TÜRK MİTOLOJİSİ’NDE GEÇEN KİŞİLER, KAVRAMLAR VE TANRILAR – 54

Nisan 9, 2023

YILKI İYESİ

Sürü ruhu. At ve sığır sürülerini koruduğuna inanılır.

YOHAN

Yeraltı tanrısı. Yeraltının koruyucusudur. Yok oluşu simgeler. Dokuz kat yeraltını (cehennem) yönetir. Karanlıklar içinde yaşar ve kimseye görünmez. Evi Ulukayının köklerinin altındadır. Oğlunun adı ise Sohan’dır.

YOL İYESİ

Yolların koruyucu ruhudur. Her yolun kendi iyesi vardır. Yol İyesi’nin kötü niyetli insanları her gün yürüdükleri yoldan bile şaşırtabileceğine inanılır. Bu tür insanlar çok iyi bildikleri bir yoldan giderken kendilerini bir anda karanlık bir ormanın içinde bulurlar. Bazen de bir kar fırtınasına yakalanıp kendi evlerinin çevresinde dolanıp dururlar, aslında çok yakın oldukları halde yolu bulamadan donup ölebilirler.

YUNAK İYESİ

Hamamın koruyucu ruhudur. Kısa boylu bir ihtiyar kılığında olduğuna inanılır. İnsanlara temizliği öğrettiği söylenir. Türk halk inancına göre güneş battığı zaman ve gece yarısı hamama girilmez, çünkü bu saatte Yunak İyesi kendisi yıkanır. Hamamda yıkanan kişi yüzü sabunluyken su tasını bulamazsa ya da hamamdan çıkarken ayakkabılarını yitirirse, bunlar onun yaptığı şakalar olarak algılanır. Tatarlar yıkandıktan sonra çıkarlarken ona “Yunağın ısısı sana, huzuru bana!” derler.

ZADA HAN

Rüzgar tanrısı. Rüzgarlar ve fırtınalar onun emrindedir. 13 rüzgarın kesiştiği yerde yaşar. Yağmur yağdırır, fırtınalar estirir. Yada Taşı’nın sahibi ve hakimidir. Kamların kullanabilmesi için yeryüzüne Zada Han tarafından gönderildiğine inanılan bu büyülü taşın doğa olaylarını kontrol edebilme gücü bulunur, onunla özellikle de yağmur, kar ve dolu yağdırabilir. Zada Han rüzgarların üzerine bir ata biner gibi binip yolculuklar yapar ve istediği yere böylece bir anda ulaşır. Şahin gibi kanatları olan konur (kahverengi) bir atı vardır. Onunla birlikte rüzgarları sürer. Moğol söylencelerinde boğa kılığına girebildiği anlatılır.

ZARLIK

Yargı tanrıçası. Yargıçları korur. 17 Büyük Gök Mahkemesi’nin en başında bulunur. Türk-Moğol devlet geleneğinde yargı çok önemli bir yere sahiptir. Adaletsiz yöneticilere ilenilir (lanet edilir) ve başlarına en kötü felaketlerin geldiğine inanılır.

ZAYAÇI

Kader ruhları. Kaderi tayin eden varlıklardır. Yeryüzüne bereket götürürler. Buryatlarda Zajan/Zayan adlı kader tanrısının bunların başında olduğuna inanılır.

ZAYAGAN

İyilik tanrısı. Kötü ruhlara karşı barışı sağlamak için mücadele eder. Bu bağlamda “Barış Tanrısı,. olarak da görülebilir. “Yayay,. ve “Yayak,. adlı yaratıcı ruhla da alakalı görünür.

ZEMİRE

Cemre cini. Havayı, toprağı, suyu ısıtıcı gücü vardır.  Baharda göğe yükselir, sonra inip buzları eritir. Eski Bulgarca kökenli bir kelime olup İslamiyet sonrası Arapça “cemre” sözcüğüyle benzeşim yoluyla özdeşleşmiştir.

ZENGİ

Eşik tanrısı. Evin eşiğinde yaşar. O yüzden eşiğe basılması hoş karşılanmaz. Sibirya inançlarında “Senge Baba” (Zengi Ata) bir tür “Eşik İyesi” (Eşik Ruhu) olarak görülür ve evin önündeki hayvanları koruduğuna inanılır. Tatarlar arasında da “Zengi Babay” için yapılan özel törenlerde “Avuz” (hayvanın ilk sütü) hazırlanır. Törene çağrılan hoca yeni doğan bebeklerin hayırlı olması için “Zengi Baba’nın hürmetine dua eder.

DİĞER TÜRK TANRILARI

1.      Abıyaş Han: Yaşam Tanrısı. İnsanları ve canlıları yönetip yönlendirir.

2. Adagalı (Adagalah) Han: Fitne Tanrısı. Yeryüzünde bozgunculuk yapar.

3. Adam Han: İyilik Tanrısı. İnsanlara iyilikler yapar.

4. Albotay Han: Gezgin Tanrısı. Yolculara yardım eder.

5. Ancasın Han: Yıldırım Tanrısı. Şimşekler ve yıldırımlar çaktırır.

6. Apsatı Han: Av Tanrısı. Vahşi hayvanların da koruyucusudur.

7. Artık Han: Yol Tanrısı. Yolculara yardım eder.

8. Aştotur Han: Çoban Tanrısı. Çobanları vahşi hayvanlardan korur.

9. Aymuş Han: Çoban Tanrısı. Çobanları korur.

10. Avlı Han: Dağ Tanrısı. Barkan” olarak da anılır.

ll.     Babıray Han: İyilik Tanrısı. İyi insanları koruyup kollar.

12. Barula (Barallak) Han: Orman Tanrısı. Avcılar ateş yakar ve ona saçı yaparlar.

13. Buğomça Hanım: Yol Tanrıçası. Uzaklara giden yolların koruyucu ruhudur.

14. Cabağan (Cabaha) Han:  Hastalık Tanrısı. Onmaz dertlere ve  marazlara neden olur.

15. Canday Han: Sakatlık Tanrısı. Kol, bacak hastalıkları verir.

16. Cebelek Hanım: Kötülük Tanrıçası. İnsanları yolundan çevirir. “Yer Kulaklı” olarak anılır.

17. Cerde Han: Ev Tanrısı. Evi ve aileyi korur.

18. Cınıs (Çınıs) Han: Yasa Tanrısı. Dünyanın yönetilmesi için gerekli yasaları koyar

19. Cöhögöy (Cöğöy) Han: At Tanrısı. Atların koruyucusudur.

20. Cölörü Han: Yeraltı Tanrısı. Eline düşenler bir daha geri dönemezler.

21. Çaçlı Hanım: Ev Tanrıçası. Evi ve aileyi korur.

22. Çayan (Şayan) Han: Gökyüzü Tanrısı. Yeryüzünün düzenini  sağlar.

23. Çoğonah (Çuğonah) Hanım: Hastalık Tanrıçası. İnsanları hasta eder.

24. Çomparaş (Çamparas) Hanım: Uyku Tanrıçası. Uyuyamayanlar kendisinden yardım ister.

25. Çokku Hanım: Dilek Tanrısı. Kendisinden dilek dilenir.

26. Çoppa Han: Ekin Tanrısı. Ekinlerin bol olmasını sağlar

27. Çuğoran (Çuğorağan) Han: Şeytanların yöneticisidir. İnsanları şeytan kılığına sokabilir.

28. Çuppakan Hanım: Gök Tanrıçası. Göklerin düzenini sağlar.

29. Duguy Han: Haberci Tanrısı. Tanrıların haberlerini insanlara getirir.

30. Eder Han: İyilik Tanrısı. İyi ve güzel işlerin yapılmasını sağlar.

31. Elez Hanım: Bekaret Tanrıçası. Bekaretini ve iffetini koruyan kızlara yardımcı olur.

32. Erirey Han: Ürün Tanrısı. Tarladaki hasadı korur.

33. Eyke (Öyke) Hanım: Kadın Tanrıçası. Günlük ev işlerinde kazalardan korur.

34. Gölpön Han: Koyun Tanrısı. Koyunları korur.

35. Hagdan Han: Kamburluk Tanrısı. Bel bükülmesi ve kamburluk gönderir.

36. Harabıl Han: Yeraltı Tanrısı. Yeraltındaki bazı kötü ruhların  önderidir.

37. İndirbey Han: Av Tanrısı. Av hayvanlarını korur.

38. Kagır ( Kağar) Han: Elçi Tanrısı. Ülgen ve Erlik arasında elçilik yapar.

39. Karakçı Han: Cehennem Tanrısı. Matman Karakçı olarak anılır.

40. Kayadan (Keyden) Han: Kuvvet Tanrısı. Kuvveti sembolize eder.

41. Kayırnar (Kaynar) Han: Güneş Tanrısı. Güneşin ışıklarının çoğalmasını sağlar.

42. Kemisken Hanım: Göl Tanrıçası. Göllerin koruyuculuğunu yapar.

43. Kıskıydana Hanım: Kötülük Tanrıçası. Abasıların kızıdır.

44. Kollu Han: At Tanrısı. İskit kökenlidir. Balkarlarda bu adda  bir bayram vardır.

45. Korı (Korıy) Han: Rüzgar Tanrısı. Rüzgarlara yön verir.

46. Koylusan Hanım: Gök Tanrıçası. Gökleri yönetir.

47. Köbölök Han: Ölüm Tanrısı. İnsanların canını alır. Bakır burunludur. Kızıl bir atı vardır.

48. Kudustay Han: Rehin Tanrısı. Bu adda üç kardeştirler  (Bur, Tas, Vot). İnsanları kaçırırlar.

49. Kürmüş Han: Ev Tanrısı. Evi ve içindeki aileyi korur. Ailenin   devamını sağlar.

50. Mansar Han: İyilik Tanrısı. İyi işler yapanları ödüllendirir.

51. Matmas Han: Kainat Tanrısı. Ülgen tarafından evrenden sorumlu kılınmıştır.

52. Mucara Han: Yoksullar Tanrısı. Yoksul insanları korur.

53. Odığın (Odın, Odon) Han: Yasa Tanrısı. Dünyanın yönetimine gereken yasaları düzenler.

54. Ohol Han: Vahşet Tanrısı. Yeryüzünde büyük kırımiara sebebiyet verir.

SS.     Okto Han: Dağ Tanrısı. Dağların ve dağlarda yaşayan canlıların koruyuculuğunu yapar.

S6.     Orangay Han: Yaratıcı Tanrı. Canlıları yaratır ve doğadaki yerlerini belirler.

S7.     Ovcay Han: Bereket Tanrısı. Ürünlerin bol olmasını sağlar.

S8.     Ovsal Han: Hastalık Tanrısı. Hayvanları hastalandırır. Yalnız kadınlara musallat olur.

S9.     Oymon Hanım: Bitki Tanrıçası. Bitkileri korur ve onlara can verir.

60. Oysul Han: Deve Tanrısı. Develeri korur.

61. Ozay Han: Bereket Tanrısı. Her tarafta bolluk olmasını sağlar.

62. Perbi Han: İyilik Tanrısı. Hakkında çok fazla bilgi yoktur.

63. Pınçu Han: İyilik Tanrısı. İyilikler yaptığı söylenir.

64. Puysa Han: İyilik Tanrısı. Herkesin iyiliğini ister.

6S.     Sabıray Han: Yazgı Tanrısı. İnsanların geleceği hakkında karar verir. Yeraltında yaşar.

