AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-4

Nisan 18, 2023

 MÜZİSYEN ÇOBAN DAFNİS

Baştanrı Zeus’un postacısı tanrı Hermes’le sevişen güzel perikızı, günü gelince nur topu gibi bir oğlan çocuğu getirdi dünyaya ve Dafnis (Daphnis) adını verdi ona… Ne var ki böyle yarıtanrı doğan bütün bebeklerin başına geldiği gibi, bir tanrıdan gebe kalmanın verdiği günah duygusu ve çevre baskısıyla anası perikızı; götürüp bir ormana bıraktı onu içi yana yana… Yöredeki çobanlar bu güzel bebeği bulduklarında öz oğulları gibi bağırlarına bastılar onu ve “el bebek gül bebek” büyüttüler. Sürülerini otlatırken yanlarından hiç ayırmadıkları Dafnis, biraz daha serpilip gelişince, koyun keçi sürülerini tek başına otlatmaya başladı. Bu arada tanrıça Artemis, ormanda avcılık üzerine dersler veriyordu ona arasıra. Çobanların tanrısı keçi ayaklı Pan da flüt çalmasını; tanrı Apollon ve teyzeleri olan öteki perikızları da şiir düzmenin, lir çalmanın inceliklerini öğrettiler…

Çoban Dafnis, keçi ve koyunlardan oluşan kendi sürüsüyle birlikte, güneş tanrısı Helyos’un inek sürüsünü de otlatıyordu severek. Çünkü güneş en sevdiği, hiç ayrılmadığı tek tanrıydı onun için… Onun ışıklarıyla oynaşıyor, onlarla şekillendiriyordu yaşadığı çevreyi. Sürülerini otlatırken de günışığının tetiklediği coşkuyla kavalını çaldığında ya da içinden gürleyerek gelen şiirlerini, tanrı armağanı flütü eşliğinde ezgilere dönüştürdüğünde, çevredeki yırtıcı hayvanlar bile hemen uysallaşıyor; nerelerdeyseler apar topar gelip onun çevresine doluşuyorlardı. Hepsi de can kulağıyla dinlemeye başlıyordu bu ezgileri… Üstelik hem yakışıklılığı, hem de coşkulu şiirlerinin ve ezgilerinin büyüsüyle, genç kızların ve denizkızlarının gönlünde de her geçen gün daha fazla yer ediyordu… Ne var ki çoban Dafnis; gönlünü çelmek isteyen, ona yaklaşan hiçbir genç kıza fazla yüz gönül vermiyordu! Çünkü tanrıça Artemis’in ona aşıladığı bakir kalma tutkusunu kendi günlük yaşamında da aynen uyguluyordu. Ne var ki doğanın ve günışığının doyumsuzluğunu şiirlerine ve ezgilerine nakışlamak, onun yaşamının tek amacı gibiydi. Bu yüzden zamanının büyük kısmını, kırlarda ormanlarda sürüleriyle ve flütüyle baş başa kalarak geçiren müzisyen çoban Dafnis’in bu mutluluğu, ne yazık ki pek uzun sürmedi… Aşk tanrıçası Afrodit; onun tanrıça Artemis’in etkisiyle kendini kadınlardan uzak tutmasına çok içerledi. Hele hele evren güzeli bir aşk tanrıçası olarak kendisini hiç umursamaması da haliyle çok ağrına gidiyor; kıskançlığı ve öfkesi her gün daha da şahlanıyordu. Sonunda Afrodit; güzel perikızı Lika’ya (Lyca) deli divane tutulması için, Eros aracılığıyla aşk okları saldı müzisyen Dafnis’in saf yüreğine. Çok geçmeden de güzel Lika ile Dafnis, aşk dolu coşkulu günler yaşamaya başladılar dağlarda bayırlarda. Dafnis öylesine mutluydu ki, bir başka kadına yüz gönül vermeyeceği konusunda sevgilisi Lika’ya ant üstüne ant içerek söz verdi… Hem de cehennemin Stiks Irmağı üstüne!..

Sırılsıklam aşk içinde yaşayan ozan Dafnis; sevgilisi perikızı Lika üstüne coşkulu ezgiler dillendiriyordu durmadan; yeni yeni şiirler üretiyordu. Ama bir süre sonra Afrodit; bu kez bir başka perikızına tutulması için yeniden aşk okları saldı ozan Dafnis’in yüreğine. Hem de en yakıcı oklardan! Bu yüzden de Dafnis; haliyle sevgilisi Lika’dan gün gün uzaklaşmaya, bir başka perikızıyla düşüp kalkmaya başladı. Olup bitenleri öğrenen Lika da, sözünü tutmayan vefasız çoban Dafnis’in gözlerini kör etti!..

Artık hem çok sevdiği günışığını ve sürülerini görememenin acısı, hem de ilk sevgilisine verdiği sözü tutamamanın ezikliği, ona yepyeni buruk şiirler, yanık yanık ezgiler esinliyordu. Bu yolla ürettiği şiirler de dilden dile dolaşıyordu… Ne var ki yitirdiği sevgilisinin ve gözlerinin yokluğuna daha fazla dayanamadığı bir gün, yakınındaki bir dağın doruğuna tırmandı. Oradan da önündeki o büyük uçuruma bırakıverdi kendini!..

Ölümünden sonra birçok ozan, özellikle Teokritos ve Vergillius; kavalıyla sürüleri bile büyüleyen Dafnis üstüne birçok şiir yazdılar. Bu tür çoban ve doğa şiirlerine de onların ilk yaratıcısı olarak Dafnis’in adını verdiler. Dafnis’in canına kıydığı günü dillendiren bir şiirinde;

“Bir tek çoban bile o acı günlerde,

Sürmedi boğalarını ırmaklara!

(…) Ey Dafnis, inledi o gün senin ölümüne

Afrika’daki aslanlar bile!” diyordu Vergillius…

Olimpos’taki babası tanrı Hermes de onun zamansız ölümüne çok üzüldü haliyle. Ve onu istediği zaman görebilmek için gökyüzünde parlak bir yıldıza dönüştürdü. Sonra da onun kendini parçaladığı uçurumun yakınındaki kayalıklara bir pınar yerleştirdi. Sırf oğlunun anısına hep aksın; akarken de şiirlerini, ezgilerini mırıldansın diye…

Binyıllar süresince Sicilya’daki bütün sürüler ve doğa âşıkları, zaman zaman bu çoban çeşmesinden kana kana içtiler. Ozanlar ve sanatçılar da oraya gidip susuzluklarını giderdiler; çeşmenin yanında uzun uzun oturup dinlendiler. Ve çeşmeden akan suyun söylediklerini şiirlerinde, yontularında, resimlerinde dillendirdiler… 

Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan


İslam Devletinde Ekonomi ve İdari Yapılanma-5

Nisan 18, 2023

Devlet Adamlarının Gelirleri Kendi Ceplerine Atmaları

Bir halife zenginliğin zirvesine varır, rahat ve refaha, zevku sefaya dalar ve memleket işlerini bizzat idare etmezse o zaman hükumetin gücü vezir, vali, başkatib, mabeynci, kumandan gibi etrafında bulunanlara veya onun tarafından işleri idare edenlere veya hükümdar ile halk arasında aracı olanlara intikal eder. Sonunda bu devlet adamları hazine gelirlerini kendi ceplerine yönlendirerek ele geçirebildiklerini geçirirler, bulundukları makam ve mevki ile ahlaki durumlarına uyarak kendileri de israf ve savurganlığa dalarlar. Bu durum ancak işleri teftişe maruz kalmayan, yaptıklarından dolayı hesap vermek zorunda olmayan totaliter hükumetlerde vuku bulur. Bu çeşit hükümetlerin savurganlık devrinde hükümdarlara vekalet eden herhangi bir vezir, başkatib veya mabeyinci mutlaka büyük bir güce sahip olur. Özellikle Abbasi devletinde vezirlerin ve başkatiblerin bu şekilde elde ettikleri siyasal gücü doğal görmelidir. Zira Abbasilerde devletin bu çeşit büyük memurları lranlılardandı. Abbasi devleti İranlıların yardımıyla kurulduğu gibi, medeniyetleri de İranlı alimlerle parlamıştır. lşte bu yüzden Abbasilerde, hatta onların en parlak dönemlerinde, vezirlerin mevkii ve sözü çok önemliydi. Abbasilerde vezirin ne kadar önemli bir gücü ve makamı olduğunu anlamak için Bermekilerin Harunürreşid zamanındaki konumlarını göz önüne almak yeterlidir. Harunürreşid zamanında bütün devlet gelirleri Bermekilerin kontrolündeydi. Öyle ki Harunürreşid bazen az miktar bir paraya ihtiyaç duyar, ancak bunu bile bulamazdı. Bermekiler Harunürreşid’in arzu ettiği savurganlık ve baskıya engel olmak isteyince Harunürreşid de -çok iyi bilindiği şekilde- kendilerini perişan etti. Harunürreşid’den daha önce, Halife Mehdi de veziri Yakup b. Davud’u böyle harcamıştı. Mehdi Yakup’u vezir olarak görevlendirdiğinde ona bütün devlet işlerini terk ederek zevku sefaya ve eğlenceye daldı. Ancak halifenin bu durumu halka, özellikle de Arapların gururunu yaraladığından Yakup’la alay edilmeye başlandı.

Örneğin ünlü Arap şairlerinden Beşşar b. Berd şu iki beyti söylemişti:

“Ey Ümeyye oğulları! Uyanınız, uykunuz uzadı. Zaman yararlanma zamanıdır. Çünkü bugün gerçek halife Yakup b. Davud’dur. Ey ahali’ Hilafetiniz mahvoldu. Artık Allah’ın halifesini ney ve ud arasında arayınız. “

Bu dedikodular Mehdi’ye haber verilince Mehdi Yakup’u huzuruna çağırmış, yakalatıp hapse atmıştır. Yakup yıllarca hapishanede kalmıştır.

Me’mun, devlet işlerini başlarda Kadı’l-kuzat Yahya b. Eksem’e devretmiş, Harunürreşid’in Bermekiler hakkında gösterdiği ilgi ve güven kadar kendisi de Yahya’ya aynı duygularla güvenmişti. Ancak daha sonra Yahya’dan rahatsız oldu. Vefatı sırasında kardeşi Mutasım’a şöyle vasiyet etti: “Geniş yetkilerle sakın vezir edinme; Yahya b. Eksem’in halka reva gördüğü muamelelerden ve kendisinin kötü ahlakından çektiğim felaketleri bilirsin. “

Araplar vezirleri çoğunlukla lranlı olduğundan dolayı sevmezlerdi. Vezirleri korkaklık, cimrilik, açgözlülük ve rüşvetçilikle suçlarlardı. Bir Arap’ın (bedevinin) şu iki beyti vezirlerin nasıl sıfatlarla anıldıklarını gösterir: “Öyle adam ki vicdanının aksine zahid olduğunu gösteriyor. Hediyeleri pek çok sever. Etrafı adamlarla çevrilmiş. Kendisinde vezir olduğuna delil olan korkaklık, cimrilik, açgözlülük gibi sıfatlar görüyorum.

Bununla birlikte vezirler birçok kere şahsi bir yarar için değil de sırf hazinenin savurganlıkla zarar görmemesi amacıyla halifelerin savurganlığını önlemeye çalışırlardı. Nitekim Halife Vasık ile veziri lbn el-Ziyad arasında öyle bir olay olmuştu. Vasık, Alem isminde bir cariyenin söylediği bir şarkıyı pek beğenmiş, cariyenin sahibine 5.000 dinar verilmesini emretmişti. Vezir lbn Ziyad paranın ödenmesini geciktirdi. Vasık bu gecikmeden dolayı kızmış ve paranın iki kat olarak ödenmesini emretmişti. Bunun üzerine vezir mecburen cariye sahibine on bin dinar verdi. Ancak çoğunlukla vezirler halifelerde idari zaaf ve acz gördükçe mali işlerde daha çok nüfuz sahibi olmak ve ellerinden geldiği kadar paraları kendi ceplerine indirmek için çalışırlardı. Bu sayede büyük servetlere sahip olmuşlardı.

Vezirler

Vezirler, devletin gerileme döneminde devletin parlak devrindeki halifelerin ve Beytülmal’in serveti kadar büyük servetlere sahip olmuşlardı. Sanki devletin gelirleri vezirlerin evlerine akıyordu. Bunun üzerine vezirlik büyük emel peşinde koşanların göz diktiği bir makam oldu. Bu mansıbı elde etmek için rüşvet ve hediyeler dağıtılmaya başlandı. Bununla birlikte birçok defa vezirlik, askere maaş ödeyebilenlere bedelsiz olarak teklif ve tevcih olunurdu. Fakat çoğunlukla bu mansıba erişmek için çok para dağıtılıyordu. Bu şekilde vezirlik ya doğrudan doğruya halifeden veya halifenin özel adamlarından biri aracılığıyla elde edilirdi. Nitekim H. 4. yüzyılın başlarında ünlü hattat lbn Mukle, bu mansıbı elde etmek için halife Razi’ye 1 milyon dinar vermişti. Aynı şekilde Kaim Biemrillah’ın veziri lbn Cüheyr, vezaret mansıbını elde etmek için söz konusu halifeye 30 bin dinar ödemişti. Halifenin yakın adamlarından biri aracılığıyla vezareti ele geçirmek için de çok para dağıtmak gerekiyordu. Vezirler, verdikleri bu paraların birkaç katını görevleri sırasında tayin edecekleri valilerden, nazırlardan (mutasarrıf veya müdürlerden), katiblerden vs. alacakları rüşvetle çıkaracaklarını iyi biliyorlardı.

Vezirlerin rüşvetçilikleri ve yolsuzluklarına örnek olarak rivayet okunan olaylardan birisi şudur: Halife Muktedir’in veziri Hakani, rüşvetçilikte o kadar ileri gitmişti ki; bir günde on dokuz kişiden rüşvet alarak Küfe’ye nazır tayin etmişti. Bunlar görev yerlerine gittiler ve orada buluştular. Durumu öğrenince ne yapacaklarını düşündüler. Nihayet en son tayin olunanın – kendisinden sonra yirmincinin gelmemesinden dolayı- o memuriyete hakkı olduğuna karar verdiler. En son gelen on dokuzuncu, memuriyet yerine, diğerleri de vezirin huzuruna gitti. Vezir bunları başka görevlere gönderdi. Şairlerden biri söz konusu veziri şöylece hicvetmişti:

“Öyle bir vezir ki hayasızlıktan usanmaz. Şimdi tayin ettiğini bir saat sonra azleder. Parayla gelenleri yanına yaklaştırır, parasız müracaat edenlerden yüz çevirir. Rüşvetçiler makamına çıkınca, bunlardan en ziyade kabul görecek olan en ziyade rüşvet götürendir. “

Valiler ve diğer memurlar vezirlerin gözündeki yerlerini devam ettirebilmeleri için onlara “hediye” adı altında her yıl belirli bir para takdim ederlerdi.

