hengâmesinden…

Bir gün Kliti, çok sevdiği güneşin atlı arabasında tanrı Apollon’un da oturduğunu öğrendi sabah yıldızından… Buna çok sevinen Kliti, o gün hep güneşin arabasını ve orada oturan tanrı Apollon’u izledi… Bu arada Kliti’ye tutulan Apollon da, kendisini gökyüzünde izlerken onun gözlerini yakıp sulandırmaz oldu. Ve sık sık tanrı Helyos’la birlikte aynı arabada, güneşi gökyüzünde koşturmaya başladı Apollon. Böylece Kliti de artık her gün gözleriyle tanrı Apollon’u akşama dek güneşin arabasında izliyor ve karşı dağın arkasına çekip giderken, ertesi sabah buluşmak üzere eliyle vedalaşıyordu.

Bir süre sonra Kliti’ye sırılsıklam tutulan ışık tanrısı Apollon da, hep beni gözleriyle izlesin diye bu güzel sarışın kızı, sapsarı bir çiçeğe dönüştürüverdi!.. Ve bu güzel sarı çiçeğe, “güneşçiçeği” adını taktı yöre halkı. Ama kimileri de “ayçiçeği” ya da “gündöndü” diyordu… İşte bu sarı çiçek, ta o zamandan beri güneşten yüzünü ve gözlerini ayıramaz oldu… Artık gökyüzünde güneşin arabası hangi yörüngede koşuyorsa, o da o yöne dönüp onu hep başıyla ve bakışlarıyla izliyordu…

Gene bu güzeller güzeli Kliti’nin dillerden düşmeyen serüvenine benzer bir serüven yaşadı Driyope ile İole adlı iki güzel kız kardeş… Driyope evliydi ve bir de bebeği vardı. Bir gün bu iki kız kardeş, bebekleriyle birlikte köyün ortak pınarına su almaya, biraz gezip tozmaya çıktılar… Pınara geldiklerinde kucağındaki bebeğiyle oynarken Driyope, yanında tepeden tırnağa çiçek açmış limon ağacından bir dalı, ne yaptığının bile ayırdında olmadan çekip koparıverdi! Ne var ki dalın koptuğu yerden ağacın kanı olan özsuyun damla damla akmaya başladığını görünce, eli ayağı birbirine dolaştı! Çünkü ağacın bedeninde yaşayan perikızı Driyad’ın çığlığını da duymuştu… Haliyle korkuya kapılıp kucağındaki bebeğiyle canhıraş koşarken, bir süre sonra aniden toprağa gömülmeye başladığını sezinledi. Bir eliyle bebeğini sıkıca tutmaya çalışırken öteki eliyle de; “Eyvah, ben ne yaptım?” diye saçını başını yoluyordu… Ne var ki eline bakınca saç yerine bir tutam limon yaprağı gördü avucunda…

Ağlayan bebeğini emzirmek isteyince de memelerinin katılaştığını ve sütünün kesildiğini anladı! Yanına koşarak gelen kız kardeşi İole; gittikçe dal budak sarıp ağaçlaşan kız kardeşine sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Az sonra da bütün bedenini bir kabuk tabakası sardı Driyope’nin… Zar zor; “Hiç de günahım yok benim!” diye bir şeyler söylemeye çalıştı…

“Çocuğumu alın hemen! Bir süt nineye verin. Sık sık onu dallarımın altına getirin. Gölgemde koşup oynasın; burada yanımda büyüsün!.. Ama ağaçların dallarını, yapraklarını koparmasın sakın! Onlar da benim gibi bir anadır.” Sözlerinin burasında sustu… Çünkü yüzünü, dudaklarını bir kabuk sarıp kapatmıştı!..

Driyope artık arkadaş edindiği bütün ağaçlarla ve bedenlerinde yaşayan Driyadlarla birlikte kardeşçe yaşayıp gidiyordu.

Gene Driyope, gölgesinde bütün çocuklar güle oynaya büyüsünler, kardeşçe yaşamayı öğrensinler diye yapraklarını avuç içi gibi açıp günışığıyla besleniyor; renk renk çiçeklerle, çeşit çeşit meyvelerle donanıyordu… Kardeş edindiği bütün ormanların ağaçları gibi… 

Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan


MEVLEVİLİKTE KUTSAL YAPILARIN MİMARİSİ: ALLAH’A ADANMIŞ YERLER

Nisan 26, 2023

Mevlevi Tekkesi

Mevlevi Tarikatı inananlardan, dervişlerden oluşan bir tarikattır ve Sufilik sadece bir felsefe değildir. Sufi öğretileri ve uygulamaları hayatın bir parçasıdır ve yaşandıkları özel mekanlar vardır. Kısacası tarikatlar, var olmak ve yayılmak için binalara ihtiyaç duyar. Mevlevi tarihinin de birçok diğer tarikat gibi kendine has coğrafi yerleri ve mimarisi vardır. Kutsal olan, mimariye girdiğinde materyal olarak değer bulur. Eğer bugün tarikatın genel tarihi üzerine batı zorlamalarla çalışılıyorsa, bunun sebebi her tekkenin mimarisinin özel bir etüt alanı olmasıdır. Bu konuda yazılı olan materyaller oldukça fazladır ve Mevlevi Tarikatı’nın tarihinin, her mimari eserin çalışılması ile yeni bir ifade kazandığı söylenebilir. Mevlevi Tarihi’nin bu konudaki problemleri bir yana, tekkeler hakkındaki her bilgi sanat tarihinin alanına girer. Ayrıca İslam şehirlerini düşünecek olursanız, bu dini mekanların şehirdeki dini eğitimin ve ona bağlı olan bütün dini uygulamaların merkezi olması amacı ile kurulduğunu fark edersiniz. Konstantinopolis’in dini politikası, Türkler tarafından fethedildikten sonra yönetimin kontrolü ile gerçek bir İslam şehrine dönüşmek olmuştur. Mevlevihanelerin mimari yapılarını inceleyerek Mevlevilerin iç dünyasına girmeye gayret edelim.