66. Sangır Han: Av Tanrısı. Kızdığında ormanları yakıp, av hayvanlarını kaçırdığı söylenir.

67. Saradıman Hanım: İyilik Tanrıçası. Demirci Tanrıçası olarak da görülür.

68. Sarasan Han: Soğuk Tanrısı. Kışın soğuklara neden olur.

69. Tabıt (Tabı) Han: Koruyucu Tanrı. İnsanların ve evin koruyuculuğunu yapar.

70. Taşgaşıt Han: Kısmet Tanrısı. İnsanların kısmetini belirler. Çok güçlü ve keldir.

71. Tayçu (Tayçı) Han: At yavrularını (veya boğaları) koruduğu söylenir.

72. Tıday (Dıday Han): Güven Tanrısı. Korku anında adı söylenir.

73. Tımmıl (Dımmıl) Han: Tahıl Tanrısı. Aynı adı taşıyan bir ekmek türü vardır.

74. Tiribel Han: Tahıl Tanrısı. Ekinleri ve ziraatçıları korur.

75. Toktur Han: Avcı Tanrısı. Avcıları korur.

76. Tukbaş Hanım: Kadın Tanrıçası. Kadınları ve evi korur.

77. Tuğulbay (Tukulbay Han): Av Tanrısı. Avcıları korur.

78. Turay Han: Kötülük Tanrısı. Ahasılar arasında sayılır.

79. Tuşkun Han: Korku Tanrısı. İnsanlara korku ve panik verir.

80. Tünböri (Tunburı) Han: Yeraltı Tanrısı. Yeraltındaki karanlık suların tanrısıdır.

81. Türün Han: Cehennem Tanrısı. Cehennemi yönetir.

82. Tüsümel Han: Yeraltı Tanrısı. Kötülükler yaptığı söylenir.

83. Tüşülü Han: Kötülük Tanrısı. İnsanları kötülük yapmaya iter.

84. Ubahalah Hanım: Hastalık Tanrıçası. İnsanlarda ve hayvanlarda hastalıklara neden olur.

85. Urbalcın Han: Kavga Tanrısı. Yeraltındaki bazı kötü ruhların  önderidir.

86. Uslo Han: Doğa Tanrısı. Dağları ve doğadaki canlıları korur.

87. Uya Han: Kötülük Tanrısı. Çorak Uya adıyla anılır.

88. Oygen Hanım: iffet Tanrıçası. Namuslu insanları özellikle iffetli kadınları korur.

89. Yabır Han: İyilik Tanrısı. İyiliğin onun özü olduğu söylenir.

90. Yapkara Han: Hizmet Tanrısı. ülgen’in yardımcısıdır ve onun emirlerini yerine getirir.

91. Yatman Han: Rüzgar Tanrısı. Rüzgarları estiren koruyucu ruhtur.

92. Yezim Han: Soğuk Tanrısı. Yeryüzüne soğuk getirir

Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.


AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-3

Nisan 9, 2023

 BERGAMA’DA BİR AŞK ÖYKÜSÜ

Olimpos Tanrılar Ülkesi’nde oturan Baştanrı Zeus’un bir süredir canı iyiden iyiye sıkılmaya başladı. Bu arada dünyadaki ölümlüler de tanrıları unutmuşa benziyorlardı. Zeus, oğlu haberci tanrı Hermes’i çağırdı yanına: “Oğlum; şu dünyaya bir şeyler oluyor gene… Biliyor musun, bu inatçı dünyalılar bizleri unutmuşa benziyor… Bizim için kurban filan da kesmez oldular. Hele bir gidip görelim onları…” dedi.

Hemen sırtlarına yırtık pırtık giysiler geçirip Ege kıyılarında bir sahile indiler. Yürüye yürüye, Bergama ovasına geldiler. Bir ara Zeus; “Hermes oğlum, iyi ki şu dünya elimizin altında! Buralar bizim Olimpos’tan da güzel değil mi?” diye söze başladı. “Bak buraları görünce yukarıdaki tanrıların tanrıçaların dırdırlarını, hiç doymayan tutkularını da unutuverdim. Zaten Prometeus da, Hefaystos da; insanları çamurdan şekillendirirken onlara her türlü yeteneği bağışlamışlar… Sırf onların biz tanrılardan hiçbir şey beklememeleri için!.. Bu duruma gerçi ilk başlarda çok öfkelenmiştim. Hatta bu yüzden Prometeus’a neler çektirdim, neler!.. Ama şimdi anlıyorum; doğrusu iyi etmişler…”

Hermes’in kolundan tutup; “Hele gel de şu insanlarla biraz sohbet edelim!..” dedi. “Çok iyi olur,” diye onayladı haberci tanrı Hermes. “Zaten çok da acıktım! Sofralarında yer içer, biraz da laflarız…”

Hermes hep büyük kapılı, kocaman kilitli zengin evlerinin kapısını çalmaya başladı. Ne var ki kapılar ya hiç açılmıyor ya da açılır açılmaz yüzlerine kapanıyordu hemen! “Biz açız, yolcuyuz, yabancıyız!” deseler de değişen bir şey olmuyordu… Bunun üzerine kızmaya başlayan Zeus da önüne çıkan her kapıyı çalmaya başladı. Kapıyı açanlar, onların yoksul kişiler olduğunu görünce aniden kapıyı yüzlerine kapatıveriyorlardı!.. “Bunda bir yanlışlık var!” diye söylenmeye başladı Zeus. Artık Zeus’la Hermes, rastgele Bergama tepesine doğru tırmanmaya başladılar.

Tanrı Hermes küçücük, duvarları kiremitleri dökülen bir ev gördü tepeye yakın. Hemen kapısını çaldı. Baukis adlı yaşlı bir kadın açtı kapıyı… Yorgun ve yoksul yabancıları görünce, ardına dönüp; “Bak konuklarımız var!” diye ünledi kocası Filemon’a sevinerekten. Bir yandan da yarısı kırık kapıyı ardına kadar açarak içeri buyur etti konukları. Tanrılar eğilerek, dar kapıdan birer birer içeri girdiler. Filemon da küçücük odadaki bir sedirin üstüne, yan yana oturttu konukları… Yaşlı karı-koca, evin darlığı yüzünden özür dilediler… Bir yandan da; “Kendi eviniz gibi rahat oturun,” diyorlardı sık sık…

Yaşlı kadın Baukis, ocaktaki ateşi tutuştururken, yaşlı Filemon da bahçesinden kopardığı domates, biber gibi sebzelerle girdi odaya. Sonra tekrar dışarı çıkıp evin küçük bahçesindeki kümeslerinden bir tavuk yakaladı… Yaşlılar bir taraftan yemek hazırlarken bir taraftan da şuradan buradan laflıyorlardı. Çok geçmeden yemekler hazır  olmuştu… Baukis, ellerini yıkamaları için leğen ve su tuttu konuk tanrılara. Arada da yaşlılıkları yüzünden onları yeterince iyi ağırlayamadıklarını söyleyip sık sık özürler diledi. Sonra Baukis’le Filemon, böyle olası konuklar için bir köşede sakladıkları eski şarap testisini koydular bir bacağı sakat masanın üstüne. Sonra da bu testideki şarabın öyküsünü anlatmaya başladılar… Onu gençliklerinin sonuna doğru kurduklarını ve bir gün aniden kapılarını çalacak yol yorgunu konuklar için saklayageldiklerini söylediler… Ve bu şarabın üzümlerini de, bütün savaşlar gibi nedenine hiç akıl erdiremedikleri bir savaşta ölen tek oğullarının topladığını eklediler sözlerine… Konuklara ayıp olmasın diye gözyaşlarını zorlukla saklamaya çalıştılar. Böyle böyle, acı-tatlı epeyce lafladıktan sonra tanrılar izin istediler… Ama yaşlı kadınla kocası, konuklarını bırakmak istemediler; ille de yatıya kalmaları için binbir ricada bulundular… Ama onlar istemeyince de, hep birlikte dar kapıdan birer birer sokağa çıktılar…

Bu yoksul evin ta aşağılarındaki ovada, önce kapıları açılıp sonra tanrıların yüzlerine kapanan evler yayılıp gidiyordu… Konuk tanrılar, yaşlı karı-kocaya tepeyi biraz daha tırmanacaklarını söyleyip birlikte yürümeyi önerdiler… Aradan birkaç dakika geçmemişti ki yaşlı Filemon’la Baukis, aşağılarda yayılıp giden bütün ovanın sular altında kaldığını gördüler dehşetle! Az ötedeki kendi yoksul kulübelerinin yerinde de bembeyaz mermerlerle kaplı görkemli bir tapınak yükseliyordu… İşte o anda konuklarının tanrı olduğunu duyumsadılar hemen. Tam bir şeyler söylemek istedikleri sırada Baştanrı Zeus girdi araya. Yaşlılara unutulmaz konukseverlikleri için teşekkür etti. Artık onlara konuk olduktan sonra, dünyayı daha iyi anladığını da ekledi sözlerine…

Baştanrı Zeus biraz sustuktan sonra; “Bizden bir şey dileyin,” dedi gülümseyerek. Yaşlı karı-koca el ele tutuştular hemen ve hiçbir şey istemediklerini; yalnızca yoksul kulübelerini onurlandırdıkları için çok mutlu olduklarını söylediler. Baştanrı Zeus ille de bir dilekte bulunmaları için üsteleyince, karı-koca baş başa verip bir şeyler fısıldaştılar aralarında. Ondan sonra Filemon; “Peki öyleyse,” diye söze başladı. “Biz bugüne dek hep baş başa, çok mutlu yaşadık. Bu mutluluğumuzu tanrı ya da kul demeden herkesle paylaştık. Bu yaştan sonra da bizi ayırma. Birimiz önce, öteki sonra ölmesin… Birbirimizi mezarlıkta görmeye gidecek gücümüz yok… Biz ikimiz bir arada, aynı anda ölmek istiyoruz…”

Baştanrı Zeus’un buyruğuyla yaşlı karı-koca Filemon’la Baukis, Frigya ovasındaki Bergama kentinin tepesinde hâlâ ayakta duran tapınağın bekçileri oldular. Daha uzun yıllar, aynı tapınağın bembeyaz mermerleri üstüne oturup tanrı Helyos’un atlarıyla her gün gökyüzünde koşturduğu güneşi hep baş başa izlediler… Birbirleriyle hep aşk dolu sözlerle fısıldaştılar…

Ne var ki bir gün gene tapınağın avlusunda omuz omuza vermiş otururlarken ve o ana dek birbirlerine hiç söyleyemediklerini söylemeye çalışırlarken, aniden bir uyuşukluk geldi ikisinin de bedenine… Hemen ayağa kalkmak istedilerse de kalkamadılar…

Bedenlerinin dallanıp yapraklandığını, ayaklarının toprakta kök salmaya başladığını gördüler… Bu hallerine bakarak birbirlerine daha candan bakıp gülümsediler… Sonra birisi meşe, diğeri ıhlamur ağacı olarak karşılıklı kenetlenip birbirlerine iyice sarıldılar… Kabuklar her ikisinin de dudaklarını örterken, birbirlerine son kez bir şeyler fısıldadılar…

Binyıllar boyunca, Bergama’daki tapınağın yanından rastgele geçen bütün yalnız gezerler ve de sevgililer; birbirine kenetli o iki ağacın sevgi dolu sözlerle karşılıklı bir şeyler fısıldaştıklarını kulaklarıyla hep duyageldiler…

Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan


Hitler ABD’ye Savaş İlan Ediyor 1941, Almanya

Nisan 9, 2023

1941 Aralık ayının ilk haftasıydı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerikalıların belki de ülkelerine en sadık haftasıydı. Birçok Amerikalı Pearl Harbor olayına orduya yazılarak yanıt vermişti. Sonra da Japonya’ya savaş ilan edildi. Ancak Almanya ile ilgili bir karar çıkmadı. İşte bu yüzden Alman Führeri Adolf Hitler bazı yanlış kararlar aldı.