Bununla birlikte vezirlerden bazıları, -pek nadir olmakla birlikte- ne rüşvet kabul eder ne de haktan ayrılırdı. 10. Abbasi halifesi Mütevekkil Alellah’ın veziri olan Ubeydullah b. Yahya böyle iffetli ve dürüst bir adamdı. El-Fahri’nin rivayetine göre Mısır valisi daha önceki vezirlere hediye verildiği inancıyla Ubeydullah’a hediye olarak 200 bin dinar ile 30 sepet dolusu Mısır kumaşı göndermişti. Hediye vezirin huzurun getirilince vezir Mısır valisi tarafından gelen adama “Hayır ben bunu kabul etmem, valiler üzerine yük olamam” demiş, sepetleri açmış ve onlardan yalnız bir mendil alarak onu dizinin altına sokmuş. Bütün para ve kumaşların Divan hazinesine götürülerek kaydedilmesini ve bu paralarla Mısır hükumeti adına evler satın alınmasını emretmiştir. Halife Muktedir’in vezirlerinden olup daha önce bahsettiğimiz haraç listesini düzenleyen Ali b. lsa da iffet ve doğrulukla şöhret bulmuş vezirlerdendi. O devirler bunlar gibi iffet ve doğrulukla hareket etmiş diğer vezirlerden de mahrum değildi. Ancak kısaca denilebilir ki Abbasilerin gerileme döneminde vezirler çoğunlukla vezirlik makamına ancak servet sahibi olmak için geçerdi. Muktedir zamanında Ebu’l-Hasan b. el-Fırat üç kez vezir oldu. Birincisi H. 296’daydı. Üç yıl görevde kaldı. Bunun sonunda yanında 7 milyon dinar birikti ve hepsi müsadere edildi. lbn el-Fırat H. 304 yılında tekrar vezarete nasb ve 306’da da tekrar azledildi. Üçüncü defa 311 yılında tayin ve 312’de tekrar azledildi. Bu son iki defada üç yıl görevde kalmıştı. Azledildiği zaman yanında bulunan servet on milyon dinardan fazlaydı. Bunun dışında yılda 2 milyon dinar gelir getiren köy ve çiftliklere malik bulunuyordu. Böyleyken bile bu zat pek cömert bir adam olduğu için hiçbir Arap tarihçi onun hakkında kötü bir şey yazmamıştır. lbn el-Fırat vezaret makamına geçtikçe kar, mum ve kağıt fiyatları yükselirdi. Çünkü vezirin evinde bu üç şey çok tüketilirdi. Onun evinde ilkbahar, yaz ve sonbaharda herkese karlı su içirilirdi. Böylece vezirin evinden güneş battıktan sonra her kim çıksa büyük ve temiz bir mumla ona arkadaşlık edilir ve uğurlanırdı. Vezirin evinde kağıt odası adıyla bilinen bir oda vardı ki buraya giren kimse kağıda muhtaçsa istediği kadar almasına izin verilirdi. lbn el-Fırat hadis erbabına, şairlere, edebiyatçılara, fakihlere ve mutasavvıflara yirmişer bin dirhem ayırmıştı. İlim ve diyanet sahibi ileri gelen kişilerden ve fukaradan 5.000 kişiye maaş bağlamıştı. Bu maaşların en büyüğü 100 dinar, en küçüğü ise 5 dirhemdi. Daha önce Bermekilerin gösterdiği cömertlik onların hırs ve tamahlarını ve yargılanmalarını gerektirecek diğer durumlarını nasıl örtüp kapattıysa söz konusu vezirin cömertliği de diğer hatalarını örtmüştür. Cömertliği ile şairlerin dillerini kesmiş, tarihçilerin de kalemlerini kırmıştır.

Bunlar gibi büyük servetler toplayarak refah ve savurganlığa dalan daha pek çok vezir gelmiştir. Eski tip yönetim ve hükumetlerde bu gibi durumların olmasını doğal görmek gerekir. Vezirler Irak’ta olsun, Mısır’da olsun, Endülüs’te olsun her yerde büyük servet topluyorlardı. Mısır’da Tulunoğulları Devleti vezirlerinden olan Mardani kendisinden önce bir adamın uhdesine pek nadir geçebilen öyle büyük çiftliklere malikti ki bunların haracından başka yıllık net geliri 400 bin dinar tutuyordu. Bu zat pek çok bağış, atiye ve sadaka vermişti. 27 kez hacca gitmiş ve her defasında 150 bin dinar sarf etmişti. Yine bu cümleden olarak Fatımilerin ilk veziri Yakub’un malik olduğu emlak ve arazi arasında Şam’da yıllık 300 bin dinar gelir getiren mukataaları vardı. Ölümünde terk ettiği emlak, çiftlikler ve hayvanlar vs.’nin değeri 4 milyon dinara ulaşmıştı. Kızının çeyizi için harcadığı 200 bin dinar bunun dışındadır. Söz konusu vezir hizmetkar cariyelerden başka 800 kalfa ve odalık ve “vezirlik tayfası” adını alan 4 bin köle bırakmıştır. Fatimi halifelerinden Mustansır’ın veziri Eftal Emirü’l-Cüyuş benzeri duyulmamış büyük bir servet; yani altın olarak 60 milyon dinar ve 250 erdep miktarı Mısır nukudundan dirhem, 75 bin top atlas kumaş, 30 deve yükü Irak altınından yapılmış esans kutuları, on iki bin dinar kıymetinde mücevherat ile murassa bir altın divit, sayısız ve hesapsız elbiseler, at, katır, davar, cariye, köle vs. bırakmıştır.

Endülüs’te bulunan vezirlerin durumunu da bununla karşılaştırınız. Vezir ibn Şehid’in sunduğu hediye oralarda da vezirlerin ne kadar büyük bir servete malik olduklarını gösterir. lbn Haldun ve el-Makarri bu hediyeyi kitaplarında kaydediyorlar. El-Makarri belirtilen hediyenin ayrıntılarını 3 büyük sayfada ayrıntılarla yazıyor.

Osmanlı Devleti’nde de servetin en yüksek zamanında veya ondan az zaman sonra buna benzer durumlar olmuştur. Vezirler bu devlette de geniş çiftliklere sahip oluyorlardı. Çiftliklerin haracını ve öşrünü kurtarmak için, gelirlerinin büyük kısmını kendi mirasçılarına ait olmak şartıyla, o çiftlikleri bazı cami ve mescidlere vakfetmek hilesine başvurarak, gelirlerin kendileri ve varislerine kalmasını garanti altına alırlardı.

Abbasilerde vezirlerin gelir kapılarını -yukarıda gösterdiği­ miz şekilde memur tayininden alınan rüşvetler, valilerden gelen hediyeler, sahip oldukları nüfuz kuvvetiyle gasp ettikleri köy ve çiftlikler ile haraç gelirlerinden çaldıkları mallar teşkil ederdi. Vezirler, vezirlik gücüyle hadsiz hesapsız tarla ve çiftlikler gasp ettikleri gibi Hac’dan gelen gelirlerden de istedikleri kadar yürütürlerdi. Daha önce belirttiğimiz gibi o zaman tutulan hesap defterleri çalmayı engelleyecek veyahut ortaya çıkaracak şekilde düzenli ve ayrıntılı değildi. Bunun dışında maaş kesmek de vezirlere bir gelir kaynağı kazandırıyordu. Bazı memurlar görevlerinin başından ayrılamazlardı. Paraya muhtaçtılar. Bu ihtiyaç ile maaşlarını her ne şekilde olursa olsun almak isterlerdi. Vezirler kendilerini destekleyecek adamlar görevlendirirler ve bu adamlar aracılığıyla söz konusu memurların maaş senet ve koçanlarını (yani çeklerini) yarı fiyatıyla satın alırlardı. Daha sonra hazineden bu çekleri tam olarak tahsil ederlerdi. Fakihlere ve ileri gelenlere verilen maaşları da öylece kırarlardı. Bu ise memurların yarım maaş alması demekti. Vezirler zorunlu ihtiyaçlardan olan erzak ve eşyadan başka bir şehri veya bir haracı iltizam edenlerden rüşvet veya hisse olarak bir para alırlardı. Böylece vezaretin gücünü kullanır ve halifelerin göz yummaları sayesinde ticaret erbabından birçok mal gasp ederlerdi. Bu suretle vezirlerin kazandıkları paralara “murafık-ı vüzera” veya “menafi-i vüzera” (vezirlerin çıkarları) adı verildi. Bu kazanç kapıları insanlar arasında çok iyi bilinirdi. Nakit paraların ayarını azaltmak da vezirlerin kazançları arasındaydı. Ayrıca dinarları eksik olarak bastırır ve bundan büyük para kazanırlardı.