Mevlevi Tarikatı’nın binalarını tanımlayan altı temel kelime şudur:

«tekke, zaviye, hankah, dergah . asitane, Mevlevihane” . Tekke, zaviye ve dergah gibi bazı terimler diğer tarikatlarda da kullanılmaktadır; ancak her zaman aynı anlama gelmeyebilir. “Zaviye” kelimesi “Sufi mekanı” demektir ve Arapça kökenli bir kelimedir. “Ribat” kelimesi de -Mevlevi geleneğinde kullanılmasa da- Arapça kökenlidir ve “Sufiliği yayan kişilerin durakladıkları küçük yer” anlamına gelir. Bu mekanlar mimari olarak sadedir. Aslında “zaviye” kelimesi, “Mevlevi Manastırı”nın tümü anlamına gelen dergahların her bir bölümüdür. Ancak zaviyelerde derviş adaylarına eğitim verilmez. Bu adaylar eğitim verilen özel tekkelerde ders alırlar. “Zaviye” için, Mevlevi misyonerlerin yolculukları sırasında kaldıkları hanlardır, denilebilir, Zaviyelerde birkaç gün kalınabilir ve Mekke’ye hac yolcuğuna gitmek için burada bekleme yapılabilir. Osmanlı İmparatorluğu’nun bir bölgesindeki tekkeden başka bir bölgesindeki tekkeye gitmek için yolculuk ederken de zaviyelerde kalınabilir. Osmanlı ve Mevlevi terminolojisine girmemiş bir kelime olan “ribat” kelimesinin anlamı aslında ülkeyi düşmanlardan korumaya yarayan birliktir. Belki de Mağripli Sufilerin kendi bölgelerindeki kıyıları ve toprakları silahlı olarak korumakla görevli olduklarından dolayı, önceleri “ribat” askeri bir kelime olarak kullanıldı; ancak daha sonra “küçük Sufi binası” anlamı kazandı. “Ribat”, daha sonraki dönemde Sufilerin Tanrı’ya giden yollarını tıkayan tutkularından ve benlik gururlarından kurtulmak için savaş verdikleri küçük tekke olarak kabul edildi.

Sema eden dervişler için “dergah” kelimesinin çok özel bir anlamı vardır. “Dergah”, Farsça bir kelimedir ve der “kapı” anlamına gelir. “Dergah”, kısa zamanda, “dervişlerin ve şeyhin oturduğu yer” anlamını kazanmıştır. “Dergah”, tarikata girmek isteyen adayların kabul edildiği zaviyedir. Bir de “hankah” kelimesi vardır ve “ev, hane” anlamına gelir; burası eğitim verilen bir mekandır. Mevlevi terminolojisinde eğitim verilen binanın tam karşılığı “asitane”dir. Dergah’ın değeri, içinde oturan kişilere ve onların manevi kudretine bağlıdır. Ayrıca dergah, çoğu zaman tarikatın temellerini atan mistik kişi, kutsal kurucu Rumi’yi de simgeler. Mevlevi Tarikatı’nda dergah kelimesi Konya Mevlevihanesi’ni betimlemek için de kullanılmıştır. Nitekim orada Rumi’nin türbesi bulunmaktadır. Dergah içinde onu Sufi manastırı yapan bazı kısımlar bulunur. Konya’dan sonra birçok Mevlevi mekanı olan tek şehir lstanbul’dur. lstanbul’daki beş Mevlevihane’den dördü dergahtır: Galata, Yenikapı, Kasımpaşa ve Bahariye (Beşiktaş). Üsküdar’daki Mevlevihane ise bir zaviyedir. Asitane dergah ya da hankahlar, eğitim verilen tekkelerdir ve derviş adaylarının meşhur 1001 günlük inzivalarını yapmaları için gereken her şey buralarda mevcuttur. Osmanlı topraklarına yayılmış olan yüz kadar tekkenin arasında pek de fazla asitane bulunmamakta, yalnızca on kadar asitane tüm tarikatın eğitim ihtiyacını karşılamaktadır. Birçok aday, tarikata günlük ihtiyaçları karşılansın diye, yani karınları doysun diye girmek isterdi. Asitaneler, hiç şüphesiz ayrılışlarına kadar orada kalan öğrencilerin, orada yaşamayı seçen dervişlerin ve hizmet edenlerin yiyecek ihtiyaçlarını karşılıyordu.

“Mevlevihane” terimi daha geniş bir tabirdir, bu bakımdan eğitim verilen yerlerden- (asitane) ve zaviyelerden ayrılır. Mevlevi. Tarikatı’na ait olan tüm binalar Mevlevihane’dir. Genellikle insanların ikamet ettikleri merkezlerden uzakta kurulan Mevlevihaneler, şehirlerin büyümesi ile o şehrin birer parçası olmuşlardır. Mevlevi tekkelerinin şehirlerin dışında kurulmuş olması dervişlerin halktan ayrılma isteklerini açıkça gösteriyor. Dervişler halk ile aralarına bir mesafe koymak ve ruhsal beklentilerinin farklı olduğunu, dünyasal meşguliyetlerden uzaklaştıklarını göstermek istemişlerdir.

Bu kutsal binaların mimarisi ile Mevlevi terminolojisi iç içe geçmiş olup birbirinden bağımsız bina ve bölümlerden oluşan bu mimari kompleksini bir dış duvar çevreler. Bu kompleksin içine Mevlevi terminolojisinde “cümle kapısı” denilen kapıdan girilir. İstisnasız herkes bu kapıdan içeri girebilir ve orada bulunan türbeye ya da kutsal kurucu dervişin mezarını onurlandırabilir. Konya Mevlevihanesi’nde de kalabalıkların, dervişlerin tekkesini gezmek için doldurdukları bu kapı, bugün de ayaktadır. Bazı durumlarda, Konya’ da olduğu gibi, Çelebi’ye özel bir kapı da bulunur. Yenikapı Mevlevihanesi’nin mimarisinde, cümle kapısı dışında padişaha özel bir kapı da bulunur. Bu kapı, padişahın ziyaretlerinde resmi olarak giriş yapsın diye konulmuştur. Kapı maddi olarak değersiz ve sıradan gibi görünse de Sufi doktrini bu alana özel bir önem verir. Allah ile birlik ve hakikate götüren Sufi yolu çeşitli menzillere aşamalara, mertebelere ve fiziksel mekanlara uğrar.

Büyük de olsa küçük de olsa bir Mevlevihane’ye girildiğinde karşılaşılan dünya farklıdır; ancak tüm Mevlevihaneler bir uyum içindedir. Bu Mevlevihanelerden birçoğu müzeye dönüştürülse de uzun yıllar bu onamlarda hüküm süren Mevlevi ruhu kendini hala hissettirir. Valeria Ferraro, doktora tezinde (2008) dervişlerin yaşadıkları kutsal mekanların 20. yüzyıl boyunca müzeye dönüştürülmelerini analiz etmiştir. Ziyaretçiler, müzeye dönüştürülen tekkeleri gezdiklerinde soğuk ve cansız bir onamlar karşılaşırlar; ancak yaşanmış olan gelenek hala canlı durmaktadır.