Ne oldu da Almanya Amerikalıları karşısına aldı? Almanya hızla Avrupa’da ilerlemiş ve Önce Polonya, sonra Norveç, Danimarka, Fransa, Yunanistan, Balkan ülkeleri derken, Batı Rusya da ele geçmek üzereydi. Bu noktada iki pürüz çıktı. Biri başarısız İngiltere saldırısı, öteki de Almanların Kuzey Afrika’daki küçük gücü Rommel’in İskenderiye’den gelen İngiliz kuvvetleri tarafından sıkıştırılmasıydı.

Rusya’daki saldırı ilerliyordu. Sovyetlerin kalbi olan Ukrayna düşmüştü. Leningrad kuşatılmış ve insanlar açlıktan ölmek üzereydi, Alman ordusu Kremlin’e yaklaşıyordu. Ancak Moskova yolundaki ordu Hitler’in emriyle kuzey Ukrayna’ya çağrıldı ve oradaki Rus ordusunun etrafı çevrildi. Sonuçta askeri tarihin en büyük toplu katliamlarından biriyle Sovyetler Birliği 700 bin asker kaybetti. Ardından Moskova’nın da düşüşüyle direniş kırılacak ve Stalin kaybedecekti.

Bunun hevesiyle Almanlar o son saldırıya geçti. Ancak Rusya’da son elli yılın en soğuk kışı başlamıştı. Alman ordusunun bu şartlar için donanımı yetersizdi. 5 Aralık’a gelindiğinde Almanlar Mançurya ve Sibirya sınırındaki Rus güçlerinin 10 bin km. uzakta olduğunu düşünüyordu. Ama güçlü ve iyi eğitimli Sibirya ordusu Moskova’yı kurtarmak üzere gelmişti.

Japon uçaklarının Pearl Harbor’u bombaladığı gün Sibirya ordusunun birlikleri de Moskova’da Almanları durduruyordu.

Şimdi İkinci Dünya Savaşı’nın kaderini değiştiren başarısız planlara bir bakalım. Savaştan önce Almanya ve Japonya görüşme yapmıştı ve Japonya Pasifik’teki Fransız-İngiliz birliğine karşı bir müttefik arıyordu. Hitler de Japonları yanında savaşa sokup Rusya’ya Sibirya’dan saldırtmak istiyordu. Japon ordusundan da bu fikre sıcak bakanlar vardı. Ancak Stalin bu planları öğrenmişti. O yüzden Almanlar saldırır saldırmaz Sibirya birliklerini harekete geçirmişti.

Rusya’ya karşı saldırı başlatılır başlatılmaz Alman Dışişleri Bakanı Japonlara Sibirya’nın alınmak için onları beklediğini bildirdi ama Japon tarafında sessizlikle karşılandı. Japonlar Pearl Harbor planıyla meşguldü. Hemen hemen tüm Alman Genelkurmayı, Japonya’nın ABD ve İngiltere’ye saldırdığını duyunca şaşırdılar. En azından İngiltere’ye saldırmaları ilginç bir haberdi. Bu, İngiltere’nin kaynaklarını bir savaş için daha parçalayacağı anlamına geliyordu.

ABD’ye gelince, Alman subayları nefeslerini tuttu.

ABD hala olaylardan uzak kalma duygusu içindeydi ve savaşın dışındaydı. Amerikalılar İngiltere’ye ve Sovyetler’e yapılan anlaşmalar çerçevesinde bazı desteklerde bulunuyordu. Bir ay önce Amerikan birlikleri İzlanda’ya çıkmış, Almanlar ve Amerikalılar karşılaşmış ancak ABD hala işin içine pek girmemişti.

Hitler’in danışmanlarının Japon saldırısına tepkisi farklı farklıydı. Japonların Rusya’ya saldırmamasından duyulan bir rahatsızlık vardı. (Aslında sonraki on yılda Japonlar Ruslarla diplomatik ilişkileri geliştirmişti.) Almanlar Pearl Harbor saldırısını Amerikalıların Almanya’ya da savaş açmak için bahane olarak kullanmasından korkuyorlardı.

Ardından 11 Aralık’ta Hitler ABD’ye savaş ilan etti.

Bu sefer Hitler’in danışmanları şaşkınlık içindeydi. Neden ABD’ye savaş ilan etmişlerdi ki? Rusların işinin hala bitmemiş olduğu ortadaydı, İngiltere’nin hala bir çobana ihtiyacı vardı ve Japonların da güvenilmez bir müttefik olduğu belli olmuştu. Japonlar Rusya’ya saldırmayı reddediyorlardı. Bu da Sibirya ordusunu serbest bırakmak demekti.

Anlaşmaları bir zamanlar yırtıp atan Hitler, Almanya ve Japonya arasında bir dostluk anlaşması olduğunu ve Almanya’nın Japonya’yı ABD’ye karşı desteklediğini açıkladı. Japonların San Francisco’da yapılacak bir anlaşmayla istediklerini yaptıracakları kehanetinde de bulundu.

Hitler’e Amerikalıların Birinci Dünya Savaşı’ndaki rolü, özellikle Fransızlara ve İngilizlere yaptıkları sınırsız yardım hatırlatıldı. Ayrıca Almanya’nın ABD’ye saldıracak yeterli donanımı yoktu. ABD yıllardır oturup güçlü bir donanma yarattıysa onunla başa çıkmak zor olacaktı.

Danışmanları Amerikan propagandasının etkisinde kalınca Hitler öfkeyle karşı çıktı. Japonlar ABD’nin zayıf yönünün farkına varmış ve bunu kullanıyordu. ABD de Museviler yüzünden “bozulmuş”tu. Artık Amerikan halkını yola getirmenin zamanı gelmişti.

Ancak Hitler’e Moskova’daki durumun kötüye gittiği anlatıldı. Hitler bunun geçici bir durum olduğunu söyledi ve orduyu geri çekip baharda daha güçlü bir şekilde saldırma fikriyle dalga geçti.

Sert, kesin ve tartışmasız bir şekilde Sibirya ordusuna karşı savaşılmasını emretti.

Sonraki bahar Almanya gerçekten de yeni birliklerle saldırdı ancak 1941’deki ordu kadar güçlü eğildi. Wehrmacht kışın bir milyondan fazla kayıp vermişti. Leningrad’ı kuşatıp Moskova’yı alacak güçleri kalmamıştı. Ukrayna’nın kontrolü de elde tutulamıyordu. Bu arada Kuzey Afrika’da da Alman askerleri vardı.

Rusya’da savaşa devam edip ABD’ye savaş ilan etmek o zaman için iyi bir fikir gibi görünmüş olabilir, ancak bir fiyaskoyla sonuçlanmıştı.

Alıntıdır.


19.YÜZYILDA POLİTİK SİYONİZMİN DOĞUŞ KOŞULLARI

Nisan 9, 2023

 I. “Özgürleşme”: Politikaya Açılış

İlk bakışta, “özgürleşme” ve doğal sonucu olan asimilasyon hareketlerinin, İsrail Ülkesi ile Yahudiler arasındaki bağı kopartan, Yahudi halkının birliğini bozan, onu Siyonizmden uzaklaştıran bir işlev görmüş olduğu düşünülebilir. Ama, Siyon’a bağlılığı ve geri dönüş arzusunu politik bir tasarının içine yerleştirerek, Siyonizmi -ileride- mümkün kılacak olan da bu iki gelişmedir.

1).”Özgürleşme” – 

Fransız Devrimi ile birlikte Yahudiler’in durumu radikal olarak değişir; politik alana kabul edilirler ama böylelikle birlikteliklerini de yitirirler. “Yurttaş” olan çok sayıda Yahudi, öncelikle yeni yurtlarına entegre olmayı düşünerek “Yahudi halkı” fikrini ve kendilerine ‘kahrolası’ getto dönemini hatırlatan Siyon göndermesini reddetmiş, sıklıkla uğursuzluk getirdiğine inandıkları geleneksel Yahudilikten kurtulmayı amaçlamışlardır.

“Özgürleşen” Yahudiler tüm haklara sahip yurttaşlar olmuşlar, yüzyıllardır süren zulümden sonra modern dünya, politik ve sivil eşitliğe bağlı özgürlüğün sunduğu tüm nimetlerle, önlerine açılmıştır. Oysa Yahudilik, bu yeni meydan okumalarla, Aydınlanma’nın rasyonalizmi ve laikliğiyle karşılaşmaya hazırlıklı değildi. Öte yandan “özgürleşme” yalnızca bireysel düzeyde elde edilebilirdi. Böylelikle Yahudi topluluğu kanuni anlamda varlığını yitirecekti. Yahudiler artık ayrı gruplar oluşturamazlardı, Avrupa’lı uluslara entegre olmalı ve kültürel kimliklerini feda etmeliydiler. Bu amaç, Kurucu Meclis’te Clermont Tonnerre tarafından açıkça ilan edilmişti: “Yahudiler ulus olarak kabul edilmemeli, haklar onlara birey oldukları takdirde verilmelidir. Devlet içinde ne politik bir topluluk ne de sınıf oluşturmalılar. Tek tek yurttaşlar haline gelmelidirler.” Yahudiler çoğu kez (Örneğin Napoleon Büyük Sanedrin’i topladığında) bu entegrasyon yoluna girmeye özendirilmişlerdir. Batı Avrupa’da eskiden aşağılanan Yahudiler “özgürleşme”yi coşkuyla karşılayıp tamamen kabul etmişler, asimile olmuşlar, kusursuz yurtseverler haline gelerek ulusal ve geleneksel Yahudiliği terklerini haklı çıkarmaya çalışmışlardır.

2).Asimilasyon – 

Yahudilerin “özgürleşme”yi Cermen ülkelerinde haketmek Fransa’da “ona layık. olduklarını göstermek” amacıyla giriştikleri, Yahudiliğin kendine has özelliklerini silme Batı yaşam tarzını benimseme, dinlerini reforme ederek yeni hemşehrileri için kabul edilebilir şekle sokma çabasıdır.

Asimilasyonun, dilbilimsel asimilasyon (Yidişçe gibi Yahudi dillerinin Almanca ve Fransızca uğruna bırakılması gibi), kültürel asimilasyon ve toplumsal entegrasyondan, din değiştirme ya da Yahudi kimliğinin bırakılmasına dek uzanan pek çok çeşidi olmuştu. Yahudi kimliğinin tümden yitirilmesi ancak birkaç kuşak sonra mümkün olabilmişti.. Kökten asimilasyona ise pek seyrek rastlanmış, hatta yalnızca çok uzaktan ataları Yahudi olan kimi kişilerin Yahudiliğe geri döndüklerine de tanık olunmuştur. Yine de tüm bu gelişmeler bir kimlik sorununu ortaya çıkartmış o güne dek Halakha gelenekleriyle yanıtlanabilen “Yahudi kimdir?” sorusu “özgürleşme” ile yeniden belirmiş, ve dinsel anlamında Yahudilik (Judaisme) ile kimliği belirleyen Yahudilik (Judeite) arasında bir fark doğmuştu.