Söz konusu dönemlerde vezirlerin durumu böyleydi. Devletin önemli tüm işleri bunların elindeydi. Hal böyleyken askerin maaşının ödenmesi için sıkıştırılanlar ise vezirler değil halifelerdi. Bunun üzerine baskı altında kalan halifeler, para bulmak için vezirleri sıkıştırmaktan başka çare bulamıyorlardı. istenilen parayı kolaylıkla vermeyen vezirlerden zorla para alınırdı. Bu şekilde zorla para alınmasına “müsadere” adını veriyorlardı. Abbasilerin gerileme ve yıkılma devrinde bu müsadere usulü çok kullanılmıştır. Buna başvurmadan devlet harcamalarını karşılamak mümkün değildi. Hatta o devirde malı müsadere olunup öldürülmeyen vezire nerdeyse rastlanılmazdı.

Müsadere veya Özel Servete Devlet Adına El Koyma

Müsadere uygulaması lslam’da oldukça eski tarihlere dayanır. Buna Raşid Halifeler devrinde başlanmıştır. İlk defa malları müsadere olunanlar hükümet memurları olan valilerdi. O devirde bir vali kendi maaşından başka bir yolla -ticaret vs. şeklinde- para kazanacak olursa halife valinin kazancının yarısını alır ve devletin genel hazinesi olan Beytülmal’e koyardı. Hz. Ömer, Küfe, Basra ve Bahreyn valileri hakkında bu uygulamayı yapmıştır. O dönemde bu işleme “mukaseme” veya “müşatara – paylaşmak” adını veriyorlardı. Hilafet Emevilerin eline geçip de valiler zorbalıkla hareket ederek devlet mallarını tek başlarına ellerine geçirmeye başladıkları için, özellikle Emevilerin son dönemlerinde halifeler, valileri görevden aldıklarında, onlardan hesap sormadan, mal ve servetlerinden ele geçirilebilen şeyler el koymadan yakalarını bırakmazlardı. Söz konusu dönemde bu muameleye “istihrac” (çıkarma) adını veriyorlardı.

Abbasilerin ilk yıllarında valilerin büyük kısmı halifelerin kardeşlerinden ve amcalarından oluşuyordu. Bu valilerden bazılarının fena hareketleri ve icraatları olsa bile, istihrac veya mukaseme usulüne başvurularak mallarına devlet adına el konulmazdı. Sonraki dönemlerde valilikler yakın akraba dışındaki kimselerin ellerine geçince, bu valiler Mansur zamanında bile hırs ve tamaha, para kazanıp biriktirmek için şiddet kullanmaya başladılar. Bu nedenle halife Mansur valileri azledip görevden aldıkça, servetlerini müsadere eder ve “Beyt’ül-ma-li’l-mezalim” adıyla kurdurduğu hazineye gönderirdi. Daha sonra Mehdi zamanında (H. 158-169/M. 774-785) valilerin zulüm ve haksızlıkları haddi iyice aştığından halife halkın şikayetini bizzat dinleyip sıkıntıları gidermek zorunda kaldı. Bu şikayetler yalnızca valiler hakkında yapılıyordu. Daha sonra, Hadi, Harunürreşid, Me’mun ve H. 3. yüzyıl ortalarında Halife Mehdi’ye kadar bütün halifeler bu çeşit şikayetleri (yani mezalimi) bizzat dinleyip, haklarında hüküm veriyorlardı.

Valilerin halka yaptığı zulüm ve haksızlıklar konusunda halifelerin dikkatini çekenler vezirlerdi. Çünkü vezirler, özellikle de Bermekiler, halifenin vekili olarak devlet işlerini yürütüyorlardı. Halife bir valinin tayininde vezirle istişare ettiğinde, vezir tayini istenen vali hakkında görüşünü belirtirdi. Örneğin Harunürreşid, Ali b. lsa’yı Horasan’a vali olarak göndermek istediğinde, veziri Yahya b. Halid b. Bermek ile istişarede bulundu. Yahya tayini uygun bulmadı; ancak Harunürreşid vezirin muhalefetine rağmen Ali b. lsa’yı vali olarak tayin etti. Ali Horasan’a varınca halka binbir çeşit zulüm ve haksızlık büyük servet topladı. Harunürreşid’e at, esir, elbise, misk vs. mallardan oluşan eşi benzeri görülmemiş birçok hediye gönderdi. Halife Harunürreşid hediyeleri görünce beğendi. O sırada Yahya b. Bermek yanında duruyordu. Harunürreşid Yahya’ya “Bu adamı vali yapmayalım diyordun, sana muhalefette ne kadar bereket varmış, görüyor musun?” deyince Yahya “Efendim, ömür ve ikbaliniz devam etsin! Her ne kadar düşünce ve görüşümün doğru çıkmasını istersem de, müminlerin emirinin görüş açısından daha alim, ileri görüş ve zekaca daha isabetli olmasını candan isterim … Ancak işte bir mahzur olmamak şartıyla … Emin olunuz ki, bu vali ülkenin ileri gelenleri ve halka zulüm ve haksızlık yapmasa, malların çoğunu baskı ve zulümle almasaydı size bu hediyeleri gönderemezdi. Halka bu şekilde davranılmasına razı olursanız, hemen bu saatte bu hediyenin iki katını bir Kerh (Bağdat’ın bir mahallesi) tüccarından alabilirim” cevabını verdi.

Harunürreşid tarafından “Nasıl alabilirsin?” sorusuna Yahya “biraz önce Avn adındaki tacir bize bir sepet mücevherat gönderdi. Pazarlığa giriştik. 7 milyon dirhem verdik. Kabul etmedi. Şimdi arzu ederseniz kahyamı ona göndereyim. Mücevherata bir daha bakılması için gönderilmesini emredeyim. Getirdiğinde ise elinden alıp adamı kapı dışarı edelim. ‘Öyle bir şey getirmedin’ diye inkar edelim. lşte bu şekilde birden 7 milyon dirhem kazanmış oluruz. Onun gibi diğer iki tacire de öyle yaparız, elinizdeki hediyelerden daha çok elimize para ve eşya geçer,” cevabında bulundu. Yahya’nın bu sözleri dikkat çekicidir. Bu olay o zamanlarda valilerin hesapsız para toplamak için ne derece güç ve baskı uygulayabileceklerini göstermektedir.

Yukarıda gösterdiğimiz biçimde, valiler arasında para sahibi olmak için hırs ve tamah göstermek Abbasilerin en parlak dönemlerinde dahi vardı. Bununla birlikte Bermekilerin bu tür yolsuzlık ve zulümleri önleme konusunda önemli hizmetleri olmuştur. Bu ünlü vezir ailesi, valilerin halka zulüm yapmalarını engelliyordu. Ancak Bermekilerin gözden düşerek, halife tarafından ortadan kaldırılmalarından sonra, yerlerine gelen vezirlerin bazıları iyi niyet, doğruluk ve samimiyet sahibi olmalarına rağmen, diğer bazıları ise kendi şahsi menfaatlerinden başka bir şey düşünmeyen kimselerden oldukları için, valiler fırsat bularak para toplamaya ve daha evvel gösterildiği üzere mevkilerini sağlamlaştırmak için vezirlere rüşvet vermeye başlamışlar; böylece büyük servet sahibi olmuşlardır.