Girişte karşılaşılan bahçe tüm bölümleri çevreler. Merkezde bulunan semahane, Mevlevilerin sema yaptıkları yerdir. Genelde bahçenin hemen yanında bir mezarlık bulunur. Avrupalı gezginler tarafından en çok ziyaret edilen tekkelerden biri olan Galata Mevlevihanesi’ne girildiğinde, yol sizi Mevlevilerin ve bazı ünlülerin mezarlarının olduğu kabristana götürür. Bu patika izlenerek bütün kabristan gezilebilir. Mevlevihaneler ile kabristan iç içedir. Kabristanın girişinde “Hamuşhane” yazar. Bu “sessizlik evi” anlamına gelir. Derviş kabristanında ölüler, diriliş ümidi ile istirahat ederler. (Dervişler, semadan sonra da seremoninin devamı olarak genelde burada toplanırlardı.) “Hamuşhane” terimi: Farsça “hamuş”, “sessizlik” ve “ölüm” anlamına gelir. Rumi’nin çok değindiği ölümün derin bir sessizlik olduğu düşüncesi Mevlevihanelerin kutsal mimarisinde de yer bulmuştur. Mezarların üzerinde genelde ölünün soyundan bahsedilir ve mezarlar bambaşka bir araştırma ve çalışma konusudur. Burada, dervişlerin haricinde bir ermişin yanına gömülmek istemiş olan birinin mezarı ile de karşılaşılabilir. (Bakırcı, 2007) Osmanlı mezar yazıları İslam geleneğinde yeni bir olaydır ve bu yazılarda kesinlikle ölü hakkında övücü sözler bulunmaz; öyle ki ölü mezarında insani bir övgü olmaksızın sessizce istirahat edebilsin.

Mevlevi dergahının kalbi, hiç şüphesiz semahane, yani sema için yapılmış özel yuvarlak biçimli salondur. Bu salon büyük, yuvarlak ya da sekizgendir. Semahanede kıbleyi gösteren bir mihrap da bulunur. Dua edilirken dönülecek olan Mekke’nin yönü burada işaret edilir. Dervişlerin sema ettiği salonun merkezinin zemini genelde ahşaptır. Semahanenin tavanında bir kubbe bulunur ve bu kubbe evreni, dünyayı ve kozmik dansı simgeler. Duvarlarda dekorasyon amacı ile mistik ve Sufi yazılar bulunur. Örneğin Yenikapı Semahanesi’nde semanın Allah aşıklarının gıdası olarak çok değerli olduğu yazılıdır. Semahanelerde genelde ziyaretçilerin ve kadınların, tamamen kendilerinden geçen dervişlerin dikkatini dağıtmadan semayı izleyebilecekleri kapalı bir bölüm de bulunur. Üst katta bulunan bu bölümün yanında ”mutribhane” (enstrüman locası) vardır. Burada müzisyen olan dervişler tüm tören boyunca müzik yapar ve ritim verir. Bu salonlar camiye benzerler. Mihrap haricinde kürsü (minber) da semahanenin kısımları arasındadır. Nitekim semahaneler cami gibi bir dua yeri olarak da kullanılabilir. Semahanenin giriş kapısı mihrabın tam karşısındadır ve Ayin-i Şerif boyunca şeyh burada durur. Yeni yapılmış olan İstanbul tekkelerinin semahaneleri Anadolu’daki eski semahanelerden daha farklıdır. İstanbul’daki semahanelerde sema alanı, salonun tam ortasında bulunur. Bu sema dairesinin tam üstünde kubbe bulunur ve bu kubbe Kudüs’teki Mescid-i Aksa Camisini hatırlatır. İstanbul’daki semahaneler ve bu caminin büyük benzerliği, semahaneleri yapan mimarların Peygamber’in miracından esenlendikleri varsayımını doğurur. Mucizeye göre Miraç, kutsal şehir olan Kudüs’te, bu caminin olduğu yerde bir gece vakti vuku bulmuştur.

Sufiler için geceleri hacılık yolculuğu yapmak çok önemlidir. Bu yüzden o cami ile semahanelerin mimarisi arasında bir bağ olduğu düşünülebilir. (Tanman, 2007, s. 110-2)

Türkiye’de hala ziyaret edilebilen semahanelerin güzelliği Osmanlı devrinde Ayin-i Şerife katılmanın ne kazar güzel olacağı konusunda fikir veriyor. Gelibolu’daki Mevlevihane’nin tamamı semahane olarak inşa edilmiştir, yani Mevlevihane tek ve çok büyük bir semahaneden oluşur. Mevlevihanelerin kalbi işte bu semahane denilen yerlerdir. Mevlevihane ruhaniyetinin merkezi budur. Burada namaz da kılınır, sema da yapılır; Kur’an da Mesnevi de okunur.

Mutfak (matbah) hem dervişlerin beslenmesi için hem de derviş adaylarının (nevniyaz) ruhsal eğitimleri için çok önemlidir. Burada hem sanat hem de Mevlevi mistisizmi öğrenilir. Mutfak için “değerli, şerefli anlamına gelen “şerit” sıfatı kullanılır. Bu yerin tekkedeki adı Matbah-ı Şeriftir. Matbah-ı Şerifin ruhsal sorumlusu Ateşbazı-ı Veli’dir (Aziz Baş Aşçı). Bu isim, Rumi’nin zamanında yaşamış olan Şeyh Muhammed Hadim’den beri devam etmektedir. Derviş olmak isteyen adaylar “Ateşbaz-ı Veli”ye emanet edilirlerdi ve yolun başında olan bu zatların eğitimlerinden ve olgunlaşmalarından o sorumlu olurdu. Mutfakta iki koyun postu bulunurdu ve bunlar Ateşbaz-ı Veli’yi simgelerdi. Postlardan birisi “Sertabbah” denen eğitim sorumlusunun otoritesini, diğeri de şeyhin yardımcısı olan “Kazancı dede”nin otoritesini temsil ederdi. Matbah-ı Şerifin yanında, Meydan-ı Şerif denilen oda bulunurdu. Dervişler sabah namazı için burada buluşurlar ve namazın akabinde sessizce dua ederlerdi. Buradaki postlardan kırmızı olan Sultan Veled’in, beyaz olan da Ateşbaz-ı Veli’nindir. Mevlevi hayatında yetki sahibi olan kişilerin pozisyonları sade bir post ile simgelenirdi. Matbah-ı Şerif’te dervişler için ve derviş adayları için yemek pişerdi. Ancak misafirler ve ziyaretçiler için şeyhin hareminde bulunan mutfakta yemek pişirilirdi. Matbah-ı Şerif ruhsal inziva yeriydi. Çilehane de burada bulunurdu ve derviş adayı burada 1001 gün süren çilesini çekerdi. Aday bu çilehanede, ilk üç gün boyunca dua eder vaziyette hareketsiz dururdu. Bu üç günün sonunda Mevlevi Tarikatı’na girmek istediğini göstermiş olurdu, aday olarak kabul edilirdi.