Tüm bu yaklaşımlar temellerini asimilasyon ideolojileri dediğimiz (örneğin Alman Reformu, ‘Yahudiliğin misyonu’ kuramı ya da Mason-Yahudilik) ideolojilerden almaktaydılar. Bu ideolojiler Yahudi halkının artık varolmadığını, Yahudilerin yalnızca bir dinsel akımın mensubu olduklarını ve ikamet ettikleri yurtlarına tamamen sadık kalmaları gerektiğini kanıtlamaya çabalıyorlardı. Yahudilerin “özgürleştikleri” için minnettarlıklarını göstermeleri ve İsrail Ülkesine dönüş fikrini reddetmeleri gerekmektedir. Mesih inancının laikleşmesi yani Yahudilerin çeşitli ülkelere dağılmalarının Tanrı’nın arzusu olduğu, bunun onlara tektanrı gerçeğini ve Museviliğin ahlaki ve toplumsal gerçeklerini dünyaya yayma görevini yüklediği düşünceside aynı ideolojilerden kaynaklanmaktaydı. Tüm bunların sonucunda “Benim Kudüs’üm Berlin (ya da Paris) tir” şiarları duyulmaya başlanacaktı. Tüm bu eğilimlerin geleneksel Yahudiliğin kökten bir reformunu arzuladıkları açıktır: “İsrail Ülkesi ile ruhani bağ kopmuştur Yahudilerin yalnızca tek bir yurtları olmalıdır, Yahudi ‘halkı’ artık varolmamalıdır, ve Yahudilik de diğerleri gibi bir dindir.” Verilen ana mesaj bundan ibaretti.

3).Asimilasyonun Önüne Çıkan Engeller –

Oysa “özgürleşme” tüm bunlarla eşzamanlı olarak elde edilebilmiş değildi. Daha çok 19. yüzyıl boyunca süren uzun politik uğraşların sonucu olacaktı. Fransa’da Yahudilerin topyekün “özgürleşme”si -özerklikleri garanti altına alınmadan- 1791’de bahşedilmişti. Almanya’da ise “özgürleşme” Yahudilerin çoğunun yürüttüğü ve liberallerin desteklediği uzun politik savaşımların meyvesi olmuştu. Ama Yahudilerin büyük çoğunluğu Doğu Avrupa’da yaşamaktaydı. Onlar içinse 19. yüzyılda “özgürleşme” -bir devrim dalgası mevcut siyasi ve toplumsal düzeni yıkmadıkça-gerçekleşemeyecek bir düşten ibaretti.

Rus İmparatorluğundaki asimilasyon taraftarları, Yahudileri yerli halkın içinde asimile olmaya ve geleneksel Yahudiliği bırakmaya teşvik etmişlerdi. Ama içiçe geçmiş uluslarla dolu bir ülkede Yahudiler hangi halkın içinde asimile olmalıydılar? Bu geleneksel toplumlarda dip ögesi etkisini korumakta ve ulusal aidiyeti belirlemekteydi. Yahudilerden talep edilen asimilasyon, içsel ve dışsal nedenlerle gerçekleştirilmesi mümkün olmayan “din değiştirme”den geçiyordu. Aydınlanma hareketi Haskala, Yahudiliğin modernizasyonuna ve rasyonalist akımlara açılım sağlamaya girişmiş ama çok geçmeden Mendelssohn’un Alman izleyicilerinkinden çok farklı bir yönelim kazanmıştı. İlk mask ilimler, halkı Ortodoks Yahudilikten vazgeçirmek için ona kendi dilinde hitap etmişler, böylece farkında olmadan modern Yidiş edebiyatının ilk soylu örneklerini de kazandırmışlardı. 1881 pogrom dalgası çabalarını boşa çıkartarak umutlarını sona erdirmiş, onları başka yollar aramaya yöneltmişti. Ayrıca İbrani dilinin yenileşmesine katkıda bulunan ve dinsel alan dışında kullanımını özendiren de onlar olmuştur.

Doğu Avrupa Yahudiliği yapısı, örgütlenmesi ve kendine özgü kültürüyle, ulusal bir karaktere sahipti. 19. yüzyıl boyunca Avrupa’yı kateden milliyetçilik hareketleri Yahudileri de saracak, “Yahudi” sorununu “ulusal” bir sorun olarak görmelerini sağlayacak, “Ulus-Devlet” ideolojisine benzer çözümler; yani, Yahudiler için bir devlet kurulması fikri, dile getirilmeye başlanacaktır. Bu ulusal tasarının keşfi sırasında, ekonomik ve politik olarak tehdit altındaki Doğu Avrupa Yahudileri, Batı’nın; asimile olmuş (hatta dışlanmış), antisemitizmin yükselişine, asimilasyon ideolojilerinin iflasına ve kimlik bunalımına tanık olan ve bir ulusal plan hazırlığı çerçevesinde, Yahudi halkının daha önce inkar ettikleri varlığını yeniden keşfeden”Yahudileriyle karşılaşacaklardı.

Politik Siyonizmin ideolojik altyapısını “özgürleşmiş” Yahudiler hazırlarken, Doğu Avrupa’lı Yahudiler ulusal harekete tapareasma bağlanacak, en güvenilir ve kalabalık safları oluşturacaklardı.

Bu iki hareketin tarihsel ve coğrafi buluşma noktasını, Basel Kongresi oluşturur. Baskı ve sürgün dolu yüzyıllar boyunca politikadan dışlanan, modern dünyayla, “özgürleşme” -ve onu izleyen asimilasyon- eğilimleriyle karşı karşıya kalmakla birlikte, ne diğer uluslararasında eriyebilmiş, ne de zaten bunu arzulamış olan Yahudi halkı 20. yüzyıla, gerçekleşmesi Şoa’nın ötesinde, savaşlar kavgalar ve bölünmelerle mümkün olabilecek ve tüm çağdaş tarihini kapsayacak bir ulusal tasarıyla giriyordu.

Yahudilerin Moderniteye Girişleri

Geleneksel Yahudilikten uzaklaşan Yahudiler, “özgürleşme”lerini ve modern dünyaya girişlerini takiben, büyük toplumsal, kültürel ve politik hareketlere katılmışlar ve bunlarda çoğunlukla başı çekmişlerdir. 19. yüzyılın büyük ideolojilerinin kesişme noktasında bulunan Siyonizm, Yahudilerin moderniteye girişlerinden yararlanacaktı.

Yahudi Yaşamının Dönüşümü: 19. Yüzyıldaki Ekonomik ve Toplumsal Dönüşümlerin Etkisi 

 A) Entellektüeller ve Ortodoksluk – Entellektüeller, yeni ufuklara yönelmelerini ve -gettoya fazlasıyla bağlı olduğunu düşündükleri- ortodoks engelleri aşmalarını sağlayacak her fırsattan yararlanacaklardı. İbadet ve görenekte reformu arzuluyorlar, Lessing’in ve filozofların arkadaşı, Aufklarung öncüsü olan ve akıl adına, Yahudiliğin vahyedilmiş bir dogma olmadığını, entellektüel spekülasyona izin verdiğini kanıtlamaya çalışan Moses Mendelssohn’un düşünsel çizgisini izlediklerini düşünüyorlardı. (Bu öğretinin mensupları, ustalarının, Museviliği ‘vahyedilmiş bir yasa’ olarak tanımlayıp, eylemle inancın uygunluğunu -yani mitzvot’lara saygıyı- gerektirdiğini söylediğini tamamen gözardı etmekteydiler.) Kafalarında Yahudiliği yenileme düşüncesi olmaksızın felsefi spekülasyonlara yönelenler, çıkış noktası olarak; Yahudi kimliği ile beslenmiş olmasına karşın cemaat ve hahamlar tarafından harem ilan edilmiş (topluluktan atılmış ç.n) olan Amsterdam’lı filozof Spinoza’yı almaktaydılar. Spinoza, onlara Yahudi kimliğini yadsımadan da entellektüel özgürlük için mücadele edilebileceğini ve dinsel baskıların, modası geçmiş geleneklerin reddedilebileceğini göstermiştir.

Değişme kalıplara sıkışıp kalmış olan ortodoks Yahudilik, modern dünyanın meydan okumalarına karşı koymaya, yeni durum ve eğilimlere tanık olan çok sayıda Yahudinin sorularına özgün yanıtlar vermeye ideolojik olarak hızırlıklı değildi. Bunun için, neo-ortodoksluğu ve dinsel Siyonizmin kuramcılarını beklemek gerekecektir. Bu sırada geleneksel Yahudilik, Yahudilerin yaşamında meydana gelen değişimlerin kendisini de ilgilendirdiğini keşfedecektir. İşte bu nedenle, yeni tehditleri de doğurmasına karşın Mesih döneminin başlangıcına benzer bir kurtuluşu temsil eden olaya yeni bir açıklama getirmeye, Yahudilerin toplum ve devletle ilişkilerini yeniden tanımlamaya girişecektir. Naftali Herz Weisel ya da İtzhak Erter gibi kimi düşünürler, topluluğun birlikteliğini korumaya, modern bir Yahudi eğitimi ve İbrani kültürü geliştirerek asimilasyonu engellemeye çalışacaklardı.

Yahudi Yaşamının Dönüşümü – 19. yüzyıl, tümü de Yahudilerin yaşamını etkilemiş derin altüst oluşların gerçekleştiği bir dönemdir.

a)  Avrupa ve Kuzey Amerika’da ölüm oranının gerilemesine ve yüksek doğum oranına bağlı olarak ortaya çıkan demografik devrim, özellikle Orta ve Doğu Avrupa Yahudilerine yarar sağlamış, din değiştirmelere, karma evliliklere ve dinsel ilgisizliğe ‘ bağlı kayıpları örtmüştü. Ekonomik kısıtlamalar ve politik baskılardan kaynaklanan bu demografik büyüme, çok geçmeden ştetl’in Rus İmparatorluğundaki “ikamet bölgesi” (zone de residence) gibi yoğun Yahudi yerleşim merkezlerinin sefaletini ve yüklü nüfusunu açığa çıkaracak; yerli uluslara oranla daha yüksek nüfus artış hızına sahip Yahudiler için giderek daha keskin bir hale gelen yer sorunu belirecek, bu sorun Batı’ya -özellikle de ABD’ye- doğru kendiliğinden bir göç dalgası yaratacak, geçim olanaklarından yoksun bu insanların yola çıkışını, karşılanmasını ve topraklara yerleştirilmesini örgütlemek üzere çok sayıda tasarımı doğuracaktı.

b). Buna koşut olarak, özellikle Doğu ve Orta Avrupa Yahudi nüfusunun hızla kentleşmesine tanık olunuyordu: Alsace ve Almanya’daki kırsal nüfus azalıp, ülkelerin giderek daha önemli bir Yahudi nüfusu Paris, Berlin ve Londra gibi büyük kentlerde yoğunlaşıyordu. Bu coğrafi hareketlilik, Yahudi yaşamında geleneksel kadrolarla bir kopukluk da yaratacaktır. Büyük kent, yeni fikirlerin, ortodoks otoritelerce reddedilen kimi eğilimlerin serpildiği yerdi. (Doğu’nun geleneksel çevreleri uzun süre, Yahudi seminerinin Metz’den Paris’e taşınmasına muhalefet edeceklerdi.) Çok sayıda Yahudi bu ‘köksüzleşme’yi, moderniteye açılım olarak yaşıyorlardı. Doğu Avrupa’lı göçmenler ancak yüzyılın sonunda Paris ya da ABD’de ayrı ortodoks topluluklar oluşturabileceklerdi. Ama bu örnekle bile kötü yaşam koşulları, sosyalist fikirlerin yayılmasına yol açacaktır.