Valiler

O dönemde bir valinin zengin olması elinde bulundurduğu güç ve kuvvet göz önüne alınırsa oldukça kolaydı. Özellikle her şeyde istediklerini yapabilen istila valileri (zorla ve savaşla vali olanlar) için pek kısa bir zaman içinde zengin olmak çok kolaydı. Valilere para getiren gelir kaynakları çoktu. Bir vali memuriyet yerine varır varmaz halk ona hediyeler getirirdi. Bu hediyeler binek hayvanı, cariyeler, paralar, elbise vs.’den oluşan büyük bir meblağdı. Vali bazen bu hediyeleri kendi almaz, memuriyeti kendisine tevcih eden veya bu konuda yardımda bulunan halifeye, vezire, saray hazinedar ustasına, mabeynciye veya saray erkanından diğer birine bırakırlardı. Bununla birlikte valiler eşya, kereste vs. ile ticaret gibi diğer kaynaklardan da gelir elde ediyorlardı. Bunun dışında paraya ihtiyaçları oldukça yeni yeni vergiler icat ederler ve bu vergilerin bazılarını 2-3 kere tahsil ederlerdi. Valiler bir taraftan vezirlere mevkilerini korumak için para verirken diğer taraftan görevden alındıklarında geçimlerini sağlamak için para sahibi olmak istiyorlardı. Valilere en çok gelir getiren şey ticaret mallarından alınan gümrük vergileriydi. Makdisi’nin rivayetine göre Yemen tüccarının mallarından 1/3’ü devlet tarafından gümrük vergisi olarak alınırdı. Yemen’de bir yük buğdayın gümrük vergisi yarım dinardı.

İnşaat ve tamirat da valilere bir başka kazanç kaynağıydı. Örneğin vali bir hükumet konağı inşa ettirdiğinde, bir köprü veya bir kanal kazdırdığında bin dinar sarf etmişse giderleri 10 bin, 100 bin dinar olarak göstererek hırsızlık yapardı. Hatta bazen valiler sarf ettikleri 10 dinarı 60 bin dinar şeklinde gösterirlerdi. Vezirler gibi valiler de halktan toprak ve çiftlikler gasp ederek çıkar temin ederlerdi. Bundan başka halktan topladıkları vergileri gümüş ve altına çevirirken para farkından da istifade ederlerdi. Bu kadar geniş gelirlere sahip olduktan sonra Harunürreşid’in Basra valisi bulunan Muhammed b. Süleyman’ın ev, emlak vs. gelirlerinden başka servetinin 50 milyon dirheme ulaşmış olmasına şaşmamak gerekir. Bu valinin günlük geliri 100 bin dirhemdi. Daha önce sözü geçen Horasan valisi Ali b. lsa’nın serveti 80 milyon dirheme ulaşmıştı. lşte bu sebepten dolayı Harunürreşid bunların mallarını müsadereden başka çare bulamamıştı.

İşin başlangıcında çoğunlukla valilerin malları vefatlarından sonra müsadere olunuyordu. Nitekim adı geçen Basra valisi Muhammed b. Süleyman’ın malları vefatından sonra zaptedilmişti. Sonraki yüzyıllarda valiler hayattayken bile servetlerine hazine adına el konulmaya, yani müsadere olunmaya başlandı. Nitekim Harunürreşid daha önce bahsettiğimiz Horasan valisi Ali b. lsa’ya böyle davranmıştı. Onu görevden alarak mallarını zapt ve müsadere etti. Söz konusu mallar 1500 deve yükünü bulmuştu. Söz konusu valinin oğlu lsa’nın Belh’teki konağının bahçesine gömerek müsadereden kurtardığı 30 milyon dirhem ise bunun dışındadır.

Vezirlerin Mallarına El Koyma

Bununla birlikte, valiler çok zaman geçmeden bağımsız emirler ve beyler konumuna geldiklerinden bunların mallarını müsadere zamanı da böylece sona ermiştir. Çoğunlukla valilerden Beytülmal için talep olunan şey iltizam bedeli vs. kabilinden belli bir meblağdan ibaret kalmıştı. Servet ve gelirlerin kontrolü bu dönemde vezirlerin eline geçmişti. Bu yüzden halifeler Beytülmal hazinesinin ihtiyaçlarını karşılamak için vezirlerin servetlerini müsadere etmekten başka bir çare bulamıyorlardı. Bu iş yapılırken bu servetlerin Beytülmal hazinesine ait gelirlerden gasp edilerek ve çalınarak toplanmış paralar kabul ettiklerinden bu işlemi zulüm ve haksızlık kabul etmiyorlardı.

Abbasilerde bu müsadere işlemleri ilk dönemlerde başlamıştı. Şu kadar ki başlangıçta müsadere, görevden alma ve cezalandırma şeklinde icra olunurdu. Bununla amaçlanan, siyasal bir suçtan dolayı vezirden intikam almak veya ondan kurtulmaktı. Abbasilerin ilk veziri Ebu Selma böyle bir nedenle öldürülmüştü. Horasanlı Ebu Müslim, Abbasi devletini nasıl kılıcıyla kurmuş ve güçlendirmiş ise Ebu Selma’da mali gücüyle aynı şekilde devletin güçlenip kuvvetlenmesine hizmet etmişken “Devleti Abbasilerin elinden alacak” diye Saffah’a haber verildi. Bunun üzerine Halife Saffah, vezirini Ebu Müslim’in eliyle katlettirdi. Daha sonra aynı durum Ebu Müslim’in başına geldi ve aynı suçlamayla kendisi de Saffah tarafından öldürüldü. Harunürreşid zamanında Bermekilerin ve Mu’tasım devrinde Fazl b. Mervan’ın başlarına gelen felaket de bu gibi nedenlerden doğmuştur. Sözü edilen Fazl b. Mervan’a layık görülen ceza azl ve hapisle birlikte parasına el konulmasıydı. Mutasım, vezirini görevden alıp hapse attığında, yapılan aramalar sonucunda konağında 1 milyon dinar kıymetinde nakit para ile 1 milyon değerinde altın eşya ve kap kacak ele geçirilmişti. Ancak daha sonra devlet zayıflayıp düşüşe doğru gittikçe müsadere de amacından çıkarak sırf vezirlerin mal ve servetine el koyma işlemi haline gelmiştir.

Halife Muktedir zamanında (H. 295-320) müsadere işlemi en şiddetli devrine varmıştır. Mutasım hilafete geçtiğinde 13 yaşındaydı. Bu nedenle vezirler meydanı boş bulmuşlardı. Bunun dışında bu halifenin dışında devlet işleri halifenin annesi, haremleri ve hademesinin elinde dönüyordu. Sonunda devlet perişan oldu. Hazineler boşaldı. Halife tahttan indirildi. Yenisi tahta geçirildi, yine tekrar indirildi. Sonunda öldürüldü. Bu halife döneminde çok vezir değiştiği gibi birçok vezirin malına da hazine adına el konuldu. Halife Muktedir’in ilk veziri lbn’ül-Fırat’tı. Üç kez vezirlik yaptı. Yanında ne kadar servet biriktiğini yukarıda görmüştük. Hepsi hazineye devredildi. lbn’ül Fırat’tan sonra Muktedir’in vezirlik makamına Hakani geçti. Daha önce gösterildiği şekilde bu zat kötü bir üne sahipti. Daha sonra vezaret makamına Ali b. lsa geçti. Faziletli ve namuslu bir kişi olan bu vezir, memleket işlerini ıslahla uğraşmışsa da anarşi, kargaşa ve yolsuzluk devletin damarlarına kadar işlemiş olduğu için bir fazla bir şey yapmaya gücü yetmedi. Bundan sonra Muktedir’e Hamid b. Abbas vezir oldu. Bu adam para toplama konusunda çok katı yürekliydi. Bunların dışında Ubeydullah b. Muhammed, Ahmed b. Ubeydullah b. el-Hasib, ünlü hattat lbn Mukle, Süleyman b. Hasan, Ubeydullah b. Muhammed Gülvazi, Hüseyin b. Kasım, Muktedir’e vezirlik yaptılar. Ancak bunların içinde derdest olunup hapse atılmamış veya öldürülüp malı mülkü hazineye gönderilmemiş kimse yok gibidir. Bu dönemde yalnız vezirlerin değil kadıların ve hizmetçilerin malları da müsadere ediliyordu. Muktedir’in bu müsaderelerden topladığı paraların toplamı 40 milyon dinara ulaşmıştı. Halifenin saçıp savurmasından dolayı boşuna harcadığı paralar 70 milyon dinarı aşıyordu. Yerinde ve gereğinde sarf ettiği paralar ise başkadır. Diğer vezirlerin durumu bunlarla kıyaslanarak anlaşılabilir.