1001 gün süren eğitimini tamamlayan adaylar dede, yani her anlamda derviş olurlardı. Sonrasında tekkede kalmayı tercih edebilirler ve bekar kalabilirlerdi. İsteyenler dünya yaşantısına da dönebilirdi. Tekkede kalan dervişler günün belli bir zamanını hücrelerinde dua ederek ve öğrencilerini yetiştirerek geçirirlerdi. Manastır hücrelerine benzeyen bu küçük oda dervişlere özel olan ortak bir koridora açılırdı. Koridorun girişinde ayakkabı koymaya yarayan bir yer bulunurdu. Sağda ya da solda bir ocak bulunur ve burada kahve içilirdi. Tarihi anlatılara göre kahve tüketimi Sufiliğin geçmişinde vardır. Kahve, Sufiler için öncelikli içecekti. Gece dua etmekte olan Sufilerin meditasyonuna yardımcı oluyor, içerdiği kafein onların uykuya dalmasını önlüyordu. Sufi yaşantısı için her zaman şu söylenmiştir: “az yemek, az uyku, az konuşma.” Mevleviler bu üç emri uygulamıştır. Dergahların kutsal mimarisi de bu sürekli çileci yaşamını yansıtmaktadır. Bu yeri kutsal kılan başka bir öge ise hiç şüphesiz dervişlerin intisap yolunda ulaştıkları mertebeyi simgeleyen postlardır.

Mevlevi mimarisinin daha başka karakteristik özellikleri de vardır. Semahane cami olarak kullanılmasa da mescit olarak kullanılabilir. Müslümanlar beş vakit ibadetlerini burada yerine getirebilirler. Küçük bir dua salonu dergahın içinde olabileceği gibi, bir evliyanın türbesinde de olabilir.

“Meşkhane”, Mevlevihane’de bulunması şart olmayan bir odadır. Anlamı “alıştırma yeri”dir. Burası dervişler için sema pratiği yapma yeriydi. Bu dairesel dönüşün tekniğini öğrenmek isteyen semazenler tahta üzerine çakılmış bir çivi üzerinde pratik yaparlardı. Bu dönüş sırasında yapılması gereken hareketlerin öğrenilmesi için bir zaman ayrılmalı ve özel bir yer hazırlanmalıydı. Bu eğitimden sonra semazen semahanede daha yaşlı dervişlerin yanında sema yapabilirdi. Mevleviler, yeni sema edecek olanlara meşkhanede “başlangıç seremonisi” (müptedi mukabelesi) yaparlar, akabinde Ayin-i Şerifte aralarına alırlardı.

Mimari kompleksi içinde ayrı ve en dünyevi olan onam şeyhin haremi idi. Burada şeyhin ailesinin kullandığı odalar haricinde bir mutfak ve misafir odası da bulunurdu. Dervişlerin eşleri ve anneleri de bu alanlarda misafir edilebilir, erkek ve kadınlar arasındaki ayrım ve sessizliğe zarar vermeden misafir edilebilirlerdi. Haremin yanında “Selamlık” denilen yer de bulunabilirdi. Şeyh burada misafirlerini ve davetlilerini kabul eder, onlara hoş geldiniz konuşması yapardı. Şeyh bu odada dervişleri de resmen kabul ederdi, burada dervişlere ünlü Mevlevi başlığı olan “sikkeyi” giydirirdi. Sikke giydirilmesi, kişinin tarikata girişinin törensel bir mührü gibiydi. Misafirler eğer biraz uzun bir süre kalacaklarsa burada misafir edilir, tekkenin günlük akışındaki olaylara katılırlardı. Ayrıca bu salonda sınıf farkı gözetilmeksizin dervişler, Osmanlılı yöneticiler, zavallı dilenciler aynı masada oturup yemek yerlerdi. Yenikapı Mevlevihanesi’nin tarihinde Farsça yazılmış şu beyitteki gibi:

“Bu sofrada halk ile soylu ayrımı yoktur/herkesin doyduğu sofradır bu.” (Arpaguş, 2009, s. 98)

Bahsetmemiz gereken en son yer, tekkede bulunan Sikkehane’dir. Sikke denilen derviş başlığı bu odada üretilir ve bu oda sadece Konya Dergahı’nda bulunur. Sikkehane, büyük ihtimalle ana salonun bir kat altında bulunmaktaydı; ancak 1816 yılında yapılan yenileme çalışmaları ile ortadan kalkmıştır. (Erol, 1 996, s. 283-6) Bu yüzden 18. yüzyıla ait bazı evraklar sayesinde, sembolik olarak çok önemli olan bu parçanın üretilmesi için özel bir bölüm olduğundan haberdarız.