c). Yavaş yavaş doğuya yayılan I. Sanayi Devrimi, ekonomik büyüme, teknik ve maddi gelişme ve 19.yüzyıl sonundaki buluşlar, bilime inancı ve insan etkinliğinin tüm alanlarında sınırsız ilerleme fikrini doğurmuştu. Her şey mümkün gözükmekte, bunun yansımaları ütopyalarda, bilim-kurgu ve kehanet romanlarında hissedilmekteydi. Örneğin Herzl, Altneuland (Eski-Yeni Ülke) adlı romanında, 1920’lerdeki Siyonist Filistin’i kurgulayarak, Ölü Deniz’i Akdeniz’e bağlayan bir kanalın inşaası türünden teknik başarılara vurgu yapmıştı. Bu sırada Yahudiler en yenilikçi sektörlerde ekonomik büyümeye katkıda bulunuyorlardı. Batı Avrupa sanayiinde pek az Yahudi işçiye rastlanıyorsa da, Doğu Avrupa’da önemli bir Yahudi proletaryasının gelişmekte olduğu hissedilmekteydi.

d). Kapitalizmin ve özgür girişimciliğin gelişimi, artık doğum ya da toprak mülkiyeti değil, para üzerine kurulu yeni toplumsal hiyerarşiler yaratmaktaydı. Daha açık olan toplum, yükselmeyi teşvik ediyor, ve Yahudilere entegrasyon olanağı sunuyordu. “Banker” ile özdeşleştirilen Yahudiler, soyluluk ve ruhban gibi eski egemen sınıfların ve teknik evrim nedeniyle çöken zanaatkarlık gibi toplumsal kategorilerin gözünde, “zararlı” modern dünyanın simgesiydi. Yahudi sermayedarlar, devlet tahvil yatırımlarının, hisse senetleriyle oluşturulan anonim şirketlerin yeni gereksinimlerine, iş ve mevduat bankalarına, sermaye bileşimlerine ve çapraz katılımlara uyum sağlamayı bilmişlerdi. Ekonomik gelişme, “yoksulluğun sonu ve herkes için refah” fikrinin yükselişini de sağlamıştı. Saint-Simonculuk, toplumsal ilerlemeye ve girişimcilerle teknisyenlere bahşedilen misyona güvenin bir yansımasıydı. Yahudiler için Filistin’in değerlendirilmesi ve çölün dönüştürülmesi fikri, insanlığın ekonomik ve toplumsal gelişimine tekabül etmekteydi.

e). Bilimsel bilginin hızlı gelişimi, pozitivizme ve bilimlere duyulan mutlak inancı doğurmuştu. Vahyedilmiş dinler; cehalete bağlı, modası geçmiş ve bilimin yakında yokedeceği fenomenler, boş inançlar olarak algılanmaktaydı. Dinlerin kendisi, bilimsel bilginin konusu haline gelmişti. İşte bu ortamda, Yahudi üzerine çalışmalarda bilimsel yöntemleri kullanan Wissenschaft des Judentums (Yahudilik Bilimi) hareketi doğacaktı.

Büyük Ideolojik Akımların Etkisi – Rasyonalizmle ve 1789 ilkeleriyle birlikte, dinsel olanın bireysel alana hapsedildiği çoğulcu bir toplum oluşmaya başlamıştı. Bu tür bir laikleşme Yahudilere haklarda eşitliği, Yahudiliği salt bir din olarak algıladıkları takdirde sağlıyordu. Bir politik tasarım olarak Siyonizm, bu laikleşme ve geleneksel Yahudiliğin aşılması sürecinden doğacak, ulusal bir hareket olarak; bireysel asimilasyonla bağları koparacak, Yahudiliğin bireysel alana hapsine karşı çıkarak, onu kültürel ve kollektif bir boyutta kabul edecekti.

İnsanı bireysel ve kollektif boyutuna sıkıştırmaya çalışan 19. yüzyıl felsefi ve kültürel akımları da Yahudi dünyasını ve doğmakta olan siyonizmi etkileyeceklerdir.

Saint-Alliance döneminin Katolik tepkisine bağlı olan romantizm, Almanya’da yalnızca din değiştirme salgınına yol açmamış, -Yahudi ulusal hareketinin kökenlerinde de yeralan- “kahraman kültü ve mit yaratımı “nın ve ulusal geçmişin yeniden keşfini teşvik etmiştir. Makabelerin rolü, Masada sembolü ve Hanuka’nın ifadesi böylece yeniden deşilecekti. Yahudi ahlakını ve tektanrıcılığını kullanan, rasyonalizimin meyvesi olan ve geleneksel Yahudiliğe göre mesafeli bir konumda bulunan Siyonizm, Aguda İsrail’e ve aşırı dincilere din-dışı bir akım gibi geliyordu. Onlar Herzl’in Yahudi devletini, diğerleri gibi modern laik bir devlet olarak değerlendiriyorlardı. Bu sırada milliyetçiliğe, biyolojik vitalizme ve romantizme bağlı ırkçılık, çok sayıda Yahudiyi ortak bir kimlik arayışına itiyordu. Asimilasyonu reddedip sürgün fikrini olumsuzlayan Siyonizm, yokolmak istemeyen bir halkın enerjisinden doğacaktır.

B). 19. yüzyıl, Fransız Devrimi ve Hegeli ile birlikte, aynı zamanda siyaset felsefesinin ve klasik anayasa hukukunun yüzyılıdır. Bu yüzyıl, “Ulus­Devlet” ve halk egemenliği kavramları üzerine kurulu “Hukuk Devleti ilkelerini koymuş, halkın bağımsızlığını ve yaşamını güvence altına almıştır. Herzl, merkezi düşüncesi Hegel’in devlet felsefesinin yansıması olan bir hukukçuydu. Ancak II. Dünya Savaşı’nın ertesinde sonuca ulaşabilecek olan milliyetçilik hareketleri, başarı ve başarısızlıklarla dolu bir seyir ile 19. yüzyıl Avrupasında gelişeceklerdir. Modern ulusal Yahudi hareketi de işte bu “milliyet” ilkesi çerçevesinde -diğer ulusal hareketlerin başarısızlığı ve Yahudilerin bunlarda kendilerine yer bulma güçlükleriyle de olsa- değerlendirilebilir.

C). 19. yüzyıl aynı zamanda sömürgeci yayılmanın yüzyılıdır. Avrupalılar maddi, teknik ve askeri üstünlüklerinden yararlanarak dünyayı bölüşmüşler, dev imparatorluklar kurmuşlar, politik egemenliğin kolaylaştırdığı eşitsiz değişim sisteminde kendilerine temel maddeleri sağlamış, sanayii artıklarını eritmişlerdir. Siyonist düşünürler başlangıçta, Yahudi halkının nüfuslandırıp değerlendireceği hakir bir toprağa yerleşeceğini umuyorlardı. “Topraksız bir halk için halksız bir toprak” formülünün anlamı buydu. Ancak çok geçmeden, Yahudi devletinin yalnızca İsrail Ülkesi’nde kurulabileceği ve dünyada bakir bir toprak kalmadığı gerçeği ortaya çıkacaktı: Filistin, “işgalcilerinin” onu bıraktığı terk haline rağmen boş değildi. İlk Siyonistler Filistin’deki Yahudi olmayan toplulukların varlığını reddetmemekle birlikte, dinsel ve etnik çeşitliliğe ve yabancı bir güç olan Osmanlı İmparatorluğu’nun hakimiyetine vurgu yaparak, buradakilerin bir ‘halk’ oluşturmadıklarını ileri sürüyorlardı. Bu bağlamda, Araplar, terkedilmiş bir toprağı ‘gaspedenler’ olarak görüleceklerdi. Yani böylece, meşru sahiplerinin ülkelerine yeniden sahip olmaları, sürgündekilerin yurtlarına geri dönmeleri olarak algılanan Yahudi kolonizasyonu olumlanıyordu. Öte yandan, sömürgeci Avrupa düşüncesinde kolonizasyon, ‘yerli’lere maddi ve ahlaki ilerlemeyi aktaran ‘uygarlaştırıcı bir işlev görüyordu. Yani, Yahudi koloniciler Filistin’deki halklara Avrupa uygarlığının nimetlerini aktaracaklarını düşünmekteydiler. Yahudiler onların topraklarını adil bir fiyata satın alacaklar ve ülkeyi barışçı amaçlarla yeniden doğuracaklardı. Araplar da ekonomik gelişmeden ve mallarının artı-değerinden yararlanacak, böylelikle Yahudilerin ülkeyi ele geçirmelerini memnuniyetle karşılayacaklardı. İlk Siyonistlerin Arap sorununa yaklaşımlarındaki körlüğün nedenleri, bu sömürgeci mantığı tamamen sindirmiş olmalarında aranabilir. Ahad ha Arn’ın dikkat çekici ve erken gelişmiş bilinçliliğini de bu tavra uzak olmasıyla açıklayabiliriz.

Yine de, Avrupa-dışı bir ülkenin Yahudiler tarafından kolonizasyonunu öngören Siyonizm, gerçek anlamda bir sömürgecilik değildir: örneğin, Yahudilerin sömürgeleştireceği Filistin’in Yahudi metropolü neredeydi? Yani Siyonizm, açıkça ulusal bir hareketti ama Avrupa’nın sömürgeci yayılması sırasında geliştiği için sömürgeciliğin yöntemlerini ve kimi ideolojik olumlama mekanizmalarını kullanmaktaydı. Ama Siyonizm Avrupalı güçler tarafından etki alanlarını geliştirmek amacıyla (özellikle Büyük Britanya Balfour Bildirgesi’nden sonra, Filistin mandasını Milletler Cemiyeti nezdinde kabul ettirmek üzere) kullanılmıştır. Yine de, örneğin, mandanın başlangıcında İngiltere’nin bağlaşığı durumundaki Siyonist göçmenler, İngiliz sömürgecileri olarak değerlendirilemezler. Nitekim çok geçmeden İngiltere -Nazi baskısı acil bir Yahudi göçünü gerekli kılarken- Arap hoşnutsuzluğunu gidermek için, white papers (beyaz kağıtlar) denen belgelerle Filistin’e göçü sınırlandırmayı ve durdurmayı amaçlayacaklardı. Hatta İngiltere, Filistin’deki varlığını Arap ve Yahudi topluluklarının birbirlerine muhalefetleriyle açıklayacak ve aralarındaki gerginliği daha da körükleyecekti. Bu nedenle, Siyonistlerin İngilizlere karşı yürüttükleri ve sonu İsrail devletinin kurulup bağımsızlığa kavuşmasına varacak savaşın, ilk sömürgecilik-karşıtı hareketler arasında sayılabilir.