Zaman geçtikçe devlet adına mala mülke el koymak, hazineye gelir sağlamak için başvurulacak en önemli araç olmuştu. Valiler halkın, vezirler valilerin, halifeler vezirlerin, valilerin ve halkın mallarını müsadere ediyorlardı. Bununla birlikte günümüzde uygar Avrupa ülkeleri bir savaş veya çok büyük bir projenin gerçekleştirilmesi için gerekli harcamaları karşılamak amacıyla nasıl borçlanma yoluna gidiyorsa halifeler de müsadere metodunu ancak asker aylıklarını veya diğer devlet harcamalarını karşılamak için paraya gereksinimleri olduğu zamanlarda yapıyorlardı.

Daha önce belirttiğimiz gibi bu tür paralar zaten hazinenin malı gibi düşünüldüğünden yapılan el koyma işlemi de adalete aykırı bir durum olarak kabul edilmiyordu. O dönemde böyle bir metodun uygulanması, devleti günümüzdeki gelişmiş devletlerin sırtında büyük bir yük olan genel borçlardan kurtarmıştı. Günümüzde bazı devletlerin gelirlerinin 1/4’ü veya 1/3’ü borçlarının sadece faizlerine gitmektedir. Bu nedenle söz konusu devletler -örneğin İngiltere- bu yük altından kalkabilmek için çeşit çeşit vergiler icat etmekte, insanın geçinmek için el attığı her işten vergi almaktadır.

Katibler

Devletin mallarına el koyarak paraları ceplerine indiren başka memur sınıfları da vardı. Haraç katibleri bunlardan biridir. Bunlar devletin asıl gelir kaynağı olan vergilerin toplanması işine baktıklarından zimmetlerine para aşırmakta güçlük çekmezlerdi. Bu memurlar gerek Emeviler zamanında, gerekse daha sonra haraç paralarını ceplerine atmaktan geri kalmamışlardı. Ancak işi çığrından çıkarmaları ve devletin başına bela kesilmeleri Abbasilerin gerileme ve duraklama devrine rastlamıştır. Halife Vasık H. 229/M. 843’te bu katibleri hapsettirerek çaldıkları paralara karşılık üzerlerine borç çıkarmış ve şiddet kullanarak bu parayı kendilerinden tahsil etmiştir. 13. Abbasi halifesi Mu’tez de H. 255 yılında bu memur grubuna aynı muameleyi yaptırmıştır. Basra’da Bardani ailesi yazıcılık yoluyla zengin olmakla ün kazanan bir aileydi.

Zenginlik yalnız haraç ve diğer hükumet dairesi katiblerine özel bir şey değildi. Halifelerin akrabalarının ve diğer devlet adamlarının özel katibleri de benzeri yollarla zengin oluyorlardı. Bunların kazandıkları paralar çoğunlukla rüşvet ve ihtilas (hırsızlık) yolundan gelirdi. Bunlar rüşvet ve hırsızlıkta o kadar ileri gitmişlerdi ki, vezirler zulüm ve haksızlıkla nasıl kötü ün kazanmışlarsa bunlar da zulüm ve baskıyla kötü şöhret kazanmışlar ve şairlerin alay ve eleştirilerine maruz kalmışlardı.

Valileri ve diğer memurları göreve getirmek için rüşvetle aracılık yapmak ve yarar sağlamak bu katiblerin kazanç kapılarından biriydi. Nitekim Halife Me’mun’un başkatibi Ahmed b. Ebi Halid, 3 milyon dirhem rüşvet karşılığında, Tahir b. el­ Hüseyin’in Horasan’a vali tayini için halifeye aracılıkta bulunmuştu. Vilayetlerdeki divan katibleri valilere gelen hediyeler ve rüşvetlerde valilerle ortaklaşırlardı. Bazen bu paraları yarı yarıya pay ederlerdi.

Hacipler (Mabeynci ve Teşrifatçılar)

Ülkenin servetini kullanmak, devleti yönetenlerin yakınında mevki sahibi olanların hepsine, özellikle halifelerin kapısında duran haciplere (mabeynci ve teşrifatçılara) serbestti. Hacipler halifelerin katında güç ve yetki sahibi olduklarından bu güçlerini çoğunlukla para kazanmak için kullanırlardı. Halifenin huzuruna çıkmak isteyenleri öne almak veya yetkilerini kötüye kullanarak önce engel olup zorluk göstermeden huzura çıkarmak için para alırlardı. Bu durum Dört Halife Dönemi’nde bile olmuştur. Mugire b. Şu’be “Hz. Ömer’in huzuruna girmemi kolaylaştırmak için Yerfa’ya vermek istediğim dirhem bazen avucumda terlerdi” diyor. Bu hacipler çok kere rüşvet alarak mansıp ve makam konusunda da aracılık ederlerdi. Nitekim 2. Abbasi halifesi Mansur’un hacibi Rebi b. Yunus, Yakub b. Davud’dan 100.000 dinar alarak kendisine vezirlik görevinin verilmesinde aracılık etmişti.

Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır. 


BUDACILIK ÜZERİNE NOTLAR

Nisan 18, 2023

İ.Ö. 6 yy. Hindistan’da Vedaların sorgulandığı, arayış ve çıkışların olduğu dönemdir. Bu arayışı yapanlardan birisi de Siddharta Gautama’ydı. Söylenceye göre Siddharta (Buda) insan olarak doğmadan önce gökyüzündeki Tuşuta cennetinde yaşamaktaymış. Kendisine gelen bir esinle yeryüzünde doğmak zorunda olduğunu anlamış. Şimdiki Nepal sınırları içerisinde kalan Himalaya eteklerindeki Lumbini bölgesinin Kapilavatsu kentinde doğmuş Babası Suddhodha Şakya soyundan gelen bir kralmış. Babası doğan oğluna “amacına ulaşan” anlamına gelen Siddharta adını koymuş. Siddharta krallık içerisinde bir prens nasıl büyütülürse öyle büyütülmüş; bir prens nasıl eğitim alırsa öyle eğitim almış. Erken denebilecek bir yaşta kuzeni Yoshodhana ile evlenmiş. Bir oğlu olmuş. Adını Rohula koymuşlar. Sarayında mutlu bir yaşam sürüyormuş. Ne olmuşsa 29 yaşında olmuş. Yine söylenceye göre daha önce hiç karşılaşmadığı yaşam gerçeklerini görmüş: Hastalık, yaşlılık, ölüm ve huzur. Bu gerçekler onu öylesine etkilemiş ki o ünlü arayışına çıkmış. Amacı doğum-ölüm döngüsünden kurtulmak, yaşamın acılarına çare bulmak, gerçeğe erişmekmiş. Budacılık, Gautama Siddharta denilen genç prensin baba ocağını terk edip de yaşamın acılarına çare aramaya çıkmasıyla başlar.

Budacılık Hint felsefe ekollerinden astik olmayan ya da diğer bir deyimle ortodoks olmayan bir öğretidir.

Başlangıçta Buda’nın öğretisi basit ve sadeydi. Tek amacı vardı Buda’nın, o da yaşamın acılarından, ıstıraplarından insanları kurtarmak. Aydınlanmaya erişipte gerçeği görünce ilk vaazını Benares’de vermiştir. Benares vaazında Buda: “Doğmak acıdır, yaşlılık acıdır, hastalık acıdır. Ölüm acıdır, sevilmeyenle birleşmek acıdır, sevilenden ayrı kalmak acıdır. İstediğini elde edememek acıdır…” diyerek öğretisinin en önemli sacayağını ortaya koymuştur. Buda konuşmasının devamında acıyı doğuran nedenler olarak hırs ve arzuyu göstermiş ve ancak arzuyu, hırsı yenmekle acının üstesinden gelinebileceğini söylemiştir.