Dışsal Ortam ve İçsel Eğitim

Mevlevi mimarisi, oldukça sembolik karakterde yapısal bir komplekstir. Dışarıdaki insanların betimlemeleri ve Mevlevilerin yaptıkları bazı mimari tanımlamalar ile Sufilerin şekil ve geometri dünyalarındaki kutsallığa biraz aşina olabiliriz. Dervişler estetik olarak güzel olan bu yerlerde sadece yaşamaz. Mevleviler bu şekilleri içselleştirir. Bu mekanlar kurulmadan önce zaten içsek bir ruhsal evrende mevcutturlar. Mevlevi mimarisi Sufi düşüncesi ve mistisizminin bir koludur. Bu düşünce ve mistisizm farklı türlerdeki yapılarda açığa çıkmıştır. Bu mimari aynı zamanda dervişe dolaylı bir etkide bulunur ve kendisi ile binadaki ögeleri mukayese etme imkanı verir. Hümeyra Uludağ, araştırmasında tekke yazıları konusunu incelemiş ve iç dekorasyonda kullanılan öğelerin Sufi düşüncesi ile olan ilişkisini işlemiştir. Çok ince işlenmiş levhaların, cama boyanmış kutsal resim, yazılar ve tarikatlarda kullanılan eşyaların kullanıldığı iç dekorasyon, Sufilerin ruhlarını tanımamıza yardımcı oluyor. Hiç şüphesiz tüm tarikatlardaki gibi Mevlevi tekkelerinde de uygun bir dekorasyon yapılması beklentisi vardı. Binaların dışında ve içinde çok yazılar vardır. Dekoratif öğeler ve hat yazıları Mevlevi binalarını donatmıştır. Bu kadar farklı öğenin iç içe geçtiği dışsal mimari ile Mevlevilerin faaliyetleri arasında çok büyük bir bağ vardır. Mevlevi geleneğinde bir mühür gibi iz bırakan bu objeler, mistik evrenin yaradılışının son aşamasının ögeleridirler. Nitekim bu öğelerin arasında yaşayan derin, iç dünyasını da bu kendi geleneğinin getirdiği dışsal onama uydurma ihtiyacı hissetmiştir. Sufi işte bu şekilde dünyaya Mevlevi perspektifiyle bakar ve günlerinin her anını bu bakışla geçirir. Sufi eğiliminin ve disiplininin de amacı budur. Tekke binalarının mimari ve dekoratif olarak bakımının yapılması ve zenginleştirilmesi, çilecilik yolunun bir parçasıdır.

Binaların girişinde her zaman vakıf ya da tekke olduğu yazılıdır. Galata Mevlevihanesi’nin girişindeki yazıda 1791 yılında Padişah 3. Selim ve kurucusu İskender Paşa zamanında tekkenin kurulduğu 36 dize ile anlatılmaktadır. Ana giriş kapısının karşısındaki tuğrasında padişah, tekkenin doğru ellerde olduğunu ve dervişlerin de onun kurumsal gölgesi altında himayesinde olduğunu ifade eder. Elimizdeki bilgiler bizi tarihi ve ruhsal açıdan oldukça aydınlatıyor ve dönemin politik ve dini durumu hakkında genel bir tabloyu önümüze seriyor. Bugün bu mekanları ziyaret eden kişiler yazıların manasını anlayamıyorlar; ancak Osmanlı devrinde Mevleviler bu yazıları anlayabilecek sosyal, estetik ve yazımsal yetiye sahiplerdi. Binaların her yerinde yazılar var, girişten iç kısımlara kadar. Semahanenin girişindeki yazı, Mevlevileri Rumi’nin “Ya Hazret-i Mevlananın naatı ile karşılar. Sufilik yolunun kalbi olan tarikata girmek sadece kurucu Rumi’nin aracılığı ile vuku bulur. Bu çile yolunu işaret eden ve Allah ile bir olmaya götüren odur·, Bu naat sema sırasında söylenmenin yanında, birçok yerde yazı ve iç dekorasyon olarak karşımıza çıkar. Tüm bu yazılar Rumi’ye atıfta bulunur ama Mevlevi Tarikatı’na ait sembollerle süslenmişlerdir. Bu sembollerden biri Mevlevilerin ünlü başlığı sikkedir. Tekkelerin kendine has hat yazıları, Mevlevi kültürünün bir parçasıdır ve her türlü zemin üstüne işlenmişlerdir. Örneğin Konya’da bulunan eşsiz hat yazıları semahanenin duvarları üzerine uygulanmıştır ve özellikle Yeşil Kubbe’nin içini doldurmuştur. Bu yazılarda bir renk cümbüşü vardır ve altın rengiyle yazılmış Arap harfleri duvarı bir mozaik eserine dönüştürmüş, Rumi’nin büyüklüğünü yansıtmaktadır. Örtü, cam, kumaş üzerine işlenmiş olan hat yazıları Mevlevilerin sanatsal olarak ne kadar üretken olduklarını göstermektedir.

İç dekorasyona amropolojik olarak bakarsak, Sufileri iç dünyasında gerçekten harekete geçirecek ve dua etmelerini sağlayacak bir öğe olduğunu söyleyebiliriz. Hat sanatı İslam ve Sufilik dünyasında çok değerlidir. İslam’da ikonaların yerini bu yazılar tutar. İslam sanatında insanın resmedilememesi, başka teknik ve motiflerin çıkmasına engel olmamıştır. Hat sanatı kutsal evreni sanat yolu ile ifade etme arzusu sonunda doğmuştur. Minyatür sanatı da bu şekilde Rumi’nin ve Mevlevilerin mesajını yansıtmıştır. Bazı marjinal gelenekler harflere ezoterik değerler ve simgeler yüklemiş ve yazdıkları yazılarda insan resmi ve yüzü figürleri ortaya çıkmıştır. Mevlevi Tarikatı’nda Ortodoks denebilecek -Bektaşi gibi- bazı gruplar bundan uzak durmuştur; ama onlar da hat sanatı eserleri üretiminden tamamen çekilmemişlerdir. Bu tipik hat sanatı eserlerinin örnekleri, hem mezarlıklarda hem türbelerde hem de semahanelerin yanlarında görülebilir. Türbelerdeki sandukalar yeşil renkli bir örtü ile örtülür ve bu önünün yamaları altın rengi ip ile işlenir. Örtünün üzerine farklı ayet ve Arapça dua içeren cümleler yazılır.