D).Antisemitizme Yanıt Olarak Siyonizm – 19. yüzyıl sonlarında sömürgecilik, beyaz ırkın hakimiyetini ‘sözde’ biyolojik üstünlüğüyle açıklayacak kimi ‘bilimsel kuramlar’ın gelişimine neden olmuştu. Neo-Darwinizme dayanan bu ırkçılık sayesinde, geleneksel Yahudi karşıtlığından, yani; üzerine ekonomik sistemlerin eklendiği aslen ekonomik yapılardan, Yahudileri Avrupalılar için zararlı, asimile edilmesi gereken aşağı bir ırk olarak sunan modern antisemitizme geçiş sağlanıyordu. Antisemitler Yahudileri karikatürize ederek onların fiziksel, psikolojik ve ahlaki özelliklerini belirginleştirrneye girişeceklerdir. Sterotipleştirilmiş imgeler zihinlere işlenecek, hatta saldırının nesneleri bunları kabul etmek durumunda kalacaklardı. Yahudiler -asimilasyon telaşı içinde- bu özellikleri reddetmeye ya da silmeye uğraşırlarken, Siyonistler, özsaygı arayışları çerçevesinde, bu farklılıklara sahip çıkacaklardı.

Modern antisemitizm, “özgürleşme”nin tüm kazanımlarını sorgulamaktaydı. Antisemitizmin geçmişin boş inançlarından kaynaklandığına ve bilimin, aklın ilerlemesiyle yıkılacağını inandırılmış çok sayıda Yahudi hareketin boyutunu şaşkınlıkla karşılıyor, takınılacak tavır konusunda tam bir kararsızlık yaşanıyordu: boyun eğerek saldırının geçmesini mi beklemeli, akılcı argümanlarla yanıt vermeye mi çalışmalı, Yahudi onurunu bireysel yollardan mı korumalı, Yahudi direniş grupları mı kurmalı, hümanist liberaller arasında müttefikler mi aramalı, yoksa toplu göçler gibi radikal çözümlere mi sapılmalıydı? Bu arada, modern antisemitizmin tehditleriyle karşı karşıya bulunanların en savaşçı ve bilinçlilerinden olan öğrenciler arasında, Yahudilerin gerek fizik gerek ulusal ve kültürel grup olarak varlığını korumaya yönelik politik çözüm arayışları başlayacaktı. Ama Batı Avrupalı Yahudiler, kendileri de antisemitizmin kurbanları olmalarına karşın, sömürülen halklara, hatta doğudaki Yahudilere karşı bir üstünlük duygusu beslemekteydiler.

‘Sosyalizm ve Yahudi Sorunu – 19. yüzyılda sosyalizm, işçi sınıfının sınırlarını aşan büyük politik ve ideolojik bir akım durumuna gelmiştir. Yahudilerle sosyalizm arasındaki bağlar pek çok ve karmaşıktır.

a) Antisemitler sosyalizmin bir ‘Yahudi oyunu’ olduğunu iddia ediyorlardı. Sosyalizmin entellektüel hazırlığına katkıda bulunmuş olan Yahudiler tüm ezilenlerle ve işçi sınıfıyla dayanışmalarını ifade etmek üzere, gettonun içsel ve dışsal kısıtlamalarını kırmaya, toplumsal çevreleriyle ilişkilerini kesmeye çalışmışlardır. Bunlar sosyalizmde, Yahudiliğin adalet idealini, çatışmaların çözümüne doğru evrilen tarih anlayışındaysa, mesih inancının laik bir biçimini görmekteydiler. Ayrıca, “özgürleşme”den sonra kendilerine yabancı gelen bir topluma entegre olmaya zorlanan Yahudiler, -mesafeli konumlarından yararlanarak- düzenin çelişkilerini göstermekten ve eleştirel bakış getirmekten geri kalmamışlardı. Çok sayıda Yahudi, sosyalist hareketleri ve partileri, salt sınıf çıkan ya da ideal uğruna değil, açık bir baskının hedefi oldukları ülkelerde politikaya girmenin tek yolu bu olduğundan da desteklemişlerdi.

b). Marx ve. Lassale’den başlayarak, Yahudi kimliğini reddetmiş, kimlik bunalımı yaşayan çok sayıda Yahudi asıllı sosyalistin Yahudi sorunu karşısındaki tavrı belirsiz olmuştur. Sosyalistler “özgürleşme” ideolojisini kabul edecekler ve Yahudileri burjuva toplumuna karşı bir savaş aracı olarak kullanacaklardı; Marx Yahudi Sorununda, Yahudilerin konumunun toplum yapısına bağlı olduğunu, önemli olanın, Yahudiliğin -yani kapitalizmin- ortadan kalkması suretiyle Yahudilerin değil, toplumun özgürleşmesi olduğunu yazmıştır. Böylelikle karşımıza, ilk Alman sosyalistleri tarafından sıklıkla kullanılmış olan tek yönlü denklem çıkmaktadır: “Yahudi eşittir kapitalist”.

Yani Yahudiliğin özünün kar amacı olduğu ifade edilmeye başlanmıştır. Marx. Yahudi Sorunu’nda şöyle yazmaktadır: ”Yahudiliğin maddi temeli nedir? Pratik ihtiyaç, kişisel çıkar. Maddi kültü nedir? Aşırı kazanç. Maddi tanrısı nedir? Para.” Paranın saltanatını temsil eden Yahudiler, yarattıkları kapitalist toplumla beraber yokolmaya mahkum edilmişlerdir; Moses Hess 1845’de Essence de iftgent (Paranın Özü) adlı kitabında şöyle yazmaktadır: “Dünya tarihindeki misyonları, insanı avla beslenen bir hayvan haline sokmak olan Yahudiler başarıya ulaştılar. Yahudiliğin ve Hristiyanlığın gizeminin aşırı para kazanma arzusunda yattığı ortaya çıkmıştır.” İlk sosyalistler Yahudilerin feodal toplumda tutunabilmelerini toprak aristokrasisi ile köylü kitleleri arasında bir tabaka, bir “sınıf-halk” işlevi görmelerine bağlıyorlardı. Ama kapitalist toplumlarda varoluş nedenleri kalmadığından ortık yokolmaları gerekmekteydi: yabancılar olarak algılanmalarını sağlayan ve antisemitizmi doğuran, bu ‘farklı’ konumlarıydı. Yahudilere Marx’da ve Lasselle’de rastlanan bu saldırının ötesinde sosyalistler antisemitizmin etkilerini oldukça geç farkedeceklerdi. 1880’li yıllarda çok sayıda sosyalist, kapitalist sistemi sarstığına inandıkları antisemitizmin yükselişine sevinmekteydi. 9 Ocak 1981 tarihli Sosyal­ demokrat’da şu satırlar okunabilmekteydi: “İlke olarak her tür ırkçılığa karşı olan bizler, bu gelişmeyi bir derece ilgisizlikle izliyoruz, çünkü ( …) bu – kimileri yanlış bir yolu izleseler de- yüksek düzeyde bir toplumsal hoşnutsuzluğu temsil etmektedir, devam edecek ve antisemitizm çılgınlığı bittikten sonra bizim yararımıza olacaktır.

c). Bu sırada antisemitizm, “uyruksuz” sosyalizme saldırmaktan geri kalmıyordu: tepki göstermek gerekecekti. Engels, kapitalizm öncesi sınıfların gerici bir hareketi olarak antisemitizmin analizinin yapılmasını öneren ilk kişi oldu. Ona göre antisemitizm hem, kapitalizmin geç kalmışlığının kanıtı, hem de onun gelişmesine vurulan bir gem idi. Bu sırada Liebknecht sosyalistlerin, antisemitizmin başarılarından yararlanabileceklerini düşünüyor, 1893’de Vorwarts’da antisemitistlerin, uygarlığın düşmanı olduklarını ama cançekişen kapitalist toplumun son evresini temsil ettiklerinin ve kapitalist partileri zayıflatarak mezarlarını kazdıklarının altını çiziyordu. Bebel’in etkisiyle SDP’nin 1893 Köln Kongresinde kabul edilen Antisemitizm üzerine bildiride, “Sosyal demokrasi, toplumun doğal evrimine karşı duran ama gerici niteliğine rağmen ilerici sonuçlara neden olan antisemitizmle mücadele eder. Çünkü antisemitizmin etkisi altındaki küçük burjuvazi ve küçük köylülük, düşmanın yalnızca Yahudi kapitalistleri değil, tüm kapitalist sınıf olduğunu anlayacak ve sefaletlerinin sonunun sosyalizmin gerçekleşmesine bağlı olduğunu kavrayacaktır.” denmekteydi. Bu koşullar altında antisemitizme karşı mücadele, büyük inançla yürütülmeyecekti: çünkü zaten tarih tarafından mahkum edilmiş olduğu düşünülen antisemitizm büyük bir tehlike sayılmıyordu. Düşmanı yanlış saptadığı için hatalıydı ama kapitalistlerin bir kısmına karşı çıktığı için hareketlerin haklılık payı vardı. Bebel tarafından yeniden ele alınmış olan ünlü formülün, “Antisemitizm, aptalların sosyalizmidir.” sözünün anlamı buydu.

Ama Engels Yahudi proleteryasının önemini keşfedecek, Yahudi eşittir kapitalist denklemi artık bırakılacak 1903 Kişinyov programları, antisemitizmin Çarlık rejimini tarafından kitlesel hoşnutsuzluğun Yahudiler üzerine çevrilerek sosyalizmin aleyhine kullanıldığını kanıtlayacaktı. Sosyalistler, ezilen Yahudileri savunmuş ama “özgürleşme” mantığının etkisiyle onları bir halk olarak algılamayı reddetmiş, Yahudi topluluğunu birleştiren bağları tanımlayamamışlardır. Yine sosyalistler, Yahudi kökenlerine rağmen, o insanları savunmuşlar ama “Düşsel bir ulusa bağlılıklarını terketmemelerini” ve Bernstein’a göre “tarihsel ve kültürel bir zorunluluk olan” asimilasyonu kabul etmelerini salık vermişlerdi.

Böylelikle onları kendilerine ait tüm değerleri reddetmeye ve Yahudiliğe ait ne varsa olumsuz kabul etmeye zorlayarak “Yahudi yabancılaşması”na katkıda bulunmuşlardır: antisemitizmin gerçek anlamını kavramakta, haksızlık ve baskılarla karşılaşan Yahudileri savunmakta geç kalmamışlar, onları genel anlamıyla kapitalistler diye tanıtarak ekonomik antisemitizmi körüklemişler, Yahudi halkının varlığını reddederek “özgürleşmenin” kollektif ve ulusal bir anlayışını geliştirememişlerdir.

d). Yine de militan yaşamın gerçekleri, bakış açılarını değiştirmenin gereğini gösteriyordu. Antisemitizmin zararları ortaya çıkıyordu. Engels, Londra East End’deki Yahudi proleteryasını keşfetmişti. Dinsel farklılıklar nedeniyle Paris ve New York’ta ayrı Yahudi işçi örgütlerinin kurulması kabul edilecekti. Doğu Avrupa’daki Yahudiler Yidişçe konuşulan sosyalist örgütleri oldukça erken kurmuşlardı. 12 saatlik işgünü için grevler yapan işçiler, 1892’den beri 1 Mayıs’ı kutluyorlardı. Rus Yahudileri ilk kez 1896’da Londra’daki Sosyalist Enternasyonal Kongresinde Vera Zasuliç, Paul Axelrod ve Rosalia Plekhanov tarafından temsil ediliyorlardı. Vilno’daki Ulusal Sosyalist Yahudi Kongresi 1897’de Bund’un, (Algemeiner Yidisher Arbeter Bund in Lite Poiln un Rusland – Litvanya, Polonya ve Rusya Yahudi İşçileri Birliği) kuruluş kararını alıyordu. Bund daha sonra 1898 yılında özerk bir örgüt olarak Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin kuruluşunda da yer alacaktı.