Geriye tek bir şey kalıyordu, o da hırsın, arzunun ortadan nasıl kaldırılabileceği. Buda, bunun için birçok öğretide izlerini görebileceğimiz sekiz aşamalı yolu gösteriyordu: Doğru sözlülük, tam davranış, doğru yaşama, tam uygulama, tam bilinçlilik, tam uyanıklık…

İşte Budacılığın özü budur. Buda 45 yıl boyunca Magadha ve Kosala krallıklarındaki kentlerde bu öğretiyi halka yaymaya çalışmıştır. Buda öğretisini yayarken yukarıdaki dipnottan da anlaşılacağı gibi bir taraftan Vedaların otoritesi, diğer taraftan bu otoriteye karşı çıkan düşünce akımları vardı. Buda bir taraftan Upanişad Brahmanların idealizmine karşı çıkarken diğer taraftan kendisiyle aynı safta olan Çarvakalılar’ın (Maddecilerin) dünya görüşüne, yaşam anlayışına karşı çıkıyordu. Buda, kendi öğretisini bu iki öğreti arasında orta yol olarak gösteriyordu.

Buda Vedaların otoritesini reddedip kurban törenlerine, kastların yapısına karşı çıkarken amacı Hindistan’ın toplumsal yapısında bir değişiklik yapmak değildi. Özde reformcu olmasına rağmen reformculuğu, devrimciliği dışa dönük değil, içe dönüktü.

Buda’nın izdeşçilerini bağlı bulundukları kast yapısına bakmadan kabul etmesi o dönem Hindistanı için önemli bir hareketti. Ancak yine de Buda’nın öğretisine bağlı olanların büyük çoğunluğu üst kastlardan olmuştur.

Buda öldüğünde 80 yaşındaydı. Ölümünden sonra öğretisi Magadha ve Kosala krallıklarında izdeşçileri tarafından sürdürüldü. Ölümünden sonra ilk Budacı dinsel kurul (Konsey) Racagriha’da toplandı. Racagriha’da toplanan dinsel kurul Buda’nın sözlerinin derlenmesi ve kurallara dökülmesi kararını aldı. Ancak bu kurul aldığı kararı daha sonra yaşama geçiremedi.

İkinci dinsel kurul Buda’nın ölümünden aşağı yukarı 140 yıl sonra Vaişali kentinde toplandı. Ancak bu dinsel kurul da yeterli etkinlik gösteremedi. Bu kuruldan hemen sonra Budacılıkta ayrılık tohumlarının ekildiğini görüyoruz. Daha sonraki yüzyıllarda tam filiz verecek olan bu tohumlar Hinayana ve Mahayana Budacılığını doğurmuştur. Ayrılığı doğuran neden ise geleneğe bağlı olanlarla gelenekten kopup Budacılığa yeni bir yaklaşım, yeni bir soluk, yeni bir anlayış getiren Mahayana ekolü arasındaki düşünce ayrılığıdır.

Üçüncü Budacı dinsel kurul İ.Ö 250’ye doğru ünlü hükümdar Çandragupta’nın torunu Aşoka’nın girişimiyle Pataliputra’da toplandı. Kral Aşoka dedesi tarafından başlatılan Hindistan Birliğini kurma işini üstlenmişti. Aşoka diğer iki Budacı dinsel kurulun yapamadığını yaptı, Budacı öğretiyi kaleme aldırdı ve Tripitaka yasası diye bilinen derlemeyi hazırlattırdı. Aşoka’nın bu girişimi ve Budacılığın koruyuculuğunu üstlenmesi hiç kuşkusuz Budacılık tarihi açısından yeni bir sayfanın açılmasına neden olmuştur. Aşoka’nın Budacılığı benimsemesi söylentiye göre bugünkü Kalküta – Madras arasındaki Kalinga ülkesine yaptığı askeri sefer sırasında olmuştur. Kalingalıların direnmesi üzerine patlak veren büyük savaşta, düşmanlarının binlerce ölü verdiğini gören Aşoka derin bir pişmanlık duymuş ve bir daha savaşmama kararı almıştı. Aşoka bununla da yetinmemiş insanların da hiçbir zaman savaşmamasını sağlamak için ahimsa (şiddet göstermeme) anlayışına, ilkesine gönül bağladı. Aşoka’nın barışçı politika güdüp Budacılığı benimsemesi Budacılık için yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur.

Aşoka Budacılığı yaymak için Hindistan’ın her tarafına, Gandhara’ya, Baktaria’ya, Birmanya’ya ve Seylan’a misyoner göndermiştir. Böylece Budacılık için güneyde Malezya, Seylan ve Endonezya’ya kadar kuzeyde de Tibet ve Nepal’i aşarak Çin’e kadar yayılma olanağı doğmuştur.

İmparatorluğu süresince Aşoka Hindistan’ın önemli yol kavşaklarına ve kilit noktalarına sütunlar diktirmiş ve sütunlar üzerine liberal din anlayışını, insan sevgisini temel alan yazılar kazdırmıştır.

Budacıların ikinci büyük koruyucusu hiç kuşkusuz Kanişka’dır. Kanişka döneminde Budacılığın altın devrini yaşadığı söylenebilir. Kanişka Kuşanların İ.S. 30 yıllarında Gandhara ve Pencab’ın hakimiyetini ele geçirmesiyle kurulmuş olan krallığın İ.S. 78 – 120 yılları arasında hükümdarlığını yapmıştır. Kendisi hakkında pek çok efsane yaratılmıştır. Onun zamanında Keşmir’de Budacı dinsel kurul toplanmıştır. Kuşan krallığının sınırları Kuzey Hindistan, Pakistan, Doğu Afganistan, Özbekistan ve Tacikistan’a kadar uzanıyordu. Budacılığın İç Asya’ya doğru yayılışı Kanişka zamanında olmuştur. Budacılığın yayılması için Kanişka İç Asya’da birçok keşiş tapınağı yaptırmıştır. Kanişka’nın yaşadığı dönemlerde Mahayana Budacılığı da gelişmeye başlamış, tanrısız, tapınaksız öğreti giderek tanrılar, yarı tanrılar, koruyucu ruhlar ve ayinlerle kalabalıklaşmış çoktanrılı bir din haline gelmişti. Ne var ki Budacılık Kanişka’dan sonra ana yurdu olan Hindistan’da önemini giderek yitirmiş ve birkaç yüzyıl süren parlak Budacı hükümdarlar döneminden sonra gösterişe dönük törenler ve uygulamalarla yozlaşıp İ.S. ikinci yüzyıla doğru çökmeye başlamış ve bunun üzerine kendisini toparlayarak yenileyen eski Brahmanizm yeni bir solukla ileri atılmıştır.

Budacılığın Brahmanizm’e karşı yenilgisini tam anlamıyla açıklayabilmek zor. Ancak bu dönemlerde (İ.S 2. yy.) özellikle Vişnuit Brahmanlar Buda’yı Vişnu’nun dokuzuncu avatarası (genedoğumu) olarak görüyorlar ve onun için dinsel törenler yapıyorlardı. Bu, Budacılığın Hinduculuk karşısında bir tür yenilgisiydi.

Budacılık Hindistan’da önemini kaybedip azınlık durumuna düşmesine karşılık komşu ülkelerde yayılmasına devam etti. Hindistan’dan kaçan keşişlerin İç Asya’daki önemli kentlerde yeniden yaşam alanları, dinlerini sürdürecek ortam bulduklarını görüyoruz. Bu kentlerden Hotan, Yarkent, Kaşgar ve Kuça Budacılığın İç Asya’daki tarihi açısından önemlidir. Bu kentlerde Budacılık birçok kültürle karışmış ve görkemli sanat eserleri ortaya çıkmıştır.

Bu bölgelerde 19. yy. başında yapılan kazılarda Budacılığa ait birçok tapınak ve çeşitli sanat eserleri ortaya çıkarılmıştır.