Allah’ın Adı, dört halifenin adı, Rumi’nin adı ve Allah’ı simgeleyen isim (Hu) her yerde nakışlanır, özellikle de semahanede. Bu yerler nötr olmaktan çok uzaktırlar, canlılıkları ve estetik yanları da yoktur. Duvarlar oldukça sadedir. Bir hat panosu, yazı, nakış içeren bir tablo koyularak duvardaki monotonluk kırılmaya çalışılmıştır. 19. yüzyılın sonundan 20. yüzyılın başına doğru -bugün bazı müzelerde görüleceği gibi- iç kısımlarda şeyhin fotoğrafı kutsal bir kişi olarak asılmaya başlandı. Şeyhin yüceltilmesi, Sufilerin mürşitleri ile yaptıkları biatleşmenin dışsal bir gösterimidir. Daha yakın zamanlarda ise Sufi öğretisini kuran en önemli kişilerin fotoğrafları tekkelerin iç kısımlarına asılır oldu. (Uludağ, 2005)

Duvarlara aydınlatma amacı ile asılmış olan kandiller bugün müzelerde sergileniyor; ancak zamanında bu kandillere de sanatsal başyapıt olarak yaklaşılırdı. Kandiller de değişik maddelerden yapılabilirdi: dallardan, üzerine hat işlenmiş camlardan … Mevlevi müzelerinin kataloğuna bir göz atarsak, kandillerin sadece aydınlatma gereci olarak görülmediğini anlarız. Sonsuzluğu simgeleyen devekuşu yumurtası bu tekkelerin duvarlarına süs olarak asılmıştır ve bunlar sema sırasında havayı değiştirmek amacı ile buhurdan olarak kullanılmıştır. Tüm bu aksesuarlar Mevlevilerin maddesel kültürüdür ve tarikattaki tipik hayat atmosferine aittirler.

Bu iç mimariyi oluşturan ögeler Mevlevi öğretisini ve uygulamalarını yansıtmaktadır; Tanrı ilk plandadır. Tanrı’nın ismi tekkenin her yerine işlenmiştir ve böylece dervişler gün boyunca nerede olursa olsun o ismi anmaktadır. İkinci planda olan figür Mevlevi Tarikatı’nın kurucusu olan Rumi’dir. Tekkenin birçok yerinde onun beyitleri hat sanatı ile işlenmiştir. Bu beyitler hiç şüphesiz okunuyor ve melodi ile söyleniyordu. İç mimaride bunların dışında tarikatın sembolleri de kullanılmıştır. Sikke denilen uzun tarikat başlığı sembolü çok kullanılmıştır. Son olarak tarikatın son dönemlerinde tekkenin bazı bölümlerinin girişine görkemli fotoğraflar konulmuştur. Şeyhin öğretisi ve ruhsal rehberlik vazifeleri ile Tanrı. Rumi ve tarikat figürleri iç içe geçmiştir.

Bir hipoteze göre dergahın iç mimarisi bir anlam taşımamakta da olabilir. Bazı alanların birbiri ile ilgisi olmayan birçok dekorasyon ürünü ile doldurulmuş olduğu doğrudur. Bunun tek amacı boş bir duvarı doldurmak da olabilir. Bir başka düşünceye göre de birçok farklı element doğru şekilde yerleştirilirse anlamını kaybetmez ama bu elementler birbirini destekler. Antropolojik tarihe göre tarikatın tüm dönemlerini kapsayan değişimleri göz önüne alırsak bu düşüncenin geçerli olduğunu söyleyebiliriz. 17. yüzyılın en üretken yazarı ve tüm Mevlevi tarihinin en önemli teorisyeni olan Ankaravi’nin metinlerinden aldığımız bilgilere göre iç dekorasyona özel bir önem verilmemesi gerekiyormuş. Buna rağmen Ankaravi, tarikatın sembolojisinin yansıtılması konusuna ısrarla değinmiştir. Daha ileriki zamanlarda, 19. yüzyılda tekkelerin içindeki yaşam zirveye ulaşmış, tarikatın sembolleri iç mimaride de uygulanmış, artık semboller ikinci planda kalmamıştır. Bu son devreye gelindiğinde, iç mimari daha önceki dönemlerde hayal edilebilecek olandan çok daha önem kazanmıştır. Osmanlı sanat tarihçileri gün geçtikçe bu mimarinin Batı dünyasından ve Avrupa’dan etkilenip etkilenmediğini sormaktadırlar. Bazı “sanatsal” ifadeler Avrupa kıtasının sanat formları ile kolaylıkla eşleştirilebilir. Bu soru oldukça ilginç ve karışık görünse de, tekkelerin iç mimarisi ve dekorasyonunun dervişlerin içsel yapıları ve içsel eğitimleri için önemli bir etki yaptığı bir gerçektir.

Giyimden Objelere: Eşya Kültürü Ruhu

Sufi öğretisi ile dünya malları arasındaki ilişki incelenmek istenirse, tarikatın kullandığı malların özel bir kültür mirası olduğu analiz edilmelidir. Ancak bunu yapmadan önce yazılı tarihe bir göz atmak gerekir. Sufilik ve İslam tarikatlarına ilişkin yakın döneme ait yazılı tarih, Mevlevilerin ruhsal dünyalarında kullandıkları araç ve gereçlere pek fazla değinmiştir. Aynı yaklaşım ile örneğin Katolik tarikatlara ve gruplara bakılacak olursa, sadece yazılı tarihe değil, sözlü tarihe, kişilere ve objelere de çok değer verildiği görülecektir. Avrupa’da yapılan araştırmalar tarikat ve grupların gelişimini ve önemli tarihsel problemleri oldukça fazla çalışmış ve analiz etmişse de maddi objelerin değeri konusundaki yazılı tarihe de o kadar az değinmiştir. Bu alanda çalışma yapan Türk araştırmacıların kesinlikle büyük çoğunluğu Mevlevi Tarihi konusunda çalışmaktadır. Bu araştırmacılar on yıllar boyunca Mevlevi Tarikatı için çok önemli olan bazı objeler, sanat tarihi ve artistik olarak etüt ermişler ve çok çaba harcamışlardır. Bu araştırmaların amacı marjinal bir bulguya ulaşmak değil, Sufileri ve dervişlerin kültürleri hakkındaki önemli noktalara dikkat çekmektir. Giysiler, yiyecekler ve objeler her kültürde var olan temel öğelerdir; çünkü sosyal grubun kendi içindeki ilişkisini ortaya koyarlar. Aynı zamanda dünyadan uzak denebilecek yüksek ve özel bir ruhaniyetin parçalarıdırlar. Bu yüzden maddesel kültür ve semboloji, Mevlevi tarihinin ve yazılı tarihinin kalbidir.