Bund Yahudi proletaryası içinde sendikalar ve yardımlaşma sandıkları örgütlemiş, Yahudi özsavunma birlikleri kurmuş, Merkez Komitesinin yayın organı Arbeter Schtime (işçinin Sesi) gibi, Çar rejimine meydan okuyan yasadışı sosyalist basını oluşturmuştu. Ayrıca Rusya’da ve yurtdışında örgütlenerek Sosyalist Enternasyonal toplantılarına da katılmıştı. 1900’deki Bialystok Kongresinde örgüt, Rusya’nın bir federasyon haline geleceği, her ulusun özerkliğinin korunacağı, “Ulus kavramının Yahudi halkı içinde geçerli olacağının” altı çizilerek belirtildiği bir çözümü savunarak ulus sorununu dile getiriyordu. Ama hem Bolşevikler hem de Menşeviklar Bund’un RSDİP içinde özerk bir örgütlenme olarak kalmasına karşı çıkacaklar, Bund kuruluşuna katkıda bulunduğu RSDİP’ten ayrılacaktı. Böylece Bund, Yahudi halkının ulusal-kültürel özerkliğini ifade etmiş ve Doğu Avrupa sosyalizmi çerçevesinde Yahudi halkının yer ve gelecek sorununu netliği ile ortaya koymuş oluyordu.

Bund, Yahudi halkının ulusal özerkliği olduğunu kabul ederken, .sosyalist Siyonistler ulusal kurtuluşun, toplumsal “özgürleşmeden” önce geldiğini düşünmekteydiler. İki çağdaş hareket çok geçmeden Doğu Avrupa Yahudi topluluklarını kendi çizgilerine çekmek için rekabete girecekler, Bund’culuk ancak Stalinizmin ve Nazizmin ardarda gelen darbeleriyle ezilebilecekti.

İki önemli yaklaşım mevcuttu. Birincisi Yahudi yaşamının “modernizasyonunu” arzuluyor, Yahudiler için diğer halklarla aynı hakları talep ediyor ve devletçi bir çerçeve içinde, laik ve modern bir toplumun kurulmasını öngörüyordu. Milliyetçi ideolojilerden etkilenen diğeriyse, Yahudi “farklılığının” altını çizerek kimlik ve özsaygı arayışını ön plana koyarak, ulusal uyanışın ve Yahudi değerlerinin gerçekleşmesine çabalıyordu. İşte bu iki tavır Siyonizmde birleşecekti. Ama, Yahudiler için bir devlet mi yoksa gerçek bir “Yahudi Devleti” mi sözkonusu olacaktı?

3). 19. Yüzyılda Yahudi Dünyasındaki Ayrılıklar ve Bölünmeler- 

a) Farklılaşmalar öncelikle, Yahudilerin oturdukları ülkelerin ekonomik gelişme durumuna bağlı coğrafi nedenlere dayanmaktaydı: pek çok toplulukta, özelde Yemen gibi İslam ülkelerinde, Yahudiler geleneksel yapılarını korumaktaydılar. Avrupalıların getirdiği modernleşme, sömürgecilerin nüfuzuna bağlıydı pek çok sömürgeleştirilmiş ülkede Yahudiler modernliğin -dolayısıyla sömürgeciliğin- yardımcıları olarak algılanmaktaydılar; Cezayir’de Yahudiler Cremieux kararname ile Fransız yurttaşı olmuşlardı. Doğu Avrupa’da “özgürleşmeyi” engelleyen politik ve toplumsal yapılar pek değişmiyordu. Ama Çar rejimini sarsan güçlü ulusal-toplumsal hareketlere rağmen sanayileşme ilerliyor ve aşırı derecede sömürülen bir işçi sınıfının doğuşunu hazırlıyordu; Yahudiler tüm bu dönüşümlerde -her zaman ezilmiş olarak­ yer alıyor, bu, dışarıya karşı topluluğun birlikteliğini güçlendiriyordu. Orta ve Batı Avrupa, Kuzey Amerika gibi ekonomik olarak en gelişmiş ülkelerde Yahudiler ekonomik büyümeye katılmışlar, böylelikle Yahudi topluluğu dağılma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Ama Doğu Avrupa’dan kendileriyle birlikte dillerini, ortodoksluklarını ve geçmişdeki alışkanlıklarını da getiren göçmen akımı topluluğun birlikteliğini sağlamlaştırmıştı.

b). Ladino dilini konuşan İspanya kökenli sefaret Yahudileriyle Yidişçe konuşan, Almanya kökenli Aşkenaziler arasındaki eski farklılıklar, Mason­ yahudilik sentezindeki gibi bir tür kaynaşmanın sağlanabildiği yerlerde, özellikle sanayileşmiş ülkelerde silikleşiyordu. Aynı şekilde, Aşkenazi dünyasında, ortodokslukla Hasidilik arasındaki karşıtlıklar, her iki hareketin de geleneksel Yahudiliğin modern dünyaya adaptasyonu sorunuyla karşı karşıya kalması nedeniyle zayıflıyordu. Sabetay Sevi’nin din değiştirmesinden sonra, Yahudi mesihçiliğinde meydana gelen değişimin, politik akımların ve gizemci doktrinlerin hazırlanmasında İslam ülkelerinde dumeh’lerin ve Katolik çevrelerde franckist’lerin rolleri üzerinde, (Gershom Scholem’in çok iyi işaret ettiği üzere fazla durmayacağız.

c). Haskalaya da Aydınlanma Hareketi 19. yüzyılda Yahudi kültürel yenilenmesinde önemli bir öge olmuştu. Moses Mendelssohn ile doğan hareket, doktrinde özgürlüğü eylemde uygunlukla uzlaştırmaya çalışan rasyonalist bir akım olarak belirmiş, Yahudiliği “vahyedilmiş bir yasa” olarak tanımlayarak onu hümanist ve evrensel bir din haline sokmaya çalışmıştır. Batı, Avrupa’da Samson Raphael Hirsch’in dinsel buyruklara saygıyı ayakta tutmaya çabalayan neo-ortodoksluğuna rağmen Haskala, bir laikleşme; hatta asimilasyon ögesi olmuştu. Ama Doğu Avrupa’da ortodoks çevrelerin muhalefetine karşın, modernleşmede ve Yahudi kültürünün yenilenmesinde önemli bir öge haline gelecekti.

d). Dinsel açıdan Yahudiliğin bölünmesine, yalnızca gitgide laikleşen bir toplumda din değiştirmeler, Yahudi yaşamından kopma eğilimleri ve dinsel ilgisizliğin artması neden olmuyordu. Almanya’da reformla ortodoksluk arasında-ikincisi modern yaşamla buyruklara saygıyı bağdaştırmaya çalışan bir neo-ortodoksluğa evrilirken, diğeri Yahudileri kenarda tutan ve bireysel “özgürleşme”ye karşıt tüm dinsel yapıları reddederken-bir ayrışma doğuyordu. Fransa’da Mason-Yahudilik, asimilasyonu kolaylaştıran reformları sınırlayarak bölünmeleri engelleyecekti. Birleşik Devletler’de çeşitli göç dalgaları sonucunda üç tür Yahudilik yanyana geliyordu. Almanya’dan gelmiş ve reforme edilmiş Yahudilik, Yahudi geleneklerini ayakta tutmaya çalışan muhafazakar Yahudilik ve Doğu Avrupa Yahudilerinin getirdiği ortodoks yahudilik. Ayrıca ”kaynaşmacılık (fusionnisme) gibi, dinsel ibadetlerden kopmuş Yahudilerin toplumsal entegrasyon kurumu olan Masonluğun koruması altında, tüm tek tanrıcı dinleri birleştirmeyi hedefleyen radikal reformcu eğilimler de mevcuttu.

e). Yahudilerin politik yönelimleri çok çeşitli olmuştur. Öncelikle, geleneksel toplulukların politik alanın dışında varolduklarını belirtmeliyiz: bunlar, dinsel, sivil ve mali alanlarda örgütlenmelerini sağlayan bir tür içsel özerkliğe sahiptiler; yetkililer onları topluca vergilendiriyorlar ve vergiyi, bir tür oligarşi oluşturan ve topluluğun haklarını korumak ve yetkililer nezdinde savunmakla yükümlü seçilmiş yöneticilerinden tahsil ediyorlardı.

“Özgürleşme” Yahudileri politikaya dahil edecekti. Ancien Regime’e düşman olan Yahudiler (Çarlık imparatorluğundaki gibi, tüm reform perspektifleri yok olunca) devrimcilere dönüştüler. Daha önce, çok sayıda Yahudinin sosyalizme eğilimi olduğundan bahsetmiştik ama yine de belirtmeliyiz ki, genellikle topluluklarından kopmuş bu kişiler çoğunluğu temsil edici değillerdi. Topluluklar mevcut güce bağlı seçkinlerce yönetilmekteydi. Bu sırada, Yahudi dayanışması nedeniyle bu muhafazakarlar baskı altında bulunan-özellikle diğer ülkelerdeki­ yahudileri korumayı, tüm Yahudiler için haklarda eşitliği, Evrensel Yahudi Birliği gibi (Alliance İsraelite Universelle) örgütlerin çatısı altında savunmayı kabul ettiler. Yahudiler arasında, insan haklarının vatanı olan Fransa’ya derin bir bağlılık vardı. Ama Dreyfua davası nedeniyle bu güven sarsılacaktı. Ayrıca “özgürleşme”yi destekleyen liberal hareketleri çok geçmeden, içinde Yahudilere yer olmayıp ulusal hareketlere dönüşmüşlerdi.

Yahudiler kazanımlarını sorgulayan değişimlerden kaygı duyuyorlarsa da kısa sürede evrilerek yeni düşüncelerin çekim alanına giriyorlardı.

Yahudi kültürünün içinde Avrupa kültürünün de katkısıyla bilimsel bulgular, edebiyat, resim, müzik alanlarında yoğun bir kaynaşma başlamış, bu kaynaşma Yahudi halkının geleceğine ilişkin, İsrail Ülkesi’nde ulusal bir çözüm dahil pek çok modelin tartışılmasını olası kılmıştı.

19. Yüzyılın Başında Ulusal Bir Hareket

1.Yahudi Milliyetçiliğin Sentezi – “Basel”de bir Yahudi devleti kurdum” diye yazıyordu Herzl, I. Siyonist Kongre’nin ertesinde, , ama Journal (Gazete)’ sinde ekliyordu; “Eğer şimdi bunu yüksek sesle ifade edersem kuşkusuz herkes gülecektir. Ama· belki 5 yıl, ama kesin olarak 50 yıl içinde tüm dünya onu tanıyacaktır”. Aslında bunun için 15 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’nin resmen doğuşunu, Herzl’in portresinin altında Ben Gurion’un bağımsızlık bildirgesini okuyuşunu beklemek gerekecekti. Ama daha 1897’de gelecekteki Yahudi devletinin temelleri-Yahudi halkının ulusal haklarını, eski yurtları Filistin’e yerleşme hakkını ilan eden program ile ideolojik temelleri, Yahudi halkının sözcüğü bir uluslararası örgüt kurulmasıyla da kurumsal temelleri atılmıştır.

Basel kongresi, Yahudi halkının bin yıllık tarihinde önemli bir dönüm noktası oluşturmaktadır: Yüzyıllar süren sürgünden sonra İsrail Ülkesi’ne (Yahudi halkının çok arzuladığı) dönüşü ilan ediyordu. Ama bu dönüş artık salt dinsel bir umut olmaktan çıkmış, politik bir tasarım haline gelmişti.