Budacılığın İç Asya’da yayılışı Türk tarihi ve kültürü açısından da önemlidir. Budacıların bu zengin ve renkli yaşamları İslamiyet İç Asya’ya gelene kadar devam etmiştir.

ESKİ METİNLERE GÖRE BUDİZM
(BUDACILIĞIN DİYALEKTİK YORUMU)
WALTER RUBEN
Hazırlayan: LÜTFÜ BOZKURT


PHILBY: İngiliz Gizli Servisinin 2 Numarası Sovyet Köstebeği 1963, Moskova

Nisan 18, 2023

Stewart Menzies İngiliz Gizli İstihbarat Servisini (SIS) yönetecek ideal adam gibi görünüyordu. Yüksek sosyetenin içindeydi, bazılarına göre İngiltere Kralı VII. Edward’ın gayri meşru çocuğuydu, etrafındaki çok sayıda dostuyla gösterişli bir yaşamı ve hayatını rahatça sürdürmesine olanak sağlayan bir zenginliği vardı.

Adamlarının işlerini iyi bir şekilde yapacağına inanıyor ve yollarının üzerine çıkarak onları engellemiyordu, böylece servis esas olarak kendi kendini yönetiyordu. Günün birinde kendisine bir halef seçmesinin zamanı geldiğinde etrafına daha dikkatli bir şekilde baktı, atayacağı kişinin son yıllarda neler yaptığını bir kez daha gözden geçirdi.

Sonuçta Menzies’in yerine seçtiği halef Kim Philby adında sıcakkanlı birisi oldu. Cambridge Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Philby, İkinci Dünya Savaşı sırasında Menzies’in yönetimi altında yürüttüğü çalışmalarıyla profesyonel istihbaratın en iyi ve parlak adamlarından biri olarak değerlendiriliyordu ve daha üst görevlere getirilmesine kimsenin bir itirazı olamazdı.

Biraz saha tecrübe kazanması için Philby önce 1947-1949 yılları arasında Türkiye’ye gönderildi. Buradan da oldukça kıyak bir mevkiye aktarıldı; Washington’a gönderilerek SİS ile CIA ve FBI arasındaki irtibat sorumlusu yapıldı.

Amerikalılar kollarını açarak Philby’i kucakladılar; savaş zamanındaki başarılarının hikayelerini anlatarak pohpohladılar ve SİS’in anti-Sovyet bölümünü kurduğu sırada edinmiş olduğu bilgi ve tecrübeden kendilerine bir şeyler aktarmasını sağlamak için ellerinden geleni yaptılar. En üstteki yöneticiler de dahil olmak üzere Philby istediği herkese ulaşabiliyor, her yere girip çıkabiliyordu.

Kendisine bütün kapılar sonuna kadar açılmıştı. Philby’nin görevi iki Amerikan gizli servisiyle, CIA ve FBI ile iki İngiliz gizli servisinin SİS ve M16 arasındaki bilgi akışını sağlamaktı. Nitekim Philby de tam anlamıyla kendisini işe kaptırdı ve iki tarafın da toparladığı istihbarat bilgilerini denetimi altına aldı.

Menzies himayesine aldığı bu genç yeteneğin ABD’deki çalışmalarıyla ilgili olarak parlak raporlar alıyor ve ne kadar doğru bir halef seçtiğine ilişkin kendisini kutlamadan duramıyordu.

Ama bu arada küçük bir sorun vardı. Philby gerçekte diğer tarafa çalışıyordu, hayır canım ABD’ye değil Sovyetler Birliği hesabına çalışıyordu; yani kendisine karşı çalışmada uzman olduğu varsayılan yabancı güç hesabına faaliyet yürütüyordu.

1933 yılına dönerek devam edecek olursak; bu tarihte henüz Cambridge Üniversitesi’nde olan Philby Sovyet Gizli Servisi OGPU ajanlarının dikkatini çekmiş (muhtemelen onlarla işbirliği içindeki bir üniversite hocasının uyarısıyla) ve Sovyet davasına sempati gösteren genç ve ayrıcalıklı İngiliz entelektüellerinden biri olarak değerlendirilmiş, kendisine yakınlaşılmıştı.

Kurulan ilişki çerçevesinde politik ve teorik görüşlerini ifade edince belirli konuların ele alındığı felsefi araştırmalarda kendisinden yardım isteyerek işi ilerlettiler. Ancak kendisini OGPU’da işe alanlar hiçbir zaman niyetlerini açıkça söylemediler, maksatlarını tam olarak ortaya koymadılar.

Philby’nin kendi sözleriyle de durum şöyleydi: “Haziran 1933’de işe başladım ve İngiliz entelijansiyası arasına sızmakla görevlendirildim. Ancak bu görevin ne kadar uzun süreceğinin bir önemi olmadığı söylendi.”

Washington’da Philby İngiliz ve Amerikan istihbaratıyla ilgili bilgileri değerlendirmek üzere derhal bir mekanizma oluşturdu; kendisini kontrol etmekte olan Sovyet ajanlarına birçok yararlı bilgiyi aktarıyordu tabu ama daha sonra dönüp kendisini tuzağa düşürecek herhangi kritik bir bilgiyi vermiyordu. Böylece asıl bağlı olduğu tarafın eline de kendisini deşifre etmekle tehdit edebilecekleri bir bilgi geçmemiş oluyordu.

Philby’nin Sovyetler Birliği’ne aktardığı sırlar hayli önemli olmakla birlikte asıl tahrip edici etki, herhangi bir operasyonu çökertmesi falan değil, İngiliz ve Amerikan istihbarat servisleri arasına kolay aşılmayacak bir güvensizlik duygusunu yerleştirmiş olmasıydı. İki ülke arasındaki özel güven ilişkileri bundan sonra hep bir kuşkunun gölgesi altında kalacak ve gizli servis ajanları bir daha en yakın yoldaşlarına bile bütünüyle güvenemeyeceklerdi.

Bununla birlikte Philby Menzies’in yerine SIS’in başına geçmeyi hiçbir zaman başaramadı. Menzies emekliye ayrılarak Philby’i yerine atayacak olsa bile, bu konuda onayı olması gereken Dışişleri Bakanlığı çaktırmadan Philby’i izlemeye karar vermişti. Nitekim bir süre sonra bu adamın hilekar olduğunu, zaman geçtikçe daha tedirgin ve gergin hale gelmeye başladığını gözlediler. Bu arada çift taraflı bu çalışmanın verdiği ağır yüke dayanmak için Philby de fazla içmeye başlamıştı. Dışişleri Bakanlığı Philby’i düşünülen görev için uygun bulmuyordu ama Menzies de zamanı geldiğinde himayesi altındaki adamın yükseleceğinden emindi ve bunda da ısrarlıydı.

Bununla birlikte Philby böylesi bir atamadan önce kendi kusurlarını ortaya dökünce Menzies de böylesine yüz kızartıcı bir işten kurtulmuş oldu. İngiliz Gizli Servisi içindeki Sovyet köstebekleri olan Donald MacLean ve Guy Burgess CIA tarafından açığa çıkarılırken Philby de bu operasyona yardım ederek böylece kendisini kurtarmaya çalışıyordu ama yine de tehlikeli ve nazik bir durumla yüz yüze olduğunu anlamıştı. Ve sonunda Moskova’ya kaçmayı başardığında gerçekten de kuşkulu hareketleriyle ilgili olarak bir süreden beri izlemeye alınmıştı.

Moskova’ya kaçarak kendisini açığa çıkarmasının bir nedeni de yerine bıraktığı dördüncü casusu, Sir Anthony Blunt’ı kurtarabilmekti. Nitekim Blunt, yıllar sonra İngiliz casus avcıları tarafından yakalandığında çoktan Kraliçe tarafından “Sir” unvanıyla ödüllendirilmişti bile.

Böylece vaktiyle SIS’in başına getirilmesi düşünülen en iyi casus, gerçekten de o zamana kadar İngiliz Gizli Servisinin bulduğu en iyi casustu.

Alıntıdır.