Dervişlerin hayatlarındaki anları ve yaşadıkları alanları ayıran kutsal mimari ve Sufi öğretisinin prensiplerini içselleştirmeye davet eden dekorasyon dışında, günlük hayatta kullanılan objeler de ruhsallığın maddesel hal alışının son aşamasını oluşturur. Rumi’nin biyografisinde, giysinin önemi hakkında şu sözler bulunur:

Şems ortadan kaybolduktan sonra, Mevlana kendisi için bir tünik (ferace) ve altın renkli yünden bir başlık yapılmasını emretti. Akabinde gömleğini açtı ve beline bir kuşak doladı, kuşağın uzunluğu yere kadar değdi (şekeraviz). Tipik Mevlevi pabucu giydi ve tuniğini düzeltti. Altı telli keman (rebap) getirilmesini emretti ve semaya başladı. (Yazıcı, 2003-04, s. 13-4)

Başlık: Mevlevi giysisi Sufi öğretisi ile ilişkili birçok semboller içerir.   Yukarıdan başlayarak bu giysiye değinelim. En üstte birçok ismi olan ünlü başlık bulunur. Mevlevi Tarikatı’nda bu başlığa genelde “sikke” denir; ancak bu başlığa teknik olarak, biçiminden ötürü “Mevlevi Külahı da denir. Sikke’nin bir diğer adı da “destar”dır. Sikkeye sade iken de ayaklara kadar inebilen kuyruklu ya da kuyruksuz bir yeşil kumaş dibine sarıldığında da destar denilebilir. Sikke oldukça basit bir koni biçiminde ve bal rengindedir. Bu başlık, el ile yapıldığı için ve konik şeklinin verilmesi için çok sıkı dokunması gerekmekte, bu da çok uzun zaman almaktadır. Bu sembolik giysinin taşınmasındaki mana kendi formunda gizlidir. Diğer tüm tarikatların başlıkları, üzerlerinde bulunan kumaş katları ile birbirinden ayrılır; ancak Mevlevi başlığında kumaş bulunmaz ve bulunmalıdır. Dervişlerin başlığı olan sikke, Allah tarafından Muhammed Peygamber’e açıklanan Tek Allah inancını sembolize etmektedir. Mevlevi sikkesi katlı değildir. Çünkü Tanrı çok değil tektir. Sikkelerin birbirinden farklı oluşu, tarikat içerisindeki mertebe farklılıklarına işaret eder. Sade semazenler, yani kutsal semaya katılan dervişler sadece sikke takarlar; ancak, onların şeyhi destar takar, yani sikkenin dibi daha kıvrıktır ve omuzlara kadar inebilen kırmızı renkli bir kuşakla çevrilidir. Derviş, kırmızı renkli kuşağı 1001 günlük çilesinin sonunda alır ve bu kuşak dede olduğunu simgeler. Eğer bu şeyh Peygamber’in soyundan geliyorsa kuşağının rengi yeşil olur. Ancak günümüzde sema töreni sırasında yeşil renkli destar kullanma geleneği benimsenmiştir. Bazen bu yeşil kuşak, sikkenin tam ortasına bağlanır ve konik biçim ikiye bölünmüş olur. Bu bölünme semanın başka bir temel prensibine atıfta bulunmadır; kuşak bu durumda ufuk çizgisini (Hatt-ı istiva) temsil eder ve yuvarlak olan salonu simgesel olarak ortadan ikiye böler. Bu, ruhun Tanrı’dan bedene inişini ve bedenin tutsağı olan ruhun Tanrı’ya dönüşünü bir yay biçiminde simgelemektedir.

Sikke: Tüm tarikatı birleştiren ortak bir noktadır, çünkü inisiyatik bir biçimde ölmeyi ve Tanrı ile buluşmayı simgeler. Sema da Peygamber tarafından “ölmeden önce ölünüz” sözünün gerçekleşmesini sembolize eder. Semada Mevleviler bu çilesel ve inisiyatik ölümü sahneler, başındaki başlık da mezar taşını simgelemektedir. Nitekim mezarlar da üzerlerine yapılan mezar taşları ile birbirlerinden ayrılırlar. Türk kültüründe bir saygı ifadesi olarak başa şapka takılır ve her bireyin şapkası ait olduğu sosyal grubu işaret eder.

Asırlar boyunca Mevlevi Tarikatı’nı simgeleyen başlık sikke olmuştur. Sikkenin şekil ve simge olarak kullanılması her yerde Mevlevi kültürünü betimlemiştir. Edebiyat ve şiirde de bu sembol bolca kullanılmış, Mevlevi tarihinde asırlar boyunca bu simgenin açıklandığı birçok yazı yazılmıştır. 20. Yüzyılın başında bir şairin şiiri şöyledir:

Nüsha-i kübraya zinettir külah-ı 

Mevlevi Alem-i ekberde heybettir külah-ı 

Mevlevi istemem Allah bilir ben 

başka zıb-ü saltanat En mukaddes 

cac-ı devlettir külah-ı Mevlevi 

Dalkavuk olmaz deden serpüşu yüksek olsa da 

İzzet-i nefse işarettir külah-ı Mevlevi

Eşrefi hakka erenler iktisa eyler onu

Vuslat-ı kurb delalettir külah-ı Mevlevi

(Ömer Faruk Huyugüzel, Şerife Çağın. Eşref Bütün Eserleri, 1 . baskı 2006, Dergah Yayınlan, s.465)

Tercümesi: Mevlevi’nin külahı, binanın kubbesine benzer. Külah; başı arşa dek yükselmiş; ariflerin binlercesini altında barındıran bir kubbedir. Külah, velilik şahının sikkesi kabul edilerek hal ehlinin, aşk mihrabını altında bulabileceği bir köşkün veya vahdet köşkünün kubbesidir. O kubbenin altında, salik, vecit olma ve kendine gelme hallerini yaşamaktadır.

(Hilmi Yücebaş, Şair Eşref, İstanbul, 1984, s.371-372)

Üstlük: Siyah olan bu giysiye hırka denir ve bu giysi Sufi öğretisinde ve tarihinde Peygamber’den haleflerine ve oradan da zincirin en son halkası olan tarikatın şeyhine geçen ruhsal kudret ve kutsamayı simgeler. Bu giyim aksesuarı yalnızca Sufi ve Mevleviler tarafından kullanılır. Rengi siyahtır ve bu renk başlangıcından beri İslam’ın gözde rengi olmuştur. Ayaklara kadar inen bu Mevlevi hırkası, yalnızca ritüellerde kullanılmaz, aynı zamanda bir üniformadır. 20. yüzyılın başında çekilen bir fotoğrafta, dervişlerin semaya başlarken bu mantoyu çıkardıklarını ve beyaz giysileri ile kaldıkları görülür, bu üzerinde düşünülmesi gereken bir harekettir.