Basel kongresi, Doğu Avrupa’nın mistik, dinsel ve kültürel Siyonizmi ile Batı, Avrupa’nın laik ve politik Siyonizminin kesişme noktasındaydı ve asimilasyonun ipoteğini kaldırabilmiş olan “özgürleşme” nin sonucuydu. Bu yönüyle dağılma ile başlayan Yahudi tarihinin sonunu da temsil etmekteydi. Ama aynı zamanda ulusal ideolojinin yavaş olgunlaşması ve billurlaşmasından sonra kurtuluş ve – yarattığı tüm kavga ve oluşumlarla birlikte, yüzyılımızın önemli olayına, İsrail devletinin kuruluşuna neden olan- kendini “özgürleştirme. hareketlerinin çıkış noktasıdır.

2. Siyonizm, Ulusal Bir Hareket – Böylelikle Siyonizm, 19. yüzyıl boyunca Yahudilerin modern dünyadaki yerini ve kimliğini, dönemin kavramsal araçlarıyla, belirlemeyi hedefleyen tüm bir ideolojik yansımanın sonu olarak algılanabilir.

Öncelikle, Fransız Devrimi’nin doğurduğu uluslar ideolojisinin ürünüdür. “Tüm ulusların kendi yazgısını belirleme hakkı vardır; konsensüsünün ötesinde ayrılıklar, ulus fikri üzerinde ortaya çıkmaktadır. Yazgı birliği ve gönüllü birlikte yaşama fikri üzerine kurulu Fransız ulus kavramı ile dilbilimsel  ve biyolojik ölçütlerle tanımlanan Germen kavramı çelişmekteydi. Yahudiler ulusal özelliklerini reddetmeleri halinde “sözleşmeli” türden bir ulusa kolaylıkla entegre olabilirlerdi. Bireysel “özgürleşme”nin özü buydu. Tersine, biyolojik ölçütlere dayalı ulustan dışlanmaktaydılar: 19. yüzyıl sonunun psödobilimsel antisemitizmi onları “yabancılar” olarak kabul etmekte ve “özgürleşme”nin kazanımlarını sorgulamaktaydı. Bu nedenle Siyonizm Yahudi halkı için ulus-devletin güvencelerini talep etmekteydi.

3. Geç Kalmış Bir Ulusal Hareket – 19. yüzyıl Avrupa’da ulusal kurtuluş hareketlerinin yüzyılıdır. Her hak arama başarılı olamamıştır ve politik haritanın uluslar haritasına benzemesi için I. Dünya Savaşı’nın sonuçlanmasını beklemek gerekecektir. Siyonizm Avrupa’da oluşan en son -ve ayrıca, Avrupa dışındaki amaçlarının gerçekleştiğini son gören- bir ulusal hareket olarak kabul edilebilir.

Yahudilerin yeni fikirlerin öncüleri olmalarına karşın ulusal hareketin doğuşundaki bu gecikme nasıl açıklanabilir?. Siyonizm çok özel koşullarda doğmuştur: Halk dağılmıştır. Yahudi devletinin kuruluşu, Avrupa dışındaki, çoğunlukla Arapların oturduğu ve Osmanlıların yönettiği bir toprağın kolonizasyonunu ve buraya kitle göçlerini gerektirmekteydi.

A). Ulusul Yahudi hareketinin en büyük güçlüğü – 19.yüzyıl boyunca Yahudilerin içinde yaşadıkları toplumlara entegre olma çabalarına tamamen ters düşmesi idi. 19. yüzyıl boyunca Yahudi halkının birliği bozulmuş, Yahudi özellikleri silikleşmiştir. Yahudi kimliği çoğu kez, Yahudilerin tamamını kapsamayan dinsel özelliklere indirgenmiştir. Bırakalım Yemen’deki Yahudiyi; Enternasyonal üyesi ateist bir Yahudiyi, asimile olmuş burjuva Fransız Yahudiyle, Rusya’da Bund’cu proleter Yahudiyi, Polonya’lı Hassidiyle, Alman reformunun partizanını ABD’li bir Yahudiyle birleştiren neydi?.

Batı Avrupa’daki pek çok Yahudi için Yahudilik, artık önlerini tıkayan bir mirastan ibaretti, onlara göre Yahudi halkı uzun süre önce varlığını sona erdirmişti. Liberaller ve sosyalistler Yahudilerin asimilasyon sayesinde “canlanacaklarını” ve “daha mutlu, daha yararlı” hale geleceklerini düşünüyorlardı. Yine de Yahudiler dinsel buyruklara, -kısaca giderek daha zor tanımladıkları kimliklerine- artık uymuyorlarsa da yok olmuyorlar, sıkı toplumsal bağlarını koruyorlardı; böylece, farklılıklara hoşgörülü olmayan toplumda Yahudi varlığının ”kuşkulu” hale geldiğini gösteren bir “Yahudi sorunu” ortaya çıkıyordu. Psödo düzmece-bilimsel biyolojik kuramlara dayanan 19. yüzyıl sonunun antisemitizmi Yahudi varlığına yabancı, sağlıksız ve anormal bu karakteri kavramsallaştırıyor, önleyici tedbirler; -Yahudilerin dışlanması, hatta kovulması gibi yöntemler- öneriyordu.

Eserlerinin adlarının bile işaret ettiği üzere, Siyonist kuramcılar, modern dünyadaki Yahudi kimliği sorununa yanıt vermeye çalışıyorlardı. Hess, Rome et Jerusalem (Roma ve Kudüs)’te, “son uluslar sorunu” nu ele almakta, Leo Pinsker Yahudi kardeşlerini “kendilerini özgürleştirmeye” çağırmakta ve Herzl Etat Juif (Yahudi Devleti)’ni ”Yahudi sorununa modern bir çözüm çalışması” diye tanıtmaktaydı.

B). Siyonizm Avrupa’daki uluslar hareketinin geç kalmış bir mirasçısıdır. Yahudileri, kendilerini ulusal bir topluluk gibi görmeye iten, Avrupa’daki – özelde çokuluslu devletlerdeki- çeşiti ulusal hareketlerdir. Yahudiler, yurtları kabul ettikleri ülkelere bağlılıklarını, minnet duygusuyla karışık eksiksiz bir yurtseverlik örneğiyle gösteriyor, tüm asimilasyon yanlısı hareketler, Alman Reformu ya da Paris ya da Berlin’in yeni Kudüsleri olduğunu ve “özgürleşme”nin, mesih devirlerinin başlangıcı olduğunu ifade ediyorlardı: Onlara göre özgürleşme dört bir yana yayılmış Yahudilere: Yahudilik misyonunu yerine getirme, Musevi hukuğunun ahlaki değerlerini ve tektanrıcı gerçekleri yayma fırsatını vermekteydi. Ama Avrupa’da gelişen ulusal hareketlerin, Yahudilerle, (kurtuluşlarına katkıda bulunmayı arzulayan Yahudileri her zaman kabul etmeyen) yerli halklar arasında hoşgörü ve açıklığa dayalı ilişkiler kurulabileceğim kanıtladığı pek söylenemezdi.

 Geç doğan Siyonizm,. 1900lü yıllarda Yahudi dünyasını karakterize eden düşünce kaynaşması içinde diğerlerine kıyasla uzun süre bir azınlık hareketi konumunda kalmıştır. Geleneksel kavramlardan özgürleşen Yahudiler yeni yollar açacak, modernliğin sözcüleri olacaklardır. Yahudi dünyasında Siyonizmden başka mantıklar da varlıklarını koruyacaklardı. Antisemitizme karşı mücadele, insan haklarına dayandırılıyordu: Bernard Lazare örneği dışarda tutulursa Dreyfus gibiler Yahudi olduklarından değil, salt insan olmalarından ötürü, 1789 ilkeleri adına savunulmaktaydı. Doğu Avrupa’dan gelen göçmenlerle Yahudi nüfusunun şiştiği Birleşik Devletler’de Amerikanlaşmayla Yahudi değerlerinin ve kültürünün kaynaştığı toplumsal bir yapı oluşmuştu. Doğu Avrupa Yahudileri öncelikle ayakta kalabilmeye ve Çarlığın baskılarına son vermeye çalışmışlar, göç etmeyi düşünmüşlerse de ABD’ye yönelmişlerdi. Ama topluluğun çoğunluğu, kendilerini ulusal bir grup olarak kabul ettirip kültürel özerklik elde etmeyi amaçlamıştı. Kimi mantıkları ise tarih zayıflatacaktır: SSCB’deki Stalin dönemi zulümleri, Yidiş kültürel özerkliği girişiminin başarısızlığa uğraması ve Bribidjan dönemi; Bund’culuğun düşüşünü, özellikle Doğu Avrupa’da özerk Yahudi varlığını korumanın olanaksızlığını gösterir, Sovyet Yahudilerine yokolma, ayaklanma ya da göç etme arasında tercih şansı kalırken, Nazizm ve Şoa Yahudilerin gözünde asimilasyon ideolojilerinin iyimserliğinin -hatta körlüğünün- ne kadar anlamsız olduğunu kanıtlar.

 Siyonist hareket Avrupa’da geç ortaya çıkmışsa da tersine ulusal Arap hareketi Üçüncü Dünya’nın ilk kurtuluş hareketlerindendir. 20. yüzyılın başında Arap dünyasının en karışık yerlerinden birinde Pan-Arabizmde, dinsel sınırları kıracak bir entegrasyon imkanı gören Lübnan Hıristiyanları arasında doğdu. Ama ulusal Arap hareketi de özel koşullarda gelişti: önce, Türk himayesinden kurtulmak üzere, Ortadoğu’ya yerleşmek için kendisine olduğu kadar Siyonizme de destek veren sömürgeci Avrupa güçlerine dayandı. Taleplerinin kesişmesine karşın birbirinden habersiz olan bu iki ulusal hareketin eşzamanlı gelişimi, pek çok sorunu beraberinde getirecekti. Yani daha 20. yüzyılın başında Arap-İsrail anlaşmazlığının temel verileri ortaya çıkmıştı denilebilir. Peki çatışma önlenemez miydi? Yanıtı bulmak güç, ama karşılıklı anlayışsızlığın olayları nasıl korkunç bir şekilde tırmandırdığını görmek gerçekten çarpıcıdır.

Siyonizm, diğer Avrupa’lı uluslara kıyasla ortalama öneme sahip bir topluluğun küçük bir kısmını bağlayan bir hareket olmuştur. Ama buna karşın sonuçları-yalnızca Yahudi halkının içyapısı için değil, aynı zamanda jeopolitik boyutta da- çok büyüktür. Ülke sınırlarını altüst edecek hareket, önemli ideolojik çatışmaları ve sembolik anlamları da beraberinde getiriyordu.

Siyonizm tarihini işlerken, toprağı olmayan bir ulusun, dönemin büyük ideolojik akımlarıyla sıkı ilişki içindeki ve topluluğun içsel güçlerini kullandığı ulusal bir hareketine tanık oluyoruz. Herzl’in Basel Kongresi ertesinde Journal’ine yazdığı budur: “Bir devletin temelleri mutlaka, bir ulusun devlete sahip olma arzusunda yatar. Toprak yalnızca somut bir temeldir. Devlet ise her zaman soyut bir şeydir. Basel’de bu nedenle pek çoğunun göremediği bu “soyut” varlığı yarattım.” 

SİYONİZMİN KÖKENLERİ

ALAIN BOYER


Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

Nisan 9, 2023