Destegül ve gömlek: Destegül bir tür beyaz cekettir. Yakasızdır ve boyun kısmı V şeklinde açıktır. Düğmesi bulunmaz, biraz geniştir ve bele kadar inmez. Dervişler bu ceketin altına gömlek giyerler. Gömlek beyaz, kolsuz ve yakasızdır. Mevlevilerin Vücutlarının üst kısmını sarar.

Tennure: Giysinin bu kısmı Arapça “tennur” kelimesinden gelir. Kelime anlamı “ekmek pişirilen fırın”dır. Bu işte giyilen giysinin bu şekilde olduğu düşünülmektedir. Tennure tüm Vücudu kaplayan bir giysidir. Bu parçanın üst kısmında yaka ve kollar bulunmaz. Sadece gömleğin ve ceketin kolları bulunur. Bu giysi bele kadar iner ve belden itibaren çok geniş bir etek haline gelerek ayaklara kadar ulaşır. Mevlevi bu etek sayesinde sema sırasında bir hafiflik ve dairesellik atmosferi yaratabilir. İki çeşit tennure vardır. Birinci türdeki tennure günlük işleri yaparken giyilir ve eteği çok geniş değildir, sadece dizlere kadar iner. Rengi siyah ya da kahverengi -yeşilimsi bir renk olabilir. İkinci türdeki tennure ise sadece semaya özeldir. Beyaz olabileceği gibi gök mavisi, kırmızı ya da yeşil de olabilir. Sema, mistik ölümün sembolik ve inisiyatik temsili olarak yorumlanır. Sikke nasıl mezar taşını simgelerse, tennure de Müslüman’ın ölüm soyunuşunu ve kefenini simgeler.

Elif nemed: Mevlevilerin bellerine sardıkları kumaş kuşağa “elif nemed” denir. Bu 10 santimetre genişliğinde ketenden bir kuşaktır ve olukça uzundur. Bele dolandığında geniş alan kaplar. İsmi Arap alfabesinin ilk harfi olan “elif”ten türemiştir. Derviş adayları tarikata girdikleri anda bu kuşak bellerine bağlanır. Kuşak beli en az iki kere dolaşacak kadar uzundur. Artan kısımlara düğüm atılır ve bu fazlalık “Destegül” altına gizlenir.

Mest ve pabuç: Mest deriden yapılmış bir tür ayakkabı anlamına gelir ve ayakları bileklere kadar örter. Ayağın şeklini tamamen alır ve böylece dervişler semahanede rahatlıkla dönebilirler. Dervişler bu kutsal alanın dışında pabuç denilen hafif deri ayakkabıları giyer.

Mevlevi giysisinin bu bölümlerine tespih gibi objeler de eklenmiştir. Bu tespih ile Müslüman müminler, Allah’ın birbirinden güzel 99 adını zikrederler. Mevlevi Tarikatı’nda tespihler, cemaatin duasında ve bireysel dualarda çok farklı biçimlerde ve farklı sayıdaki boncuklarla kullanılmıştır. Bazı Mevlevi tekkelerinde binden daha fazla sayıda boncuğu olan tespihler bulunmuştur (en uzunu 1754 boncukludur). Bu objelerden en az tanınanı ise “mütteka”dır. Bu, sapı olan tahta bir sopadır ve alın buna dayanır. Böylece uzun dua saatleri sırasında uykuya dalınmaz. Dervişlerin uykuya dalmadan uzun dualar yapabilmeleri için özel teknikler geliştirdikleri bilinmektedir.

Sufiliğin bir başka tipik objesi, önce Kalenderiler tarafından kullanılan ve daha sonra Mevleviler tarafından benimsenen, dilenci kutusu diye de bilinen “keşkül”dür. Bir çeşit Hindistan cevizinin kabuğundan yapılan bu kap, derviş tarafından beline asılırdı ve derviş dilenirken karşılaştığı insanlardan aldıklarını buraya koyardı. Bu objenin sembolü hacılıktır; daha doğrusu dervişin içsel ve dışsal yolculuğu, göçebeliğidir.

Sufi ve Mevleviliğin diğer objeleri de “sancak” denilen tarikat bayrağı ve “alem” denilen bayrak direğidir ve ikisi de sembollerle doludur. “Teber”, ruhsal savaşı simgeleyen sembolik baltadır. “Pazarcı maşası ise tekke için alışverişe giden Mevlevi’nin taşıdığı bir obje idi.

Mevlevi Tarikatı’nın yaşamında yer etmiş olan bu objelerin oluşturduğu eşya kültürü, tarikatın hayatını ve ruhaniyetini öğrenmek için somut bir araştırma alanı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bugün bu objeler müzelerde bulunuyor ve ziyaretçiler ile Mevlevi Tarikatı’nın geleneğini yeniden yaşamak isteyen kişilerin dikkatini çekiyorlar. Bu eşyaların Mevlevi Tarikatı’nın kültürü ve ruhsal geleneğinin aktarılması için birer araç olduğu unutulmamalıdır. Rumi’nin entarileri Konya Müzesi”nde birer ruhsal hatıra eşyası olarak muhafaza edilmekte, hayranlık ve bu ermiş ile yakınlık hisleri uyandırmaktadır. Aynı objeler biçiminde hediyelik eşyalar da yapılmakta ve böylece Mevlevi Tarikatı’nın kültür mirası yayılmaktadır. Örneğin “sikke”, çok değerli bir sanat eseri olarak altından ya da gümüşten kolye ucu olarak işlenip satılır, Müslüman kadınlar ve Rumi’nin düşüncesine hayran olanlar tarafından takılır. Sikke, kişinin bu ideali yaşadığını sembolize eden rozetler olarak da bulunmaktadır. Günümüzde yapılan hat yazılarında (levhalarda) öncelikle sikke olmak üzere bu simgelere yer verilir. Levhalarda Rumi’ye bir yakarış olan “Ya Hazreti Mevlana” duası da bolca işlenir.

Ruhsal kültürün destekleyicisi olan bu maddesel kültürü oluşturan objeler, Osmanlı devrinde Mevlevi tarikatının atmosferini yaşamak için ısrarcı bir davetiye gibiydiler. Aynı objeler Cumhuriyet döneminde de sessiz bir çığlık gibi varlıklarını sürdürmektedirler.

ALBERTO FABIO AMBROSIO

DERVİŞLER TARİHİ, ANTROPOLOJİSİ, MİSTİK YÖNÜ

Çevirmen: Buğra Poyraz